Etiket arşivi: OSMANLI

KÜRT SORUNU DOSYASI /// VİDEO : Kürtler Neden Osmanlı’yı Seçti & Osmanlı Kürdistanı

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=zfgzLDpczIU

TARİH /// Mevlüt Uluğtekin YILMAZ : OSMANLI 16. YÜZYILDA YIKILDI !

Bir devletin gücünü, sadece ‘toprak’ genişliğiyle açıklamak dün de yanlıştı, bugün de. Bizlere okutulan OAsmanlı Tarihi’ndeki “Yükselme”, “Duraklama” “Gerileme” devirleri, devletin toprak genişliği ve toprak kaybından başka bir anlam taşımıyor.

16. yüzyıl, Osmanlı’da “Yükselme Devri” olarak bilinir. Gerçekte ise bu yüzyıl, bilimin Osmanlı’da topa tutulduğu bir yüzyıldır; bir başka deyişle, Osmanlı’nın beyinlerde çöküşüdür; yıkılışıdır.

Osmanlı, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, fiziken yıkılmıştır; ama özde yıkılışın başlangıcını 16. yüzyılda aramak gerekir.

16. Yüzyılda Avrupa…

Tarihteki olayları günümüz anlayışına göre değerlendirmek elbette yanlış olur. 16. yüzyılda Osmanlı’nın ‘bilim’e olan tavrını anlatmadan önce, aynı yüzyılda Avrupa’daki bilim anlayışına kısaca gözatmamız gerekmektedir. Ancak böyle bir yöntemle doğru zeminde konumuzla ilgili doğru yorumlar yapabiliriz.

16. yüzyıl, Avrupa’da modern bilimlerin temellerinin atıldığı, bilimde rönesansın başladığı bir yüzyıl… Bu yüzyılda, daha çok ressam ve heykeltraş olarak bilinen Leonardo Da Vinci anatomik çalışmalar yapıyor; yüzyıl sonra Harvey’in kesin olarak tespit edeceği kan dolaşımı konusunda incelemelerde bulunuyor; astronomi ve mekanik bilimine hizmet ediyordu. Ve ayrıca bu büyük deha; simya, astroloji ve büyünün (11.yüzyılda El Birunî’nin de söylediği gibi) faydasız, boş bir aldatmaca olduğunu da açıkça belirtiyordu…

Bu yüzyılda, bir Alman olan Nürenbergli Albrecht Dürer, insan üzerinde anatomik incelemeler yapıyor, matematik ve fizik üzerinde çalışıyordu.

Bu yüzyılda, İsviçreli Parecelsus, kimyasal maddeleri ilaç olarak tıp bilimine armağan ediyordu.

Bu yüzyılda, modern maden biliminin kurucusu olarak bilinen George Agricola, madenler ve fosiller hakkında günümüz bilgilerinin ilk ipuçlarını insanlığa sunuyordu.

Bu yüzyılda, Jerome Cardan üç bilinmezli denklem için meşhur yöntemini ortaya koyuyor; yazdığı cebir kitabıyla ortaçağ cebir usullerini alt-üst ediyordu.

Bu yüzyılda, Botanik bilimi Alman Leonard Fuchs ile temelleniyordu.

Ve ilk kez bu yüzyılda, Flamand Andreas Vesalius, insan ölüsünü bir bütün olarak anatomi masasına koyup, öğrenciler önünde açarak organ ve dokuları gösteriyordu.

Bu yüzyılda, Nikolaus Kopernikus (Kopernik) astronomi alanında ilk büyük buluşunu ortaya koyuyor; “Evrenin merkezinin Güneş olduğunu ve bütün gök cesimlerinin güneş çevresinde döndüğünü” ispat ederek, eski çağın bilim dünyasını temelden sarsıyordu.

Bacon, 16. yüzyılda “Bilgi kudrettir” diyor; 1564’de doğan Galileo, “Güneş sabit, dünya onun çevresinde dönüyor” diye bağırıyor; 1571’de doğan Johannes Kepler, günümüz uzay fiziğinin ipuçlarını ortaya koyuyor; 1578’de doğan William Harvey, günümüzde bilinen “Kan Dolaşımı”nın bilimsel verilerini açıklıyordu… Bilimi taçlandıran bu adları daha da çoğaltabiliriz.

Gerçekten 16. yüzyılda bilim ve fikir insanlarının kitapları, Avrupa’da, yüz yılı aşkın bir zamandır matbaalarda basılıyor; insanlar ‘bilginin’ gücüyle donanıyordu.(1)

16. Yüzyılda Osmanlı…

Osmanlı Devleti, kuruluşundan beri imparatorluk içindeki milletleri hak ve adalet üzere yönetme geleneğini kuşkusuz 16. yüzyılda da sürdürdü. Ne var ki Osmanlı, insanları hak ve adalet üzere yönetmede gösterdiği başarıyı, bilim anlayışında gösteremedi. Türk tarihinin önemli bir zaman kesitine egemen olan Osmanlı yönetimi, acı ama gerçek; -Fatih Sultan Mehmet Han’ın ilk yılları dışında- bilimi tanımadı, insan aklının donanımına ilgisiz kaldı. Üzüntü vericidir ki; 16. yüzyılda Avrupa’da insan aklı fırtına gibi eserken; ‘küffar’da onca işler olurken; Osmanlı Devleti’nde ise, bir Şeyhülislam(2), “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” diye, padişaha görüş bildiriyor ve çağın en büyük rasathanesi bir gecede yıktırılıyordu!

Nasıl olmuştu bu olay?

Astronom Takiyüddin Mengüberdi, İstanbul’da Tophane bayırına padişah izniyle Avrupa’nın en gelişmiş rasathanesini kurar ve göğü incelemeye başlar… Takiyüddin Efendi, gökteki cisimleri incelemekle kalmaz; elde ettiği sonuçları “Sidretu’l Münteha” adlı bir kitapta toplar. Takiyüddin’nin çalışmaları şaşırtıcıdır: Güneş parametrelerini üç gözlem noktası yöntemini uygulayarak hesaplar. Ve Takiyüddin eski Yunanlılardan beri çözüme ulaştırılamayan üç problemden birisi olan Delos probleminin, üç çözüm yolu üzerine kafa yorar.

Gerçek şu ki; Tophane bayırındaki bu rasathane, günümüz ABD’sindeki NASA gibidir. Gel gör ki, kör zihniyet bilimin gelişmesine aman vermez!

Şimdi, tarihimizin bu acı sayfalarına biraz daha yakından bakalım.

Rasathanenin kuruluşu…

Yıl 1578…

Devir; anası Yahudi, karısı İtalyan olan ve tahta geçtiği gece beş kardeşini birden boğduran Sultan 3. Murat devridir…

Müneccimbaşı Mustafa Çelebi’nin yerine eski Türk Beyleri ailesinden gelen Astronom Mengüberdi Takiyüddin Efendi getirilir. Takiyüddin Efendi, geniş ufuklu ve bilimin ne olduğunu bilen değerli bir aydındır. Görevi müneccimliktir. Yani, yıldızlara bakarak, padişaha uğurlu, uğursuz saatleri bildirmektir. Fakat o, bu görevi, zamanın en donanımlı rasathanesini kurmak ve gökleri incelemek için, önemli bir fırsat olarak değerlendirmek ister. Böyle bir rasathaneyi kurmak için padişahtan ‘irade’ alma şansı da vardır. Çünkü bir güzel rastlantıdır ki; padişahın hocası olan Sadettin Efendi ile çok iyi dosttur.

Takiyüddin Efendi, Hoca Sadettin’e sunduğu raporda şöyle der:

“Uluğ Bey Zic’nin (yıldızların sıralanmasının) yeni rasatlarla düzeltilmesi gerekir. Mevcut Zic’e göre yapılan hesap sonuçları her zaman doğru çıkmamaktadır. Bu sebeple yeni bir rasathane kurulması gereklidir”

Aynı zamanda bir tarihçi olan Hoca Sadettin Efendi, Takiyüddin’in bu isteğini yerine getirmek için durumu padişaha anlatır. Padişah, konunun önemini anlamasa da, aracı Sadettin Efendi’ye olan güveni tamdır. Padişah 3. Murat hiç tereddüt etmez ve Tophane Bayırı üzerinde yeni bir rasathane yapılması, bu rasathanenin müdürlüğüne Takiyüddin Efendi’nin getirilmesi için İstanbul Kadısı’na, (Hoca Sadettin Efendi’nin kaleminden çıktığı anlaşılan) şu hükmü gönderir:

“İstanbul Kadısı’na hüküm ki, müteveffa Lütfullah’ın vakfı olan müneccim kitapları mahmiye-i mezburede Mimar Sinan Mahallesi’nin imamı ve müezzini ellerinde olduğu ilan olunmağı alınıp, rasathaneye verilmek emredüp buyurdum ki, vardukta tehir etmeyüp müteveffa-yi mezburun ellerindedir ve eğer âhardadır her kimde ise getirip dahi bilfiil rasad hizmetinde bulunan Mevlana Takyeddin’e cümlesin teslim edilsin… fi 12 Safer 986”(3)

Başlangıç güzeldir…

Gerçekten inşaat hemen başlar ve çok kısa bir zamanda yapılan rasathane her türlü astronomi aletleriyle donatılır. Takiyüddin Efendi de hemen çalışmaya koyulur… Yaptığı rasatları bir bilim insanı olmanın titizliğiyle kaydeder.

Takiyüddin gerçek bir bilgindir. Matematik ve trigonometriye tam anlamıyla hâkimdir. Teorik ve pratik çalışmalarını bir kitapta toplar. Kitabın önsözünü dostu, tarihçi Hoca Sadettin Efendi yazar… Takiyüddin Efendi bu kitabında, rasathanede kullanılan aletlerin adlarını, görevlerini, kullanılış biçimlerini tek tek anlatır. Takiyüddin’in bir değil birkaç kitabı vardır. “Kitaplarından birisi yaptığı gözlemlerin sonuçlarını topladığı Sidretu’l Münteha adlı eserdir. Yazar bu eserinde trigonometrik çizgileri tarif ve dairelerin kesişmesinden meydana gelen açı hesaplarını açıklamıştır. Bundan sonra da gözlem araçları, gözlem usulleri ile ay ve güneşin hareketlerinin gözlemi ile ilgili bilgiler vermiştir. Takiyüddin bu eserinde güneş parametrelerini üç gözlem noktası yöntemi uygulayarak hesaplamıştır. Bu yöntem, Batı dünyasında (Avrupa’da) ilk kez XVl. yüzyılda uygulandığı halde İslâm dünyasında Beyrunî (El Birunî)den beri bilinmektedir. Takiyüddin’in matematik ile ilgili eserlerinde ise ondalı kesirler hakkında bilgi verilmiş ve aynı zamanda Yunan çağında çözüme ulaştırılmaya çalışılan üç problemden biri olan Delos probleminin üç çözüm yolu üzerinde durulmuştur.”(4)

O, aynı zamanda bir mucittir. Rasathanesine kendi bulduğu bir Astronomik Saat’i de ilâve eder…

Takiyüddin Efendi çalışmalarında rahattır… Gerçi devlet, zevk ve sefa âlemlerine dalmış, bu yüzden sar’a hastalığına tutulmuş bir padişahın yönetimindedir ama, Takiyüddin’in dilinden anlayan biri vardır: Hoca Sadettin Efendi! Sadettin Efendi etkilidir. Çünkü, padişahın şehzâdeliği sırasında hocası idi. Dolayısıyla Saray’da saygınlığı vardı.

Biri bilgin, biri yazar…

Bu ikili, birşeyler yapmaya; müspet bilimleri yavaş yavaş zihinlerde öne çıkartmaya çalışıyordu.

Rasathanenin yıkılışı!

Ne acıdır ki, Takiyüddin’in bilim yolunda koşma çabaları çok geçmeden engellenecektir.. Bu engelleme, din adına hüküm veren Şeyhülislam’dan gelecekti!

Devrin Şeyhülislam’ı olan Kadı-zâdeliler’den(5) Ahmet Şemsettin Efendi(6) ile Hoca Sadettin Efendi’nin arası iyi değildi. Şeyhülislam Efendi boş durmadı. Doğrusu, Rasathanenin kurulmasında önayak olan Hoca Sadettin Efendi’den intikam almanın yollarını da pek fazla aramadı; nihayet din adına hüküm verecek bir makamdaydı. Bırakınız fetvayı, bir mektupla bile zaten telkine yatkın olan padişahı etkileyebilirdi… Hiç vakit kaybetmeden ve bir din adamı olarak Allah’tan korkmadan; padişaha, yazdığı ariza (mektup-jurnal) ile “Gökleri incelemenin uğursuzluk getireceğini” bildirdi!

Aldığı sonuç, tam istediği gibiydi; rasathane bir gecede yerle bir edildi!

Kinine dinini alet eden sözde din adamı Şeyhülislam’ın padişaha verdiği jurnal şöyleydi:

“Rasattan uğursuz hükümler çıkarmaya ve göklerin esrar perdesini küstahça bilmeye (öğrenmeğe) ve bu işin tehlike ve sonuçlarına cüretee niyet edilmiştir (karar verilmiştir). Devlet binası mamur halde iken, harap ve yıkık hâle getirmeğe çalışılması hiçbir ülkede görülmedi.”(7)

İşte bu jurnal padişah katında hemen etkisini gösterdi; Takiyüddin Efendi’nin bin bir emekle kurduğu ve astronomik çalışmalar yaptığı rasathane, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’nın askerleri tarafından 22 Ocak 1580 yılı gecesi, içindeki aletleriyle beraber topa tutularak yerle bir edildi!

Çok, hem de çok ilginçtir ki; rasathanenin kurulmasına da, yıkılmasına da izin veren aynı padişahtır! Ve yine çok ilginçtir ki, hiç kimse, Şeyhülislam’ın görüşünün Kur’an’da ve Hadis’de yer alıp, almadığına bakmamıştır; ve bir bilim yuvası bir gecede yerle bir edilmiştir!

Aynı yıllarda, söz gelişi, İngiltere Kraliçesinin özel hekimi William Gilbert ise mıknatıslı maddeler üzerinde rahatça çalışıyor; pusula konusunu irdeliyor; başarması için İngiliz Sarayı kendisine her türlü olanağı hazırlıyordu… Ve yine o yıllarda Avrupalı bilim insanları, Osmanlı Devleti’ndeki Türklerin henüz tanışmadığı, 18. yüzyıla kadar tanışamayacağı matbaalarda, harıl harıl kitaplar basıp, bilgiye kanat takıyorlardı.

Zihniyet!

1580 yılında Tophane bayırında gerçekleşen bu olay, gerçekte; ümitlerin, hayallerin de yıkımı olmuş; etkisi günümüze kadar sarkan bir millî felakettir. Bu felaketin gerçek tahribat alanı ise, Tophane sırtları değil, beyinlerdir!

Okutulan tarihler, 16. yüzyıla “Yükselme Devri” diyedursun; ben bu olayı Osmanlılarda “zihniyette gerileme devrinin” başlangıcı olarak düşünüyor; Osmanlı’nın özde yıkılışı olarak değerlendiriyorum.

Bu zihniyet körlüğü, yüzyıllar boyu sürdü gitti…

1920’lerde TBMM’sinde “Sıtma ile mücadele etmek gerekir” diyen bir doktor milletvekiline, sözde din adamı olan bir diğer milletvekili öfke ile “Allah’tan gelen bir hastalıkla nasıl mücadele edebilirsin?” diyebilmiştir!

Elbette, toplumların gerilemesi ve ilerlemesi, bir zihniyet sorundur. Aklı yüzlerce yıl uykuya dalmış bir toplum, başkalarının kölesi olmaya mahkumdur!

Batı dediğimiz gelişmişlik; gerçekte, bir ‘akıl uyanıklığı’dır.

Yani; Birunî’nin, Ali Kuşçu’nun, Uluğ Bey’in, Takiyüddin’nin gösterdiği akıl uyanıklığı!

Kadızâdelilerin, Aczimendilerin ki değil!

‘Devirler’ meselesi…

Yazımızın başında; bir devletin büyüklüğünü, bir toplumun gelişmişliğini o devletin sahip olduğu toprak genişliğiyle ölçmenin yanlışlığından söz etmiştik. Bu konuyu biraz daha açmak gerekmektedir. Şöyle ki; Osmanlı tarihini “yükselme, duraklama, gerileme” diye tasnif etmek, doğru olmasa gerektir. Sözgelişi, bizlere okutulan tarihte, gerileme devrinin başlangıcı olarak Karlofça Antlaşması belirtilir. 1683 yılında 2. Viyana Kuşatması’nı takip eden savaşlardan sonra 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması gereğince, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez toprak verdiği için ‘gerileme’ devrinin başlangıcı sayılmaktadır. Kuşkusuz böyle bir tanımlama, devlet gücünü, toprak genişliğiyle açıklamak alışkanlığından doğmaktadır. Oysa toprak büyüklüğü, bir devletin ve halkının güçlü olduğunu, özellikle “Ticaret Devrimi”nden sonra, ifade etmiyor.

Elbette, şu katı gerçek dün de vardı, bugünde vardır: Toplumların gerileme veya ilerlemesi; aydınlarda-yöneticilerde bulunan bir ‘zihniyet’ sorunudur. Varolan bu zihniyet, bir biçimde o toplumun devletine de yansımaktadır. İşte, Rasathane olayı, Osmanlı Devleti’nin o dönem zihniyetini herhalde ortaya koymaktadır. Hem de bu olay, devletin toprak genişliğine, devletin o geniş topraklardaki hükümranlığına bakarak, bizim “Türk Asrı” dediğimiz bir yüzyılda geçmektedir.

Zihniyet geriliğini zaman zaman Avrupalılar da yaşamıştır. Avrupa’da kilisenin baskıcı tutumuyla insan aklının kuşatılması, tutsak edilmesi girişimleri bir gerçektir. Avrupa’da da anlattıklarımızın benzeri olmuştur. Galileo’nun engizisyon önünde çektikleri, Kopernik’in aşağılanması, Bruno’nun düşüncesinden ötürü çarptırıldığı feci ceza, bilinen olaylardır. Ama, bütün bunlara karşın, Avrupa’da müspet bilime olan ilgi durmamış; engellemeler ve müspet bilime olan ilgisizlik süreklilik kazanmamıştır. Oysa Osmanlı’da, Fatih Sultan Mehmet Han’ın Akkoyunlular’dan getirttiği, Uluğ Bey’in öğrencisi Matematikçi Ali Kuşçu’dan sonra gözlerin müspet bilimlere kapanması süreklilik kazanmıştır.

Bir hesap yapalım!

Bir toplumda bilim zihniyetinin gelişmesini sağlayan pek çok etken vardır. Ama bunların en önemlisi, özellikle 15. Yüzyıldan, günümüzdeki elektronik yayımcılık çıkana kadar; matbaa ürünleridir; kitaptır; dergidir; gazetedir.

Matbaa Avrupa’da bulunduktan kısa bir süre sonra Osmanlı devletine geldi; geldi ancak, gelen matbaadan sadece gayrimüslimler yararlanabiliyordu. Kör zihniyet bizi matbaadan uzak tutuyordu. Oysa, matbaa bulunduğu yıllarda tüm Avrupa’da olağanüstü ilgi görüyordu. Devlet yöneticileri bu aletin üzerine adeta titriyordu. Sözgelişi Fransa’da, matbaa sahibi ve çalışanları vergiden ve askerlikten muaf oldukları gibi, soylular sınıfından sayılıyor; kılıç taşıyorlardı… Ya bizde? Bizim açımızdan işin bu yönü çok acıdır. Evet, biz Türkler, matbaanın ürününden ancak 279 yıl sonra yararlanabildik. Bunu hepimiz biliyoruz. İşte, şimdi burada durup; farklı bir hesap yapalım ve az bilinen bir gerçeği ortaya çıkartalım: Gutenberg’in İncil’i basıp halka sunduğu yıl 1450… İbrahim Müteferrika’nın Vankulu Lügâtı’nı okuyucuya sunduğu tarih 31 Ocak 1729… Şimdi, 1729’dan 1450’yi çıkartırsak, geriye 279 kalır. Demek ki, matbaa bize 279 yıl sonra gelmiş. Evet, bu rakamı hepimiz biliyoruz. Ama, bir hesap daha yaparak, bu konuda gözden kaçan acı bir gerçeği ifade etmek istiyorum. O da şudur: Matbaanın seri üretim vermeye başladığı tarih olan 1450 yılından, 1500 yılına kadar geçen 50 yıllık süre içinde, Avrupa’da tam 30 bin kitap basılıyor. Bizde ise, matbaanın ürün vermeye başladığı 1729 yılından 1923 yılına kadar geçen 194 yılda ancak 30 bin kitap basılabiliyor! 194 rakamından Avrupa’nın 50 yılını çıkartıp, kalan 144 yılı -matbaanın geç geliş süresi olan- 279 yıla eklediğimiz zaman, toplam 423 yıl çıkar! Evet tam 423 yıl! Ortaya çıkan rakam, Batı ile aramızdaki bilgi iletişimi konusundaki farkın dehşet büyüklüğünü ortaya kor!

Evet… Bunlar acı gerçekler.

Söz sonu…

Değerli okuyucu, Osmanlı döneminin bilim zihniyetine bakışımızdaki keskinliği yadırgamış olabilirsin; sırtı sıvazlanan bir tarih anlayışının atmosferinde bunu doğal karşılarım. Osmanlı batı Türklerini yöneten bir devlet ve bizim tarihimizdir. Ne var ki; bu tarihi her yönüyle görmek zorundayız ve gerçekleri bilmek durumundayız.

Türkler bilim zihniyetinden tümüyle uzakta mıydı? Böyle bir sorunun yanıtı “hayır” olmalıdır. Hatta, şaşılacak bir durumdur; Hıristiyan coğrafyası yani “Batı”, ancak 16. yüzyılda müspet bilimlerle buluşurken, “Doğu”, çok daha öncesi yüzyıllarda müspet bilim insanlarını barındırıyordu. Bizden, Türklerden söz edelim… Farabî’yi, İbn-i Sina’yı unutabilir miyiz? 11. yüzyılın büyük bilim insanı Birunî (Beyrunî) için Bilim Tarihçisi Sarton, “Birunî her çağın bilim adamıdır.” diyor… Bir devlet başkanı olan astronom Uluğ Bey (ben onu paratoneri bulan ABD’li devlet adamı Benjamin Franklin’e benzetirim) ve yine onun öğrencisi Ali Kuşçu ve diğerleri, İslam coğrafyasında rahatça müspet bilim çalışmaları yapabilmişlerdir.

Sonra ne oldu?

Sonrası felaket! Özellikle Osmanlı dönemi bu konuda hiç de iç açıcı değildir. İslam’ın bir ‘akıl dini’ olduğu gerçeği çoğu zaman unutulmuştur. Aklı uyuyanların felaketle karşılaşması da çok doğaldır. İşte sözünü ettiğimiz, dünyanın bir numaralı rasathanesi, bir köle-devşirme çocuğu olan Şeyhülislam’ın “Gökleri incelemek uğursuzluk getirir” safsatası ile topa tutturularak yıktırılmıştır. 1716’da Petervaradin Meydan Savaşı’nda, aklını yanındaki sözde din adamına teslim eden Damat-Şehit Ali Paşa’nın, hücum saatini, yıldızların hareketlerine göre ayarlamak istemesi sonucu, ağır bir yenilgi tatmışızdır. Bu savaşta, Ali Paşa ve tüm ordu komutanları dahil tam beş bin şehit verdik… Bitmedi. Şehit Sadrazam Ali Paşa’nın kitapları vakfedilirken devrin Şeyhülislamı matematik, tarih ve coğrafya kitaplarını ‘dine aykırıdır’ diye vakfa aldırmaması olayı, Osmanlı’nın 18. yüzyıl zihniyetini bizlere anlatmaktadır. 19. Yüzyılın ilk yarısında Nizip’te de aynı felaketi yaşadık. Ordu komutanı Hafız Paşa, yanındaki sözde din adamlarının “Cuma günü savaşmak caiz değildir” demesine kanarak, çapulcu Mısır ordusuna yenildik. Bu konuda pek çok örnek vermek mümkündür.

Niçin oldu bunlar?

Sözde din adamlarının safsatalarına inanan devlet yetkililerinin ‘akıllarını’ devre dışı bırakmaları sonucu tattık bu büyük felaketleri… Bizim “yitik malımız” olan bilim, 16, 17, 18. yüzyıllarda Batı Avrupa’da öyle bir yeşerdi ki; tüm dünyayı kuşattı! Bugün ben, yazılarımı, onların bulduğu bilgisayarda yazıyorum. Dahası bu yazıyı internet dediğimiz ‘sanalevren’den anında dergi yönetimine ulaştırabiliyorum. Günümüzde onların ‘akıl’ ile yarattıkları ileri teknoloji ürünü harikaları almak için kapılarında bekliyoruz… Bu durumdan utanmamız gerekmez. Bu durumun vebali, yüzlerce yıldır aklımızı donduran, bilimin gelişmesine gözünü kapayan kör zihniyetin yaşandığı devirlerdir.

Biz Türkler, Cumhuriyetimiz ile yepyeni bir soluk aldık. Binlerce yıllık bir birikimi taşıyoruz. Türk tarihi yüksek hareketlilik içinde çizilmiş harika bir tablodur. Yabancı tarihçiler, “Dünya tarihinden ‘Türkleri’ çıkartınız, tarih anlamsızlaşır” diyor. Bu söz doğrudur. Türk unsuru çoğu zaman gözardı edilmiş olsa da, köklü bir devlet geleneğimiz var. Zihin kotları açık bir toplum olma yolunda ilerliyoruz. Kendimize güveniyoruz. Bunun içindir ki, yanlışlarımızı açıkça yazıyoruz. Yitirilmiş, boşa harcanmış zaman açıklarını çekinmeden öğreniyoruz ve bu zaman açıklarını kapatmanın heyecanı yüreğimizde taşıyoruz. Eksisiyle artısıyla, geçmişin acı-tatlı olaylarını bilmek, elbette az hata yapmamızı sağlayacaktır. Zaten doğru, tam tarih bilgisi de bunun için gerekli değil midir?

NOTLAR

(1) Bu konuda dana geniş bilgi için Cemal Yıldırım’ın Tübitak yayınları arasında çıkan “Bilimin Öncüleri” adlı çalışmasına bakılmalıdır.

(2) Şeyhülislam, unvanını açıklamak gerekiyor. Osmanlı devlet sisteminde Şeyhülislamlık, dinî konular hakkında sorulan sorulara “fetva” adıyla cevap veren bir makamdır. Bu makamda olanlara da Şeyhülislam denilmektedir. Ancak, bu Şeyhülislam adından önce, bu makamda oturanlar, fetva verdikleri için “Müftü” olarak da anılıyordu. Fatih’in Şeyhülislam’ı “Din bilginlerinin başı” olarak tarif etmesiyle beraber, Şeyhülislam sıfatı daha bir önem kazanmış; din işlerinin en yüksek makamı olmuştur. Şunu da belirtmek de yarar vardır: Müftü ve Şeyhülislamlar hiçbir zaman Divan (bir anlamda Bakanlar kurulu) üyesi olmamışlardır. Osmanlı devlet hayatında etkinliklerinin artması ise Ebusuud Efendi’nin 1574 yılındaki Şeyhülislamlığı zamanına rastlar. Bu tarihten sonra ve özellikle Hoca Sadettin Efendi’yle başlayarak hükümet siyasetinde ve bütün işlerde söz sahibi olabilmişlerdir. Ama en güçlü oldukları zamanlarda bile hiçbirisi Divan üyesi olamamışlardır. Ancak, önemli konular olduğunda Divan’a çağrılıp, görüşleri sorulmuştur. (Bu konunun ayrıntısı için bkz. Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C.3, Kısım 2, s.449)

(3) Dr. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s.89, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1970

(4) Hüseyin G. Yurtaydın, Türkiye Tarihi, (Osmnlı Devleti) C.2, s,205, Cem Yayınevi, İstanbul, 1989

(5) Kadızâdeliler, uzun süre özellikle 17. Yüzyılda, kendi anladıkları sözde İslam adına bağnazlığın temsilcisi olmuşlar; devlet yöneticilerini de etkilemişlerdir. Daha çok 4. Murat ve 4. Mehmet zamanında toplumda büyük tahribatlar yaptılar. Bunların görüşlerinden kısaca söz edersek, şöyle diyebiliriz: Kadızâdeliler, matematik eğitiminin caiz olmadığını savunuyorlardı. Arap kıyafetleri dışındaki giysileri giymenin dinden çıkmak olduğunu öne sürüyorlardı. Yemeğin el ile yenmesini istiyorlardı. Selam şekli, mezar ziyaretleri, Hızır Peygamber’in sağ olup-olmadığı, ezanın güzel sesle okunup, okunmayacağı, Firavun’un imanla ölüp-ölmediği gibi konuları tartışıyorlardı… Bu konuda geniş bilgi almak için Osmanlı’nın Arka Bahçesi adlı kitabımızın “Kadızâdeliler Fırtınası” bölüme bakılmalıdır.

(6) Bu şeyhülislam köle çocuğudur. Babası muhtemelen devşirmedir. 2. Beyazıt devri Veziriazamlarından Hadım Ali Paşa’nın kölesi olan babası sayesinde “ilmiye” yani “din” sınıfına girmiştir.

(7) Lütfi Göker, “Takiyyüddin Er Rasıt ve İstanbul Rasathanesi” Kültür Bakanlığı Milli Kültür Dergisi, Sayı 11, 1987. Ayrıca bu konuda bkz: Adıvar, a.g.e. s.91, A.Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, Türk Tarih Kurumu Yayını.

TARİH : Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş Sürecinde Adab-ı Muaşeret; Toplumsal Tarih

Osmanl’dan Cumhuriyet’e Gei Srecinde Adab- Muaeret; Toplumsal Tarih.pdf

TARİH : Osmanlılarda Devlet Teşkilatı

Osmanllarda Devlet Tekilat.pdf

TARİH : OSMANLI ORDU TEŞKİLATINDA AKINCI OCAĞININ YERİ VE ÇAGDAŞ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE ETKİLERİ

OSMANLI ORDU TEŞKİLATINDA AKINCI OCAĞININ YERİ VE ÇAGDAŞ TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE ETKİLERİ

TARİH /// Osmanlı’da Onurlu Bir Diplomat ve Milli Mücadele’nin Önemli Siması : Ahmed Rüstem Bey

Ahmed Rustem.pdf

TARİH : Ama Hangi Osmanlı ?

Osmanlı’nın 1999’daki 700. kuruluş yıldönümünü idrak ettikten sonra, kamuoyunda Osmanlı’yı anlamak hususunda yoğun bir ilgi oluşmuştu. Son zamanlarda, birtakım dizilerin ve filmlerin de pıtırak gibi çoğalmasıyla, bu ilginin arttığı görülüyor. Her ne kadar, Osmanlı’nın öncesi olarak, Selçuklular bu furyadan doğrudan pek etkilenmemiş olsalar bile, Selçuklu tarihine dair popüler tarzdaki yayınlarda da günden güne artış gözlemleniyor. Bununla birlikte miktardaki bu artış, neşredilen eserlerin kalite problematiğini ön plana çıkarıyor. Zira kuru bir hamasetten ârî olmayan eserler neşredildiği gibi içindeki Osmanlı nefretini kusmaya hazır bir gürûhun da fırsatı ganimet bildiği âşikâr. Bu iki uç noktada olmayıp ele aldığı konuları “makul” bir şekilde aktaran eserler de yok değil. Son zamanlarda bazı televizyon programlarında sıkça karşılaştığımız ve akıcı üslubuyla ele aldığı konuyu dallanıp budaklandırmadan anlatabilen ve adeta bir ansiklopedist hüviyetinde olan Ekrem Buğra Ekinci’nin “Ama Hangi Osmanlı?” adlı kitabı bu minvalde zikre değerdir.

Kitabın önsözünde uzun yıllar dayatılan resmî tarih ile işitilen tarih arasındaki farklardan bahseden yazar, tarihin ideolojilerin beslendiği bir kaynak olarak var olmasındaki problemlere değinmekte ve bilhassa Osmanlı tarihindeki dezenformasyon (şunları öğrenin, şunları görmeyin) ve dezenfektasyondan (şunlar iyidir, şunlar kötüdür) bahsetmektedir. Ekinci, resmî tarih okumalarının getirdiği bir nokta olarak, “astığı astık, kestiği kestik” padişah portrelerinin yanıltıcı birer algı mekanizması hâlinde sunulmasını tenkit etmekte; bununla birlikte kitabının bir “müdâfaaname” olmadığı zikretmektedir. Eseri, bugün artık unutulmaya yüz tutmuş gerçeklere dikkat çekmek üzere kaleme aldığını ifade etmektedir.

Kitapta genel olarak kronolojik bir çerçevede devam ediyor. 3-4 sayfalık kısa müstakil parçalardan oluşan eserde kimi dikkat çekici olaylara, padişahlara, devlet adamlarına ya da diğer mühim şahsiyetlere temas edilmiş. Osmanlı’nın kuruluş meselesi ilk olarak ele alınmış.

Buna dair son zamanlarda zikredilen, devletin 1302 tarihinde Bizanslılara karşı kazanılan Bafeus Muharebesi’nden sonra kurulduğu tezine farklı bir açıdan yaklaşan Ekinci, “Osmanlılar Bizans’a tâbi değildi ki, bu muharebeden sonra ipleri kesip istikllallerini ilan etmiş olsunlar” diyor ve 1299 tarihini kabul etmekte bir beis olmadığını zikrediyor.

Yavuz’un “incili” küpesi, vakıf idaresinde pek bilinmeyen noktalar, Hürrem’in Kanuni’ye mektubu, evlad-ı fatihan, Şeyh Bedreddin, ilk teknik üniversite, kardeş katli, eserde ele alınan kimi konular. Mesela Ekinci’nin kardeş katli gibi netâmeli meselelere hamasî ya da “toptan red” tarzında bir tavır takınmayıp hukuk, siyaset ve adalet kavramları çerçevesinde yaklaşması, meselenin ne olup ne olmadığını anlamaya da fırsat tanıyor. Ayrıca yazarın kuru bir tarih bilgisinden fazlasına sahip olduğu, eserdeki edebî ilavelerden ve üsluptan anlaşılıyor. Günümüzde tarihçilerin kâhir ekseriyetinin aruz dahi bilmediği göz önüne alınırsa, bu cümlenin ifade ettiği mana daha iyi anlaşılır.

Popüler yayınların mahiyet gereği birer akademik eser olmadığı, dolayısıyla insaf sınırları içerisinde kimi akademik kaygıları göz ardı etmelerinin makul karşılanması gerekir. Önemli olan tarihî hakikatleri çarpıtmamak, yoruma muhtaç yerleri belli kıstaslarla açıklamaktır. Bu eserin de bunu yapmaya çalıştığı anlaşılıyor. Zira kuru kuruya yapılan ve sadece 300-500 kişinin okuduğu (indeksine baktığı da denebilir) akademik çalışmaların bir bakıma “amme hizmeti”ne sunulması işini, bu popüler çalışmaların görebildiği açıktır.

TARİH : Osmanlı Askerî Tarihini “Yeniden” Okumak

7-9 Ekim 1683 Ciğerdelen Muharebesi (Juliusz Kossak fırçasından)

Geçtiğimiz yüzyılda ortaya çıkan Batı menşe’li Annales gibi ekollerin etkisiyle, Osmanlı tarihçiliğinin ekseni de sosyal ve iktisadî tarih diyebileceğimiz bir çizgiye kaymış ve bu süreçte siyasî ve askerî tarihçilik ötelenmişti.

Bu eski dönemlerde bizde yapılan askerî tarih çalışmaları daha ziyade hamasî tavrın hakim olduğu bir kimlikteydi. Osmanlı’nın fütühâtçı tarafının tebarüz ettiği bu tavırda, daha ziyade muharebeler ve büyük komutanlara odaklanılmakta ve savaşın lojistiğinin sağlanması, organizasyonunun yapılması, sıhhî tedbirlerin alınması, silah teknolojisinin mahiyeti ve değişimi, askeri birliklerin terkibi ve savaş taktikleri gibi hususlar, ekseriya göz ardı edilmekteydi. Batıda ise -biraz zayıflamış da olsa hâlen varlığını devam ettiren- Avrupa merkezci bakış açısına sahip çalışmalar hâkimdi. Halbuki savaşların doğası ve “sürekli savaşa hazırlıklı olma hâli”, devletleri ve toplumları inanılmaz derecede şekillendirmekteydi.

“Osmanlıların kurduğu hanedana dayalı imparatorluk, dünya tarihinin askerî yönden en dehşetli, bürokratik açıdan en verimli ve kültürel açıdan en debdebeli imparatorluklarından birisidir.”

19 Ağustos 1691 Salankamen Muharebesi

Son dönemde bilhassa Macar menşe’lilerin başını çektiği bir grup Batılı ve yerli tarihçi tarafından yapılan çalışmalarla birlikte, askerî tarihçiliğin yeniden canlanarak popüler hâle geldiğine şahit oluyoruz. Osmanlı fütühâtının ve mağlubiyetlerinin, farklı birçok faktörün bir araya getirilerek açıklanabileceğini savunan bu “yeni askerî tarih” anlayışı ve yaklaşımı, Avrupa cephesinde Osmanlıların 15 ve 16. yüzyıllardaki askeri başarılarının yanı sıra, 17. yüzyılda uğradıkları başarısızlıkları da açıklayabilecekleri iddiasını taşıyor. Bu yeni anlayışın en önemli temsilcilerinden biri olan Gabor Agoston, 2005’te Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatorluğu`nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi’ni yayınladığında Türk tarihçilerinin dikkatini çekmiş ve Osmanlı savaş tarihinin farklı alanlarına Türk tarihçilerin ilgilerini teksif etmeyi başarabilmişti. Bu sefer, Agoston’un muhtelif zamanlarda kaleme aldığı askeri tarihe dair bazı makaleleri tercüme edildi ve Osmanlı’da Savaş ve Serhad adıyla Türkçeye kazandırıldı.

Prof. Dr. Feridun Emecen ve Caroline Finkel’in birer takrizle süslediği kitap, toplam 9 makaleden oluşuyor. Kitapta ilk olarak Osmanlı fetihleri ele alınmış, daha sonra ise Osmanlı muharebe taktiklerine değinilmiş. Bu kısımda Agoston, Osmanlıların sayısal üstünlüğü ve Yeniçelerin kavî savunma duvarının hemen her muharebede muhakkak önemli olduğuna dikkat çekmekle birlikte, Osmanlıların muvaffakiyetlerini ve muvaffakiyetsizlerini, bu iki faktörün ve ayrıca Osmanlı klasik savaş taktiği olan hilal şeklinde yayılma, sahte ric’at (geri çekilme) ve düşmanı kıstırıp imha etmenin ötesinde, farklı birtakım âmilleri de göz önünde bulundurarak analiz etmektedir.

“Osmanlı fütûhâtının sürat ve azameti; başlı başına Osmanlı askeriyesi, stratejisi, savaş ekonomisi ve maliyesinin evrimini incelemeyi tecviz etmektedir.”

Kitabın sonraki bölümlerinde, 1453 ile 1826 arasındaki Avrupa’da vuku bulan Osmanlı savaşları ve bunların sonucunu belirlemede, savaşan tarafların toplumsal, iktisadi, mali ve askeri yapılarına değinilmiştir. 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyılda Osmanlı mağlubiyetlerinin, Osmanlıların askeri teknolojideki gerilikleri yahut silah üretiminde varsayılan kusurlardan kaynaklanmadığı anlatılarak, yenilgileri anlamak için “değişen savaş stratejilerinin, geniş cepheye yayılmanın getirdiği lojistik kifayetsizliklerin, Akdeniz bölgesini vuran ekonomik daralmaların ve iç dinamiklerin göz önüne alınması gerektiği” vurgulanmaktadır. Mesela, contre-marche (kontr-marş) denen yeni harp stratejisi ile Hıristiyan tüfekli piyadelerin ateş gücü artmış ve ayrıca Otuz Yıl Savaşları (1618-48) askeri teknolojiyi kamçılamıştır. Osmanlı ise bu teknolojiyle nisbeten geç bir dönemde tanışabilmiştir.

Fatih’in Şâhî Topları

Kitapta “16. yüzyıl Avrupa tarihinin Osmanlı-Habsburg-Valois çatışması layıkıyla bilinemeden kavranamayacağı” ve “Avrupa savaş maslahatının gelişimiyle ilgili meselelerin pek çoğunun da ancak Osmanlı askeri yayılmasının ışığında anlaşılabileceği”ne vurgu yapılmakta, Avrupa’daki askeri değişimleri doğru şekilde anlamak için Osmanlı’nın ihmal edilmemesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Osmanlı-Habsburg askerî güç dengesinin mahiyeti, Osmanlı serhatleri ve bilhassa Macaristan’daki Osmanlı-Habsburg serhaddi, kitapta ele alınan ve çeşitli açılardan incelenen diğer konulardır. İkinci el kaynakların yanında zengin arşiv belgeleriyle de desteklenen eserde Avrupa merkezli, oryantalist görüşlere ciddi tenkitler vardır.

“Askeri kölelik kurumu (kul-devşirme sistemi) Âl-i Osman’ın en itibarlı ve en sadık payandalarını meydana getirdi. Bu unsurlar en büyük kriz döneminde devletin parçalanmasını önlediler.”

Bununla birlikte, Osmanlı’nın sürekli Avrupa’dan teknoloji ithal eden bir yapı olarak sunulması hâli, kitabın tenkid edilebilecek noktalarından bir tanesidir ve üzerinde daha fazla çalışmayı gerektiren meselelerdendir. Osmanlıların 15. ve 16. yüzyıllardaki üstünlükleri ve muzafferiyetlerinden bahsedilirken bile, bunu Avrupa askerî teknolojisini yakından takip edebilmesine bağlanması, herhalde pek sıhhatli olmasa gerektir. Ayrıca, kitapta yer alan, İslâm’ın ateşli silah kullanımını yasakladığı yönündeki -aslında- “şâz” olarak addedilebilecek bir görüşün hâkim paradigma gibi sunulup başta Osmanlı’nın ve akabinde diğer İslamî imparatorlukların “İslâm’ın aşırı muhafazakarlığına” mahkum olmadıklarını ifade etmek de yersizdir.

Muhteşem Süleyman ve “Françe Vilayetinin Kralı” Fransuva (I. François)

TARİH /// ZEKİ SARIHAN : NE İNGİLTERE NE ALMANYA, TAM BAĞIMSIZ OSMANLI !!!

Zeki Sarıhan

Yüzüncü yılında Çanakkale Deniz Zaferi’ni büyük bir millî övünçle kutladık. Şehitlerimizi saygıyla andık. Kara Savaşlarının yıl dönümünü de kutlayacağız. Bu vesile ile birçok yayın yapılıyor, filmler çekiliyor. Bunlardan en son gösterime giren film Son Mektubu da izledim. Çanakkale’de deniz ve hava savaşlarına odaklanmış, zengin görüntülü bir “aksiyon” filmi olan Son Mektup hakkında bir film eleştirisine girecek değilim.

Yalnız Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı içinde ister kahramanlık, şehitlik temasında olsun, ister çektiği sıkıntılar ve perişanlığı konu alsın, bu savaşta güdülen temel politikaya ima yoluyla dahi değinmeyen bütün metinler ve görseller eksiktir. O temel politikanın sorusu şudur: Türkiye bu savaşa niçin girmiştir? Girmek zorunda mıydı? Saldırıya da uğramadığı halde savaşa girmekten başka seçeneği yok muydu?

1960 sonrasındaki bazı devrimcilerin savunduğu “Ne Amerika, Ne Rusya Tam Bağımsız Türkiye” en doğru sloganlardan biriydi. Dünyayı aralarında bölüşmüş iki büyük kuvvete de hayır diyordu. Amerika emperyalist kampın patronuydu. O zamanki adı Sovyetler Birliği olan ülke ise sosyalist olabilirdi ama bunun patronu Rusya idi ve Azerbaycan, Bulgaristan, Ukrayna gibi sosyalist ülkeler bağımsız değil, Rusya’ya bağımlı idiler. Türkiye devrimcileri için ise bağımsızlık, sosyalizm kadar hayati önemdeydi.

Bu, Türkiye tarihinin kazandırdığı paha biçilmez bir deneyimdi. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı patladığında Türkiye’ye gerekli olan anlayış da “Ne İngiltere, Ne Almanya” idi. Fakat devleti yöneten bir klik, 1908 Hürriyet devrimindeki olumlu rollerine rağmen, imparatorluğun kaderine el koymuş bulunuyordu. Maceracılık yaptılar ve ülkeyi Almanların yanında savaşa sokarak büyük bir felaketin kapılarını açtılar.

Büyük bir Türk imparatorluğu veya İslam Birliği düşlüyorlardı, en azından Batılıların “Hasta Adam” dedikleri bu devleti ayakta tutmak istiyorlardı ama bu hedeflere Türklerin gücüyle ulaşamayacaklarını, bunu ancak emperyalist devletlerden birine yaslanarak, egemenlik haklarını onlardan birinin eline vererek elde edebileceklerini düşündüler.

1918’de yenilgi gelip çatınca, bu kez savaşın galibi İngiliz dostluğuna dönülürse elverişli barış şartlarının elde edileceğini düşünenler öne çıktı. Buna karşılık eski İttihatçıların çoğu çözümü Amerikan mandasında gördüler. Neyse ki bu dönem uzun sürmedi ve millet, siyaset sahnesine çıkarak kendi geleceğine el koydu. “Ya İstiklal Ya Ölüm!” dedi. Bu, sonuç, millet iradesinin hâkim olmasıyla, hür meclisiyle sağlanabilirdi. Millî irade ve bağımsızlık birbirini tamamlayan ilkeleridir ve biri olmadan öteki olamıyor.

Bugün hâlâ 1914’te Almanların yanında savaşa girilmesinin bir zorunluluk olduğunu söyleyenler şu sorunun yanıtını vermeliler: 1914’te emperyalist bir ülkenin müttefiki olarak savaşa girmek zorunlu ise Türk milleti, savaştan yenik çıkıldığı, milyonlarca insan kaybına ve maddi kaynakların kurumuş olmasına rağmen 1919’da bir emperyalist devlete dayanmadan bağımsızlık savaşını nasıl göze alabilmiş ve başarmıştır?

Ve tabii şu da sorulabilir. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşan taraflar Türkiye’yi kendi kamplarında savaşa girmesi için sıkıştırdıkları, çeşitli menfaatler vaat ettikleri halde Türkiye bu baskılara nasıl karşı koyabilmiştir?

Bunun yanıtı şudur: Bir emperyalist devletin koruyuculuğunu kabul etmek maddi zayıflıkla, imkânların sınırlı olmasıyla değil, milletin gücüne güvensizlikle ilgilidir. Ülkeye hâkim olmak için milletten değil, dış güçlerden destek alma anlayışıdır. Ancak macera heveslileridir ki Enver Paşa politikalarını mazur görebilir.

1914’te Enver Paşa’nın Alman işbirlikçiliği siyasetine mazeret arayanlar, bugün ve gelecekte de emperyalist bir devletin dümen suyuna girmekte böyle gerekçeler bulabilirler. O zamanın İngiliz işbirlikçisi siyasetin varisleri, zaten İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan kampına kapağı atarak üstlendikleri görevi yerine getirmişlerdir. Kişiler üzerinde somutlayacak olursak: Enver Paşa ve Damat Ferit, işbirlikçi oldukları, yanlış siyaset izledikleri için kaybettiler. Mustafa Kemal’in politikası, doğru olduğu için kazandı.

Çanakkale Zaferi ve kurtuluş Savaşı vesilesiyle Türk milletinin kahramanlığı üzerinde hamasi nutuklar atmaktan daha değerli olan Türk milletinin bağımsız yaşama ve bunu elde etme gücüne güvenmek ve onu harekete geçirmektir. Şehitlerimize gösterilecek en büyük saygı da budur.

Bugünkü durumumuz iyi değil… (28 Mart 2015)

TARİH : Osmanlı’da Türk Düşmanlığı

Osmanlı ve Türkler

Osmanlı’nın duraklama, gerileme dönemlerinde kurtuluşa “çare” olarak “eskiye özlem” duyanlar hep olmuştu. Osmanlı’nın süreç içinde özünden uzaklaştığı, birçok değerin yozlaştığı dolayısıyla eğer “öz”e, yani “İslam”a dönülürse “Asrı Saadet” mümkün olurdu görüşlerini savunanlar oluyordu. İslamın siyasallaşması da bu fikrin hayat bulmasıyla ortaya çıkmıştır.

Bugünlerde ise moda Yeni Osmanlıcılık… İçeriği pek anlaşılamayan “açılımlar serisi”ne bir halka daha eklendi. Pek tabi bu akım da bir öncekinin devamı ve aslında yeni değil. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze her dönem “eskiye özlem” duyan bir kısım düşünür ve yazarlar olduğu gibi bu söylemi halk arasında da sahiplenen gruplar vardı. Eğer “Öz”e dönülürse…

“Öz”ün ne olduğunun ortaya konması başlı başına bir tartışma konusudur. Ben bu yazımda bu tartışmaya girmeyeceğim. Benim üzerinde durmak istediğim konu Yeni Osmanlıcılığın tartışıldığı bu günlerde Kılıçdaroğlu’nun “Osmanlı Devletinde Türk olmak ayıptı. O dönem ümmet toplumu vardı…” sözlerine İlber Ortaylı’nın bu değerlendirmeyi “internet yorumu” olarak değerlendirmesi ile yeniden başlayan Osmanlı’da Türkler konusu…

Her ne kadar tarihi kaynaklarca Osmanlı Devleti’nin Türk Ulusu tarafından kurulduğunu ortaya koyulsa da, kuruluş aşamalarını tamamladıktan sonra Osmanlı Padişahlarının ne kadar Türk olduğu ya da olmadıkları da birçok yazarca tartışılıp, değerlendirilmiş bir konudur. Üst yapıdaki bu değişim, Osmanlı’nın Türklere bakış açısını da etkilemiştir. Merdanoğlu’nun, “Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği” adlı eserinde bu gerçek aşağıdaki birçok örnekle ortaya konmuştur (s.102-106)

Osmanlı’da Türk Düşmanlığı

Örneğin; Hırvat kökenli, sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611), 155.0000 insan doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu’nun yanıtı “vurun şu pis Türkün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Osmanlı’nın yetkilisi, öldürülen çocuk da Anadolu’nun evladı Türktür. (olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi naima’dan öğrenmek mümkündür.) Yavuz Sultan Selim’in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk ulusu arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde ortaya çıkmıştır. Yönetime dayalı şeriatçı anlayış üst yönetime egemen olur iken, Anadolu’da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili kendini koruma olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu’yu dil unsuru aracılığıyla Araplaştırmasına ve acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40.000 kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır.(1)

Abdülhamit’in Araplara ve İslamiyete dayanan siyaseti, Türkü baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında “Türküm demek, Türkten söz etmek büyük suçtu”.(2)

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türke kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği enderun okullarına Türkler alınmamışlardır.İstanbul’un alınmasından 4. Murat’ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenlilerden de 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı(3) gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır.

Osmanlı yönetiminde Türke yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir:

“Türk değil mi, Merzifon’un eşeği, /Eşek değil, köpekten de aşağı.”

Osmanlı’nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:

“Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekmede yok biçmede yok / Yemede ortak Osmanlı”(4)

Bernard Lewis “Modern Türkiye’nin Doğuşu” kitabında (s.1) bu yaklaşımı şu satırlarla özetlemiştir:

Bu tutum ve koşullar içerisinde “Türk” kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul’dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içinde “Türk”, yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez “Osmanlı efendisine Türk demek hakaret sayılmış, “Türk” sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.

1) Çetin Yetkin, “Türk Halkı…” s.161. 2) Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63. 3) Hikmet Bayur, a.g.y., s.15. 4) Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.