VİDEO LİNK :
Kategori arşivi: Güvenlik
KIRIM DOSYASI /// Lütfü Şehsuvaroğlu : KIRIM SÜRGÜNÜ
Lütfü Şehsuvaroğlu
Bir 18 Mayıs gecesiydi…
Ansızın çalan kapılar ve karşınıza dikilen Sovyet askerleri…
Sert ve acımasız, Stalin’in talimatını aktarıyorlar.
Hemen evlerinizi boşaltın.
Önce eşya alabilecekleri bildiriliyor ama sonra o da yok…
Öylece çıkacaksınız, evinizden, yurdunuzdan…
Her şeyi ama her şeyi bırakacaksınız geride…
18 Mayıs’ta evlerinden sökülen Kırımlılar 1 Haziran’a kadar sürgün edilmiş olacaklar…
Talimat böyleydi.
Yüzbinlerin sürgünü başladı böylece… 18 gün sürdü…
Ama acısı yarım asırdan fazla…
…
Kırım bizim B planı şehzademiz.
Malumaliniz Osmanlı’nın başına bir şey gelecek olsa, mesela nesebi kurusa devam ettirecek olanlar Kırım hanlarıdır.
Osmanlının bir nevi B planı şehzadesi Kırım hanlığıdır.
Kırım Türk âleminin en nadide köşelerinden biridir.
Nadidedir, zira Bahçesaray gerçekten dünyanın en harika şehirlerinden ve kültür merkezlerinden biridir.
Nadidedir, zira Kırım’ın acıklı tarihi onu merhamet, hörmet ve şefkatle kucaklamamızı icap ettirir. Kristal gibidir, el’an kırılgan bir yapısı vardır..
Kırım Tatar Türklerinin başına gelenler Osmanlı mirası üzerinde oturanlara büyük sorumluluklar ve yönetim bilinci verir. Milli şuur uyanıklığı ile tarih ve devlet bilinci Kırım’a sahip çıkmamızı Ankara’ya veya İstanbul’a sahip çıkma kadar ehemmiyetli kılmaktadır.
Kırımlıların Stalin dönemindeki acımasız sürgününün bir sene-i devriyesini daha idrak ediyoruz.
Mayıs ayı gelende 1944 yılından beri Kırımlıların yürekleri dağlanır.
Evlerinden barklarından gece vakti sökülüp alınan Kırımlılar bir gece vakti hayvan vagonlarından mürekkep bir trene doldurulur ve Özbekistan’a sürgün edilirler.
Bu öyle bir sürgündür ki, 180 bin Kırımlıdan ancak yarısı sağ çıkabilmiştir.
Bu rakam sadece Özbekistan’a sürgün edilen Kırımlılarla ilgilidir. Bir de Sibirya gibi Rusya’nın başka bölgelerine yapılan sürgün var. Mari, Kazakistan ve başka oblastlara… Oralarda da on binlerce Kırımlı hayatını kaybetti.
Kaybolup gittiler.
Tren vagonları havasız ve bunaltıcı. Nefes alacak deliği yok. Düşünebiliyor musunuz, namusunu her şeyin üstünde tutan Kırımlı kadınlar büyük abdestleri gelende kimseye bir şey diyemeden çatlayıp gittiler. Vagonlarda tuvalet yoktu. Yüzlerce kişi bir vagona sıkıştırılmıştı.
18 gün sürdü bu acımasız yolculuk…
Hiçbir günahları yoktu oysa…
Hatta Kırımlıların şanlı evlatları Sovyet cephesinde Almanlara karşı savaşmıştı da…
Kimi madalya ile döndü ülkesine.
Fakat gelince ne görsün… Ne ana var, ne baba, ne bacı…
Hepsi yurtlarından sökülüp atılmıştı.
Evlerinde şimdi Ruslar oturuyordu.
Stalin’in iskân politikası acımasız komünizm rejimi ile birleşince Kırımlıların başına gelmedik kalmadı. Ayrıca etnik düşmanlık da cabası idi. Zira Kırım tatarları tarih boyunca Ruslara kök söktürmüştü. Şimdi belki de onun intikamı alınıyordu.
Henüz Rus knezliği rüştünü ispat edememişken, Rus derebeyleri bir araya gelememişken gerek kazan tatarları, gerek Kırım tatarları gerekse diğer Türk boyları tarih boyunca Moskova’yı hâkimiyetleri altında tutmuşlardı.
Derin bir intikam söz konusu idi.
Mayıs’ta başlayan ve evlerinden hiçbir eşyalarını bile alamadan hayvan katarlarına kondurulup götürülen ve yolda kimi öldürülen; kimi açlık, susuzluk ve hastalıklardan kırılan Kırımlılar nihayet Abdülcemil Kırımoğlu’nun 70’lı yılların sonlarına doğru başlattığı açlık grevleri ile dünyaya seslerini duyurdular. Sonunda da ülkelerine zor da olsa döndüler.
Ukrayna ile Rusya arasındaki çekişme ve çatışma sayesinde dönüş biraz kolay oldu. Ama şimdi Rusya’nın işgali ve AB’nin Ukrayna’yı kışkırtması sonucu oluşan zor zamanda Kırımlıların hali daha kötü.
Bugün Kırım Tatar Türklerinin sürgününün yıldönümünü yaşıyoruz.
1 Haziran demek Stalin’in emrinin Kırım’a yönelik soykırım ve sürgün politikasının nihayetlendirileceği kesin tarih demek.
Kararlılıkla uygulanan bu politika bugün de modern zamanların başka veçhesiyle yaşatılıyor.
Kendi ülkesinde Kırımlılar toparlanmaya tekrar vatanlarına ısınmaya başlarken tarihin acımasız döngüsü yine başlarına çöktü.
Türkiye Suriye, Irak, Mısır, Libya, İran, Afrika ve topyekün Ortadoğu bataklığında politika üretmeye çalışırken Kırım’ı unutmamalıdır.
Kırım bizim kuzey kapımızdır.
Sadece Kırımlının başına geleni anmakla olmaz.
İsmail Gaspıralı unutulmamalıdır. Onun dilde fikirde işte birlik stratejisi de…
Kitapçı: Cengiz Dağcı’nın Kitapları
Kırım’ı ve Kırımlıların nasıl insanlar olduklarını öğrenmek istiyorsanız Cengiz Dağcı’nin romanlarını okumalısınız.
KORKUNÇ YILLAR, 1956
YURDUNU KAYBEDEN ADAM, 1957
ONLAR DA İNSANDI, 1958
ÖLÜM VE KORKU GÜNLERİ, 1962
O TOPRAKLAR BİZİMDİ,1966
DÖNÜŞ, 1968
GENÇ TEMOÇİN 1969
BADEM DALINA ASILI BEBEKLER, 1970
ÜŞÜYEN SOKAK, 1972
ANNEME MEKTUPLAR 1988
VE HATIRALARI yani YANSILAR 1, 1988
Yansılar 2 1 990
Yansılar 3, 1991
Yansılar 4, 1993
Benim başkanlığım zamanında Türkiye Yazarlar Birliği olarak Cengiz Dağcı’ya büyük ödülü vermiştik. İngiltere’den gelmesi için hayli uğraşmıştık ama hanımı izin vermemişti. Çok gelmek istemişti, olmadı.
1960’lı yılların ortalarından beridir Cengiz Dağcı okuyorum. Varlık Yayınlarının o küçük el kitapları arasında basılırdı ilk romanları… O Topraklar Bizimdi, Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam elimden hiç düşürmediğim romanlarıydı. Yine Varlık’tan çıkan bir başka Cengiz romanı ile… Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sı ile…
Böylece Anadolu dışında da bir biz olduğunu öğreniyorduk. Onların toprağa olan ünsiyeti ve fakat bizim gibi bağımsız olamayışları kendi vatanlarında gurbeti yaşamaları, çektikleri ıstıraplar genç dimağımı Türklük dünyası ile yoğurdu.
Bir Beyit?
YURDUMUN DIŞINDA DA
BAŞKA TÜRKLER YAŞARMIŞ
ASIRLARDAN BERİDİR
TÜRK KALMAYI BAŞARMIŞ
GENELKURMAY DOSYASI : Davutoğlu’nun yalanını emekli koramiral deşifre etti
BUGÜN DE BALTAYI TAŞA VURDU
Emekli Koramiral Atilla Kıyat, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bugün Karaman mitingindeki Deniz Kuvvetleri ile ilgili sözlerine sert çıktı.
Başbakan Davutoğlu’nun “Ege’ye Akdeniz’e kendi gemimizle çıkamazken şimdi Türk yapımı gemiler Afrika açıklarında, Türk donanması Japonya’ya doğru gidiyor” şeklindeki sözlerini hatırlatan Atilla Kıyat, Facebook hesabında şunları yazdı:
“KENDİ GEMİMİZİ YAPAMIYORMUŞUZ”
“Bugün, Sayın Başbakan’ımızın, Karaman seçim mitinginde, Deniz Kuvvetlerimizin gemi inşa ve faaliyetleri ile ilgili verdiği tüm bilgiler yanlış. Genelkurmay’ı, o olmazsa Deniz Kuvvetleri Komutanı’nı doğru bilgileri açıklamaya davet ediyorum. Onlar iktidara gelinceye kadar, kendi gemimizi yapamıyormuşuz, dünya denizlerinde dolaşamıyormuşuz, şu anda bir fırkateynimiz, ilk defa Japonya yolundaymış.”
“DÜNYA DENİZLERİNDE TÜRK BAYRAĞINI DALGALANDIRDIM”
Genelkurmay yetkililerinin açıklama yapması gerektiğine dikkat çeken Kıyat, “Ben bazı bilgiler vererek, detaylı açıklamayı ilgililere bırakıyorum” dedi ve şöyle devam etti:
“1971: İlk refakat gemimizi, Gölcük Tersanesi’nde inşa ettik.
1975: İlk denizaltımızı, Gölcük Tersanesi’nde inşa ettik.
1978: İlk hücumbotumuzu, Taşkızak Tersanesi’nde inşa ettik.
1988: İlk fırkateynimizi Gölcük Tersanesi’nde inşa ettik.
1990: Bir fırkateynimiz, Ertuğrul Şehitlerini anma Törenleri için Japonya’daydı.
Çok şükür Ben, 1993-1995 Yılları arasında, kendi inşa ettiğimiz, modern hücumbot ve fırkateynlere komuta ettim. Donanmaya çıktığım ilk günden (1963) emekli olduğum 1999 Yılına kadar, çeşitli rütbelerde, bütün dünya denizlerinde Türk Bayrağını dalgalandırdım.”
DAVUTOĞLU’NUN “MİLLİ GEMİ” SÖZLERİ
Başbakan Davutoğlu, Karaman mitingindeki konuşmasında Deniz Kuvvetleri’ne ve ‘milli gemi’ye ilişkin şunları söylemişti:
“Düşman Anadolu’da ilerlerken Karamanlı yiğit Kazım Karabekir Paşa Türk ordusunun İzmir’e ilerlemesinin ilk ateşini yaktı. Aziz Karamanlılar şimdi nasıl bir Türkiye var, kendi tankını yapan bir Türkiye var. Kendi helikopterimizi yaptık, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hizmetine girdi. Bırakın helikopter yapmayı, heliopter alamayan bir hükümetten helikopter yapabilen bir ülke haline kim getirdi? Biz geldiğimizde doğru dürüst hücum bot bile yapamıyorduk şimdi kendi savaş gemimizi, denizaltımızı yapıyoruz.
Ege’ye Akdeniz’e kendi gemimizle çıkamazken şimdi Türk yapımı gemiler Afrika açıklarında, Türk donanması Japonya’ya doğru gidiyor. Obadan bir cihan devleti çıkardık. Şimdi de Türkiye’yi küresel bir güç haline getireceğiz.”
yurtgazetesi.com.tr
RUSYA DOSYASI /// Prof. Dr. Sadık Rıdvan Karluk : Kırım Türk Soykırımının 71. Yıld önümü ve Rus Baskısı
18 Mayıs, Kırım Türklerinin vatanlarından Rus diktatör Stalin tarafından sürgüne gönderilmesinin 71’nci “Soykırım Kurbanlarını Anma Günü” dür. Başbakan Ahmet Davutoğlu, geçen hafta Antalya’da düzenlenen NATO Dışişleri Bakanları toplantısında Ukrayna krizinin Avrupa’nın güvenliğinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterdiğine işaret ederken “Rusya’nın illegal ilhakı kabul edilemez. Kırım Tatarlarının izolasyonunu engellemek hayati önem taşıyor” diyerek, ikinci bir sürgün olayı ile karşılaşan Kırım Türklerine destek vermiştir.
Bu destek sözde değil özde olmalıdır. Aksi halde bir anlamı olmaz.
Eskişehirspor taraftarlarının 1944 sürgününün 71’nci yıldönümünde Kırım Türklerinin yanında olduğunu açıklaması çok anlamlıdır. Kendilerine bir Kırım Türkü olarak teşekkür ediyorum.
Ankara’da dün Tandoğan Meydanı’nda yapılan mitingde; Turgut Özal Üniversitesi’ndeki yüksek lisans öğrencilerim Abdullah Sencer Gözübenli, Hasan Hakses ve Muhammet Murat Arslan’ın da katkılarıyla tarafımdan kaleme alınan, HESA düşünce kuruluşunca desteklenen, Kırım Gelişim Vakfı tarafından yayınlanan “Ukrayna Krizi ve Kırım Türklerinin Geleceği” başlıklı bir kitapçık dağıtılarak Rusya’nın Kırım’da giriştiği insanlık ve hukuk dışı girişimlerine dikkat çekilmiştir.
İstanbul Kırım Derneği Başkanı Celal İçten tarafından açıklanan basın bildirisinde, Rus-Sovyet rejimi tarafından sürgüne gönderilen 423 bin Türk’ün yüzde 46’nın 22 gün süren yolculuk ve sonrasındaki bir kaç ay içinde soğuk, hastalık ve açlıktan hayatlarını kaybettiği belirtilmiştir.
Kırım Türklerinin 1944 yılında sürgüne gönderilmesinden sonra doğan hakları kendilerine iade edilmemiş, Kırım’da değiştirilen Türkçe yer isimlerinin iadesi Ukrayna yönetimi tarafından başlatılmışken işgalci Rus yönetimi tarafından durdurulmuştur. Hukuk dışı Rus yönetimi Kırım’ın Türkçe olan ismini Tavriya olarak değiştirme sürecini başlatmıştır.
Kırım’daki yasa dışı silahlı Ruslar camilere girerek manevi değerlerimize hakaret etmeye başlamış, Kırım’daki Türkler üzerinde yoğun bir baskı kurulmuş, Kırım Milli Meclisi ile Türkçe yayın yapan TV Kanalları, Haber Ajansları ve Radyolar ve Türk okulları kapatılmıştır.
Kırım Tatarlarının Lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı Refat Çubar, Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Kırım Temsilcisi İsmet Yüksel ve Sinaver Kadir’in 5 yıl süre ile Kırım’a girişleri yasaklanmış, Reşat Ahmet öldürülmüştür.
Kırım’da silahlı Rus güçleri tarafından kaçırılan ve bir daha kendilerinden haber alınamayan insan sayısı 30’u geçmiştir. Milli Meclis Başkan Yardımcısı Ahdem Çiygöz tutuklanmıştır.
27 Şubat 2014 tarihinde silahlı gruplar Kırım’daki bölgesel parlamento binasını basmış ve alelacele Rusya yanlılarından oluşan yeni hükümet seçilmiştir. Yeni yönetim, Rusya’ya katılım kararını 6 Mart’ta almış ve kararı 16 Mart‘ta referanduma götüreceğini ilan etmiştir. Uluslararası toplumun tanımadığı ve Kırım Tatarlarının boykot ettiği referandumdan Rusya’ya katılım kararına onay çıkmış, Moskova da bölgeyi 18 Mart‘ta ilhak etmiştir.
Kırım Türkleri, 1420 yılında Altın Orda İmparatorluğu’ndan ayrılarak Kırım Hanlığı olarak bağımsızlıklarını kazanmıştır. Bu tarihten 1783 yılında Çarlık Rusya’sı tarafından ilhak edilinceye kadar Kırım Hanlığı içinde yaşamışlardır.
Kırım Türkleri, Rusya’nın esaretine girdikten sonra gördüğü zulüm ve haksızlıklardan dolayı büyük gruplar halinde Kırım’dan ayrılmaya başlamışlardır. Zorunlu göçe 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması zemin hazırlamıştır. Anlaşma ile Kırım Hanlığı bağımsız bir bölge olarak Osmanlı Devleti ve Rusya tarafından kabul edilmiştir.
Bunu fırsat bilen Rusya, Kırım Hanlığını yok etmek için girişime başlamıştır. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet isimli kitabında bu duruma dikkati çekmiştir. Cevdet Paşa, bağımsızlık kurularak Rusya’nın Kırım Tatarları üzerine sağlamış olduğu “himaye” hakkı ile Kırım’ı manen istila ettiğini yazmıştır.
Rus Çariçesi II’nci Katerina’nın Hanlık tahtından Devlet Giray’ı indirip yerine himaye ettiği Şahin Giray’ı getirmesi üzerine Osmanlı Padişahı I’nci Sultan Hamit, “Rusların asıl amacının Kırım’ı ilhak etmek olduğunu” açıklayarak bir tarihi gerçeğin altını çizmiştir.
Rus Çariçesi II’nci Katerina’nın generali Grigoriy Aleksandroviç Potemtekin, Karasu’da II’nci Katerina’nın Kırım’ı kendi ülkesine kattığına ilişkin bir bildiri yayınlamış, Kırım Tatarlarından bu duruma razı olmayıp gitmek isteyenlere yollarının açık olduğunu açıklamıştır.
Bu emrivakiyi kabul etmeyen Kırım Türklerinden bir kısmı Osmanlı İmparatorluğuna göç etmeye başlamıştır. Bu göç, 20’nci yüzyıla kadar devam etmiştir.
18 Mayıs 1944 tarihinde Tatarlar Almanlarla işbirliği yaptığı gibi haksız bir gerekçeyle ve Stalin’in özel emriyle bir gecede trenlere bindirilerek başta Özbekistan olmak üzere Orta Asya’ya sürülmüştür.
Sovyetler Birliği döneminde 1965 yılında Yüksek Sovyet Prezidyum Başkanı olan Ukraynalı Nikolay Viktoreviç Padgorniy Devlet Başkanı sıfatıyla 5 Eylül 1967 tarihinde yayınlandığı bir Predziyum Kararnamesi ile Kırım Türklerini “affettiğini?” açıklamıştır. Bu Kararnamede sürgüne gönderilen soydaşlarımıza söz verilen hakların hiçbiri verilmemiştir.
Büyük Rus Ansiklopedisi Provetchtheie’in 1903 baskısında 1887 yılındaki is-tatistiklere göre Kırım’da yerli halklar arasında etnik orijin bakımından Tatarların oranı yüzde 88’dir. Bir asır sonra oran çok düşmüştür. Bunda, geçen süre içinde Tatarlara yönelik izlenen asimilasyonlar ve yok etme politikalarının büyük rolü olmuştur. Padgorniy Kararnamesi’nden sonrada Kırım’a gidip yerleşmek isteyenlere çeşitli baskılar uygulanmış, gelenlerin bir kısmı geldikleri yerlere gönderilmiştir.
Sürgün sırasında henüz sekiz aylık olan Mustafa Cemiloğlu’nun 1968 yılında Tatar Milli Hareketi’nin başına geçmesiyle Kırım Tatar Hareketine canlılık gelmiştir.
Rusya ile Türkiye hiçbir dönemde gerçek anlamda dost olmamıştır.
Rus Çarı Nikolay Saint Petersbug’da 9 Ocak 1853’de Osmanlı için “Kollarımız arasında hasta, ağır hasta bir adam var” demiş ve 12 Mayıs 1860 tarihinde The New York Times’da bu ifade yer almıştır. (Avrupa’nın hasta adamı: Sick man of Europe)
Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin 3 Aralık 2012 ve 1 Aralık 2014 tarihlerinde Türkiye-Rusya Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısı için Ankara’ya gelmiştir. Özellikle son ziyarette Kırım’ın Rusya tarafından işgali “es” geçilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa 1915 olaylarının yıldönümü vesilesiyle 23 Nisan 2014’de Başbakan seviyesinde Ermenilere taziye mesajı yayınlanmıştır: “Hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”
İşgalden sonra 9 Mayıs 2014 tarihinde Kırım’ı ziyaret eden Putin, Başbakan Erdoğan gibi “18 Mayıs’ta 1944 tehcirinde hayatlarını kaybeden Kırım Tatarlarının huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz” dememiş ve Çarlık Rusya’sının Türkler, Osmanlı ve Türkiye’ye karşı olan duygularına teslim olmuştur.
Kırım Tatarları, Türkiye ve Anadolu Türkleri için çok önemlidir. Bu öneminden dolayı 21 Mart 2014 tarihinde Rusya Büyükelçisi A. G. Karlov Eskişehir’e yaptığı ziyaret kapsamında Rusya Federasyonu Tataristan Cumhuriyeti Kültür Bakanı A. M. Sibagatullin ile beraber Tatar Kültür Evine ziyarette bulunmuştur.
Rusya Büyükelçiliğinin sitesinde o tarihte yer alan haberde “Tatar Kültür Evinde Büyükelçi Eskişehir Tatar diasporası temsilcileriyle sohbet etti” denilmiştir ama Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov nedense Kırım Tatarları ile görüşmemiştir. Bu ziyaret tamamen bir algı yaratma operasyonudur. Tıpkı Ankara’da 18 Mayıs sürgününden 20 gün önce gerçekleştirilen Tataristan etkinliği gibi.
Demokrasi ve insan haklarının çağdaş ve uygar ülkelerde büyük önem kazandığı günümüz dünyasında insan haklarına saygı göstermeyen rejimlerin çağdaş dünyadan soyutlanması kaçınılmazdır.
Bugün, Kırım Türklerinin vatanlarından sürgün edilişini ve Rusya tarafından soykırıma uğratılmasını Türk ve dünya kamuoyu önünde kınıyor, soykırım ve mücadele şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.
Bugün saat 18.30’da Şeker Mahallesi Zekeriya Canıgüroğlu Parkı’nda “Sürgün Anıtı ve Anma Töreni” gerçekleştirilecektir.
Akşener ile Karluk’a Yapılan İftiralar Aynı
İki gazeteci bir TV programında TBMM Başkanvekili ve MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener‘e “O kaseti olan bir kadındır. Bir kadına hiç de yakışmayacak kasetleri var. Bu kesin” diyerek iftirada bulunmuştur. Sayın Akşener’e yapılan iftirayı kınıyorum. Failleri belli olduğu için Meral Akşener hukuki yollardan hakkını arayacaktır.
Fakat 1994 yerel seçimlerinde ANAP Büyükşehir Belediye Başkan adayı olduğum dönemde Mesut Yılmaz’a yazılan ve Prof. Dr. Ferruh Çömlekçi’nin taklit imzası ile basına da dağıtılan mektupta şahsıma yönelik iftirayı atan kişi Tanrı’nın huzuruna çıktığı zaman acaba nasıl hesap verecektir?
Mektup, Türk demokrasi tarihine “kara bir leke” olarak yazılmıştır. Seçimlerin şaibeli bir şekilde tarafımdan kaybedilmesi üzerine Mesut Yılmaz tarafından şahsıma yöneltilen bir soru, sahte mektup konusunu açıklığa kavuşturmuştur ama kuvvetli hukuki delil olmadığından yapacak bir şey kalmamıştır.
Bu kişinin (Prof. Dr. Ferruh Çömlekçi değil) şahsıma yöneltmiş olduğu adi iftira konusunda ilahi adalet er ya da geç gerçekleşecektir. Aradan 21 yıl geçmiştir ama iftira unutulmamıştır ve de unutulmayacaktır.
ALMANYA DOSYASI : Almanya Cumhurbaşkanı’nın Suçlamalarına Sessiz mi Kalındı ?
3 milyondan fazla Türkün yaşadığı Almanya’nın Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un Berlin Katedrali´nde 23 Nisan 2015 günü Ermeni Süryani ve Pontus Rumları soykırımını anmak vesilesiyle düzenlenen “Ekümenik Ayinden” sonra yaptığı konuşmaya Türkiye tarafından yeterli cevabın verilmemiş olması hüzün vericidir. Dr. Azmi Güran ve Şükrü Aya isimli iki Türk vatandaşının bu eksikliği gidermiş olması ve Almanya Cumhurbaşkanına gerekli cevabı vermesi yeterli değildir.
1915 yılındaki Ermeni tehcirini soykırım olarak BM üyesi 193 ülkeden şimdilik 23’ü (ikisi hariç hepsi Hıristiyan ülkeler) kabul etmiştir. Ermeni iddialarını ilk kabul eden kuruluş olan Dünya Kiliseler Konseyi’nin 1983 yılındaki kararının ardından bu sayı hızla artmıştır.
Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen sözde soykırımı tanıyan ülkeler şunlardır: Uruguay (1965, 2004, 2005), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (1982), Arjantin (1993, 2003, 2004, 2005, 2006, 2007), Rusya Federasyonu (1995, 2005), Kanada (1996, 2002, 2004), Yunanistan (1996), Lübnan (1997, 2000), Belçika (1998), İtalya (2000), Vatikan (2000), Fransa (1998, 2000, 2001, 2006), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Almanya (2005), Venezüella (2005), Litvanya (2005), Şili (2007) ve İsveç (2010), Bolivya (2014), Çek Cumhuriyeti (15.04.2015), Avusturya (21.04.2015) ve Suriye (23.04.2015) Suriye’nin sözde soykırımı tanıması, Türkiye’ye karşı yapılmış bir misillemedir.
Yukarıda sayılan 23 ülke de sözde Ermeni soykırımını kabul etmiştir ama aralarında farklılıklar vardır. Bu ülkeleri altı grupta toplamak mümkündür. İlk grupta Türkiye ve Osmanlı Devleti’nin adı geçmeden 1915 tehcirini soykırım olarak kabul eden ülkeler bulunmaktadır. Bunlar; Uruguay, Kanada, Fransa, İtalya, Hollanda, Polonya (Ermenilerin soykırıma uğradığı belirtiliyor fakat soykırımım faili belirtilmiyor) ve Venezuela’dır. (Genç Türkler tarafından işlenen soykırım ifadesi yer alıyor ama Osmanlı Devleti veya Türkiye adı geçmiyor)
İkinci grupta, soykırımdan dolayı Türkiye’nin sorumlu tutulamayacağına ilişkin Avrupa Parlamentosu’nun 1987 kararı yer almaktadır. Üçüncü grupta 1915 tehcirinden Osmanlıları sorumlu tutan ülkeler vardır: Belçika, İsveç, İsviçre, Slovakya, Almanya ve Litvanya.
Dördüncü grupta bulunan 1915 tehcirinden Türkleri sorumlu tutarak Türkiye’nin sorumluluğunu kabul eden iki ülkeden biri Güney Kıbrıs Rum Yönetimi diğeri ise Yunanistan’dır. Beşinci grupta 1915-1923 döneminde yaşanmış tehcirin sorumluluğunun Osmanlı Devleti ile birlikte Türkiye’ye ait olduğunu kabul eden ülkeler bulunmaktadır: Arjantin (2003), Rusya, Lübnan ve Şili.
Altıncı grupta 1915 tehcirini Asuri, Süryani, Keldani ve Pontus Rumları gibi Anadolu’daki diğer Hıristiyan halkları içine alacak şekilde genişleten İsveç (2010) yer almaktadır. Bu gruplandırmalara girmeyen ülkeler ise sınıflandırma dışında kalmaktadır.
AİHM’nin 17 Aralık 2014 tarihli Doğu Perinçek kararında vurgulandığı gibi parlamento kararları aksi bir karar ile değişebilir. Hukuki değil siyasidir. Fransa Anayasa Mahkemesi de aynı yönde karar alarak inkâr yasasını 2012 yılında iptal etmiştir. İngiltere de delillerle ispat edilmediği için ve cezai sonuçlar doğuran bir suç olduğundan 1997 yılında soykırımı kabul etmemiştir.
Parlamento kararları mahkeme kararı gibi bağlayıcılığı değildir ve pek çok ülke parlamentosundaki oylamada tasarının yasalaşması küçük farklarla kabul edilmiştir. İsveç’te 2010 yılında parlamentoda yapılan oylamada 130 “hayır”, 131 “evet” oyu kullanılmıştı.
Bazı ülke parlamentolarında aynı karar farklı içeriklerle birkaç defa kabul edildiği ve Ermeni diasporası her 24 Nisan’da konuyu gündeme getirdiği için çok fazla tanıma olduğu algısı oluşmaktadır. Bununla beraber Ermeni tehcirinin ülke parlamentolarında soykırım olarak tanınmaması için gerekli girişimleri de yapmak gerekir.
Sadece “yok hükmünde” deyip olay küçümsenmemelidir.
1915 Ermeni tehcirini soykırım olarak kabul eden ilk ülke Uruguay’dır. Uruguay Parlamentosu 1965 yılında 1915 tehcirini soykırım olarak tanımıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 1982 yılında soykırım kararı alan ilk Avrupa ülkesidir.
Güney Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisi’nin AİHM’nin aleyhte kararına rağmen 2 Nisan 2015 tarihinde aldığı 1915 olaylarına ilişkin Ermeni iddialarını inkar edenlere 5 yıl hapis ve 10 bin Euro para cezası verilmesine ilişkin kararı, Kıbrıs’ta hiçbir zaman bir anlaşmanın olamayacağının bir göstergesidir.
Güney Kıbrıs Temsilciler Meclisi sözde Ermeni soykırımını dünyada tanıyan ikinci, Avrupa’da tanıyan ilk Parlamento’dur. Güney Kıbrıs, Avrupa’da Yunanistan, Slovakya ve İsviçre’den sonra sözde Ermeni soykırımının inkarını cezalandıran dördüncü ülkedir.
Almanya Cumhurbaşkanının Türkleri soykırım yapmakla suçlayan konuşmasının özeti aşağıdadır.
“Öncelikle Berlin´in merkezinde bu ayini düzenlediğiniz ve bizleri de davet ettiğiniz için, siz değerli Kilise temsilcileri Beyefendilere şükranlarımı sunarım.. Planlı ve hesaplı yapılan bu suç eylemi tek bir sebeple Ermenileri hedef aldı: Çünkü onlar Ermeni’ydi. Aynı şekilde kader arkadaşlarını da hedef aldı, çünkü onlar da Asuri veya Süryani ve Pontus-Rumu idi….
Jön Türk ideolojisi, etnik açıdan homojen olan dini bakımdan üniter milli devlet yapısında, dağılan Osmanlı İmparatorluğu´nda kaybolmaya yüz tutan farklı halkların ve dinlerin yan yana ve birlikte yaşama geleneğine alternatif arayışındaydı…
Osmanlı İmparatorluğu´nda da Ermeni halkının kurbanı olduğu soykırımsal bir dinamizm gelişti. 100 yıl önce yaşananları en uygun ne şekilde adlandırmak gerektiği ile ilgili bir tartışmanın tam ortasındayız. Fakat bu tartışmaların tek bir terimin farklı manaları ile sınırlandırılmamasına dikkat etmeliyiz.
Yaşananlardan 100 yıl sonra da olsa, bir halkın planlı bir şekilde yok edilmesi ile ilgili korkunç gerçeği görmemiz, dile getirmemiz ve yasını tutmamız gerekir…
Suç duygusundan ancak kabullenme ile kurtulabiliriz, inkar ederek, uzaklaştırarak veya küçümseyerek kendimizi bu suçtan arındıramayız…
Alman askerler de sürgünün planlanmasında ve kısmen de sürgünün gerçekleşmesinde yer aldı. Ermenilere karşı yapılan eylemde onların imha edilmesi isteğini açık şekilde gören Alman gözlemci ve diplomatların uyarıları önemsenmedi ve göz ardı edildi. Çünkü Alman İmparatorluğu, Osmanlı müttefikiyle olan ilişkilerini tehlikeye atmak istemiyordu.
Alman İmparatorluğu Şansölyesi Bethmann Hollweg, Aralık 1915’te Ermeni konusuyla ilgili özel temsilcisinden detaylı bilgi aldıktan sonra kısaca şu açıklamayı yapıyor: “Bizim tek hedefimiz, Türkiye’yi savaşın sonuna kadar kendi tarafımızda tutmaktır, bu arada Ermeniler yok olur veya olmaz, hiç fark etmez.”
Bunu işitmek zor, fakat diğer tarafta yine Almanların, en başta yoğun çabalar ortaya koyan Johannes Lepsius olmak üzere, yazdıklarıyla Ermenilerin acılarının dünyada duyulmasını sağladıklarını da hatırlıyoruz.
Sıhhiyeci Armin Theophil Wagner çektiği fotoğraflarla Ermenilerin kaderini tespit ediyor ve savaş sonrasında fotoğraf gösterileriyle Almanya’da duyulmasını sağlıyor. Avusturyalı Franz Werfel de “Musa Dağ´da 40 Gün” isimli romanıyla kıyım planı ve Ermeni halkının direnişi adına sanatsal bir anıt dikti.
Kitap çıktıktan sonra 1933’te hemen Almanya’da yasaklanıyor. Roman, Bialystok ve Vilnius’taki Yahudi gettolarında onları bekleyen kaderin adeta alameti olarak okunuyor.
Her iki taraf, yani Üçüncü İmparatorluk adı verilen Nazi Almanya’sının sansürcüleri ve Yahudiler kitabı ve kitapta anlatılan hikayeyi böylece çok iyi anlamış oluyorlar… Adolf Hitler bizzat 22 Ağustos 1939 günü Polonya’ya karşı savaş planlarını izah ederken Alman ordu birliklerinin üst düzey komutanları önünde yaptığı konuşmasında Polonya asıllı olan ve Lehçe konuşan erkek, kadın ve çocuğun ölüme gönderilmesini istiyor.
Konuşmasını herkesin de kayıtsız kalması beklentisiyle yönelttiği şu soruyla noktalıyor: ‘Ermenilerin yok edilmesini bugün kim konuşuyor ki?’ Biz konuşuyoruz! Biz! Halen bugün, yüz yıl sonra çok bilinçli şekilde biz konuşuyoruz. Ermenileri konuşuyoruz, insanlığa ve insan onuruna karşı işlenen diğer suçları da konuşuyoruz. Hitler haklı çıkmasın diye bunu yapıyoruz.”
Türkleri aşağılayan bu konuşmaya “aynı seviyede ve de sertlikte” cevap verilmez ise, “sukut ikrardan gelir” atasözümüzü okurlarıma hatırlatmak isterim.
MISIR DOSYASI /// YILDIRAY ÇİÇEK : CİBİLİYETİNİZ ORTADA İKEN MURSİ’YE AĞIT, SİSİ’YE ÖFKE NİYE ?
Uzun zamandır, darbeyle görevden alınan Mursi’nin ismini ağızlarına almıyor, Rabia dedikleri işareti yapmıyorlardı. Mursi önce 20 yıl hapis cezası almıştı, ne Erdoğan’ın ne de Davutoğlu’nun ağzından bu konuyla alakalı tek bir cümle çıkmamıştı. Mursi idam cezası alınca coştular ki, ne coştular…
Mursi’nin idam cezası alması adeta bunlar için 7 Haziran seçim yatırımı gibi oldu. Halkın dini duygularını sömürmek ve mazlumlar edebiyatı yaparak oy devşirmek için tarifi fırsat doğdu. Ağlaşıyorlar, ağıtlar yakıyorlar, feryat ediyorlar… Meselenin en traji-komik yanı ise Mısır’ın bu hale gelmesinin baş figüranı bunlar olmasına rağmen hala rol yapabilmeleridir.
"ABD’nin Irak’ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en az zamanda dönmeleri temennisi ile duacıyız" şeklindeki duası tarihe geçmiş olan Recep Tayyip Erdoğan’ın yıllar sonra çıkıp "Irak’ta arkasında binlerce masum insanın cansız bedeni bırakan çatışmalarda hakkın yanında yerimizi aldık." açıklamasını yaptığı gibi bir durumdur Mısır darbesine yaklaşımları… Başımızda Sisi’den özür diledikleri iddiası her söylediği doğru çıkan Fuat Avni tarafından dile getirilmiş bir zihniyet vardır. Zaten böyle bir duruma kim şaşırır ki?
Barzani için "Kabile reisiyle görüşmem." dediği halde onu dünyadaki en büyük dostu yapan bu Recep Tayyip Erdoğan değil miydi?
Kendilerini "İslam âleminin temsilcileri" diye karşılayan Kaddafi’yi bile ABD hesabına devirmek için seferberlik yapan ve Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesini sağlayan bunlar değil miydi?
Daha geçtiğimiz ay KKTC Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Akıncı’nın Rum ağzıyla konuşmalar yapması karşısında "Ağzından çıkanları kulağı duysun" dediği halde, özel uçağını gönderip onu Türkiye’ye getiren ve çözüm adı altında Rum hesabına atılacak adımlar için başlangıç yapılacağı müjdesini veren bu Recep Tayyip Erdoğan değil miydi?
Buna benzer o kadar çok örneğimiz var ki, inanın Sisi konusu da böyle bir şeydir.
Daha önce bu konuyu bir yazımda şöyle özetlemiştim:
"Mısır’da "Arap Baharı" ile Hüsnü Mübarek’i deviren kim? ABD!
Mursi’yi Mısır’ın başına getiren kim? ABD!
Bugün darbe yapan Sisi’yi Mısır’a Genelkurmay Başkanı yapan kim? Mursi!
Sisi’yi darbeden 40 gün önce Dolmabahçe’de ağırlayan ve onunla çok samimi pozlar veren kim? Recep Tayyip Erdoğan!
Mısır’daki şuan yaşanan darbeyi destekleyen kim? ABD!
ABD projesi olan BOP’un Eşbaşkanı kim? Recep Tayyip Erdoğan!
Müslüman Müslümanı vuruyor buna sevinen kim? ABD ve İsrail!
Bu sonuca göre kim darbeci ve darbecileri destekleyen kim?"
***
7 Haziran seçimlerine kadar Mursi ağıtı yakarlar, eğer iktidarda kalabilirlerse daha sonra ABD odaklı Sisi birlikteliği başlar. Klasik AKP ve Recep Tayyip Erdoğan zihniyeti budur.
Mısır zaten Arap Baharı makyajlı Büyük Ortadoğu Projesi etrafında darbelerle dönüştürülmüş ve Sisi’de bu şekilde göreve getirilmiştir. Siz de bu projede görevli iken Sisi’ye öfke, Mursi’ye ağıt niye?
ABD’nin desteği ile göreve geldiğinizi unutmayın, bu yüzden Mursi’nin başına gelenler ibret olsun size… ABD-Mursi-Sisi ilişkisinden ders çıkarın…
Sizin için masum, mazlum, hak, hakikat, adalet gibi kavramların bir önemi olmadığını bildiğimiz için boşa Mursi ağıtları yakmayın… Sizin için iktidar ve para hırsı dışında hiçbir değer yargısı yoktur.
ABD ve Sisi, bunun için bir ışık yaksın dünyada en büyük Sisi taraftarı siz olursunuz… Sizin ciğerinizi biliriz biz…
YILDIRAY ÇİÇEK
DARBELER DOSYASI /// Metin AYDOĞAN : Kenan Evren ve 12 Eylül
Kenan Evren ve 12 Eylül
Kenan Evren ve 12 Eylül diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, Kenan Evren ve 12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi. Önceden desteklenerek yaygınlaştırılan ve uzun süre göz yumulan terörün “önlenmesi” ya da “kardeş kanının akmasını durdurmak” türünden söylemler, gerçeği gizlemeye çalışan bahanelerdir. 12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına yapılmıştır. 12 Eylül işçi sınıfının ve aydınların 24 Ocak Kararlarına tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.
Yalnızca Askeri Darbe mi?
Kenan Evren, 12 Eylül için, 1983’de kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna düşmesi demekti.”1 Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat başarılı olmasa” Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?” Anadolu Türklüğünü “Asya’daki Türkler’in durumuna” kim düşürecektir? Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı olmaması durumunda parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama aradan geçen 35 yılın ortaya çıkardığı açık gerçek; Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte, Kenan Evren’in başında olduğu12 Eylül’ün belirleyici düzeyde payının olmasıdır.
1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı bir eylem yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik bir yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz dikkatlice ele alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca görülecektir. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi “terör olaylarının” zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir başlangıçtır.
1980’de, siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Darbe’nin amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü önlemek” olarak açıklandığı da doğrudur. Ancak, olay ve gelişmeler, Türkiye’ye yönelik emperyalist politikalardan bağımsız, yalnızca bir iç sorunmuş gibi ele alınamaz. Böyle yapılırsa, yaşananlardan ders alınamaz ve ulusal varlık için çekince oluşturan büyük bir yanlışa düşülmüş olunur.12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin tarihi, 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan kesimlerin ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.
24 Ocak Kararlarının Önemi
1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verdi. Program kısa sürede hazırlandı; bir başka deyişle IMF tarafından hazırlanmış olan program, 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.
Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ve IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program; Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiliyor ve günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı, tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı açıklanıyordu.2
Programın ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi. 1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda 90 liraya çıktı, programa karşı gösterilen tepki, ‘iç savaş’ durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karıştı.
24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi, bir “demir yumruk”la uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü, tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetime verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik” desteği altında; Kenan Evren’in baında olduğu beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin her kararı yasa sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi idam edildi.
12 Eylül’ün Türk toplumunda yarattığı çöküntü çok yönlü ve çok boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına ve tümünü içine alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve ulusal hakları koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve DP ya da CHP ve AP’den oluşan iki partili düzen bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı ve Kürtçü partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır. Bugün Türkiye’de 65 yasal parti bulunmaktadır. Bunların en büyükleri bile, yüzde onluk seçim barajını aşmayı başarı sayacak kadar küçülmüş ve etkisizleşmiştir. Hemen tümü denetim altındadır. Varlıklarını sürdürebilmek için, ulusal haklardan ödün vermeyi alışkanlık edinmişlerdir. Yoksullaşan halk siyaset dışında kaldığı için, Türkiye’de ulusal siyaset yapılamaz duruma gelmiştir. 12 Eylül’ün siyasi partilere yönelik en etkili sonucu, etkisizleşme ve parçalanma olmuştur.
Darbe Hazırlamak
1980 öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in, partilerin ve kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden etkileyen olaylar yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran politikacılar, çoğu kez olaylarda taraftırlar. Emniyet güçleri, siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir davranış göremedikleri için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri sahipsiz bırakılmakta, emniyet müdürleri ve savcılar öldürülmekteydi. Bu koşullarda görev yapan emniyet görevlileri, yetkilerini tam olarak kullanamamakta ya da kullanmamaktaydı. Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal yetki, özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı ancak politikacılar, sürekli yetkisizlikten söz etmekte, yasama gücü ellerinde olmasına karşın, yetki verici yasa çıkarmamaktaydı.
Örneğin Başbakan Süleyman Demirel, 1980’de yaptığı bir açıklamada, Başbakan değil de sıradan bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak, sıkıyönetim komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az.”3 Demirel’in bu sözlerle neyi anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Meclis çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden yasal düzenlemeler yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç nedir?
Ülke 12 Eylül’e doğru giderken Kenan Evren, Genel Kurmay Başkanı olarak, kamuoyuna sıkça açıklamalar yapıyor, Cumhurbaşkanı’na yazılı “görüş” ve “öneriler” sunuyordu. Açıklamalarında, “Devletin bekası”ndan, “terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejimin korunması gerektiği” nden söz ediyor, siyasi partilerin soruna, “Atatürkçü milli bir görüşle çareler araması”nın “kaçınılmaz bir zorunluluk” olduğunu söylüyordu. 1980 başında Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta “Anayasal kuruluşlar ile siyasi partilerin bir kere daha uyarılmasına” karar verildiğini bildiriyor, mektup ekinde gönderdiği yazanakta, “Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla, vatandaşlarımızı kederde, kıvançta ve tasada ortak bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir” diyordu.4
1980 Ocağı’nda yaşanan bir başka ilgi çekici gelişme, Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’ın, 24 Ocak Kararları’ndaki “ekonomik önlemler paketi” ni, Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da hükümetlerden ekonomik “birifing” almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu ya da yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek taraf olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde, “gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı Türk lideri” denilen5 Turgut Özal’ın IMF isteklerinden oluşan programı askerlerce dinleniyor ve onay veriliyordu. Kamuoyuna pek de duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık bir durum vardı.
Alışılmadık durumun gerçekte, küresel güçlerin isteklerini yerine getirecek bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay sonra ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte, onay sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi. Nitekim Kenan Evren, üç ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah etüdü istediği üç kişilik özel bir ekiple” yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu: “Birinci Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık müdahale etmekten başka bir çare kalmadı dediler.”6
ABD ve Darbe
Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed Forces, Kenan Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980 sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir.”7
Kenan Evren, 12 Eylül’den önceki en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu konuşmada “demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan idrakten yoksun vatan hainleri”nden söz ediyor, bunların “tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi” ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu “sonsuza kadar daha birçok 30 Ağustosları, refah ve mutlulukla kutlayacaktır” diyordu.8
12 Eylül, Türk Ulusu’nu Kenan Evren’in söylediği gibi “refah ve mutluluğa” değil, yoksulluk ve karanlığa götürdü. Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve sırasıyla DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta duramayan, dış karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke durumuna getirdi.
Yalnızca ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden kültüre, eğitimden sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun için bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan yana olmak, örgütlenip halka öncülük etmek, en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilim durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe başlarına yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine girdi.
ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.9 Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale ettiğini” haber verdi.10
Darbe’ye Avrupa Birliği Desteği
12 Eylül Darbesi’yle yalnızca Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu (Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu.11 Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini ileri süren Batı’nın “demokrat” yöneticileri, konu Türkiye olduğunda askerleri içeren “kesin çözümler” istemekten çekinmiyordu. Olaylara bakışları şöyleydi: “Afganistan’a Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum kritikdir. Şah gitti gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı duruma düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?”12 Batı medyasında ve diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.
Avrupa’da konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak tartışma düzeyinde kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna” edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz konusu olduğunda “ödünsüz demokratlar” olan Avrupalılar, bir anda darbe destekleyen anti-demokratlar oldu. 12 Eylül gerçekleştirildiğinde Bonn Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “12 Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören tanıdıklarımız, arkadaşlarımız (Almanlar y.n.) ‘Bu anarşiye asker neden müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam edemez’ diye bir takım fikirler ortaya sürüyorlardı. Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki, Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin doğru olacağına inanıyordu. Nitekim, 12 Eylül’den sonra Alman bakanlar, Alman halkı ve medyası, olup bitenlere karşı bir tepki göstermedi, anlayışla karşıladılar. Türkiye’nin yeniden demokrasiye dönmesini kolaylaştırmak için yardımcı olmaya çalıştılar… Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın, Batılılar’ın yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım yapma kararı aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler….”13
Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık dipsiz kuyu değil”14 diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı sürdüreceklerini söylüyordu. Schmidt’in açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa Topluluğu, Türkiye ile “normal ilişkilerin sürdürüleceği”ni açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir” deniyordu.15
Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Almanya, Halefoğlu’nun söylemiyle “Türkiye’ye karşı büyük bir anlayış” gösteriyordu.16 Helmut Schmidt’e çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit’in başyazarlığını yapan Theo Sommer, 19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki gelişmelere ayırmış ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi ve mali angajmanlarla” Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri sürmüştü. Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına yatırım yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan Batılı oluyordu.17
Kenan Evren ve Aydın Kırımı
Türkiye’de aydınlar söylendiği gibi “bir yumruk” değil, belki de binlerce “yumruk” altında ezildiler. 12 Mart öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12 Eylül’le birlikte adeta zincirlerinden boşandı ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her meslek ve yaştan yüzbinlerce eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve direnilmesi olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte, aileleri ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar, bedensel ve tinsel sağlıklarını, okul ya da işlerini ve hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu yitirdiler. Pek çok aydın, doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil, geleceğini de yitirdi. Üstelik bu, kendi ordusunun komutanları tarafından yapıldı. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar. Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet elele” diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.
12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.19
Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.20
Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.21
Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum” diyordu.22 3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla; yasası korunan ancak kendisi uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak uygulamadan kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan öğrencilerden, harç ve eğitime katkı adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri kurulmasına izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.23
1 “Kenan Evren’in Anıları” Kenan Evren, Milliyet Yay., 1.C., 4.B.–1990, sf.19
2 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt, sf.11 827
3 a.g.e. sf.392
4 a.g.e. sf.382
5 “Teksas – Malatya” Ufuk Güldemir, sf. 87; ak. Emin Deper “Oltadaki Balık Türkiye” Çınar Araştırma, 5.Baskı, sf.224
6 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.33
7 a.g.e. sf.33
8 “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Y., 2000, sf.393, 394
9 “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara – 1996, sf.267
10 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.34
11 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
12 a.g.g. 17.09.2000
13 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
14 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
15 a.g.g. 20.09.2000
16 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
17 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
18 “Türkiye’de Gençlik hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.394
19 Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
20 a.g.g. 12.09.2000
21 a.g.g. 12.09.2000
22 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986
23 “İlk Darbe Öğretim Birliğine” Cumhuriyet 12.09.2000
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."
http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html
KAÇAMAYACAKSINIZ!
http://www.guncelmeydan.com/pano/kenan-evren-ve-12-eylul-metin-aydogan-t39615.html
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.