Etiket arşivi: İRAN

İRAN DOSYASI : ‘İran Mossad’dan Humeyni’yi öldürmesini istedi’

İslam Devrimi’nden önceki İran başbakanı Şahpur Bahtiyar’ın, Mossad’dan Ayetullah Humeyni’yi öldürmesini istediği iddia edildi.

Yedioth Ahronot’un haberine göre, Tel Aviv’de bulunan Ulusal Güvenlik Araştırmaları, İran’da yaşanan İslam Devrimi’nden önceki İran başbakanı Şahpur Bahtiyar, Mossad’dan Ayetullah Humeyni’yi öldürmesini istemiş.

Bilginin eski bir Mossad görevlisi olan Yossi Alfer’in kitabında bulunduğu da söylenirken, Alfer’in bu talebi Bahtiyar’dan 1979 Ocak’ında aldığı söyleniyor.

Irak’ın da Humeyni’yi İran Şahı’na vermeyi önerdiği, ancak İran’ın bu öneriyi reddettiği bilinirken, İsrail’in İran şahları ile gizli ilişkiler sürdürdüğü belirtiliyor. İsrail’in İran’a silah da sattığı söylenirken, iki ülkenin istihbarat alanında da ortak çalıştıkları iddia ediliyor.

Mossad’ın öneriyi değerlendirdiğini ancak Humeyni hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığını belirten Alfer, bu isteği gerçekleştirmedikleri için "pişman" olduğunu söylüyor.

İRAN DOSYASI : İran’ın Nükleer Teknoloji Politikası ve Türkiye İçin Yaratacağı Sonuçlar

ran’n Nkleer Teknoloji Politikas ve Trkiye in Yarataca Sonular.pdf

İRAN DOSYASI /// PROF. DR. ALAEDDİN YALÇINKAYA : Nükleer Uzlaşmada İran’ın Kazancı

Lozan’da İran ile büyük güçlerin vardığı mutabakatın nihai antlaşma olmadığını, fakat buna oldukça yaklaşan bir belgenin paraf edildiğini öncelikle belirtelim. 12 yıldan beri devam eden zaman zaman uzlaşmaya yaklaşan hemen her seferinde bir noktadan sonra iplerin koptuğu bir müzakere süreci izlemekteyiz. Bu süreçte bir tarafta İran, karşı tarafta ise P5+1 (Permanent: Daimi – BM Güvenilik Konseyi’nin 5 Daimi Üyesi, ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa ile Almanya) bulunmaktadır. Sadece bu fotoğraf dahi İran’a içte ve İslam dünyasında farklı bir prestij sağlamaktadır. 1996’da ABD’nin D’Amato Yasası’yla İran’ın petrol üretimindeki yatırım süreçleri ciddi darbe almış, geçen süre zarfında batı (Hıristiyan) dünyasında prestiji azalmış, ekonomik bakımdan her geçen yıl daha kötüleşmiştir. 2006’dan itibaren yürürlüğe giren BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla da Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na aykırı hareket ettiği iddiasıyla dozu gittikçe artan yaptırımlara muhatap olmuştu.

Nisan başında paraf edilen son belge ile İran’ın nükleer teknolojiye sahip olma hakkı tanınmış demektir. İran bu hakkının tanınmasını, Obama ise bu derece geniş denetimin kabul edilmesini zafer olarak kabul etmektedir. Belgenin imzalanması ile nükleer programa bağlı yaptırımların kalkması beklenmektedir.

Yıllardır süren görüşmelerden sonuç alınmadığı halde niçin şimdi sorusu akla gelmektedir. Bu mutabakatın da öncekiler gibi bir süre sonra havada kalacağı, iplerin kopacağı beklenebilir. Nitekim bu ihtimal her iki tarafça da dile getirilmektedir. Zaten son mutabakatın uzun süre önce planlanmış görüşmeler sonucunda elde edildiği halde tabiri caizse paldır küldür paraf edildiği izlenimi mevcuttur. Ancak İran’da Ruhani liderliğinin bu konudaki kararlılığı ile Obama’nın da iç dengeleri gözardı etmeden uzlaşma taraftarı olmayı tercih etmesi önemlidir. Daha da önemlisi bölgesel gelişmelerde uzlaşılmış İran’a gittikçe daha fazla ihtiyaç duyulacak olmasıdır. IŞİD ile mücadele süreci yanında Suriye konusunda temel konularda mutabık kalınması ve Yemen’deki gelişmeleri bu bağlamda zikredebiliriz.

İran’ın insan hakları, terör ve balistik füzeler sebebiyle maruz kaldığı yaptırımlar da vardır. Ancak nükleer programı yüzünden uygulananlar en fazla can yakanıdır. Sözleşmeye varılmasıyla bu bölümle ilgili olanlar kalkacaktır. Bu durum İran halkı ve ekonomisi için son derece önemlidir. Eğer bu süreç sağlıklı işlerse diğer alanlardaki yaptırımların kalkması kolaylaşabilir. Bununla beraber ne İran ne de İsrail diğer konularda uzlaşmaya pek yanaşmayacak gibi görünüyor. Çünkü hiç sıcak çatışmaya girmemiş bu iki devletin sürekli çatışma görüntüsü içinde olmaları ikisi için de kazançlıdır.

Günümüzde birinci sınıf devlet olmak nükleer güç olmaya bağlıdır. BM Güvenlik Konseyi üyeleri dışında nükleer silaha sahip devletler olarak Hindistan, Pakistan, İsrail ve Kuzey Kore sayılabilir. Bununla beraber atom bombasına sahip olmadığı halde nükleer teknolojiye sahip devletler de bulunmaktadır: Almanya, Japonya, Kanada, Güney Kore ve diğerleri.

İran on yıllardır İsrail’in nükleer silaha sahip olduğu gerekçesiyle kendisinin de bu silaha sahip olma hakkı olduğunu savunur. Tahran için atom bombasına sahip olmak adeta milli hedef haline gelmiştir. Ancak uluslararası siyasetin gereği bunu açıkça telaffuz etmeyip hedefinin sadece nükleer teknolojiye sahip olmak –elektrik enerjisi ve diğer amaçlarla- olduğunu deklare etmiştir. Nitekim varılan mutabakat, atom bombası üretme kapasitesine yaklaşmayacak derecede İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasını, bunu geliştirmesini garanti etmektedir. Belirtmek gerekir ki nükleer teknolojiye sahip bir devletin istihbarat ordularını atlatarak merdiven altında atom bombası yapması kolay değildir. Zaten önceki uzlaşmalarda bu noktada ipler kopmuştur. İran nükleer silah üretebilecek bir denetim dışı alan istemiş, fakat kabul edilmemiştir. Bu mutabakatta ise denetim konusundaki bütün talepleri kabul etmiştir. Böylece mutabakat Obama’ca “tarihi anlaşma” olarak adlandırılmıştır.

Bu alanda Türkiye’nin esamisinin okunmaması oldukça hazindir. Nükleer silaha sahip olma hevesini bir tarafa bırakarak başta enerji olmak üzere nükleer teknolojinin nimetlerine doğrudan sahip olma bu ülkenin de hakkı olsa gerek. Doğrudan bu teknolojiye sahip olmak bir yana bir başka ülkenin nükleer santral kurması on yıllarca engellenmiş, bu meyanda adeta bir destan ortaya çıkmıştır. Nükleer santraldaki riskler konusunda söylenecek çok şey var. Fakat yanıbaşımızda Ermenistan bir bakıma taş devri nükleer santralini halen çalıştırabilmekte, bütün Avrasya’yı her an korkunç bir radyasyon tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Buna karşın çevreciler veya bu alanda uyarması, önlem alması, santralın işlemesini durdurması gereken kurumlar üç maymunları oynamaktadırlar.

Mutabakatın başarıyla yürümesi halinde İran’ın ekonomik bakımdan ayağa kalkması beklenmektedir. Bu durumun Türkiye’nin aleyhine olması beklentileri gerçekçi değildir. Daha fazla ihracat ve ithalat yapan bir İran’dan en fazla Türkiye istifade edecektir. Buna karşın dış politikada Türkiye’nin daha da yalnızlaşma ihtimali bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Yemen’deki gelişmeler yüzünden İran’a karşı beyanat Cumhurbaşkanının ağzından çıkmış olup bu sözler hükümeti bağlamamaktadır. Zaten halen Türkiye’de başkanlık sistemi bulunmamaktadır.

alaeddinyalcinkaya

Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya

KİTAP TAVSİYESİ : İran’da Etnopolitik Hareketler (1922-2004)

ran’da Etnopolitik Hareketler (1922-2004).pdf

Kitap Tavsiyesi : İran’da Devlet, Toplum ve Siyaset / Hüseyin Beşiriye

ran’da Devlet, Toplum ve Siyaset – Hseyin Beiriye.pdf

İRAN DOSYASI : İran’da Asker-Siyaset İlişkileri ve Devrim Muhafızları’nın Yükselişi

ran’da Asker-Siyaset likileri ve Devrim Muhafzlar’nn Ykselii.pdf

İRAN DOSYASI /// Prof. Dr. Mehmet Seyfettin EROL : Son Durum İran ve Türkiye.

Matruşkalaşan İran ve Türkiye…

İran bölgesel ve uluslararası boyutta ön plana çıkan hamleleriyle açıkçası kafa karıştırmaya devam ediyor. Bir tarafta “Direnç Cephesi”ni korumaya yönelik olarak alanda bire bir “örtülü savaş” veren İran; diğer taraftan da, mücadele verdiği bu aktörler ile diplomasi masasında kıran kırana bir mücadele içerisinde olan farklı bir İran.

Sert ve yumuşak güç unsurlarının hepsini birden seferber eden ve bunları bir arada kullanma yeteneğini bir kez daha tüm dünyaya ispat eden İran, bu hamleleriyle başta Ortadoğu olmak üzere, uluslararası bağlamda yeni bir dengenin-denklemin de önünü açmış vaziyette.

Dolayısıyla, İran’ın yakın çevresinde güvenliği adına yaptığı hamleler, yeni bir güvenlik sorununa yol açmış vaziyette ve ABD de bu tehdidi adeta bilinçli olarak körükleyen, destekleyen aktör konumunda…

“İsrail’e rağmen”, nükleer müzakerelerde İran’ın yanında bir görüntü veren ve başta Suriye-Irak olmak üzere, “Yeni Ortadoğu” politikasında daha ziyade İran’ın elini kuvvetlendiren ABD politikaları ortada…

BOP’ta yeni bir aşama mı?

Gelinen aşama ortada. ABD’nin Arap Baharı ile birlikte bölgeye gerçekleştirdiği müdahale ve buna alanda İran’ın, arka planda Rusya ve Çin’in verdiği cevap, başta Ortadoğu olmak üzere, İslam dünyasını mezhepsel fay hatları üzerinden derin bir şekilde bölmüş vaziyette. Ortaya çıkan filli harita bunun en somut göstergesi.

Aynen BOP’ta ortaya konulduğu üzere bölge ülkeleri bir kaç parçaya bölünmüş vaziyette. Başta Irak olmak üzere, Suriye, Libya ve Yemen’de gelinen tablo ortada. Sünni-Şii ihtilafının zirve yaptığı bir dönemde, Şii jeopolitiğinin artan etkisi kaçınılmaz olarak ortaya Sünni bir blok çıkarmış vaziyette.

Sünni-Şii çatıştırılması oyunu…

Devletler dışında, örgütlerin de bu bağlamda ortaya koyduğu tepki ortada. Son Yemen hadisesinde Müslüman Kardeşler ve Hizbullah’ın yaptıkları açıklamalara, verdiği tepkilere bu açıdan da bir bakmakta fayda var.

Bir diğer ifadeyle, İran’ın savunma refleksleri bağlamında yakın çevresi üzerinden kendi rejimini, varlığını hedef alan kuşatma harekâtına karşı şu an için Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de attığı adımlar, bölgede yeni bir çatışma sürecini hızlandırmış vaziyette.

Özellikle de, son Yemen operasyonu bölgeyi çok kritik bir sürece taşımış durumda. Atılacak yanlış bir adım, tüm bölgeyi büyük bir savaşın içine çekebilir. Dolayısıyla fazlasıyla dikkatli olunması gereken bir süreç ile karşı karşıyayız.

Türkiye-İran ilişkilerinde kırılma mı?

Bu gelişme, hiç kuşkusuz Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını da çok yakından ilgilendiriyor. Suriye ve Irak’ta izlediği politikalar ile Türk yakın çevresinde Kasr-ı Şirin’in özüne-ruhuna aykırı bir şekilde hareket eden İran’a karşı artık Türkiye “sabrın da bir sonu vardır” noktasına gelmiş durumda.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 27 Mart’ta, hem de İran’a gerçekleştireceği ziyarete sayılı günler kala yaptığı açıklama bu açıdan fazlasıyla manidar. Erdoğan bu hususta şunları söylemişti: “Bugüne kadar bölgede olan gelişmeler, Yemen’de olan gelişmeler, gerçekten tahammül sınırlarını artık zorlamaya başlamıştır… Burada İran, bölgeyi adeta kendine domine etmenin gayreti içerisindedir, böyle bir çalışmanın içerisindedir. Buna müsaade edilebilir mi?”

Dolayısıyla, düne kadar İran ile çok farklı bir pozisyonda olan Ankara’nın artık tepki koymaya başlaması bu açıdan düşündürücü. Düşündürücü olduğu kadar, İran’ın fazlasıyla dikkate alması gereken yeni bir durum söz konusu artık.

Oyuna gelmemek!

Tahran’dan verilen, seviyesi-tonu yüksek tepkiler de, aslında Ankara’nın verdiği mesajın alındığını göstermesi açısından oldukça önemli. İran, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’nin toleransın seviyesini fazlasıyla zorladığının farkında. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tepkisine rağmen bu ziyaretin gerçekleşecek olması, bunun en somut göstergesi.

Eğer İran duygusal hareket etmiş olsaydı, tarihinin en büyük diplomatik-siyasi hatalarından birini yapmış olacaktı. Allah’tan böyle bir hataya düşülmedi. Çünkü bu ziyaret, sadece Türkiye-İran ilişkileri adına değil, tüm İslam dünyasının geleceği adına oldukça büyük bir önem taşıyor. Bu hususu, özellikle de İran bağlamında ele almaya devam edeceğiz…

ARAŞTIRMA DOSYASI /// SÜLEYMAN ŞENSOY : Suriye Politikası, İran, İsrail ve Batı

Süleyman ŞENSOY
TASAM Başkanı / Chairman

Şimdi Keryy’nin sözlerini şöyle alıntılayarak hatırlatmak gerekirse; “Washington Suriye’deki savaşı bitirmek için Beşşar Esed ile masaya oturmak zorunda” gibi bir ifade kullanıyor bir röportajında. Şimdi bunlar bir yandan olay yarattı ve tartışmalara açık pek çok soru işareti oluştu kafalarda. Tabi bir meşruiyet peşinde koşan Esed de bu fırsatı kaçırmamak adına; “evet, pekâlâ kabul, masaya oturalım ama artık sizden de bir aksiyon bekliyorum; haber verin, şartları oluşturun masaya oturalım” diye de istediği bir fırsatı elde etmiş oldu. Şimdi tabi demokratların özellikle Obama yönetiminin geçmiş dönemdeki hem diplomatik hatalarına, bazı gaflarına veya buna benzer şeylere de baktığımız zaman, mantıklı olarak düşündüğümüz zaman yine bir gaf var mıydı bunun içinde? Yoksa – bunu da şu yüzden soruyorum – Amerikan Dışişleri’nden hemen açıklama geldi ardından; “politikamız değişmiyor, herhangi bir müzakere durumu da şu an yok” diye. Bu açıklamaya da nasıl bakmak lazım? Keryy’nin oluşturduğu kafa karışıklığı ortamı ve soru işareti ortamına nasıl bakmak lazım.

Bunu gaf olarak değerlendirmiyorum, bilinçaltının tezahürü de olabilir. Özellikle İran ile yürütülen nükleer müzakereler başarılı olmaya doğru gidiyor. “İran temsilcisinin yüzde doksan oranında anlaştık, aramızda bir konu kaldı sadece” diye açıklaması da var. İran ile bir anlaşma sağlanırsa bu İran ile Batı’nın ilişkilerinin normalleşeceği anlamına geliyor. Dolayısıyla Suriye meselesi de bundan çok ciddi etkilenecektir. Oradaki süreci besleyen en önemli aktörlerden birisi İran. Beşşar Esed yönetiminin muhatap alınması gibi farklı bir takım süreçlerin konuşulmasını önümüzdeki aylarda görebiliriz. İran ile olan anlaşma sürecinin bu konuda belirleyici olacağını düşünüyorum.

Türkiye meselenin insani boyutunda düşündüğü için ve bir yandan bu insani boyut açısından da en büyük yük dünya ülkeleri arasında Türkiye’nin omuzlarında olduğu için, iki milyon Suriyeli göçmen ile biz kendi imkânlarımızla dünyanın hiçbir yerinden yardım gelmeden uğraşıyorken, onları da Türkiye’de misafir ediyorken, Türkiye dışişlerinden de haklı bir serzeniş de var tabi. Yani 200 binden fazla insan öldürülmüş durumda. Bunca insan evini terk etti, bu kadar insanı biz misafir ediyoruz. Böyle bir rejim ile, bu kadar zulmü halkına reva gören Rejim ile nasıl müzakere edersiniz? Yani mantıklı olarak neyi nasıl oturtacaksınız diye de bir serzeniş var tabi. Bu serzeniş de Türkiye’nin haklarını göz önüne alarak ve tabi ki Türkiye’nin durumunu da göz önüne alarak dünyanın biraz buna kulak verip ona göre hareket lazım gibi gözüküyor.

Reel politik böyle işlemiyor. Türkiye’nin tezleri ne kadar haklı olsa da şu anda Suriye’de Esed rejimini değiştirecek bir konjonktür yok. Ama bir geçiş dönemi üzerinde belki uzlaşılabilir. Dediğim gibi İran ile olan anlaşma da bunu etkileyecektir. Esed yönetiminin zaman içerisinde yönetimi bırakacağı tartışılabilir önümüzdeki dönem. Ama İran ile Batı arasındaki süreç – çok düşük ihtimal olmakla birlikte – anlaşmazlık ile sonuçlanırsa, mevcut kaos daha da devam edecektir.

Bu konularda duygusallık önemli ama dört bin kişi ölmüş iken de durum çok kötüydü, “anlaşılamaz” diye yorumlandı. Şimdi iki yüz bin kişi öldü yine çözüm üretilemez, işte ortada ödenmesi gereken çok büyük bir bedel var diye düşünülüyor. Bu süreç derinleştikçe sayı bir milyona çıkacak, belki milyonlarca insan daha mağdur olacak. Oradaki iç savaşın sona erdirilmesine yönelik politikaların hem Türkiye’nin güvenliği için hem de uluslararası denklemler açısından yerinde olacağını düşünüyorum. Burada Türkiye için bir açmaz var; ”Esed yönetiminin veya ailesinin gitmesi noktasında kesin bir tavır koyduk, bu noktadan sonra bunun geri dönüşü olmaz” şeklinde. Türkiye’nin kendine göre haklı bir tezi var fakat süreci tek başına belirleyen ülke Türkiye değil. Yakın zamanda İngiltere, Fransa ve Amerika gibi ülkelerin de politikaları değişebilir. Ukrayna’da da bir normalleşme olursa ateşkes anlaşması belli bir istikrara kavuşursa, birçok uluslararası odak noktası Suriye’ye doğru yönelecektir. Onun için Türkiye’nin de farklı senaryolara hazırlıklı olması gerekmektedir. En azından kanaatime göre Suriye’de bütün taraflar ile ikincil sivil diyaloglar kurulabilir. Zaten Türkiye’nin çeşitli taraflar ile güçlü diyalogları var ama Beşşar Esed yönetimi olarak nitelendirilen taraflardan da sivil diyaloglar kurulabilir. Yani çok keskin olmanın bu süreçte yönetilebilir olduğu kanaatinde değilim.

Suriye’deki duruma baktığımız zaman, “kimyasal silahlar yüzünden kırmızı çizgiler var” dendi. Yaklaşık üç dört bin insanın katline sebep olan kimyasal silahlar bizim kırmızı çizgimizdir. Batı bastırınca mesele karıştı, ondan sonra silahlar imha edildi. Hepsi imha edildi güya ama İdlip’ten gelen bir iddia var – hatta bu iddiayı da delilleriyle ortaya koymuş durumdalar – ve ayrıca koca bir ailenin klor gazıyla yok edildiği yönünde de bir iddia var. Uluslararası toplumu bunu yansıtmak üzere şu an muhalif güçler harekete geçmiş vaziyette. İşin acı tarafı şu ki, Suriye’de nerdeyse her ay – bizim veya muhaliflerin belirleyebildiği kadarıyla – en az 3-4 civarında kimyasal saldırı iddiası var. Zaten bu kadar yıkım, ölüm bütün Ülke geneline yayılmışken kimyasal silahların da halen kullanılması, denklemde olması, çok acı bir durum değil mi?

Şüphesiz öyle. Tabi kim kullanıyorsa bu telin edilecek bir şey ama bildiğiniz gibi 1200’e yakın farklı grup var. Suriye’nin kimyasal silahları ile ilgili; “alındı, tahrip edildi” diye biliyoruz. Fakat o günleri hatırlarsak bir saldırıdan dolayı yönetim bu konuda suçlandı ve uluslararası bir müdahale üzerinde bir konsensüs gözüktü. Yönetim de bu silahları teslim etti.

Bölge’de şimdi şöyle bir denklemde vardı; İsrail’in nükleer gücüne karşılık Bölge’de bunu dengeleyebilecek bir tek Mısır ve Suriye’nin elinde kimyasal silahları vardı. Bu vesileyle Suriye’nin elindeki kimyasal silahlar da gitmiş oldu. Şu anda bu anlamda caydırıcılığı olan silahlar bir tek Mısır’da kaldı. Olayın böyle farklı bir denklem yönü de var. Her halükarda bu, uluslararası hukukla, anlaşmalarla yasaklanmış silahlar. Dolayısıyla hiçbir şekilde kullanılması kabul edilebilir değil ama Suriye öyle bir karmaşa ve kaos içerisinde ki, kimin ne yaptığını bilmek de, ispat etmekte oldukça zor.

Zaten enformasyon almak, haberleşmeyi sürdürmek sağlıksız. Çünkü Beşşar kendi ülkesinin altyapısını tamamen yok etmiş vaziyette ve neredeyse Suriye tamamen karanlığa gömülmek üzere. Bu noktada iç savaşın korkunç ve karanlık tarafı bu. Suriye’yi tamamen karanlığa sürükleyen bir tablo söz konusu. 2011’den itibaren geldiğimiz noktaya baktığımız zaman çekilen uydu fotoğraflarında Suriye’nin gece cidden tamamen yalnızlaştığı, kentlerin ve kasabaların artık insandan arındığı veya yıkıldığı ortaya çıkıyor. Ülke’nin yüzde sekseni karanlığa gömülmüş vaziyette gözüküyor. Bu, Rejim eliyle yaratılmış olan yıkımın ne derece acı olduğunu, acı noktalara gittiğini de gösterir vaziyette ve çok önemli de bir kanıt. On buçuk milyondan fazla insan evini terk etti. Mülteci durumunda olan iki milyon civarında kişi Türkiye’de yaşıyor ve bu dram devam ediyor. Rejim’in söylemlerinde bu şiddetin de, yıkımın da devam edeceği, bu zulmün süreceği gözüküyor.

Mevcut durum daha da kötüye gidebilir, çünkü meşru bir devlet otoritesi tesis edilip sistemin kanalları sağlıklı çalışabilir hale gelinceye kadar oldukça zor. Çünkü Suriye enerji açısından da zengin bir ülke değil. Savaş, güvenlik şartlarını da olumsuz etkiledi. Onun dışında muhaliflerin kontrol ettiği bölgelere yönelik ciddi bir karartma da var. Santraller bombalandı. İç savaş ortamında bunları normal kabul etmek gerekiyor. Ayrıca bombardımanlar için belli yerlerde karatma da yapılıyor, daha az ışık kullanılıyor. Güney Kore ve Kuzey Kore’nin uydu fotoğraflarını hep karşılaştırırlar, refah ve zenginlik açısından biraz ona benziyor tablo. Şam’daki Hükümet’in kontrol ettiği bölgelerde, nispeten daha iyi şartlar var gıda ve enerji açısından ama kontrol edemediği yerlerde veya ambargo altında tutabildiği yerlerde de çok ciddi sıkıntılar olduğu, gıda fiyatlarının 50 kat artığı vb. haberler geliyor.

Suriye de ki iç savaşın ne derece korkunç acı boyutlara ulaştığını gösteren istatistiklerden biri de sağlık çalışanlarının başına gelenler Belirlenebilen sayıya göre 610 civarında doktor, hasta bakıcı, hemşire iç savaş sırasında katledilmiş vaziyette. Bunların 139’u ne acı ki Rejim’in işkence masalarında hayatlarını kaybediyor. Kendi doktoruna bunu reva gören tıp doktoru Beşşar Esed’den bahsediyoruz. Şimdi muhaliflere yardım ediyor veya buna benzer söylemlerle insanları bu ölüme işkenceye sürüklüyorlar ama bu bir tıp ordusu ve kendi ülkesinin de tıp kaynakları yani yetişmiş insan gücünü de kendi eliyle baltalamış ve yok etmiş oluyor. Bunu ilerde halkına nasıl açıklayacak, bu sadece bir örnek. Tıp çalışanlarının başına gelenler. Mühendislerinden pilotlarına hatta öğretmenlerinden herhangi belediye çalışanlarına kadar pek çok alanda Ülke kendi geleceğini şu anda tamamen yok etmiş durumda.

Bir ülke aklıselimden uzaklaşmadıkça iç savaş çıkmaz. Dolayısıyla iç savaş ortamında da bu tür öncelikleri hesaplayacak bir aklıselim kaldığını da düşünmüyorum. Normal, meşru, farklı ülkeler arasında olan savaşlarda bile çok büyük insan kayıpları oluyor. Sağlık çalışanları muhtemelen “Rejim muhaliflerini, vatan hainlerini tedavi ediyorsunuz” diye öldürülüyor veya işkence yapılıyor. Kanaatimce ondan daha kötüsü, Suriye’nin milyonlarca yetişmiş insan kaynağı yurtdışına çeşitli ülkelere dağıldılar. Suriye’nin geleceği açısından olağanüstü bir kayıp bu, çünkü Ülke’yi yeniden kim kuracak, bu anlamdaki kayıp Suriye açısından tarihsel yüzyıllık bir kayıp.

Her şey gidiyor zaten, biraz girişimci ruhu olan belli bir şekilde dışarıda yaşayabileceğine özgüveni olan insanlar sermayeleri ile veya eğitim birikimleriyle, donanımlarıyla bir şekilde ülkelerini terk ederek çeşitli ülkelerde, belki mesleklerine uygun belki değil ama bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyorlar. Birçoğunun geri dönmeyeceğini, Suriye’de normal bir düzen kurulsa bile önemli bir kısmının da – aynı bizim gurbetçilerimiz gibi – gittiği ülkelerde belli bir düzen kurduğu için dönmeyeceğini öngörmek gerekiyor.

Yine bir doktor örneği verirsek; Halep’te durum çok kritik, Doktor Hacı Osman el Osman bir uzman doktor ve hayat kurtarmak adına savaşan muhaliflere bakıyor. Bir yandan da diyor ki “sadece muhalifleri tedavi etmiyoruz burada, Rejim’in askerleri yaralandığı takdirde onlara da bakıyoruz. Bu bir insanlık dramı ve bunun ortasındayız. Bunun ortasında kalan herkese de bir doktor, hekim olduğumuz içinde müdahale etmek yardım etmek zorundayız”. Buna karşılık diğer tarafta, bütün bu zulmü kendi halkına reva gören yönetimde olanların, Rejimin baş aktörlerinin, Beşşar’ın acaba bir gün bütün bu işledikleri savaş suçlarından ötürü yargılandıklarını görmek mümkün olabilecek mi.

Zor bir ihtimal, çünkü şu anda Esed yönetiminin düşmesi gibi bir seçenekten sürekli uzaklaşılıyor. Hem uluslararası toplumun durumu, hem İran ile olan süreç, hem muhaliflerin dağınık durumu ve başarılı olamaması gibi birçok etkenden dolayı Esed yönetimi daha da güçleniyor. Yani uzak bir ihtimal ama bir geçiş dönemi anlaşması yapılabilir. Zaman içerisinde yönetimin, ailenin üç-beş yıl içerisinde veya daha kısa bir süre içerisinde yönetimi bırakması şeklinde bir süreç inşa edilebilir. Bu da pazarlıklar getireceği için yine dokunulamayabilir. Yönetimin yargılanmaması sıfır ihtimal de değil.

Suriye Amerikan insansız hava aracının düşürüldüğü ilan etmişti. Düşürülen nokta çok ilginç, Lazkiye. Stratejik konumu itibariyle, üzerindeki Rus üssü itibariyle çok daha önemli bir nokta. Şimdi bu konumu değerlendirirsek, uçağın düşürülmesindeki kodlar nedir ve Lazkiye neden kilit öneme sahip?

Lazkiye’deki Rus üssünden dolayı o bölgenin hava savunma sistemi, Suriye’nin diğer bölgelerine göre çok daha güçlü. Sonuçta keşif yapmak için gelen uçak, Şam Rejimi açısından düşman. Tespit edilip düşürülmesi kendileri açısından çok doğal, yani çok anlam yüklenecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Ayrıca Rusya’nın Suriye ile olan tutumu belli, İran kadar ısrarcı ve inatçı. Yaklaşık iki yıl önce uluslararası toplantılarda Rus sivil uzmanlar; “Suriye’yi biz kaybedersek, Kafkaslarda başka bir ülkeye gireriz” gibi bir takım tezler de ifade ediyorlardı Bu da Rusya’nın Suriye konusundaki kararlılığı ve politika tayin edebilmek açısından önemli bir göstergeydi.

İngiltere’den “Suriye politikamız değişmedi” diye bir açıklama var. Fransa sessiz kaldı. Şimdi bu hesaplara bakılırken, büyük ihtimalle İngiltere’nin, İran ile alakalı nükleer anlaşmaların veya sürecin nereye gideceğini görme politikası da söz konusu. İran etkisi denklemden çıktığı anda İngiltere’nin, Fransa’nın diğer müttefiklerin acaba tutumları nasıl olabilir sizce?

İran ile olan süreç belirleyici olacak ve ondan sonra çok yeni şeyler duyabiliriz. Çünkü İran bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ambargoya rağmen, kendi bulunduğu durumu sürekli güçlendiren bir ülke. Irak’ta bunu yaptı, Yemen’de bunu yaptı, Körfez’de, Bahreyn’de benzer inisiyatifleri var. Bir de İran’ın sadece batısında değil doğusunda da çok ciddi bir arka planı var; Pakistan’da, Hindistan’da Afganistan’da çok ciddi bir arka planı var. Dolayısıyla İran’ın emin adımlarıyla yürüdüğünü söyleyebiliriz. Uluslararası sisteme daha iyi entegre olup daha iyi imkanlara kavuştuğunda daha da etkili olacaktır. İran ile Batı arasında bir normalleşme, otomatikman Suriye politikasında değişiklik getirir. Ortada hiçbir şey yokken. İngiltere’nin açıklaması çok doğal, bu önce ikincil diplomasi kanallarında pişirilir, sonra da resmî düzlemde ele alınır. Bunun için dönüm noktası olarak İran ile olan anlaşmanın sonucunu beklemek gerekir diye düşünüyorum. Bu anlamda bizim Türkiye olarak proaktif bir şekilde arayış içinde olmamız gerekiyor.

İran ordusunun Suriye’de olduğu bir gerçek. İlk başta sosyal medyada fotoğrafları paylaşıldı. Şu an gayet açık ortaya koyuyorlar. Ama işin daha acı bir tarafı var; Türkmen dağında yoğun çalışmaların olduğu söyleniyor. Suriye’de bulunan Türkmenlerin durumunu nasıl değerlendirmek lazım?

Bölge’de, hem Irak’ta hem Suriye’de Türkmenlerin durumunun iç açı olmadığını düşünüyorum. Çünkü orda bir üçgen yay var; Akdeniz’e çıkan, Kuzey Irak’tan başlayarak üçgen yay içerisindeki Irak ve Suriye Türkmenleri bizim adımıza yaklaşık 100 yıldır nöbet tutan karakollar gibiydi ve stratejik olarak o kadar önemliydiler. Şu anda onlar büyük ölçüde bu önemlerini kaybediyorlar. Çok değişik sorunları var, güvenlik problemleri var, son birkaç yılda ödedikleri kaçırılma fidyeleri bile onların servetlerinin büyük ölçüde kaybolmasına yol açtı ki benzer binlerce kayıpları var. Irak ve Suriye Türkmenlerinin durumlarının çok kötü olduğunu ve daha da kötüye gideceğini değerlendiriyorum. Daha da önemlisi Irak ve Suriye’deki Akdeniz’e açılan o yaydaki karakollar, yani tutuş noktalarındaki Türkmen ağırlığı azalırsa bu Türkiye için – stratejik önemi açısından – çok daha riskli bir süreç doğurabilir. Kürt unsurların Akdeniz’e ulaşmasını sağlayabilir ki bu da Türkiye’nin stratejik önemini büyük ölçüde azaltır ve başka güvenlik riskleri doğurur. Dolayısıyla Türkmenlerin durumuna eğilmemiz gerektiği kanaatindeyim. Sadece manevi, millî bir konu veya soydaşlarımız olduğu için değil Türkiye’nin stratejik gücü ve tarihsel menfaatleri açısından da mutlaka bu alanla daha fazla ilgilenmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Son nokta olarak, kısaca İsrail seçimlerine de değinelim isterseniz. Arap cephesi 14 sandalye kazanarak İsrail parlamentosunda üçüncü güç haline geldi. Şimdi bu bir yandan da çok önemli bir ve sevindirici bir gelişme. Arap vekillerin böyle bir gücü elde etmesi, bir önceki seçimlere göre daha da kuvvetlenmesi, Orta Doğu barışında olumlu etki yaratabilir mi sonrası için? Aşırı Sağ’ın da iktidarı elde edip baskıcı ve zulümkar politikalarına devam ettiğini varsayarsak, karşılığında Arap vekillerin şansı ne olabilir?

Böyle bir blok hareketi yapabilmiş olmaları önemli. İsrail siyaseti içerisinde önemli bir grup olacaktır. Bildiğiniz gibi Netanyahu beklenmedik bir büyük zaferle seçimlerden çıktı, dolayısıyla yapısal anlamda çok değişikliğe yol açabileceklerini düşünmüyorum. Sistematik de buna izin vermiyor. Netanyahu’nun tutumu gittikçe daha radikalize oluyor. Uluslararası diplomasi açısından Filistin ile yürütülen müzakereleri de boşa çıkaracak. “Ben olduğum müddetçe bir Filistin devletinin kurulmasına izin vermem” gibi açıklamaları da oldu kendisinin. Bu şekilde, diplomatik tavrın da dışına çıkarak radikalleşmiş oldu. İsrail – Filistin sorunu açısında daha zorlu günlerin Bölge’yi beklediğini söyleyebiliriz. Bölge’de İsrail açısından caydırıcı olan etkenler, ülkeler, ordular da çok zemin kaybettiği için İsrail daha rahat hareket edebilir. Bundan sonrası için önemli Bölge ülkeleri – Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, İran belli konularda çatışsalar ve yüksek rekabet içerisinde olsalar dahi – belli alanlara yüksek işbirliği yapmadıkça Bölge’deki dış müdahalelerin kontrol edilemeyeceğini düşünüyorum. Yeni formül yapıcı yüksek rekabet ve yüksek işbirliğinin yönetebilmek. Bölge’deki kargaşada İsrail stratejik olarak alan açıyor; Suriye ve Irak ordusu tasfiye oldu, İran ordusu ambargo altında, Mısır ordusu darbe yaptı. İmajı bozuk vb farklı farklı şeyler yaşanıyor. Bölge’deki stratejik konvansiyonel güç, insan kaynağı ve yönetim organizasyon kabiliyeti azaldıkça İsrail için daha avantajlı bir tablo söz konusu olacaktır. Zaman içerisinde daha radikal bir takım girişimlerde bulunabilecektir.

( TASAM Başkanı Süleyman ŞENSOY | Röportaj | TRT Türk Haber Ajandası Programı | 21.03.2015 )

İRAN DOSYASI : İRAN’IN BATI İLE İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR DENEMESİ

RAN’IN BATI LE LKLERNDE YEN BR DENEMES.pdf

İRAN DOSYASI /// ÖZGÜR GÜNDEM GAZETESİ : İran ‘Devrim’ ihracına başladı !

Ortadoğu’da üç ayrı İslami Dinamik birbiri ile kıyasıya mücadele etmektedir.

Birincisi Suudi Arabistan’ın temsil ettiği ve Sünni Eksen olarak tarif edilen Vahabi-Selefi İslamı’dır. Afganistan’dan tutalım Müslüman dünyanın birçok yerinde değişik adlar ve oluşumlarla kendini ifade eden ‘Radikal İslam’dır. Bu İslam türü radikalleştiğinde Taliban, El-Kaide, El Nusra ve en son DAİŞ gibi unsurlara zemin ve ilham kaynağı olmaktadır.

İkincisi, İran’ın temsil ettiği Şii İslam’dır. Bunu da Şii eksen olarak tanımlayabiliriz. Genel anlamda batı sistemine karşı doğunun alternatifi olarak kendisini tarif eden bu İran orijinli ideoloji oldukça radikal ve agresiftir. Şii İslam radikalleştiğinde Hizbullah, İslami Cihad vb. radikal güçleri açığa çıkarabilmektedir.

Üçüncüsü ise Türkiye, Mısır ve bazı körfez ülkelerinin temsil ettiği ‘Ilımlı İslam’ İslamıdır. Kendisini daha çok İhvan-ı Müslim (Müslüman Kardeşler) olarak tanımlamaktadır. Başını Mursi ve R. T. Erdoğan’ın çektiği bu ‘Ilımlı İslam’ modeli liberal kapitalist sisteme entegre olmayı esas alan alternatif bir özü savunmakta ve temsil etmektedir. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi bu model İslam üzeri şekillendirilmek istenmişti.

Arap Baharı ile Ortadoğu’da çok büyük kırılmalar yaşanmaktadır. Bu kırılmalar bölgeyi, bölgede yaşayan halkları etkilediği gibi, giderek tüm küresel sistemi de etkilemektedir. Tunus’ta başlayan Arap Baharı ilk kırılmadır. Ve bu büyük bir halklar direnişini açığa çıkarmıştır. Bu kalkışma Suriye’ye ulaştığında yeni bir kırılma yaşayarak bu sefer Arap Baharı yerini radikal İslami oluşumlara bıraktı. Bu kırılma El Nusra ve sonrasında Irak-Suriye sünni ekseninde DAİŞ olarak çıkış yaptı.

Diğer önemli bir çıkış ve kırılma ise, İran’ın ilk defa sahaya kendi kadro, militan, savaşçı ve ideolojisi ile inmesiyle olmuştur. İran 1979 Şii Devriminden sonra ilk defa çevresine Şii ideolojisini bizzat kendisi yaymaktadır. Saddam Hüseyin 1980 yılında İran devrimi yayılmasın ve tasfiye olsun diye sekiz yıl boyunca acımasız bir savaş başlattı. Şimdi İran Devrimi ve Kudüs Tugaylarının komutanı Kasım Süleymani, Saddam’ın doğum yeri olan Tikrit’e ayak basıyor.

Türkiye ve Müslüman Kardeşler İslamı Mursi’nin Sisi tarafından darbeyle aşılması sonrasında tasfiye edilmiştir. Mursi’nin gidişi, aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ın da gidişidir. Mevcut durumda Ortadoğu’da iki İslami çizgi rekabet halindedir. Biri Suudilerin Sünni ekseni ile diğeri de İran’ın Şii eksenidir. İran bu eksen mücadelesinde DAİŞ ile mücadele de büyük bir nüfuz alanı elde etmiş, Irak-Suriye-Lübnan’a kadar bilfiil alan hakimiyeti ve mevzi elde etmiştir. İran’ın bu pozisyonu ve güç birikimi bölgede dengeleri alt üst edecek düzeydedir. 79 yılından 36 yıl sonra İran Şii devrimini bizzat kendi kadrolarıyla sahaya taşırmaktadır.

Sünni eksen bu konuda parçalıdır. Türkiye bir yerde, Mısır bir yerde ve Suudi bir yerde durmaktadır. Sisi sonrası Mısır Suudi’lere daha yakın bir pozisyona yaklaşırken, Erdoğan’ın nasıl bir yaklaşım sergileyeceği ise belirsizdir. DAİŞ ile olan ilişkileri, NATO üyeliği ve Kürt Hareketi ile girilen barış süreci büyük bir handikap oluşturmaktadır.

Tikrit operasyonu İran’ın Sünni eksene karşı tarihi bir hamlesi hatta bir rövanşıdır. Bu hamleye karşı Sünni eksenin nasıl bir karşılık vereceği ise merak konusudur. Lakin İran’ın sahada bu kadar güç ve nüfuz elde etmesi en fazla da Kürtlere yönelik politikalarına olumsuz anlamda yansıyacaktır. DAİŞ ve bölgesel kaosla mücadele de Kürtlerin özne olması, temel müttefik ve aktör olması Türkiye kadar İran’ı da rahatsız etmektedir. Bu açıdan İran başta Kürt Özgürlük Hareketi olmak üzere Güney Kürdistan siyasetini baskı altına alacaktır. Kürtlerin bölgede etkili bir güç olmasını engellemek için ‘Şark politikalarına’ başvuracaktır. İran Kürdistan’a ‘Devrim İhracı’nı kuzeyde Hizbullah, Güney’de ise İslamı Hareketlerle yapmak isteyecektir. Provakasyonlara dikkat!