TARİH : BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

Galip_Baysan27

BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

(BİRİNCİ BÖLÜM )

Şimdi size Niyazi Beyi tanırmısınız? Diye sorsam, büyük bir ihtimalle çoğumuz hangi Niyazi Bey? Diye cevap veririz. Tarihi olay ve konulara karşı o kadar uzağız ki. Oysa bu kişi Türk Tarihinin bir döneminin en önemli isimlerinden biriydi. Öyle filimler, romanlardaki gibi bir hayal ürünü değil gerçek bir savaş ve hürriyet kahramanıydı. Tam yüz yedi yıl önce, 1908 yılının yaz ve sonbahar aylarında Osmanlının hemen her şehrinden o ünlü ihtilal marşı göklere yükseliyor ve onun ismini haykırıyordu.

“Niyaziler, Enverler

Varolsun hamiyetli askerler”

Bu gün size bu ünlü ismi tanıtmak istiyoruz. Ancak sizleri sıkmamak için makalemizin üç bölüm halinde yayınlanmasını uygun gördük. Kamuoyunca 1908 yılında tanınacak olan ünlü hürriyet kahramanı Yüzbaşı (Geyikli) Niyazi Bey, Türk Halkına adını ilk defa 1897 Türk-Yunan savaşında duyurmuştu. O günlerde henüz Teğmen rütbesinde olan Resneli Niyazi, muharebe meydanında adeta tek kişilik bir ordu gibiydi. Savaşta gösterdiği inanılmaz başarıları birkaç yıl geçmeden Harp Okulunda öğrencilere örnek olarak anlatılacaktır. Mesela 1903 yılında Harp Okulu askeri coğrafya öğretmenlerinden Yarbay Muhittin Bey öğrencilerine “1897 Türk-yunan Savaşında Beş pınar kalesinin düşürülmesinde, elinde kılıcı askeri önünde aslanlar gibi ilerleyip büyük kahramanlık gösteren ve tek başına savaşın kazınılmasında etkisi olan Resneli Teğmen Niyazi’nin” harekâtını coşkuyla anlatmıştır. Bu savaşta Niyazi Bey, önemli sayıda (kendi birliğinin mevcudunun birkaç misli) esir de ele geçirmişti. Gösterdiği olağanüstü başarı üst kademelere bildirildi ve kendisi sekiz aylık teğmenken bir üst rütbeye (üsteğmenliğe) terfi ettirildi. Başkentten gelen talimatla Halka moral vermek için, ele geçirdiği bu esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi. Niyazi Beyin bu olayla ilgili anıları ibret vericidir ve dönemin özelliklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. İzliyoruz:

“… Beş pınar savaşında bölüğümle tutsak ettiğim Yunanlıları İstanbul’a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul’dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum. Önce, yolun üstünde Manastır’a varışımda, buradaki komutanlar ve üst subayların bu görevimden faydalanarak oğullarını, yakınlarını kayırmak, hazineden bir şeyler koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik’teki koskoca Müşir bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu. Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki, ulus ve devletin çıkarından çok kendilerini düşünmekteydiler. Saray çevresine sığınanlardan alay alay kordonlular savaş başlayıp başarı belirtileri göründükten ve hatta sona erdikten sonra bile gönüllü adıyla rütbe ve maaşlarını arttırmak için akın akın savaş alanına koşuyorlardı. Savaşın bütün yükünü omuzlarında taşıyanlara karşı gizli bir çekişme başlamış, rütbe ve nişan yağmasında ön safa geçmişlerdi… Özellikle saray çevresinde Harp Okulu’ndan çıkmış subaylara karşı gösterilen güvensizlik ve davranış beni çok üzmüştü… Padişaha takdim edildiğimizde üsteğmenliğe yükseltildiğim bildirilmiş, on altın padişah ödülü almıştım. Oysa müşir Kazım Paşa’nın benimle birlikte gelen ve tutsakları alıp orada burada kendini gösteren onüç yaşındaki oğlu, iki yüz lira ödül ve iki derece terfi suretiyle değerlendirildi ve yaverliğe alındı… Bu olaylar karşısında devletin kendi kendini düzeltemeyeceğini anlıyor ve bir inkılâba olan zorunluluğu düşünüyordum… Savaş bitmeden önce komutanlardan ve Kurmay subaylardan Ordu ve yönetiminde yenileşme ile ilgili teklifler istendi. Sonradan bunların da uydurma manevralar olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet bünyesinde batıya dönük atılımlar yapmak isteyenlerin avlanması için bir tuzak kurulmuştu. Bu tuzağa düşen aydın kişiler birer birer yok oldular. Devlet yönetimi gibi ordu da eskisinden daha kötü duruma geldi” (Resneli Niyazi Beyin Anıları, s.31–32)

Milli kahraman Üsteğmen Niyazi’nin anılarından da anlaşılacağı gibi, maddi çıkar sağlama arzusu her hareketin önünde geliyordu. Bunun en önemli nedeni, maaş düzensizliğiydi. Subaylar bazen aylarca maaş alamıyorlar, kendileri birliklerinde bazen kümes misali bir odada aylarca konuşacak bir insan bulamadan görevlerini yapmaya çalışırken, onları en çok uzakta bıraktıkları aile mensuplarına para gönderememek üzüyor, ezik bırakıyordu.

“İlk görev aldığım 21. alayın 4. taburunda benden daha önce gelen Leskovikli Teğmen Kamil’in önerisiyle gerçekleri yavaş yavaş kavrayabiliyordum. Askerliğin en üst komutanından en alt komutanına kadar olan birbirine bağlanışında (emir-komuta zincirinde) boşlukları görüyor, daha doğrusu bu çalışmanın yasalar dışı yetkisiz kişilere verilmesinden doğan düzensizlikleri görebiliyordum. Askerlik kademelerini hak etmeden aşarak yüksek yerlere ulaşan ve buralarda bulunmuş olan general ve üst subaylardan bir kısmının uşaklıktan, damatlıktan, evlatlıktan, casusluktan yetişme, haksız yere orayı ele geçirmiş, devletten para almak için, daha doğrusu kapmak ve çalmak için çalışıp yaşayan birtakım şakşakçılardan ibaret olduğunu anlıyordum” ( Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.31-32)

Anılarda görüldüğü gibi, genç subayların ordunun yüksek kademelerinde görevli komutanlar hakkındaki fikirleri olumsuzdur. İdealist fikirlerle bezenmiş Harbiye mezunları çevrelerinde gördükleri ekonomik çıkar sağlamayı amaçlayan tertipleri ahlaksızlık telakki etmekte ve nefret duymaktadırlar. Genç beyinler sonunda problemlerin kaynağının Yıldız Sarayı olduğunu kabul ediyor ve onu etkisiz hale getirip ulusun geleceğini kurtarmak için güçlü bir devrim’e ihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.

Jön Türk hareketinin en hareketli olduğu günlerde, lider durumundaki Mizancı Murat Bey ve arkadaşlarının Abdülhamit’e dönmesi genç askerler üzerinde şok etkisi yaratmış ve sivillere karşı büyük bir güvensizlik duyulmasına sebep olmuştur. Bu konuda Niyazi Bey’in anıları şöyledir:

“Aydın çevrenin o sıralarda dayanağı olan Murat Bey’in dönüşü ile birlikte umutsuzluğa kapılanlar çoğaldı. Bazı kötü kişilerin, genel güvenlik ve birbirine bağlılık gibi dünyanın en değerli duygularını altın ve saltanata değişmesi, o zamana dek herkesin sevgi ve saygısını kazanmış olan gençleri büyük bir sorumluluğa itmiş, satın alınan kişiler ulusun vicdanında lanetlenmişti. Artık yurdun kurtuluşu için birlik kurmak isteyenler, bozgunculukla, ahlaksızlıkla suçlanıyorlardı. Murat Bey’in davranışı bütün gençlere bir kişiye bağlanmanın, çalışmada açıklık ve güvenin kötülüğünü göstermişti. Bu felaket gelecek için çok güzel ve yararlanılacak dersler vermişti. Artık sadece bir başa dayanan bir düzen kurulmayacaktı. Çünkü o ayrılınca düzen dağılabiliyordu. Kurulacak bütün teşkilatlarda emniyet birinci planda gelecek ve çalışmalar büyük bir gizlilik perdesi altında yürütülecekti.

Niyazi Bey 1904–1908 yılları arasındaki yaşamının en önemli gençlik yıllarını hep Makedonya dağlarında devamlı isyancıların takibi ve ülkenin kurtuluşu için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini araştırmakla geçmiştir. Bu dönemde elde ettiği sayısız başarılar her türlü övgünün üzerindedir. Teşkilatlanma konusundaki anıları şöyledir:

“Bu süre içinde bizim de yapmamız gereken özgürlük savaşı için nasıl bir örgüt kurup davranmak gerektiğini, tüm arkadaşlarla danışıp görüşüyordum. Çoğu başarı ile sonuçlanan komitalarla karşılaşmamızda bombasıyla, tüfeğiyle, zararlı yayınıyla ele geçirdiğimiz komitacıların çeşitli etkilerle bağışlanıp salıverilmesi görevini yerine getiren subayları derin üzüntülere itmekteydi. Bu yersiz aflar dolayısıyla komitacılık, eşkıyalık ve ayaklanmanın kökünü kurutmanın olanaksızlığı herkesçe çok iyi anlaşılmıştı. Ölüm cezasına uğratılmış binlerce kişi, çeşitli etkenlere güvenerek hayatının bağışlanacağına, bir gün gelip hapisten çıkacağına inanıyordu. İşte bu güvenç, ayaklanma ve dağa çıkmak için en büyük kışkırtıcıydı. Erlerin çıplaklığı, kışlaların berbatlığı, asker yiyeceğinin kötülüğü, devletin maaşları ödemedeki aksaklığı orduda devrim düşüncesini genelleştirmiş ve kökleştirmişti.”

Makedonya; teşkilatlanma için en uygun, en emniyetli ortama sahipti. İngiltere Kralı 7. Edward’la, Rus Çarı 2. Nikola’nın 9–10 Haziran 1908’de Reval (Estonya’nın sonraki bilenen adı ve Talin) de buluşmaları ve Makedonya konusunda kararlar alması İttihatçıları çok rahatsız etmiş ve bilindiği gibi harekete geçmelerini hızlandırmıştır. Sivil asker bütün Osmanlı aydınları arasında ilk harekete geçen de kahramanımız ve artık Kolağası (günümüz rütbesiyle Kıdemli Yüzbaşı) rütbesinde bulunan Niyazi Bey olmuştur. Bu hikâyeyi bir sonraki yazımızda anlatmak istiyoruz.

Dr. M. Galip BAYSAN

İLGİNÇ VİDEOLAR /// Diktatörlerin Gözdesi Olan 10 Saray

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=1RxowiuNmI4&feature=em-uploademail

FİLİSTİN DOSYASI /// VİDEO : Yahudiler Abdülhamit’ten Filistin’i Satın Almak İstedi mi ???

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=x0n5aN__MMA

SANAT DÜNYASI : KEMALİST SANATÇI FAZIL SAY’A DESTEK OLMAK İSTER MİSİNİZ ?

ÖZEL BÜRO NOTU :ATATÜRKÇÜ SANATÇI FAZIL SAY DÜN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUMLA İLGİLİ ÜZÜCÜ BİR YAZI KALEME ALDI. ÖNCE İSTERSENİZ YAZIYI OKUYUN DAHA SONRA FAZIL SAY’A YAZMAK VEYA DESTEK OLDUĞUNUZU GÖSTERMEK İSTERSENİZ KENDİ SİTESİNDEN DÜŞÜNCENİZİ YAZABİLİRSİNİZ.

Fazıl Say : Anlaşılmak…

Anlaşılmadığımı biliyorum, anlamak isteyenler, istemeyenler, eleştirenler, eleştimeyenler,

BİR DAKİKANIZI AYIRIP BENİ DİNLEYİN:

Anlatmaya şöyle başlayalım,

Son 2 ayda (60 gün) verdiğim konserlerin dökümü ile, İspanya’da 8, ABD’de 2 , Almanya’da 6, Avusturya’da 2, Çin’de 2 , Macaristan’da 2, İsviçre’de 1, Kore’de 4, Türkiye’de 1, yani toplamda bu 60 günde 28 konser, hepsinin Orkestralarla provaları var, hepsinin saatlerce süren uçak ve tren yolculuğu zamanları var.

Devam ediyorum; bunun yanında -yine bu son 2 ay içinde- Salzburg’da 6 CD’lik tüm Mozart Sonatları kaydı bitirildi, 6 CD’lik bir çalışma, 6 saat 23 dakikalık müzik.

Devam ediyorum, bir yandan "Chamber Symphony" (20 dakikalık bir oda orkestrası eseri yazıldı) ve 10 konserde çalındı, diğer yandan Türkiye’de "Yeni Şarkılar" albümü çıktı, -artık CD satışının kalmadığı bir ortamda, bu CD’mizin şairlerin, bu deneysel şarkıların halkımıza tanıtılması için tüm sosyal medyamı 7 haftadır buna seferber etmekteyim-…

Bu konserlerin hiç birinde Türk devletinin en ufak bir payı yoktur. Hepsi uluslararası konser organizasyonları ile çalışmadır.

Tırnağıyla 24 yıl kazıyarak gelinen bir noktadır…

Bu konserlerin her biri ile ilgili çıkan güzel eleştirileri Google’da hemen bulabilirsiniz…

Hiç bir yalan yok…

Biliyorum bunların hiç biri beni haksız olduğum bir konuda haklı çıkarmaz , memleketim ile ilgili şu anki durumum şöyle:

Türkiye’de hakkımda her biri birbirinden saçma 4 mahkemem var.

Son 4 ayda eserlerim Türkiye’deki Orkestraların programlarından çıkartıldı, yetmedi, kulis yapılıp Katar’daki bir konserim de programından da çıkartıldı. (Benim katılımcı olmadığım, alakam olmayan bir konserdi) Yetmedi, arkasından, -gitmediğim, alakam olmayan bu Katar konseri için- "Fazıl Say fazla para istedi" diye bir iftira bile atıldı.

Kendi ülkemde, hapislere atılmak, sanat camiasından devlet eliyle silinmek tehtidi sürekli tepemde… Hem Kültür Bakanlığının Dışişlerinin bu enerji kaybettiren tavrının önüne geçme gayretindeyim, hem kararların tamamını kendi prensiplerimde vermek, hem de bir taş devri zihniyetine başkaldırmak..

Türkiye’de meslektaşlarım destekçi değil. Onlar anlaşılan kendi derdinde. Bu büyük kırgınlık yaratıyor ister istemez…

Ah arkadaş, yara benim değil , senin!

Bana yapılan sana yapılıyor!

Bir kılıf uydurup sansürcüyü haklı çıkartmaya uğraşıyorsun!

Orkestralar benim eserlerim kaldırtılınca, şeflerin atılınca, susuyorsun, tepki vermiyorsun, baş kaldırmıyorsun, öyle seyrediyorsun!

Ben de yasaklanmış çocuklarımla -yani eserlerimle- güneşin altında yapayalnız kalıyorum..

"Vatandaşlıktan çıkarılma mertebesinde" dışişleri diplomatları tavrı bir yana, işimi ve hayatımı engel üstüne engel ile zora sokan bu Hükümet’in tavrı bir diğer yana, hepsi dostum olan meslektaşlarımdan destek yerine eleştiri almam da bir diğer yana…Açık ve net olalım; Bu yukarıda bahsettiğim çalışmayı Devlet eliyle gerçekleştirmeye kalkışsanız 10 milyonlar tutar masrafı!

En fazla 4-5 saat uykuya hakkım olan bu tempoda, benimle beraber Türkiye’de büyürken, dostlarımın dedikleri şunlar oluyor;

Say diplomatları reddetti, "ne büyük ayıp".

Say’ın eserleri Türkiye’de programlardan çıkarıldı, "e hak etmişti"

"Say müziğini yapsın, konuşmasın"

"Say Antalya Festivalini bıraktı gitti"

vs vs vs…

Benim camiam bunları diyor.

Ben onlar için aydınlıkları düşünürken aldığım tepki bu oluyor her seferinde.

Neyi yanlış yapıyorum bilmiyorum…

Ama kırılıyorum, kızıyorum…

Ve artık savunmak dahi istemiyorum..

Sevmiyorum…

Sen beni her şeye rağmen anlamak istemiyorsan, ben de seni sevmiyorum artık!

Bunu yazmak istedim…

Fazıl

FAZIL SAY’IN KİŞİSEL SİTESİ

LİNK : http://fazilsay.com/tr/iletisim

FETULLAH CEMAATİ DOSYASI : FETHULLAHÇILARIN CIA İLE İŞBİRLİĞİ

Türkiye’deki genel kanının aksine en büyük fişlemeyi Fethullahçı grup yapmaktadır. Milli İstihbarat, JİTEM, Emniyet Güçleri Türkiye çapında yeterli ölçülerde istihbarat çalışması yapamamaktadır. Oysa Türkiyede ki insanlar üzerinde en büyük ve ayrıntılı fişleme operasyonunu gerçekleştiren grup Fethullahçılardır. Çünkü Fethullahçıların Türkiye’deki tüm okullarda, Üniversitelerde, Yargıda, TSK’da,Devlet Yurtlarında, Bakanlıklarda, tüm özel ve devlet teşekküllerinde yeterince yandaşları bulunmaktadır.

Bu Fişleme operasyonu şu şekilde gerçekleşmektedir.

Fethullahçı yandaşlardan bulundukları ortamdaki yandaşlarına insanları müspet ve menfi olarak ikiye ayırmaları istenir.

Menfi yani olumsuzlar özel olarak fişlenir. Müspet yani Fethullahçı oluşuma olumlu bakanlar ayrı olarak fişlenir.

Bu fişlemeler Ankara, İzmir, İstanbul, Amerika ve diğer yerlerdeki merkezi noktalarda toplanır. Gerekli yerlerde Fethullahçılara yardım edilir, referans sağlanır. Fethullahçıların genel fişleme metodu şu şekildedir. Her insana rakamsal bir değer verilir. Buna göre:

GENEL FİŞLEME METODU

1.lik: Hizmetten uzak(Fethullahçılığa uzak)

2.lik: Nisbeten ılımlı(Fethullahçılığa açık)

3.lük: Geleneksel (Dini eğilimi olan)

4.lük: Fethullahçılığı bilen(Eğilimli)

5.lik: Fethullah Hoca Müridi

Ehli Beyt: Kızılbaş

Ehli Tarik: Tarikat ehli

RADİKAL: CİHAD TARAFTARI, MÜCAHİD OLMAYA EĞİLİMLİ,FANATİK! GÖRÜŞLERİ OLAN…

Bu veriler doğrultusunda, öğrencilerden, öğretmenlere, memurlara, askerlere, hakimlere, tüccarlara kadar her türlü konumda olan insanlar fişlenir. Bu listeler merkezlerde toplandıktan sonra gerekli yerlerde kullanılır. Ancak üst noktalarda bulunan bazı Fethullahçılar bu listeleri bazı çıkarlar karşılığında yabancı istihbarat teşkilatlarına sızdırmaktadır.

Yabancı İstihbarat Ajansları gerektiği yerlerde bunları kullanmaktadır.

Tabi bu istihbarat ajanslarının ilgilendikleri gruplar, Fethullahçı olan kadrolar değildir.

Özellikle CİA bu listelerdeki aşırı komünist, aşırı Kemalist ve özellikle CİHADÇI MÜSLÜMANLARLA ve CİHAD EĞİLİMİ OLAN EHLİ TARİKLARLA İLGİLENMEKTEDİR. BÖYLECE CIA, MİT YAHUT EMNİYET İLE ULAŞAMADIĞI BİLGİLERE FETHULLAHÇILARIN YAPTIĞI ÇALIŞMALARLA ULAŞMAKTADIR

TABİ BU SIZDIRMALARI BÜTÜN FETHULLAHÇILARIN YAPTIĞINI SÖYLEYEMEYİZ. ANCAK FETHULLAHÇI İŞBİRLİKÇİ AJANLAR BU FAALİYETLERİ PERİYODİK OLARAK GERÇEKLEŞTİRMEKTEDİR. NURETTİN VEREN SENDROMUNDA OLDUĞU GİBİ İÇ AJANLAR BU FAALİYETLERE KARIŞMAKTADIR.

SIZDIRMALAR

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı bu tür şahıslar arasındadır. Ekrem Dumanlı 2005 Haziran, 2005 Eylül, 2005 Kasım aylarında İstanbul Şişli’de, Beşiktaş’taki evlerde CIA yetkilileriyle görüşmüştür. Bu şahsın Emniyet’in derin kişilikleriyle karanlık ilişkileri olduğu sabittir. Ayrıca El Kaide mücahidlerinin saldırı yapacağı istihbaratını alan CIA, Ankara’da 2004 yılında Kemal adlı Fethullahçı avukatla Balgattaki bir evde görüştür…

Burada CIA iki yönlü oynamaktadır. Fethullahçılarla dolaylı olarak ilişki kurarken, Fethullah Gülen’in takıyye yapıp yapmadığınnı araştırmak için bir ajan görevlendirdiği bilgiler arasında kaydedilebilir. Yani bu noktada CIA Fethullahçılara güvenmemekle birlikte, iç işbirlikçilerin fişlemelerinden yararlanmak için bu verileri kullandığı açıktır. Bu yakın CIA-Fethullahçı ilişkileri doğrudan olmamakla birlikte Fethullahçılara bazı avantajlar sağladığı söylenebilir.

Amerika’da bazı Fethullahçıların mesela New Jersey’de Arap-İslam kökenli öğrencilerin arasına sokularak istihbarat çalışması yapması karşılığı parasal gelir elde ettikleri de bir gerçektir.

Örneğin Selim isimli bir Fethullahçı’nın New Jersey’de Mısır uyruklu Ahmad Kasım isimli öğrenciden cihadçı faaliyetler hakkında bilgi edinmek istediği, mücahid kardeşin olumlu karşılaması karşısında Arap kökenli öğrencilerin evlerine gittiği ve bu kişilerin isimlerini CIA ajanlarına sızdırdığı bir gerçektir. Ahmad Kasım, Muhammad Ezzet, Tarık al Jeyshi isimli kardeşler bu fişleme neticesinde FBI ve CIA tarafından takibe alınmıştır. Şu an bu kardeşler takibat altındadır. Ayrıca bu faaliyetlere New York’ta Ahmad Nawaz Sherif adlı Pakistan uyruklu bir Fethullahçının katıldığı da tespit edilmiştir.Bu işbirlikçide aynı faaliyetlerle Arap kökenli öğrenciler arasında istihbarat yapmaktadır.

Fethullahçı Türklerden bazılarına Green Kard uygulaması ve bir zorluk çıkarılmadan Fethullahçıların kolaylıkla Amerika’da iş ve okul bulabilmesi CIA faaliyetleriyle paraleldir. Şuan tüm Fethullahçı eğitim kurumlarında Green Card uygulaması yönündeki teşvikler bu zaviyede değerlendirilmelidir. Dolayısyla Fethullahçı- Amerikan ilişkileri bilinenden daha derin ve karanlıktır.

Amerika ve tüm dünyada El Kaide oluşumlarında Fethullahçılar tampon görevini görmek için Amerikalılar tarafından istihdam edilmektedir. Çünkü El Kaide’ye doğrudan ajan sokamayan CIA fethullahçılarla lokal dirsek temaslarıyla El Kaide oluşumlarını yerinde tespit etmektedir. Potansiyel El Kaide mücahidlerini eylem sürecine geçmeden Fethullahçılar aracılığıyla yoketmek CIA için büyük bir avantaj sağlamaktadır.

Buradan hareketle anti cihad propagandası yapan Fethullahçı grupların yayınları İslam açısından çok büyük bir tehlike olmasa da çıkarcı ve zaaflı Fethullahçı ŞAKİRDLER Amerika’nın gelecekteki favori muhbirleridir. Bu yüzden fethullahçılar rahatlıkla dünyanın her yerine yayılmaktadır. Tabi bu yayılış sürecinde saf müslümanların enerjileri ve paraları harcanmaktadır. İşte bu gerçekten üzüntü oluşturan bir durumdur.İslam’ın kurtulması için emeğini sarfeden saf Anadolu müslümanı bu beyin yıkama sürecinde dolaylı yoldan Amerikan çıkarlarına yardım etmektedir.

Fethullah Gülen ilahi bir vasıfla kitlelere empoze edildiğinden otoritesi tartışılmaz (Kadiri Mutlak) rolündedir. Ancak Fethullah Gülen bir beşerdir. Ne vahy ne de başka bir şey almaktadır. Peygamberlerin bile zelleleri varken, masum ve günahsız İmam! Fethullah Gülen’in bu süreçte hata etmedeğinden bahsetmek büyük bir hamakattir.

FETULLAH CEMAATİ DOSYASI : DİNLER ARASI DİYALOG MEVZUSU

DINLER ARASI DYALOG.PDF

FETULLAH GÜLEN DOSYASI /// ERGENEKON SANIĞI SEMİH TUFAN GÜLALTAY : Fethullah Bahailerin Lideri mi ?

"Fethullah Müslüman değil, Bahailerin lideri"

Semih Tufan Gülaltay, (İleri Yayınları’ndan çıkan) “Fethullah Müslüman mı”kitabında Fethullah Gülen’i farklı bir açıdan inceliyor. Kendi kaleminden: “Bu kitaptaki ana mevzu, Fethullah’ın rejim düşmanlığı ya da ABD adına yüklendiği misyon değil… Ben O’nun İslamiyet’in içine sokulmuş bir Truva atı olup olmadığını sorguluyorum. O bir Truva atı mıdır? Fethullah Bahaîler’in gizli lideri midir? Amaç İslam dinini tahrif etmek midir? Gerçek ve halis Müslüman kitlemizi Fethullah’tan nasıl koruyabiliriz? Ve benim için işin en önemli yanı 21. asrın en büyük dinamik gücü olan Türkçü gençliğin Türk-İslam sentezi adı altında kandırılmasının önüne geçme yollarının ortaya konmasıdır… Nurculuğun Türk milliyetçilerinin sırtına basarak Tevrat ittifakı kurmasının önüne geçmek, Orta Asya’da misyonerlik okulları açarak İngilizceyi Orta Asya’da tek dil haline getirme çalışmalarına artık dur diyebilecek miyiz?

Fethullah’ın birinci gayesi Türk devletini ele geçirmek, ikinci gayesi ise, geçmişin intikamını almak için İran’ı istila edip İran’la harbe girmektir… O, buoperasyonda Turancıları kullanmayı düşünüyor… Bütün Türk dünyasını elegeçirdikten sonra ise önce aldatmaca bir dinler diyalogu oluşturacak sonra dagerçekte bir Tevrat ittifakı olan Bahaîliğe geçiş sürecini başlatarak bütün dünya dinlerini Bahaîlik altında birleştirme sürecini başlatacaktır… Son merhalesi Fethullah’ın “mesih” ilan edilerek dünya peygamberliğine adım atmasıdır…” Kitapta Gülaltay, Fethullahçılığın kökeni İran’a uzanan Bahaîlik tarikatının bir kolu olduğunu ve Gülen’in Bahailiğin günümüzdeki lideri olduğunu iddia ediyor.

Gülaltay’a göre, Bahaîlik sıradan bir tarikat veya cemaat değildir. Hatta Bahaîlik İslam içinde bir mezhep de değildir. Bahaîlik, 3 büyük dini, İslamiyeti, Hıristiyanlığı ve Museviliği tek bir pota altında birleştirmeye çalışan bir dinlerüstü mezheptir. İran’da İslam öncesi geleneklerini sürdürmek isteyen ve bu nedenle İslamiyeti diğer dinlerle birleştirmeye ve tahrif etmeye çalışan çeşitli tarikatlara dayanmaktadır. Bahaîliğin ortaya çıkışını 800’lü yıllara kadar götüren Gülaltay’a göre Fethullah’ın Müslümanlık anlayışının ardında aslında kökeni İran’a dayanan bu İslam-dışı tarikatlar vardır. Dolayısıyla Fethullah’ın ne kadar Müslüman olduğu sorgulanmalıdır.

Gülaltay kitabında, İran’daki Batınî mezheplerinin her birinin ortaya çıkışını ve birbirini nasıl takip ettiğini anlatıyor ve bu mezheplerin neden İslam-dışı sayıldığını örnekleriyle okuyucuya sunuyor.

Gülaltay, İran’daki İslamdışı mezhepleri Mazdek’le başlatıyor. Sonra sırasıyla, Hürremiye Mezhebi, Babek, İsmailiye ve Hasan Sabbah, Hurufîler, Cavidaniye, Babilik, Bahaîlik… Gülaltay’a göre bu mezhepler farklı isimler taşımalarına karşınaslında aynı mezhebir devamıdır. Çünkü, sık sık İran Devleti’ne ve Halifeliğe karşıayaklanan bu mezhepler, başarısız olunca yollarına devam edebilmek için isim değiştirmiştir. Yoksa eylemleri de inançları da farklı değildir. Bu tarikatların kısa bir tarihin sunduktan sonra Fethullah’ın bu tarikatlarla bağlantısını yapıtlarından örneklerle açıklanıyor. Örneğin Batınî tarikatlarının en önemli özelliği yasak kimliklerini saklayarak takiyye yapmalarıdır. Gülaltay’a göre, Batınîler takiyye yaparak gerçek inançlarını gizlerler, Müslümanlarla kaynaşırlar ve devleti içten içe fethetmeye çalışırlar. Aynen Fethullahçılar gibi…

Batınîlerin Kitabün Nur’undan Saidi Nursi’nin Risale-i Nur’una Öncelikle Batınîler, şeyhlerinin kitabını Kuran yerine kabul ederler. Cavidanîyeler, şeyhleri Fazlullah’ın Cavidannamesi’ni, Babiler ise şeyhleri Muhammed Bab’ın kitabı Kitab-ün Nur’u Kuran kabul ederler. Ne hikmetse, Saidi Nursî’nin Risale-î Nur’u isim olarak ve cemaatin gösterdiği saygı bakımından, içerik olarak, Kitab-ün Nur’a çok benzemektedir. Türkiye’deki Nurculara göre, Kuran anlaşılması zordur, bu nedenle müritlere Nur Risaleleri önerilir. Risalelere adeta ikinci bir Kuran mualemesi gösteren Fethullah, Gülaltay’a göre bu şekilde Müslümanlığa da aykırı hareket etmiş olmaktadır. Gülaltay, Fethullah’ın şu sözüne dikkat çekiyor: “İlimler sahasında meselenin temel esprisini ise Bedîüzzaman’ın mülahazasında buluruz. Şöyle der o: Allah’ın iki kitabı vardır. Biri kainat kitabı, diğeri Kur-an’ı Kerim.” Gülaltay’a göre Fethullah Gülen, “Kainat kitabı” derken Risaleleri kastetmektedir. Gülaltay, buna benzer pek çok örneği kitabında veriyor ve Nurcuların Risaleleri öne çıkarmasının nedeninin Kuran’ın geçerliliğini ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor. Fethullah isminin kaynağı Gülen’in kimliğini ele veriyor Fethullah Gülen’in isminin kaynağı da gizli kimliğinin bir başka göstergesi. Gülen’inismi 1844 yılında İran Şahı’nı öldürmeye kalkışan bir Bahaî fedaisinden gelmektedir: Fethullah Kamî. Fethullah Gülen’in ailesinin İran’dan göçme olduğunu da ortaya koyan Gülaltay, Bahaîlikle bir başka bağlantısını daha ortaya çıkarmaktadır.

Fethullah’ın rumuz olarak kullandığı isimler de eski Bahaî kahramanlara atıftır. Örneğin, “1982 yılının sonlarında DGM savcılığının hakkında başlattığı soruşturmada, Fethullah’m Dahhak kod adını kullanarak kitap yazdığı tespit edilmiş. Bilindiği üzere Dahhak İran mitolojisinde, İran’ı istila edip İran Şahı Cemşit’i testere ile ortadan ikiye böldürten, İran halkına işkenceler, eziyetler yapan bir adammış. İran halkı Dahhak-ı Zalim diye andıkları bu gaddar adamın zulmünden perişan olmuştu.”

Işık evlerinin sırrı: Ev-mabetler

Gülaltay, Babilerin ibadet için camiler yerine evleri tercih etmesiyle Fethullahçıların Işıkevleri arasında da bir bağlantı kuruyor: “Babiler, camilere gitmez, cemaatle namaz kılmazlardı. Bunun yerine evlerde toplanmayı tercih ederlerdi.” Ardından Nur evleriyle ilgili Fethullah Gülen’in şu sözlerine dikkat çekiyor: “Bu ışık evlerinin kendine has özellikleri vardır… Yüreği pek, imanı çelik insanların yetiştiği kutsal mekanlardır… Artık geçmişte camide yapılan dini ruhunun müzakereleri bu evlerde biraraya gelinerek yapılacaktır.” Ve Gülaltay nur evlerinin İslamdışıolduğunu şu şekilde anlatıyor: “Anlaşılacağı gibi Fethullah Gülen, bundan sonracaminin önemli olmadığını söylüyor. Çünkü büyük ustası Kürt Sait de camiye girmezdi. Buradaki amaç ise İslam’ın birliktelik ve cemaat ruhunu yıkmaktır.

Kurretü’l-Ayn’ın ve Babi şeyhlerinin vaaz verdiği yerler camiler değildi. Fethullah’ın tabiriyle nur evleriydi. Yine aynı Fethullah, Yeşeren Düşünceler isimli kitabının 164. sayfasında ev-mabet [adıyla] bu ışık evlerini tarif ediyor. Ev-mabet terimi Bahailik dininde mabede verilen addır. Bahailerin mabedlerine ev-mabet adı verilir.”

Gülen’den Bahailere gizli övgüler

Gülaltay, Fethullah’ın kitaplarında Bahaîlere nasıl gizlice övdüğünü de ortaya çıkarıyor. Örneğin, Fethullah’ın Hz. Muhammed’i anlattığı sanılan kimi yazılarında aslında Bahaîlerin lideri Molla Muhammed Ali’yi andığını aktarıyor: “Dostların vefasızlığına, düşmanların ardı arkası kesilmeyen istila ve ifsatlarına uğramasaydı, kim bilir daha neler yapacaktı? Keşke, bu mübarek dünya; duygu, düşünce, anlayış ve hayat felsefesiyle hiç değişmeseydi. Onun yiğitliği, sadeliği ve mertliği bu güne kadar dipdiri kalabilseydi. Keşke O muhteşem saray ve yüksek kasırların altın yaldızlı kubbeleri altında, baygın ve mahmur dolaşan hasım dünyanın, talihsiz insanlarının durumuna düşmeseydi.” Gülaltay, bu alıntıda önemli bir çelişkiyi yakalıyor: “Yukardaki metinde anlatılan kasır ve saraylar dönemin İran Şah’ının saraylarıdır. Çünkü Hz. Muhammed devrinde

Arabistan’da ne kasır vardı ne saray.”

Gülaltay, bu konuda daha pek çok örnek yakalamış. Gülaltay’a göre, baskı ve zulüm gören insan tasvirleri sanılanın aksine Hz. Muhammed dönemi yaşamış Müslümanlar değil, başarısız ayaklanmalardan sonra yurttan yurda göçürülen Bahailerdir. Örneğin, 1868’de Bahaîler sürgüne gönderilir. Fethullah Gülen’in kitaplarında anlattığı ömür boyu süren büyük göç aslında Bahaîlerin sürgünüdür. Gülaltay’a göre bahsedilen göç sanıldığı gibi Mekke’den Medine’ye Hz. Muhammed’in hicreti değildir.

Başka bir yerde ise Fethullah G. şöyle diyor: “Bir başka defasında da seni kardeşinle konuşmaktan men etmişlerdi. Hani o güne kadar, bir lahza kendisinden ayrılmadığın kardeşinle konuşmaktan… Savaş meydanlarında omuz omuza, yemek sofralarında diz dize oturduğun kardeşinle konuşmayacaktın.” Gülaltay’a göre burada kastedilen de yine Bahai liderleridir. Çünkü Müslümanlarıntarihinde kardeşiyle konuşmaktan men edilme gibi bir cezalandırma söz konusuedilmemiştir. Halbuki Abdülaziz’in bir fermanında, Bahaullah’ın çocuklarıbirbirleriyle konuşmamaları kaydıyla sürgüne gönderiliyordu. Fethullah’ın uğrunagözyaşı döktüğü işte bunlardır.

Fethullahçılıkla Bahaî inanışları arasındaki paralellikler

Gülaltay’ın bulduğu çeşitli paralellikleri şöyle sıralayabiliriz:

– Bahaîler cenazelerini İslam inanışının tersine, mermer lahitler içinde gömerler. Saidi Nursî de vasiyetinde cesedinin lahitin içine konulmasını istemiştir.

– Bahaîlerde ibadete başlama yaşı 16’dır. Fethullah Gülen de bir kitabında şöyle demektedir: “16 yaşıma kadarki dönemi çocukluk dönemi sayıyorum.”

Bahaîlikte el öptürmek kesinlikle yasaktır. Fethullah Gülen de el öptürme konusunda şöyle diyor: “Fevkalade rahatsızlık duyuyorum. El öptürme prensibimm hiç yoktur.”

– Bahaîler, camiye girmez, cemaatle namaz kılmaz. Sadece cenaze namazı kılarlar. Gülaltay’a göre, Fethullah Gülen’in de cenaze namazı dışında camiye girip namaz kıldığını şu ana kadar kimse görmemiştir.

– Bahaîlikte kurban kesilmez. Ünlü Fethullahçı bilim adamlarından birisi de katıldığı bir tartışma programında kurban kesmeyi hayvan katliamı olarak nitelendirmiştir.

– Bahaîlikte, herkes malının yüzde beşini, toplumun başında bulunan 19’lar heyetine vermek zorundadır. Fethullahçı organizasyon ve vakıfların başındaki yönetim kurulu da 19 kişidir.

Fethullah ile Bahaîler arasındaki bir başka somut bağlantı ise Saidi Nursi’nin hayatından alınmaktadır. Saidi Nursi, Gülaltay’ın ortaya çıkardığına göre, İran Şahına suikast düzenleyen Babilerin şeyhlerinden Celaleddin Afgani’nin İran’dan kaçıp Abdülhamit’in himayesine girmesi sırasında kuryelik etmişti. Saidi Nursî, yine bir başka Bahaî tetikçi Kirmani’yi de İran-Türkiye sınırında karşılayacak ve İstanbul’a kadar kendisine eşlik edecekti.

Gülen’in sözlerinde gizli anlamlar

Fethullah’ın eserlerinde gizli gizli Bahaîlik propagandası yaptığını da Gülaltay çeşitliörneklerle açıklıyor:

Kapı: Bahaî mezheplerinden Babiliğin kurucusu Muhammed Bab’tır. “Bab” kelimesinin bir anlamı da “kapı”dır.

“Ulu sultan! Canlı-cansız, insan-hayvan, (..) her şey varlığını soluklar.”: Gülaltay bir başka bölümde ise Gülen’in bu sözündeki gizli anlamı ortaya çıkarıyor: Ulu Sultan kelimesi Bahaî Şeyhi Bahaullah’a atfedilmiştir. Hayvanları, eşyaları bile Allah’ın kulları olarak kabul eden ise Muhammed Bab’ın hocası Kazım-ı Reşdi’dir. Nebiler Sultanı: Gülaltay, Fethullah’ın sık sık kullandığı “Nebiler Sultanı” teriminin de karşılığını buluyor. Gülaltay’a göre, Fethullah’ın burada kastettiği Hz. Muhammed değil, Bahaullah’tır. Çünkü, Bahaullah’ın lakabı döneminde “Sultan”dır. Nur Asrı: Muhammed Bab’ın Kitabün Nur ile Babiliği yaydığı ilk yıllara da Nur asrı denmektedir.

Timur ve Cengiz düşmanlığı: Fethullah bir kitabında şöyle diyor: “Allah bir zamanlar Cengiz, Hülagü ve Timurlenk’in eliyle hırpaladığı ve ikaz ettiği İslam alemini bugün de Batılılar vasıtasıyla hırpalayıp ikaz etmektedir…” Gülaltay,Fethullah Cengiz, Hülagû ve Timurlenk’e karşı olmasını bu hükümdarların Bahaîlerinönemli önderlerini öldürmüş olmasına bağlıyor. Cengiz Han’ın oğlu Hülagû, Hasan Sabbah’ı; Timurlenk’in oğlu Miranşah ise Fazlullah’ı öldürmüştü..

“Dönmezem” ve “mum gibi yanıp erimek”: Bu kelimeleri de Fethullah sık sık kullanmaktadır. Örneğin: “Çevresinde kol gezen tehlikelere aldırmadan, yüce derslerine devam eden ve hakkında bayağıların bayağısı hükümler kesilip biçilirken. ‘Hançer ile yüreğimi yar! Senden dönmezem’ diyerek hakikati haykıran büyük muzdariplerin ‘Evet hep böyle ızdırap gören ızdırap düşünen ve bir mum gibi yana yana eriyip giden, bu yüce kametlerin arkasında yürüyenler hiçbir zaman aldanmadılar ve hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadılar.’” Tahran Kalesi’nde infaz edilmeden önce “Dönmezem” diye bağıran Bahaîlerin ünlü kadın kahramanı Kurretül-Ayn’dır. O dönem Bahaîlere yapılan işkenceler arasında en yaygın olanı da vücutları hançerle yarıp içlerine mumlar sokulmasıydı. Fetret Devri ve Rönesans: Fetret devri derken kastedilen Bahailerin yaşadığı uzunsürgün dönemidir. Yeniden diriliş ise Bahaîlerin öğretilerini tüm dünyaya kabulettirmeleri demektir. Örneğin: “Bu ise uzun bir fetretten sonra, bu mazlumlar ülkesinin yeniden dirilişi ve “Rönesansı” demektir. Kimbilir, belki o zaman batmak üzere olan dün-yanın diğer kesiminin elinden tutup kaldırma fırsatı doğar.”

Kendini peygamber gören Gülen

Bahaîlerin bir başka propagandası şeyhlerinin peygamber olduğudur. Bahai şeyhleri kendi peygamberlikleri altında tüm dünya dinlerini bir arada toplanmaya çağırırlar. Gülaltay, Fethullah’ın kimi yazılarında satır aralarında kendi peygamberliğini nasıl savunduğunu göstermektedir:

“Allah, elbette insanları da peygambersiz bırakmayacaktır.”

“İnsanlar, akıllarıyla kainatta cereyan eden hadiselere bakıp, Allah’ı bulsalar bile yaratılışlarındaki gaye ve hikmeti, nereden gelip, nereye gittiklerini ve ibadetlerinin keyfiyetlerini peygambersiz bilemezler.”

“Hilafete giden yol herkese açıktır.”

“Hak için halkın temsilcisi demek, peygamber mesleğine talip olmak ve onu temsil etmek demektir. Onu yapabilmek için de peygamberane aşk, şevk, gayret, azim, cehd ve irade gerekir.”

Fethullah görüldüğü gibi yeni peygamberlere ihtiyaç olduğunu ve Allah’ın insanları peygambersiz bırakmayacağını söylüyor. Halbuki İslam inancına göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Yalnızca bu bile Gülaltay’a göre Fethullahçılığın İslamdışı olduğunun bir kanıtıdır ve bu propagandanın bir sonraki aşaması Fethullah’ın kendisini Mesih ilan etmesi olacaktır.

Fethullah’ın Amerikancılığının Bahailikteki kaynağı

Gülaltay, kitabın sonuna doğru Fethullah’ın gerçek amacının dünya çapında bir Bahaîimparatorluğu kurmak olduğunu ortaya koyuyor. Gülaltay, Avustralya’dan Afrika’yaAsya’dan Amerika’ya milyonlarca Bahaînin bulunduğunu söylüyor. Bahaiimparatorluğunun işlevi dünya çapında ABD’yi iktidara getirmek olacaktır. Zaten,Bahailiğin ortak dili de İngilizce olacaktır.

Gülaltay’a göre ABD’de bugün 20 milyon Bahaî yaşıyor ve Bahailerin etkinliği oldukça önemli. Zaten Bahailerin kullandığı ev-mabetlerin kubbeleri de Beyaz Saray’ın kubbesine benziyor.

Fethullah’ın Orta Asya’daki misyonu da bu şekilde ortaya çıkıyor. Gülaltay’a göre Bahailer dünya çapındaki iktidarlarında İngilizce’yi resmi dil olarakilan edeceklerdir. Fethullah’ın okullarının tümünde İngilizcenin öğretilmesinin nedeni olarak bunu gösteriyor. Üstelik Fethullah’ın en etkin olduğu Türk Cumhuriyetlerinden olan Yakutistan’ın durumunu da Gülaltay’dan öğreniyoruz. Bu ülkedeki Fethullahçı proje sonunda başarıya ulaşmıştır. Yakutistan’ın resmi dili İngilizce olarak ilan edilmiştir.

Gülaltay, Fethullah Gülen tehlikesinin uluslararası çapta olduğunu bu şekilde olduğunu ortaya koyduktan sonra kitabında tüm Türk milletini uyarıyor ve Fethullah tehlikesi hakkında Devlet üzerine düşeni yapmazsa görevin Kuvayı Milliyeci Atatürkçülere düşeceğini söylüyor:

“Atatürk ve Kuvayı Milliyeci yiğitlerin kurduğu devlet, hiçbir zaman sarsılmayacak, bu sarp kale, tunçtan yığınlar halinde omuz omuza yürüyen Türk gençliğinin sırtında, ulaşılmaz bir kartal yuvası olarak ebediyete kadar var olacaktır.”

SLAYT SHOW : EVANGELİSTLER VE NEO CON TAYFASI /// AMERİKA DOSYASI

EVANGELSTLER.pps

SLAYT SHOW : Türkiye’de hangi alt kimlikten ne kadar insan var ? /// İLGİNÇ BULGULAR

Trkiye de hangi alt kimlikten ne kadar insan var.pps

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Mehmet BİLGİN : RİZE BÖLGESİNDE ETNİK GRUPLAR OLUŞTURMA PROJELERİ ÜZER İNE

Rize, tarih ve kültür yönünden üzerinde en az araştırma ve yayın yapılmış bölgelerimizden biridir. Altmışlı yıllara kadar ekonomik yönden yurdumuzun en fakir yörelerden birisi olan Rize, çay tarımının yaygınlaşmasından sonra çok kısa bir sürede ekonomik olarak ülkemizin en iyi illeri arasında yerini aldı. Bölge ekonomik olarak bu değişim sürecini yaşarken kültürel alanda kayda değer hiçbir gelişme olmadı.

Geçmişte ekonomik şartlara ve coğrafi yapıya bağlanan kültürel çalışmalardaki verimsizlik, ekonomik alandaki düzelmeye rağmen pek değişmemiştir. Bu dönemde ve özellikle altmışlı yıllarda, bir çok yabancı araştırmacı bölgede çeşitli konularda araştırma ve çalışmalar yapmaya başlamış, bu çalışmaların sonucu elde edilen bilgilerle, bölge üzerinde milli birlik ve beraberliği sarsmaya yönelik bir takım projeler oluşturulmuştu. Bu projelerde, bölge insanının sahip olduğu ve kültürel zenginlik ögesi olan bazı özellikler öne çıkartılarak, etnik parçalanmaya yol açılması amaçlanmaktaydı.

Altmışlı yıllarda bölgede faaliyet gösteren yabancı araştırmacıların çalışmalarıyla şekillendirilen projelerle, ülkemizin diğer bölgelerinin yanı sıra Rize’nin de içinde bulunduğu Doğu Karadeniz bölgesinde Laz, Hemşenli, Gürcü, Poşa ve Pontoslu Rum (ya da Müslüman Yunanlılar) gibi etnik parçalar tanımlanmaya veya oluşturulmaya çalışılmaktaydı.

Doğu Karadeniz Bölgesi ile ilgili bu projeler hazırlanırken, aynı zamanda etnik grupların arka planını oluşturacak olan , bölgenin Bizans ve Hıristiyan geçmişinin ortaya konması çalışmaları da yapılmıştır. Bu proje kapsamında elde edilen bulgular, günümüzde gündeme getirilen bazı iddialara da dayanak olmaktadır. Bu proje kapsamında bölgede yabancı araştırmacılar tarafında yapılan arkeoloji ve tarih çalışmalarının amacı, bazı yabancı yazarların bu çalışmalar hakkında yazdığı kitap ve makalelerde " bölge halkının hafızasından silinmiş olan Hıristiyan geçmişe ait kanıtları ortaya çıkarmak " şeklinde ifade edilmektedir.

Bu çalışmalarla yeni bir bilinç yaratılmış, Karadeniz bölgesinde yaşayan insanların çoğu artık yerleşim birimlerinin içinde, yakınında veya yolunun

üzerindeki herhangi bir taş yığınının geçmişte bir kiliseye ait olduğunu, köyün eski isminin Türkçe olmadığını ve bu Hıristiyan geçmişin kendi geçmişi olabileceğini düşünmektedir. Çünkü bundan farklı bir şey düşünebilmesi için elinde herhangi bir bilgi de yoktur.

Çok sistemli bir şekilde ve iç içe geçmiş projeler çerçevesinde, bölgenin Bizans / Hıristiyan geçmişini ortaya çıkartmak için İngiltere de Birmingham Üniversitesine bağlı Bizans, Osmanlı ve Modern Yunan Çalışmaları Kürsüsü’nde, Bizans ve Trabzon’daki Komnenos Rum Krallığı tarihi uzmanı Prof. Dr. Anthony Bryer ve ekibi tarafından, bazı vakıfların yanı sıra Yunan Hükümetinin ve Kıbrıs Rum kesiminin parasal olarak desteklediği ve ısmarladığı çalışmalar yapılmıştır.

Bu çalışmalar kapsamında Doğu Karadeniz Bölgesi taranmış, Hıristiyanlık dönemine ait olan ve yerleri tespit edilen tüm kalıntılar kazılarla ortaya çıkarılıp, planları çizilmiş mevcut kalıntılar fotoğraflanarak, sanat öğesi taşıyan bezemeler, eserlerin mimari özellikleri ve kitabeleri incelenmiş,bölge tarihi ile ilgili kaynaklarda yer alan tarihi bilgiler derlenerek yeni yayınlar yapılmıştır.

Bu çalışmaların ileride bölge ile ilgili siyasi iddialara zemin oluşturacağı düşüncesi başlangıçta komplo teorisi olarak algılanmışsa da, yeni etnik gruplar yaratılması çalışmaları ile boğuştuğumuz günümüzde bunun Türk toplumunu küçük parçalara bölerek etkisizleştirme ve bu etnik grupları arka planda Hıristiyanlığa bağlama çalışmalarının temel projelerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

25 – 30 yıl kesintisiz süren ve yüzlerce öğrencinin katılıp eğitildiği bu proje sonucunda Bryer’in ( David Winfield ile beraber yazılmış) "The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos 2 cilt ve "The Post-Byzantine Monuments of the Pontos","Peoples and Settlement in Anatolia and the Caucaus 800-1900 " ,The Empire of Trebizond and the Pontos" adlı kitapları ile bu projelerde çalışanlar tarafından yazılmış, bölgedeki kilise ve manastır kalıntıları ile bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili yüzlerce makale yazılıp ve yayınlandı.

Bu projeyi yapan ve yürüten Anthony Bryer ile çalışmalara katılan çeşitli kişilerce, Doğu Karadeniz bölgesinin Hıristiyan / Rum geçmişi ve bu geçmişin günümüze yansımaları hakkında , bölgede yaratılmak istenen etnik parçaların geçmişine yönelik açıklamalara, Hıristiyan bir arka plan olacak çok önemli bir literatür oluşturulmuştur.

Anthony Bryer, bölgede Hıristiyanlığa ait kalıntıların tamamını ortaya çıkartan arkeolojik çalışmalarının yanı sıra bölgenin Hıristiyan – Bizans – Rum geçmişinin günümüze yansımaları hakkında da çalışmalar yapmış, Pontuslu Rumlarla ilgili bir yazısında "Pontuslu Rumlar bütün kalıntıların en şaşırtıcı olanları ama bazıları yurt arıyor, bazıları tarih, bazıları da ikisini birden" diyerek çalışmalarının ilgi ve amacını ortaya koymaktadır.Çalışma arkadaşlarından D.Winfield’in tarihi eser kaçakçılığı suçlamaları ile yurt dışında yargılanması bu projenin başka boyutları olduğunu da düşündürmektedir.

Bölge ile ilgili projeler hiç şüphesiz bunlardan ibaret değildir. Fakat bölge ile ilgili tüm projelerin yayınlarını izleme ve değerlendirme olanağına sahip değilim.Yine de ilgili yayınlardan değerlendirme yapacak kadar izleme imkanı bulduğum bir projeden bahsederek konuyu açıklamaya çalışacağım.

Altmışlı yıllarda bölgeye gelen yabancı araştırmacılardan sadece birisi olan Wolfgang Feurstein adlı bir Alman,1960’larda bölge köylerinde dolaşarak Lazlar üzerinde çalışmaya başlamıştır.Sözlü kültürde yaşayan dil, folklor özellikleri ve masallar derlemiş, bol miktarda fotoğraflar çekerek, izin alırken belirttiği amacın dışında çalışmalar yapmıştır.Bölgede yürüttüğü çalışmalar o dönem yetkililerin dikkatini çektiği için bölgede dolaşarak çalışma izni verilmemiştir.Amaç dışı faaliyet gösterdiği için yasal yollardan engellenen Wolfgang Feurstein daha sonra Almanya’nın Karaorman bölgesindeki Schopfloch köyünde "Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamındaki çalışmaları için bir merkez oluşturmuş, çalışmalarına burada devam etmiştir.

Kendini Laz Ulusu yaratmaya adadığını söyleyen Feurstein, önce Lazca yazı dili oluşturmak için Laz Alfabesi düzenlemiş, ardından bu Laz Alfabesi ile ilkokul seviyesinde metinler hazırlamış ve Lazca gramer bilgileri ile sözlük çalışmaları yapmıştır. Hiçbir üniversitede öğretim üyesi olmayan bu kişi, sadece Laz kültürünü ve Laz tarihini araştırmakla kalmamış amacına hizmet edecek örgütler de kurmuştur.

Feurstein, çalışmalarına kattığı insanları, bu şekilde dıştan aktiviteler olmazsa Laz kültürünün yakın bir gelecekte sonsuza kadar yok olacağına inandırarak örgütlediği Laz kökenli Türk vatandaşlarını Laz kültürünü ve kimliğini yaşatmak için,Laz Alfabesi ile Lazca metinler oluşturmak ve bunu Laz topluluklarına benimsetmek gerektiğine inandırmış, bilimsel çalışma olarak algılanabilecek faaliyetlerini Lazları hedef alan örgütsel faaliyetlere dönüştürmüştür. Bu çerçevede kurduğu Lazebura ve daha sonra Kaçkar Kültür Çevresi (Kaçkar Kulturkreis) örgütü onun oluşturup ve yönlendirdiği çalışmalardır.

Feurstein’in Laz kökenli yurttaşlarımızı etkisi altına alarak çalışmalarına dahil etmek için kullandığı "Birşeyler yapılmazsa sonsuza kadar yok olma" motifi, benzer bir şekilde bölgede Pontoslu (Müslüman Yunanlı ) etnik grubu yaratma projesinin aktörleri tarafından da kullanılmaktadır.Buna bir örnek olarak Yunanistan’da yaptığı çalışmalar ve Yunanlı dostlarının yardımı ile hazırladığı ve bir Yunanlı profesörün önsözüyle yayınladığı "Pontos Kültürü" adlı eseri nedeniyle Pontoscu faaliyetlerde adı geçen Ömer Asan’ın Lazlarla ilgili yayın yapanlar tarafından çıkartılan bir dergide yer alan "Yok Oluyoruz Ya Siz" başlıklı yazısını gösterebiliriz.

Lazlarla ilgili yayınlar incelendiği zaman, Lazların eski Yunan mitolojisi ile var olduğu iddia edilen bağlarından bahsedildiği görülür. Fakat, Feurstein ve çalışmalarından bahseden yabancı yazarlar bir başka düşünceyi açıkca yazarlar. Bu yazılarda yer alan "..mitolojide cennetten harfleri getiren tanrılardır." şeklindeki ifadelerle O’nun Lazlara alfabeyi getiren mitolojik tanrı olduğu ima edilir.İleride onun sayesinde sevgililerin birbirlerine Lazca aşk mektupları yazabileceği anlatılarak faaliyetleri, efsanevi bir figürün Lazlar adına yaptığı hümanistik aktiviteler olarak sunulur.Böylece faaliyetlerinin batı kamu oyu tarafından desteklenmesi sağlanılır.Oysa yaptıklarının 18 ve 19. yüzyıl sömürgecilerinin rehberi Oryantalistlerin yaptıklarından hiçbir farkı yoktur.

Feurstein’in oluşturduğu Lazca Alfabe bu konuda yapılan çalışmaların ilki değildir. Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri kullanılarak bir Laz Alfabesi oluşturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde kısa bir süre Lazca yayın ve eğitim yapılmış,daha sonra Lazların Gürcü asimilasyonuna uğramasının daha uygun olacağına karar verilerek bundan vazgeçilmişti.

Feurstein’in hazırladığı alfabe ise, Latin Alfabesindeki harflerle oluşturulmaya çalışılan bir alfabedir. Feurstein, 1983 yılında hazırladığı ilk Laz Alfabesi ile yaptığı çalışmalar esnasında, Lazlara yabancı bir alfabe ile yazıyı öğretmenin güçlüğünü ve bu çalışmalarının başarısızlıkla sonuçlanacağını görmüş, alfabesinde bazı değişiklikler yaparak, Türklerin kullandığı alfabeye yakın bir alfabeyi yeniden oluşturmuştur. 1992’de son şeklini alan alfabesi, Fahri Lazoğlu Türkçe takma adıyla yayınlanmış ve Feurstein’in örgütü tarafından Lazların arasında yayılmaya ve eğitim çalışmaları bu yeni alfabe ile yapılmaya başlanmıştır.

Aslında Laz dili üzerinde ilk çalışmayı yapan Rosen adlı bir Almandır.Ayrıca Lazca da ilk defa Osmanlı Alfabesini oluşturan Arap harfleri ile yazılmıştır.Prof. Karl Koch adlı Avusturyalı bir botanikçinin heyeti ile birlikte 1843 yılında Doğu Karadeniz bölgesine gelen Rosen, Trabzon ve Rize bölgelerinde bitki toplamak amacıyla dolaşan Koch’un heyeti ile yaptığı seyahat sırasında, Trabzon valisi Abdullah Paşa’nın Kavası olan ve valinin heyete rehberlik yapmakla görevlendirdiği İbrahim Efendinin yardımıyla Laz dili hakkında araştırmalar yapmıştır.

Medrese eğitimi görmüş bir Laz olan İbrahim Efendi’nin yardımı ile kelimeler derleyen ve küçük bir sözlük oluşturan Rosen, ülkesine dönünce bunu yayınlamıştır. Laz dili hakkında çalışma yapan ilk batılı bilim adamı Rosen olmasına rağmen, Bugün oynanmak istenen oyun "Harfleri cennetten getiren tanrı" miti üzerinde kurulduğu için, konuya Feurstain’in açtığı pencereden bakanlar tarafından sadece adı zikredilerek adeta görmezlikten gelinmiştir.Kendilerine Laz aydını sıfatını yakıştıranlar, Feurstain’in çizdiği çizgiden biraz ileri gidip Rosen’in çalışmasını Türkçeye çevirip yayınlamaktansa, Feurstain’in sunduklarını aktarmakla yetinerek aydın olduklarını zannetmişlerdir.

Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri ile oluşturulan Laz Alfabesi hazırlayanlar, Lazları Gürcü soyu ve kültürü çerçevesinde görmek ve göstermek ve Lazları Gürcü kültür çevresine bağlayıp, asimilasyona tabi tutmak amacıyla bu çalışmaları yaptıkları için, Feurstein daha önce oluşturulan bu alfabeyi ve bu alfabe ile oluşturulan Lazca metinleri kendi projesinin amaçları için doğru kabul etmemiştir. Lazca’nın Latin alfabesi harflerinden oluşan bir alfabe ile yazılmasına çalışarak , gerçekte Lazları, batının her türlü operasyonunda kullanılabilecek, batı kültürünün etki alanında olan bir halk haline getirmeyi amaçlamıştır.

Lazları hedef alan bu iki merkezin Lazlar üzerindeki çalışma ve çekişmeleri günümüzde de devam etmektedir.Gürcistan merkezli hareket içinde, bir Gürcü profesör doksanlı yılların başında, ‘bilimsel çalışma’ maskesi ile bütün Laz köylerini dolaşmıştır. Gürcü kültürünün etki alanında bir Laz şuuru uyandırmayı amaçlayan bu faaliyetler ve Gürcü merkezlerde hazırlanan "Lazların Tarihi" adlı eserin yayınlanması,hedef kitlenin Feurstein’e bağlı örgütün çalışmaları ile Gürcü merkezlerin çalışmalarını karıştırılmasına ve Lazlar üzerindeki bütün faaliyetlerin parsasının Gürcüler tarafından toplanmasına yol açmıştı. Fakat 1992’de İstanbul’da yayınlanan Ogni dergisi hedef kitle arasındaki bu yanlış anlamayı ortadan kaldırdığı gibi Gürcü faaliyetleri ile uyandırılan Laz şuurundan Feurstein’in örgütünün yararlanmasına da vesile olmuştur.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli kısmı, Lazcayı yazı dili haline getirme çalışmalarıdır.Feurstein, oluşturduğu alfabe ile Lazlar için ilkokul seviyesinde metinler, gramer kitapçıkları ve sözlükler hazırlamış, bazı çalışmaları Türkçe takma adlarla yayınlamıştır. Bu yayınlar Almanya’ya çalışmak için giden gurbetçilerimiz arasından," Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamında Feurstein tarafından örgütlenen kişiler vasıtası ile Türkiye’ye ulaştırıp, Lazların oturduğu İstanbul, Adapazarı, Rize ve Artvin gibi yörelerde dağıtılmıştır. Yine bu kişiler tarafından, yayınlar fotokopi yolu ile çoğaltılmış, gayrı resmi kurslarda halkın öğrenmesini sağlamak amacıyla kullanılmış, yapılan organizasyonlarla Türkçe alfabeden başka alfabe ile okuyup,yazmayı bilmeyen vatandaşlarımızın Laz Alfabesi ile yazılmış metinleri okuyup, yazması yaygınlaştırılmak istenmiştir.

Bu çalışmalar sürdürülürken bir yandan da Laz tarihini oluşturmak için araştırmalar yapılmakta. Bu yolla geçmişte Hıristiyan olduklarını bile hatırlamayan Laz kökenli yurttaşlarımızın belleklerine Hıristiyan geçmişlerini canlandıracak tarihi bilgiler aktarılmaya başlanmıştır.

Feurstein, çalışmalarının ilk aşamasında Laz ailelerinin, özellikle orta yaşlı ve yaşlı kuşağın bu tür faaliyetlerden etkilenmediğini, ait oldukları toplumun içinde ve birlikte yaşanılan tarihi sürecin oluşturduğu geleneksel uyum halinde yaşama yolunu tercih ettiğini görerek, çalışmalarını gençlere yöneltmeyi uygun görmüştür. Başlangıçta Kaçkar Kültür Çevresi’nin folklor çalışmaları ile bir arada tutulan gençler derneğin damgasını taşıyan broşür şeklindeki yayınlarla eğitilmiş, daha sonra bu yayınların gençler ve aileleri vasıtası ile Türkiye’de yayılması temin edilmiştir. Almanya’da genç nesil folklor ve benzeri faaliyetlerle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" ne dahil edilip eğitilirken, aynı zamanda bu yolla örgütsel faaliyetlere de yöneltiliyorlar.

30-40 yıllık çalışmanın sonunda üretilen Laz Alfabesi ile sözlük ve folklorik araştırma metinlerine ilave olarak bu Laz Alfabesi ile yazılmış roman, şiir, tiyatro eserleri, edebi çeviriler, doğum ve ölüm ilanları, haber metinleri, mektuplar oluşturulmuş,bu metinler Almanya’dan izine gelen veya bu iş için gönderilen işçi pasaportlu kişiler vasıtası ile yurda sokulmaya başlanmıştır.Bu materyaller Lazların yaşadıkları bölge ve köylerde dağıtılıyor ve Wolfgang Feurstein’in "Laz Ulusu Yaratma Projesi" hayata geçirilmeye çalışılıyor.

İlk aşaması bu şekilde yürütülen ve finansorü belli olmayan bu çalışmaları, daha sonra Laz tarihi ve kültürü için hazırlanan kaynak kitaplar ve Ogni gibi Lazca metinlerin yayınlandığı dergilerinin yayınlanması takip etti.Bu yayınlarda halktan derlenen, sözlü edebiyat ürünü şarkılar ve masallara ilave olarak, Feurstain’in bir ulus yaratma organizasyonu çerçevesinde yetiştirilen genç kadroların ürettiği Lazca şiir ve diğer edebiyat ürünleri yer almaya başladı.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi", projeyi oluşturarak yürüten Feurstein’in yanı sıra, diğer Alman kuruluşları ve bazı Alman ilim adamları tarafından da desteklenmektedir. Bu projenin, Türkiye’nin etnik parçalara bölünerek, çözülmesini amaçlayan büyük projenin bir parçası olduğunu söylememiz için bir çok neden vardır. Örnek olarak, Almanya’da bazı kuruluşlar tarafından hazırlanan ve hafta sonlarında Türk işçi derneklerinin yönetici ve üyelerine, mensup oldukları etnik grup ve kültürü hakkında Alman ilim adamları tarafından verilen eğitim seminerlerini gösterebiliriz. "Megreller","Lazlar ", "Hemşenliler ","Pontos Kültürü "nün anlatıldığı bu seminerlerde ayrıca, konularla ilgili önceden hazırlanan Almanca ve Türkçe metinler dağıtılmaktadır.

Fakat, bunlar bu yazının konusu değildir. Bu nedenle sadece bir örnek vermekle yetineceğiz. Almanya’da Hür Üniversite tarafından yayınlanan ve Türkiye’de 47 etnik grup tanımlayan "Türkiye’deki Etnik Gruplar" adlı kitabın yazarlarından olan ve kitapta etnik grup olarak tanımlanmış fakat, henüz etnik grup şuuru oluşmamış insanlarda da bu şuurun uyanması için, yukarıda örnek verilen şekilde çalışmalar yapan Rüdiger Benninghaus da, diğer etnik grupların yanı sıra Lazlar ve Hemşenlileri konu alan seminerleri, yayınları ve çeşitli faaliyetleri ile dikkati çekiyor.

Türkiye’de yaratılmaya çalışılan Laz şuurunda Alman Irkçılığının bazı yansımalarını görmek mümkündür, örneğin, bazı hayvan ve bitkilerin (laz kuşu,laz çiçeği gibi) Laz olduğunu ya da Lazlara ait olduğunu ısrarla iddia ve beyan ederek, bu şekilde benimsenmesi için kimi yayınlarda sürekli yinelenmesini gösterebiliriz.

Batılı araştırmacıların, Lazlar üzerinde çalışmaya başladıklarında, Lazların Hıristiyan geçmişlerini hiç hatırlamadıklarını ve Laz diye tanımlanan toplumun hafızasında bu geçmişe ait hiç bir iz kalmadığını görerek, bunu hayretle karşıladıklarını yazmaktadırlar. Bu nedenle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli çalışmalarından birinin Lazlara Hıristiyan geçmişlerini hatırlatmak olduğunu söyleyebiliriz. Aşırı dindar bir Hıristiyan olan Feurstein’in kişiliği bu konuda da belirleyici olmuştur. Başka bir merkezde bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili bir proje yürüten Bryer’in, Lazlarla ilgilenmesi de daha çok bu bağlamdadır.

Hıristiyan geçmiş kadar, kesin ve net olan bir diğer unsuru ise Türk düşmanlığıdır. Fakat hitap edilen toplum, böyle bir görüşe yatkın değildir. Böyle düşünülmesine neden olacak bir çatışma tarihte yaşanmadığı için, eğitilmiş kadroların dışındaki kişiler bu görüşe karşı çıkmaktadır. Bu nedenle başlangıçta çeşitli yayınlarda göze çarpan Türk düşmanlığının bu aşamada işlenmesinden vazgeçilmiştir.

Daha çok Gürcü menşeli Lazcılık faaliyetlerinde kaba bir şekilde işlenmeye devam eden bu unsur, Alman menşeli faaliyetlerde Laz kültürünün, Türk Kültürü ve Kemalist Türk Devlet yönetiminin baskısı ve tehdidi altında olduğu şeklinde ifade edilmekte, ancak Laz dilinin yazılı hale getirilmesi ile buna karşı direnebileceği belirtilmektedir.Konu ile ilgili yayınlar izlendiği zaman Osmanlı ve Kemalist yönetimler suçlanırken, Foşa, Hemşenli, Gürcü ve Türk gibi gruplardan sadece Türklerin Lazlara karşı bir tehdit oluşturduğunu düşündüren ifadelere rastlamak mümkündür. Oysa bu ifadeler, tarihi süreçte, Lazların Gürcülerle çatışma, Hemşenli diye tanımlanan komşuları ile çekişme,Türklerle dayanışma halinde olduğu gerçeği ile çelişmektedir.

Yaratılmak istenen Laz şuurunda, Lazlara Hıristiyan geçmişlerinde bir millet olarak var oldukları ve Müslüman olduktan sonra sadece Hıristiyan geçmişi değil millet oldukları gerçeğini de unuttukları düşündürülmeye çalışılmaktadır.Oysa, geçmişe bakıldığında, Bizans’ın, Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan diğer toplulukların yanı sıra, Laz topluluğunun da önemli bir bölümünü Hıristiyanlık yolu ile Rumlaştırdığını bu asimilasyondan sadece Rize’nin doğusunda Bizans sınırındaki tampon bölgede kalan Lazların kurtulabildiklerini, bu topluluğun Osmanlı döneminde gönüllü bir şekilde din değiştirerek Müslüman olduğunu, Bizansın bölgede etkinliğini yitirdikten sonraki dönemlerde artan Gürcü saldırıları ve asimilasyonuna Türklerin ve Osmanlıların sayesinde karşı koyarak, varlıklarını koruduklarını, dil ve kültürlerini günümüze kadar yaşatabildiklerini görebiliriz. Bizans sınırının doğusundaki bu tampon bölgenin Kafkasya sahillerine uzanan bölümünde ise Gürcülerin etki ve baskılarını bu gün bile tespit etmek mümkündür.Gürcüler bu bölgede, kilisenin faaliyetleri ile Lazlarla birlikte diğer halkları da Gürcüleştirmeye çalışmıştır.

Kafkasya sahillerinde yaşayan topluluklara yönelik Gürcü iddiaları da geçmişte Gürcü Kilisesinin bu bölgedeki asimilasyon uygulamalarının sonuçlarına dayandırılmaya çalışılmaktadır.

Rize bölgesinde Lazlarla ilgili yürütülen ve yukarıda özetle açıklamaya çalıştığımız "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin benzeri çalışmalar, Hemşenli,Karaçadırlı, Poşa ve Pontos -Rum Kökenli Karadenizliler (Pontoslu Müslüman Yunanlılar) olarak tanımlanan grupları da oluşturmak için yürütülmektedir.

Türkiye’yi hedef olarak alan Emperyalist merkezler, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin kültürel zenginliği olan bu ögeleri, amaçları doğrultusunda tanımlamakta ve kullanmaktadır.Türkiye’nin en küçük toprak alana sahip illerinden biri olan Rize vilayetinde yeni uluslar, farklı etnik gruplar yaratılmaya çalışılırken, Türkiye bu gelişmeleri doğru algılayamadığı için sadece seyretmekle kalmıyor, gözlerini kapatarak görmemezlikten geliyor. Emperyalistlerin amaçlarına hizmet etmeyi aydın olmanın bir gereği olarak algılayan bazı aydınlar, bu güçlere kulluk etmeyi, eleştirel yaklaşıma tercih ediyor.

Daha önce illegal şekilde yürütülen bu faaliyetler bugün, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme sürecinde, dış güçlerin dikte ederek oluşturduğu yapı çerçevesinde serbestçe ve Avrupa Birliğinin fonlarından desteklenen faaliyetler olarak yürütülmeye başlanmıştır.Daha önce Almanya’da çalışan işçilerle başlayan "Laz Ulusu Yaratma Projesi" tezgahında yetiştirilmiş kişiler, bu yeni süreçte, Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yapmış, başta İstanbul olmak üzere Laz kökenli vatandaşlarımızın bulunduğu bölgelere yerleşerek organize faaliyetler sürdürmeye başlamıştır.

Lazlara ve bölgede tanımlanmaya çalışılan diğer etnik gruplara yönelik faaliyetler birbiri ile bağlantılı internet sitelerinde, müzik sektöründe, yerel radyo ve televizyon kanallarında, kitap ve dergi yayıncılığı sektörlerinde, projenin devamı olarak Lazca ve Laz kültürünü esas alan çalışmalar serbestçe sürdürülmekte, Lazca müzik albümleri, sözlükler, gramer kitapları ve Laz tarihi ve kültürü ile ilgili kitaplar artık serbestçe, ardı ardına yayınlanmaktadır.Son yıllarda bölgede Lazca işyeri isimlerinin çoğalmaya başlaması ,"Laz Ulusu Yaratma Projesinin" 40 yıldan fazla bir süredir uyandırmaya çalıştığı Lazlık şuurunun uyanmaya başladığını ve hedef aldığı kitlenin, tek taraflı bir yönlendirmeye uymaktan başka bir şansı kalmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Kaynakça:

Aksamaz, Ali İhsan. Dil–Tarih–Kültür–Gelenekleriyle Lazlar. Sorun Yayınları.İstanbul. 2000

Aksamaz, Ali İhsan. Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu. Çiviyazıları. İstanbul.1997

Andrews.Peter Alford. (ed.) Ethnic Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989

Ascherson,Neal. Karadeniz. Çev.Kudret Emiroğlu .İşbankası Kültür Yayınları.İstanbul 2001.

Benninghaus,Rudriger.The Laz:An Example of Multiple Identification Ethnic Groups in the Republic of Turkey. (ed) Peter Alford Andrews.Wiesbaden 1989 s. 497-502

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan I .Bedi Kartlisa.Vol.21-22 s 174-195

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan II .Bedi Kartlisa.Vol 23-24 s 161-168

Bryer,Anthony.The Toukokratia in the Pontos.Some Problems and preliminary conclusions.Neo – Hellenika Austin I (1970) 30-54

Bucaklişi,İsmail.Laz Alfabesi Üzerine.Kafkasya Yazıları.Yıl.1 Sayı.4 Yaz/1998 İstanbul s 72-73

Feurstein,Wolfgang.Bir Alman Gözü İle Lazlar.Ogni. (1994) s 19-22

Hann,Ildiko Beller.Doğu Karadeniz’de Efsane Tarih ve Kültür.Çev.Ali İhsan Aksamaz. Çiviyazıları / Mjora İstanbul 1999

Önder,Ali Tayyar.Türkiye’nin Etnik Yapısı.Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler. 4.bs.Pozitif.İstanbul 2002

Özgün,M.Recai.Lazlar.Çiviyazıları. İstanbul 1996

Rosen,G. Über die Sprache der Lazen.Akademie der Wissenschaften zu Berlin aus dem Jahre 1843

Vanilişi, Muhammed–Ali Tandilava.Lazların Tarihi. Çev.Hayri Hayrioğlu. Ant Yayınları İstanbul.1992

Yazarın bu makalesi, Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nin 50. sayısında (Ekim 2002) yayınlanmıştır.