Etiket arşivi: istanbul

TARİH /// İstanbul’un garip muhaciri : Osmanoğlu Mazhar

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

1890’lı yıllar… Açlık, sefalet dizboyu… İstanbullular çocuklarını leyli okutmaya bakarlar. Talebenin cebi deliktir ama unutulmaz dostluklar yaşarlar. Koca koğuş kimi gün el kadar helvayı kırışır, kimi gün bir kangal sucuğu paylaşırlar. Kendi hali perişanına bakmaz, başkaları için yaşarlar. Hamasi şiirler yazar, içlerinde "on defa vatan, yüz defa hürriyet" geçen, süngülü, bıçaklı ve de bol kanlı mısralar karalarlar. Gırtlaklarını yırtarcasına "padişahım çok yaşa" diye bağırır ve cepheye koşmak için çırpınırlar. Ancak çok yaşa diye bağırdıkları olgun padişah (Abdülhamid Han) savaşın adını bile anmaz. Anmaz ama sadece mektep çocuklarını değil, büyük veledleri de susturamaz. Üç lirayı denkleştirip baskısı kirli bir dergi çıkartan, â??Ulu Hakan’a sataşmaya başlar. Kimi "şeriat istiyoruz" diye yırtınır (sanki memleket başka şeyle yönetilir), kimisi de yapış yapış taklitçiliğe kalkar. Kah Ergenekon hülyaları kurar, kah Fransız’ın, Alman’ın düdüğünü çalarlar.

Filinta gibi tıbbiyeli…

Neyse bizim, ufak tefek ve çelimsiz Mazhar’ımız, baklava börek yiyemese de sınıflarını birincilikle atlar. Hatta zaman zaman "ölmüş eşek kurttan korkmaz" deyip ceplerindeki son kuruşlarla fayton tutar, Çamlıca’yı turlarlar. O da her idadili gibi Ermeni fotoğrafçılara poz verir, külhani bakışlarla objektifi keserken, elini arkadaşının omuzuna atar. Eh bu arada memleket meselelerine bigane kalmaz, iktisadi ve içtimai gidişatı "vaziyet etmek" için Cağaloğlu havası alırlar.

O yıl hüzünlü geçer, önce babası işini, sonra annesi canını kaybeder. Genç kadını soğuk bir günde Bülbülderesi’nin kuytularına bırakırlar. Artık üç kızkardeşin yükü de omuzlarındadır, mesuliyetini düşündükçe yaprak gibi titrer.

Öyle ya da böyle mektep biter, eline al kurdeleli bir şehadetname tutuşturup, alnından öperler. O günlerde mülkiye ve mühendishane çok caziptir ama o Gülhane’ye girer. Niye? Çünkü Askeri Tıbbiye’de para istemezler. Ayrıca yatacak yer gösterir, iyice sayılacak bir karavana verirler. Hepsi bir yana yenleri yakaları kadife kaplı setresiyle, iri metal düğmeli kaputu yeter. Sonra ibrişim şeritler, özene bezene yapılmış bir hançer ve sağlam potinler… Sırtı hiç bu kadar ısınmamış ve bu güne kadar ona kimse böyle imrenerek bakmamıştır. Fesini hafiften yana yatırır, göğsünü ileri çıkarır. Potinlerini tatlı tatlı gıcırdatır, kıskananları çatlatır.

Devletin zor günleridir, ancak Ulu Hakan gençlere verebildiğinin en iyisini vermeye bakar. Sarayın yanıbaşında, dünyanın en güzel manzaralı binasını bağışlar. Yeryüzünün en ünlü hocalarını İstanbul’a getirtir ve laboratuvar imkanları ile asrı yakalar. Buna rağmen gençler değişik cereyanlara kapılır, Osmanlıya "aykırı" bakarlar. Padişahı hürmetle değil, nefretle anarlar. Mazhar siyasetten hoşlanmaz, çalışır, didinir, sadece işini yapar. Evet teorik derslerde arkadaşlarına bariz bir fark atar, ancak eline alet yakışmaz. Bistüriyü kama gibi tutar, enjektörü kemiğe kadar sokar. Gün gelir hastalara ziyan vermekten korkar, sırf bu yüzden insanlarla en az temasta olabileceği dallara yelken açar. Pek de heves etmediği halde asabiye ve akliye bölümünün kapısını çalar.

Batılıdan batılı sultan

Bu saha çok muğlaktır, cerrah keser, biçer, dahiliyeci tahlil ister, ilaç yazar. Ama o günlerde mecnunlar dertlerine yanarlar. İstanbul, Toptaşı’nda bir bimarhane vardır ama hekimler ne eskiye dönebilir ne de çağı kovalarlar. Abdülhamid Han bu konuya da el atar. Bizzat Wilhelm’i araya koyar, Kayzer dünyaca ünlü asabiyecileri (Prof. Rieder ile Dr. Deycke’yi) İstanbul’a yollar. Sultan, onlara elbette yüksek ücretler verir, rütbe ve nişanlar bağışlar. Yetmez eski Gülhane Rüştiyesini emirlerine sunar, 150 yataklı bir hastahane kurarlar.

Osman oğlu Yusuf Mazhar, 1904 yılında mezun olur. Artık babasının borçlarını ödemeli, kızkardeşlerini evlendirmelidir. Hatta kendi de evlenmeli refikası, mahdumu, kerimesi olmalıdır. Tabip yüzbaşımız ilk vazifesine Gülhane’de başlar. Ancak aldığı eğitimle kalmaz ele geçirdiği her asabiye kitabını okur, ince ince notlar tutar. Genç doktor, Avusturyalı Freud ve pisikanalizi hiç tutmaz ama Alman Kraepelin’i adeta ezberleyip yutar.

Bir ara Haydarpaşa Hastanesi’ne başhekim olarak atanır, bir ara muallim muavinliği yapar. Artık o da Enver Paşa gibi uçları elmacık kemiğine uzanan bıyıklar bırakır ve devrin ünlü yazarları ile görüşme şerefini yakalar. Ancak yakından tanıyınca onları boşuna gözünde büyüttüğünü anlar. Mesela hayranı olduğu Abdülhak Hamid, Madam Lusyen’in peşinde köle gibi dolanan zavallı bir ihtiyar, Tevfik Fikret sadece kendini beğenen ve önüne gelene öpmesi için elini uzatan bir hastadır. Abdullah Cevdet "Türk ırkını ıslah için Macaristan’dan damızlık erkek getirmeli" diyen bir budala,"İctihad Evi" denen yer tam bir fitne ocağıdır. Bu arada uyuşturucu müptelası olan Neyzen Tevfik ve bunalımlı Mualla (Fikret Mualla) ile sıkça karşılaşırlar.

TARİH : Zor şehir İstanbul

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

İstanbul büyük bir şehirdir ve her büyük şehrin yaşadığı sıkıntıları yaşar. Haydi su, gıda, barınma problemleri bir şeklide aşılır ama yangınlar, zelzeleler ve sari hastalıklar eksik olmaz.

Mesela 1590 yılında ansızın çıkan veba salgınında binlerce insan ölür. Hekimler her tedbiri alır ama çaresiz kalırlar. Alemdağı’nda yapılan toplu duadan sonra hastalığa bir daha rastlanmaz. Buna şükür için çok sadaka dağıtır, mahpusları salarlar.

Yine 1621 Ocağında Haliç donar, Şubat ayında ise Boğaz silme buz tutar. Halk bir yakadan diğerine yürüyerek geçer, gelgelelim İstanbul’a gelen yollar tıkanıp kalırlar. Hal böyle olunca erzak sıkıntısı yaşanır, etin okkası 2 akçeden 15 akçeye fırlar.

30 Mart 1661’de güneş tutulur ve şehir öğlen saatlerinde karanlıkta kalır, esnaf mum kandil yakar.

Yangınlar…

İstanbullular bütün bunlara rağmen öncelikle yangın ve zelzele arasında tercih yapmak zorundadırlar. Zelzeleden korkanlar ahşap evler yapar, yangından çekinenler taş binalar kurarlar.

2. Selim devrinde (1569) Yahudi Mahallesinde çıkan yangın Tahtakale’den Sirkeci’ye kadar önüne geleni siler süpürür, 80 bin ev, han, dükkan yanar. Bu afette birçok dergah tutuşur ele geçmez eserler kaybolur, elden giden kültür hazinesinin yeri bir daha doldurulamaz.

3. Murad devrinde ise Gedikpaşa bedestenlerinde başlayan yangın bir anda Bitpazarı’nı sarar. Güzelim binaların külü kalır, nice mescid, hamam tarih olurlar.

1633 Eylülünde Cibali semtinde çıkan yangın şiddetli poyraz yüzünden hızla yayılır, alevler üç kola ayrılıp Küçük Mustafapaşa, Balat ve Yavuz Selim’e uzanırlar. Düşünün Unkapanı, Vefa, Zeyrek, Atpazarı, Saraçhane, Sofular, Halıcılar tamamen yanar. İstanbul’un dörtte üçü kül olunca 4. Murad Han meyhane ve kahvehaneleri kapar, sigarayı kesinlikle yasaklar. Hatta bu işi öyle ciddiye alır ki gece tebdili kıyafetle teftişe çıkar, şerli ve zorbalardan hesap sorar. İyi ama Temmuz 1660 yangını da ondan aşağı kalmaz.

1789’da şafak sökerken, yıldırımlar ve gökgürültüleriyle tufan başlar. Sular gökten çeşme gibi akar. Şehir göl olur, dereler taşar…

1509’da "Kıyamet-i sugra" diye adlandırılan zelzelede 160 bin nüfuslu kentte bin ev yıkılır, 5 bin kişi ölür, Fatih Camii, Galata Kulesi önemli hasarlar görür, yer yer dalgalar şehir içine yürür. Ahşaplar ayakta kalırken Pera’da hasara uğramayan ev kalmaz. Şehir surları yer yer yıkılır. Bayezid Camii, medreseler, Karamanpazarı, Davudpaşa Mescidi, St. John Kilisesi çatlar. Bazı bölgelerde, yer yarılır, su ve kum fışkırmaya başlar. Deprem sonrasında oluşan dalgalar surları bile aşar…

Hareket-i arz

Mayıs 1766 zelzelesi İzmit’ten Tekirdağ’a kadar hissedilir. İşin enteresan yanı artçılar da yıkıcıdırlar. Kurban Bayramının üçüncü günü sabahı 2 dakika süren ana sallantıda sabah namazını takiben camiler boşaldığı için zayiat fazla olmaz. Fatih Camii hasar görür, medrese çöker, 100’den fazla talebe hayatını kaybeder. Sultan için saray bahçesinde çadır kurarlar.

10 Temmuz 1894’te, "hareket-i arz" diye isimlendirilen zelzele müezzinler öğle ezanı okurken başlar. Hafif sarsıntıyı şiddetlileri takip eder. Şirket-i Hayriye vapurlarındakiler çöken binalardan yükselen toz bulutlarını görünce şaşakalırlar. Marmara sahillerinde deniz önce 200 metre geriye çekilir, sonra şiddetli dalgalar halinde karaya vurur ve kıyılardaki tekneleri parçalar. Kapalıçarşı’da sarsıntıdan kapılar kapanır, duvarlar içeride kalanların üzerine yıkılırlar.

Bütün bunlara rağmen İstanbul’a talep azalır mı? Nerdeee? Aksine katlanarak artar.

TARİH /// İstanbul’un ve Tarihin akışını değiştiren olay : İstanbul’un Fethi

Tarihin akışını değiştiren olay; İstanbulun Fethi

hz. muhammedin istanbulun fethiyle ilgili hadis-i şerifi, istanbul fethinin nedenleri, istanbul fethinin sonuçları, istanbul nasıl fethedildi, istanbul ne zaman fethedildi, istanbulu kim fethetti, istanbulun fethi, istanbulun fethi hakkında bilgi, istanbulun fethi için dökülen toplar, istanbulun fethi için karadan yürütülen gemiler, istanbulun fethi için yapılan hazırlıklar, ıı. mehmet, konstantin, rumeli hisarı,ulubatlı hasan kimdir

Sultan II.Mehmed Han (Fatih Sultan Mehmed), Osmanlı Devletinin geleceği açısından İstanbulu fethetmek istiyordu. Ayrıca Hazreti Muhammedin Hadis-i Şerifi nedeniyle de İstanbul mutlaka fethedilmeliydi. Bu Hadis-i Şerif şöyleydi: İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır

Fatih Sultan Mehmed, büyük amacını gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizansın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadoludaki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı. İstanbulun Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı.

Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbulun fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirnede top dökümü işiyle görevlendirildi. Şahi adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbulun fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezidin İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede İstanbul Boğazının kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Moraya gönderildi ve İstanbula yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliçe bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, İstanbulda Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız diyorlardı.

Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantine bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbulun kara surları önüne gelen Osmanlı Ordusu, 6 Nisan 1453′de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliçin girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisanda yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı. Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizansa yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbulun Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliçe indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbulun fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliçe indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşaya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi.

Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliçe indirildi. Haliçteki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbulu her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayısta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizansı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayısta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğunun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi.

İstanbulun fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbulun fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslamı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi.

İç sonuçlar

1) O zamana kadar sadece bir devlet olan Osmanlı, artık bir imparatorluk haline gelmişti.

2) Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde bir engel olan Bizans yıkılmış, arada engel kalmamıştı.

3) Birçok kere Osmanlı şehzadelerini ve Avrupa ülkelerini kışkırtan Bizans artık bunu yapamayacaktı.

4) İslam dünyasında Osmanlı Devleti daha saygın bir hale gelmişti.

5) Hz. Muhammedin hadis-i şerifindeki o kumandan, Fatih Sultan Mehmed olmuş ve peygamberin övgüsünü almıştı

Dış sonuçlar

1) Avrupa ve Balkan devletlerinin Osmanlıyı Balkanlardan atma çabaları sonuçsuz kalmıştı.

2) İstanbuldan İtalyaya kaçan sanatkârlar ve bilim adamları, Rönesans ve Reform hareketlerini hızlandırmışlardı.

3) Dünyanın en büyük imparatorluklarından olan Doğu Roma İmparatorluğu tamamen yok olmuştu.

4) Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştı.

5) Ticaret yollarının birer birer Türklerin eline geçmesi Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya zorladı ve coğrafi keşifler ortaya çıktı.

6) Büyük ve kalın surların toplarla yıkılabileceğini gören Avrupa, bu yöntemi derebeylikler üzerinde denemiştir. Böylelikle küçük derebeylikler yıkılıp yerine büyük krallıklar kurulmuştur.

7) İstanbuldan ayrılan Bizanslı bilginler, Avrupada Reform hareketlerini başlatmışlardır.

Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden.
Senin de destanını okuyalım ezberden
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleymandır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinandır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan .

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın ?
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!

BİRAZ DA NOSTALJİ : İstanbul’lu olmak ne demek ..?

Muhtemelen bu yazacaklarıma, bazı genç dostlarımız gücenecek belki ama, İstanbul‘u iyi tanıyan ağabeylerine sorduklarında, bunların gerçekten çok önemli olduğunu öğreneceklerdir. Yerlisi olan bizler bile tam olarak saramamışken bu güzel şehri.. Zaten tümünü görüp yaşamak elbette mümkün değil. Ancak önemli bir bölümünden haberdar olmak dahi, insanı bu muhteşem ve renkli şehrin gerçek hemşerisi yani “İstanbullu yapmaya yetebilir diye düşünüyorum..

Bir defa,Koço- Yanni-Taki-Aleko-Yasef-Dikran-Anastas-Rober-Moiz-Raşel-Serkiz-Yorgo- Bedros-Jirayr, vs gibi ekalliyet dediğimiz İstanbul yerlisinden arkadaşları olmamış, onlarla kahvede, maçta, tavernalarda, okullarda, beraberce ağlayıp gülmemiş dostlarımız İSTANBULLU sayılmaz ki..

Küçüksu’da kurulan mısır kazanlarında Alibeyköy’ün o kaynamış sütlü mısırlarından yemek nasip olmamış, Çengelköy’ün badem hıyarını,Yedikule’nin göbekli marulunu, Bayrampaşa’nın enginarını bostanından koparıp tatmamış, buzcudan kalıp buz, seyyar arabacıdan dondurma, tabladan yoğurt, kasa içinden yumurta almamış, Gülhane Parkı’nda “Karagöz-Hacivat oyunu”, “ipli kukla” seyredememiş, “Çiçek Pasajı’nın Entel Cavit‘i ile sohbet edememiş, tuzlu fıstıkla votka-bira yudumlamamış, Tepebaşı Çocuk Tiyatrosu’nun zevkine varamamış, Sulukule’de “Raks evlerine” gitmemiş, Kara trenlerin içinde kovalamaca oynamamış, Kumkapı’ da rakı sofrasına kavgasız dostça oturup, dostça kalkmamış akşamcı dostlarımız “İstanbulluyum” diyemez.

Kapalı Çarşı’nın tüm kapılarından girip çıkmamış, Çukurcuma’yı görmemiş, muhallebi yememiş, Taksim Eftalafos Kahvesinde nargile içmemiş veya içenleri seyretmemiş, Meserret Kıraathanesi’ni duymamış, Beykoz’da paça, Cemilzade’den badem ezmesi yememiş, Vefa’da boza içmemiş dostlarımıza, Yeşilçam Sokağı’nın eski halini, oranın yakınında iş bekleyenlerin mekanı Figüran Kahvelerini ve oralardaki derin sohbetlere şahit olmamışlara, Tepebaşı’ndaki “Müzisyenler Kahvesini” ve ünlü organizatör Sarı Orhan‘ı bilmeyenlere ne demeli !?…

Sarıyer sahilinde balık, Pendik Hilmi Gazinosu’nda pilaki yememiş olanlar, gençliğinde Kumkapı’da ya da Kadıköy Mühürdar’da denizden çıkarttıkları o kocaman midyeleri teneke üzerinde nar gibi kızartıp ekmeğine katık yapmamış, Yenikapı veya Kalamış’tan kiraladıkları sandallarda kürek çekmekten avuçları şişmemiş, Moda Deniz hamamı, Fenerbahçe, Salacak, Florya, Haylayf, Emirgan ,Caddebostan, Suadiye ve Süreyya Plajı’nda denize girememiş, Adaların tümünü, Yörükali’yi gezememiş, Burgaz’ın Kalpazankaya plajında kumlara basmamış, faytonla ve özellikle eşek sırtında “Ada turu” yapmamış, Gaskonyalı Toma-Ancelo kardeşler’i ve Bostancı’ da Karagöz’ü, Saksonyalı Vedat‘ı, Derya’daki Turgay Noyan’ı, Zeki Çetin’i tanımamışsan, başta rahmetli “Sanat güneşimiz” ZEKİ MÜREN’i (Ayni masada içmişim), Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Sabite Tur, Perihan Altındağ ile Ahmet Üstün ve Abdullah Yüce’yi,ayrıca Sadi Işılay, Şükrü Tunar, Ahmet Yatman, Yorgo Bacanos, Hakkı Derman, Kadri Şençalar, Şerif İçli, Ercüment Batanay gibi üstatların sazlarıyla yaptıkları muhteşem taksimleri”, Şan Sineması’nda Münir Nurettin Selçuk’un Pazar konserlerini, ünlü komedyenler; Celal Şahin’i, Balarıları’ , Ateşböcekleri’ni, Orhan Boran’ı, Kristal, Tepebaşı, K.Çiftlik, Taşlık, Kazablanka, Cumhuriyet, Bebek-Taksim Belediye, Luna Park, Gar Gazinosu´nda, ya da Maksim´de izleyememişsen, Çiçek Bar, Can Can kulüp, Kulüp 12, Asmalı Mescit’te Alman lokantası’na, Parizyen, Şanzelize, Hidromel, Lido, Vagon Bleu, Pandelli, Hacıbaba, Gümüşkapı,Tahtasaray ile İmam Sokak’taki meşhur Çağlayan Saz’a, Küçük Sahne hele hele “Cibali Karakolu” için Muammer Karaca’yada Nejat Uygur’a gitmemişsen, Alkazar, Alemdar, Atlas, Yeni Melek, Emek, Kent, Atlantik, Opera, Hale, Reks veya Süreyya Sinemalarına adım atmamışsan “İstanbulluyum” diyemezsin..

Yine Beyoğlu Rebul Eczanesi’nden Limon Kolonyası almamışsan, (Lavanta+) Bakara’dan iskarpin alıp, Gömlekçi Daniş’de ısmarlama gömlek diktirmemişsen, Galatasaray’daki Zara’dan giyim aksesuarı almamış veya o nefis vitrinleri seyredememişsen, tüccar-terzi Koço’dan eli dolu çıkmamışsan, Sirkeci Doğubank’ta Rüştü Şenkardeş’e uğramamışsan, Notre Dame de Sion Fransız Kız Okulu önünde kız araklama teşebbüsünde bulunmamışsan, Beyoğlu’ndaki Atlantik’de köpüklü bira içip sosisli ve Amerikan salatalı sandviç yememişsen, Karaköy ve Sarıyer börekçilerinin börek ve poğaçasından tatmamışsan sana İstanbullu denilemez ki !..

Yandan çarklı Neveser, Basra, Sahilbent veya Suhulet adlı vapurlarla Moda-Kalamış-Caddebostan aktarmalı Bostancı’ya geçmemişsen, Suat veya Ülev vapurlarının kıç güvertesinde simitle çay içmemişsen, Atatürk köprüsü yapılmadan önce araba vapuru kuyruğunda saatlerce çile çekmediysen, Göksu ve Kadıköy’deki Kurbağalıdere’ nin o meşhur kokusunu da koklamamışsan, Kuşdili çayırı’nda top koşturmadıysan, eski Fenerbahçe Stadı’na tel örgülü duvarlardan atlayıp kaçak maç seyretmedi isen, Beyaz Fırın’dan yağlı açma, paskalya çöreği, un kurabiyesi almadıysan, Lebon ve Markiz ile karşı yakada Altıyol’daki Rasim, Nefis ve Ankara pastanelerini, Gündoğdu lokantasını bilmiyorsan, Söğütlüçeşme’ deki Lale Sineması’nda (şimdi İtfaiye binası) İsmail Dümbüllü-Tevfik İnce ikilisini, hafta sonlarında “31 kısım tekmili birden” diye lanse edilen uzuuun (3 saat) kovboy filmlerinde “Tarzan” isimli ünlü beyaz atıve beyaz şapkası ile Ken Maynard, John Wayne, Gary Cooper’i , ”Tarzan” John Weismuller’i, Ferdi Tayfur’un seslendirdiği Lorel-Hardi ikilisinin, Arşak Palabıyıkyan kardeşlerin eşsiz komedi filmlerini seyretmemişsen, Moda’da ünlü Koço Gazinosu’nda, Kalamış’taki Todori’ demeze (yaprak ciğer) yemediysen, Kanlıca iskelesinin yanında gece denize girip, sonra da Boğaz sularında o muhteşem yakamozları seyrederek, pudra şekerli yoğurt kaşıklamadıysan yine İstanbullu sayılmazsın…

Adamo‘yu, Peppino di Capri’yi ve Luis Alberto Del Parana Orkestrası LOS PARAGUAYOS’u Kervansaray’da, Roberto Loreno’ yu, Dario Moreno’yu, Taksim Belediye Gazinosu‘nda dinlemek şansına sahip olamamışlar, hakiki uskumru Çiroz‘ unu 2 kuruşa Balık Pazarı’ndan alıp yiyememiş veeeeeeee… torik balığı yakalayıp Lakerda yapmamış olanlar, Beyoğlu’ndaki İnci Pastahanesi’nde Porifiterol, Saray Muhallebicisi’nde tavuk göğsü tatmamış, caddede açıkta satılan takoz çikolatalardan, Bebek’te meşhur “yengen” yememiş, Taksim İşkembecisini, Apik’ive de Feriköy’deki, Balat’taki meşhur işkembecileri, kokoreççileri bilmeyen dostlarımız sadece “İstanbul’da yaşayanlar” diye tanımlanırlar ancak !…

Tarihi Vefa ve Şeref Stadı’nın tozunu yutup zahmetini çekmemiş,Lefter’i, Turgay’ı, Baba Recep, Can Bartu, Metin Oktay ve Cemil’i Mithatpaşa Stadı’ndaizlememiş olanlar, para az olunca duhuliyeden, hiç olmayınca Gazhane sırtlarından maç seyretmiş olmayanlar, Mithatpaşa Stadı’nda kurulan güreş minderlerinde 8 sıklette Dünya şampiyonu olan SERBEST GÜREŞ Milli Takımı aslanları; Yaşar Doğu, Hamit Kaplan, Nasuh Akar, Ali Yücel, Celal Atik, vs’yi göremeyenler, Harlem Globtrotters basketbol takımının gösterisini ve Buz Revüsü‘nü Spor ve Sergi Sarayı’nda seyretmemiş, Galata ve Beyazıt Kuleleri’ne bir kere olsun çıkıp, şehre tepeden bakmamış olanlara ne demeli !?..,

O güzelim yazlık-kışlık tramvaylara asılarak seyahat etmeyen, boynuzlu troleybüslerin kahrını çekmeyen, Beyoğlu‘nun ünlü ve gizemli Apartmanlarının (!) içini merak saikası (!) için de olsa, gezmemiş (!) olanlar, Beyoğlu’ndaki Abanoz Sokağını, Yüksek Kaldırımın sosyetik aşuftelerini, Kasımpaşa’daki Ziba’yı bilmeyen, ünlü (S) prodüktörü Berç nam-ı diğer Zurnik efendinin, Çanakkaleli Melahat veya krallara-devlet başkanlarına servis (!) veren Lüks Nermin’in sadece adını bile duymamış olanlar, Beyoğluspor Kulübü’ nün Rumlara ait bir Lig takımı olduğunu bilmeyenler, (Sofyanidis ve Kasapoğlu orada yetişme iki değerli futbolcuydu.. Sonradan Kasapoğlu İstanbulspor’a, Sofyanidis de Beşiktaş’a gitmiş, her ikisi de Türk milli takımında forma giymişti..) Ramazanlarda oruç tutanın, tutmayanın nasıl kardeşçe kucaklaştıklarını yaşamamış olanlar, Beyoğlu Ağa Camii’nde her hafta Mevlüt okunduğunu ve Mevlut şekeri almak için Rum, Ermeni, Musevi sınıf arkadaşlarının nasıl da muzipçe oyunlar yaptığını görmeyenler..

Ve bu anlattıklarıma daha binlercesi ilave olabilecek İstanbul‘un özelliklerini bilmeyenler; “İSTANBULLUYUM” diyemezler…Yani kısacası Heybeli‘de mehtaba çıkmamışsan, Kalamış‘dan bir tatlı huzur almayı denememişsen, Boğaziçi’ndeki şen gönüllere uzanamamışsan veeee…Çamlıca‘da sevgilinle birlikte ağaçlara bir ” İZ” dahi bırakmamışsan.. ” İSTANBULLUYUM” diyemezsin

Sadece ve sadece “İstanbul’da yaşıyorum veya yaşadım..” diyebilirsin !…

Eyüp KARADAYI

TARİH : İNGİLİZLERİN İSTANBUL İÇİN HAZIRLADIĞI SÖMÜRGE BAYRAĞI

alt

İngilizler Çanakkale’yi geçip, İstanbul’u ele geçireceklerinden o kadar emindiler ki, Osmanlı Başkentine çekecekleri sömürge bayrağını bile hazırlayıp yanlarında getirmişler ve hatta bu sömürge bayrağı işli hatıra mendillerini de savaşa katılan askerlere dağıtmışlardır.

Lakin Türkiye’yi sömürge haline getirmek isteyenlerin bu hayalleri, o hatıra mendillerinin bir köşesinde kalmaktan öteye gidememiştir.

Görsel1: İstanbul için hazırlanan sömürge bayrağı.

Görsel2: Köşesinde sömürge bayrağı işli olan işgal kuvvetleri askerlerine dağıtılan hatıra mendili.

alt

TARİH /// VİDEO : İSTANBUL 1960’LI YILLAR (Motion Video)

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=vqoPYb0v8uY

TARİH /// VİDEO : İstanbulun Eski Halleri.. Her semti görmek mümkün

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=cvhz-nPdBuU

RUSYA DOSYASI : Tacikistanlı muhalif lider İstanbul’da sokak ortasında infaz edildi

Tacikistan’da oluşan ‘Grup 24’ adlı muhalif hareketin lideri olarak bilinen Umarali Kuvatov, İstanbul Fatih’te uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.

Suikast, Fatih Molla Gürani Mahallesi’nde dün saat 22.30 sularında gerçekleşti. Bir misafiriyle evinde yemek yiyen Kuvatov, bir süre sonra dışarıya çıktı. Sokakta ilerleyen Umarali Kuvatov’a yaklaşan bir kişi, başına tek el ateş ederek hızla olay yerinden kaçtı. Vatandaşların ihbarı üzerine olay yerine polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. Sağlık ekipleri, Kuvatov’un hayatını olay yerinde kaybettiğini belirledi. Bölgeye gelen çok sayıda polis ekibi, cinayetle ilgili delil aradı. Hayatını kaybeden muhalif liderin olay yerine gelen eşi ve çocukları sinir krizi geçirdi. Kuvatov’un ailesi, ambulansla hastaneye kaldırıldı. Umarali Kuvatov’un evde yemek yediği Süleyman isimli arkadaşının da olayın ardından ortadan kaybolduğu öğrenildi. Cinayetle ilgili soruşturmayı Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ile Cinayet Büro Amirliği ekiplerinin birlikte yürüteceği öğrenildi. 47 yaşındaki Kuvatov’un cenazesi Adli Tıp Kurumu Morgu’na kaldırıldı.

Edinilen bilgiye göre, Umarali Kuvatov, kendisine yapılan baskılar neticesinde 2012 yazında Tacikistan‘ı terk ederek ‘Grup 24’ adında bir muhalif hareket başlatmış, sonra da İstanbul’a gelmişti. Bu hareketin yetkilileri, uluslararası basında Tacikistan hükümetini keskin şekilde eleştiriyor.

HRANT DİNK DAVASI /// (FETULLAHÇI) ZAMAN GAZETESİ : Trabzon’daki Hayal’i İstanbul’da aratmış

Hrant Dink suikastını soruşturan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Gökalp Kökçü’nün cinayetle ilgili şok bir belgeyi gizlediği iddia edildi.

Dink suikastında dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’in polisi yanılttığı ortaya çıktı. Yanlış istihbaratla Yasin Hayal’i bulamayan polis, ekipleri geri çekti ve Dink suikastının önü açıldı. Bugün gazetesinde dün yayınlanan habere göre Dink suikastıyla ilgili savcılık gerçek sorumlulara yönelik işlem yapmadı. Ancak kanlı saldırının önlenmesi için kritik adımlar atan eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek’in hukuksuzca tutuklanmasını sağladı.

Akyürek, Hayal ve ekibinin saldırı yapacağını bildirmesinden dolayı Erhan Tuncel’i cinayetten yaklaşık bir yıl önce yardımcı istihbarat elemanı yapıp ‘Mehmet Kurt’ kod adıyla görevlendirdi. Akyürek, Trabzon Emniyet müdürüyken Tuncel’den alınan “Dink, Yasin Hayal grubu tarafından öldürülebilir” bilgisini İstihbarat Dairesi’ne iletti. Aynı yazı İstanbul’a aktarıldı. Akyürek’in Trabzon’dan ayrılmasından sonra Engin Dinç’in talebiyle Erhan Tuncel’in emniyetle ilişiği kesildi ve Yasin Hayal grubuyla bağ kalmadı. Akyürek ise istihbarat daire başkanı olduktan sonra, 12 Ekim 2006’da yani Dink suikastından üç ay önce 81 ilin emniyet müdürlüklerini Ermeni vatandaşlara saldırı olabileceği uyarısını yaptı.

Engin Dinç, suikasttan 11 ay önce yazdığı yazıda Yasin Hayal’in İstanbul’a geldiğinde Sarıgazi ilçesinde fırında çalışan ağabeyi Osman Hayal’in yanında kalacağını kesin ifadelerle yazdı. İstanbul Emniyeti, bu yazı üzerine belirtilen adres civarında teknik ve fiziki inceleme yaptı ancak bir ize rastlanmadı. Bahsedilen tarihte Hayal’in İstanbul değil Trabzon’da olduğu ortaya çıktı. Dinç’in, o dönem amiri olan Ramazan Akyürek’i ve diğer illeri yanlış yönlendirdiği, istediği kadar bilgiyi istediği oranda paylaştığı öne sürüldü. Dink cinayeti öncesinde saldırının önlenmesi için önemli adımlar atan Ramazan Akyürek’in tutuklattırılarak suçlu gibi gösterilmeye çalışıldığına dikkat çekiliyor. Amacın cinayeti cemaat üzerine yıkma olduğu belirtiliyor. İstanbul Emniyeti’ni yanlış yönlendirerek önlem alınmasını engelleyen dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’e yönelik herhangi bir işlemin yapılmamış olması soruşturmada amacın suçluları bulmak olmadığına işaret ediyor.

TARİH : İSTANBUL – ANKARA ARASI TÜRK VATANDAŞLARINA FRANSIZLAR’D AN VİZE