ARAŞTIRMA DOSYASI : Yeni Dünya Düzeni

ABD Başkanları Nixon ve Ford’un dönemlerinde ulusal güvenlik danışmanı ve dışişleri bakanı olarak görev yapan Henry Kissenger, Soğuk Savaş yıllarına damga vurmuş bir isimdir. Bu yazı Kissinger’in 9 Eylül’de yayımlanacak olan "Dünya Düzeni" (World Order) kitabından derlenerek yazılmıştır.

Libya iç savaşta, Suriye ve Irak’ta radikal ordular hilafet ilan ediyor ve Afganistan’ın genç demokrasisi felç olmanın eşiğinde. Bütün bunlara bir de Rusya ile yeniden gerilen ilişkiler ve Çin ile işbirliği ve açıkça suçlamalar arasında gidip gelen bir ilişki de eklendi. Modern çağı tanımlayan düzen dolayısıyla bir krizin içerisinde.

Dünya düzeni arayışı çok uzun bir süredir neredeyse yalnızca Batı toplumlarının konseptleri üzerinden gerçekleşti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen ekonomisi ve yükselen ulusal güveniyle beraber ABD uluslararası liderlik meşalesini eline alarak yeni bir boyut ekledi.

Özgür ve temsilci bir ülke olarak kurulan ABD kendi yükselişini özgürlük ve demokrasinin yayılması olarak tanımladı ve bu güçlerin adil ve kalıcı barış sağladığını savundu. Geleneksel Avrupalı yaklaşımı ülkelerin rekabetçi olduğu algısı üzerine kurulmuştu ve amaç ülkelerin çıkar çatışmalarından doğacak zararları engellemek için kurulan bir güç dengesiyle beraber aydın siyaset adamlarına olan güvenin sürmesiydi.

Amerikan bakış açısı ise insanların tabiatı gereği makul varlıklar olduğunu ve barışçıl uzlaşmalara daha fazla eğilim gösterdiğini varsayıyor; dolayısıyla demokrasi uluslararası düzenin en büyük hedefi. Serbest piyasa şahısları yükseltir, toplumları zenginleştirir ve geleneksel uluslararası düşmanlıklar yerine ekonomik bağımlılıkları ortaya çıkartır.

Bu dünya düzenini oluşturma çabaları birçok açıdan meyvesini vermiş durumda. Dünyanın büyük bir kısmını yüksek sayıda bağımsız ülkeler yönetiyor. Demokrasinin yayılması ve katılımcı yönetim evrensel bir gerçek olmadıysa bile ortak bir hedef haline geldi; küresel iletişim ve finansal ağlar gerçek zamanda hareket ediyor.

Amerikan idealizmi ve geleneksel Avrupai devlet ve güç dengesi anlayışlarının karışımından oluşan ve 1948 yılından geçtiğimiz yüzyılın sonuna kadar devam eden dönem insanlık tarihi için bir iz bıraktı. Fakat dünyanın çoğunluğu hiçbir zaman Batı’nın düzen konseptini paylaşmadı, yalnızca buna boyun eğdi. Fakat bu çekingenlikler Ukrayna krizi ve Güney Çin Denizi’nde görüldüğü üzere artık yavaş yavaş açığa çıkıyor. Batı tarafından ilan edilen ve sahiplenilen düzen artık bir dönüm noktasında.

İlk olarak uluslararası hayatın resmi temel ünitesi olan devletin doğası baskılara maruz bırakıldı. Avrupa, devletin ötesine geçerek öncelikle yumuşak gücün prensipleri üzerine bir dış politika inşa etti. Fakat strateji konseptinden yoksun bir meşruiyet iddiasının dünya düzenini devam ettirip ettiremeyeceği şüpheli.

Ve Avrupa henüz bir devlet olmanın gerektiği davranışları benimseyemeyerek hem kendi içerisinde bir otorite boşluğu hem de sınırlarında bir güç dengesizliği yarattı. Aynı zamanda Ortadoğu kendi içerisinde bir mezhepsel ve etnik çatışmaya kapılmış durumda; din ile hareket eden milisler ve onları destekleyen güçler hem sınırları hem de bağımsızlıkları işgal ederek kendi topraklarını kontrol edemeyen başarısız devlet fenomenini ortaya çıkarıyor.

Asya’daki zorluk Avrupa’da yaşanan zorluğun tam tersi: Güç dengesi prensipleri uzlaşılmış bir meşruiyet konseptinden bağımsız şekilde yükselerek bazı anlaşmazlıkları çatışmaya kadar sürükleyebiliyor.

Uluslararası ekonomi ve onu doğru bir şekilde idare edecek olan siyasi kurumlar arasında yaşanan çatışma da dünya düzeni için gerekli olan bir ortak hedef anlayışını zayıflatıyor. Ekonomik sistem küresel hale geldi fakat dünyanın siyasi yapısı hala ulus-devlete bağlı gidiyor.

Yakından bakıldığı zaman ekonomik küreselleşme ulusal cepheleri görmezden geliyor. Dış politika ise çatışma içerisinde olan ulusal hedefleri veya dünya düzeni ideallerini yola koymaya çalıştığı zaman bile cepheleri yeniden katı bir hale getirmeye çalışıyor.

Bu dinamik on yıllarca devam eden istikrarlı fakat gittikçe daha da şiddetlenen periyodik finansal krizlerle bölünen bir ekonomik büyüme yarattı: 1980’lerde Latin Amerika’da; 1997’de Asya’da; 1998’de Rusya’da; 2001 ve 2007’de ABD’de ve 2010’da Avrupa’da. Bu durumdan kazançlı çıkanların sistem hakkında çekinceleri az.

Fakat Avrupa’nın güneyinde olduğu gibi yapısal yanlışlıklardan dolayı bu durumun "kaybedenleri" küresel ekonomik sistemin işlevlerini reddeden veya en azından değiştirmeye çalışan çözümlerle kendilerine çare bulmaya çalışıyorlar.

Dolayısıyla uluslararası düzen bir paradoks ile karşı karşıya: Refahı küreselleşmenin başarısına bağlı, fakat bu süreç genelde hedeflerinin aksine işleyen bir siyasi tepki ortaya çıkarıyor.

Dünya düzeninin başarısız olmasının üçüncü nedeni ise büyük güçlerin en önemli konularda danışabilecekleri ve belki de işbirliği içerisinde olabilecekleri bir üst mekanizmanın olmaması. Hali hazırda var olan uluslararası toplantılar ve forumların çokluğuna bakıldığında bu biraz tuhaf bir eleştiri gibi kulağa gelebilir.

Fakat bu toplantıların sıklığı ve doğası uzun vadeli bir strateji üretebilme sürecinin tersine işliyor. Bu süreç en iyi ihtimalle bekleyen bazı taktiksel konularda tartışmanın çok az ötesinde bir boyuta izin veriyor, en kötü ihtimalle ise "sosyal medya" üzerinden yeni bir zirve politikası forumu üretilmesine izin veriyor.

Uluslararası kurallar ve normlara yönelik modern bir yapı eğer verimli olmak istiyorsa yalnızca ortak açıklamalardan ibaret kalamaz; ortak bir inanç olarak ortaya koyulması gerekiyor.

Başarısız olmanın cezası büyük devletler arasında bir savaş değil (her ne kadar bazı bölgelerde bu ihtimal dahilinde olsa da) fakat daha çok belirli yerel yapılarla ve hükümet şekilleriyle özdeşleşmiş etki alanlarının ortaya çıkması olacak. En uçta bu etki alanları güçlerini yasadışı olarak tanımladıkları düşmanları karşısında test etmeyi deneyeceklerdir. Bölgeler arasında yaşanacak çatışmalar devletler arasında yaşanan çatışmalardan daha çok tahribat yaratabilir.

Modern dünya düzeni arayışı belirli bölgelerin kendi içerisinde bir düzen yaratmayı ve farklı bölgelerin birbirlerine bağlı olmalarını sağlayacak bir strateji gerektiriyor. Bu hedeflerin kendiliğinden bir uzlaşma yarattığı söylenemez:

Radikal bir hareketin zaferi bir bölgeye düzen getirirken, bazılarında veya diğerlerinin tamamıyla yaşanacak muhtemel bir çalkantı için sahneyi hazırlıyor olabilir. Bir bölgenin yalnızca bir ülkenin ordusu tarafından domine edilmesi düzen getirse bile dünyanın geri kalanı için bir kriz oluşturabilir.

Kişinin onurunu tanıyan ve katılımcı olan, aynı zamanda üzerinde anlaşılmış uluslararası kurallara göre hareket eden bir dünya düzeni bizim umudumuz ve ilham kaynağımız olabilir. Fakat bu hedefe doğru ilerlemek için bazı ara dönemlerden geçmemiz gerekiyor.

21. yüzyılın dünya düzeninde sorumlu bir rol oynayabilmek için ABD’nin kendisi için bazı sorulara cevap vermesi gerekiyor: Ne olursa olsun ve gerekirse tek başımıza da kalsak neyi engellememiz gerekiyor? Çoklu bir çaba tarafından desteklenmese de neyi başarmaya çalışıyoruz? Eğer yalnızca ama yalnızca bir ittifak tarafından desteklenmesi gerekiyorsa neyi başarmaya çalışıyoruz? İlerlemesini sağlamaya çalıştığımız değerlerin doğasında ne var? Ve bu değerlerin geçerliliği ne kadar içinde bulunulan duruma bağlı?

ABD için bu durum çelişkili gibi görünen iki seviyede düşünmeyi gerektiriyor. Evrensel prensipleri yüceltmek, diğer bölgelerin tarihleri, kültürleri ve güvenliklerine bakış açılarıyla birleştirilmeli. Zorluklar yaşanan dönemlerden alınan dersler incelenmeye devam edilirken, ABD’nin müstesna doğası korunmalı ve devam ettirilmeli. Tarih kendi kimliklerini daha kolay bir seyir izlemek için bir kenara bırakan ülkelere hiç zaman tanımıyor. Fakat tarih cesaretli inançlara da geniş bir jeopolitik stratejiden yoksun oldukları zaman şans tanımıyor.

Henry Kissinger – Wall Street Journal

Etiketlendi:,

Yorum bırakın