Etiket arşivi: TARİH

TARİH : BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

Galip_Baysan27

BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

(BİRİNCİ BÖLÜM )

Şimdi size Niyazi Beyi tanırmısınız? Diye sorsam, büyük bir ihtimalle çoğumuz hangi Niyazi Bey? Diye cevap veririz. Tarihi olay ve konulara karşı o kadar uzağız ki. Oysa bu kişi Türk Tarihinin bir döneminin en önemli isimlerinden biriydi. Öyle filimler, romanlardaki gibi bir hayal ürünü değil gerçek bir savaş ve hürriyet kahramanıydı. Tam yüz yedi yıl önce, 1908 yılının yaz ve sonbahar aylarında Osmanlının hemen her şehrinden o ünlü ihtilal marşı göklere yükseliyor ve onun ismini haykırıyordu.

“Niyaziler, Enverler

Varolsun hamiyetli askerler”

Bu gün size bu ünlü ismi tanıtmak istiyoruz. Ancak sizleri sıkmamak için makalemizin üç bölüm halinde yayınlanmasını uygun gördük. Kamuoyunca 1908 yılında tanınacak olan ünlü hürriyet kahramanı Yüzbaşı (Geyikli) Niyazi Bey, Türk Halkına adını ilk defa 1897 Türk-Yunan savaşında duyurmuştu. O günlerde henüz Teğmen rütbesinde olan Resneli Niyazi, muharebe meydanında adeta tek kişilik bir ordu gibiydi. Savaşta gösterdiği inanılmaz başarıları birkaç yıl geçmeden Harp Okulunda öğrencilere örnek olarak anlatılacaktır. Mesela 1903 yılında Harp Okulu askeri coğrafya öğretmenlerinden Yarbay Muhittin Bey öğrencilerine “1897 Türk-yunan Savaşında Beş pınar kalesinin düşürülmesinde, elinde kılıcı askeri önünde aslanlar gibi ilerleyip büyük kahramanlık gösteren ve tek başına savaşın kazınılmasında etkisi olan Resneli Teğmen Niyazi’nin” harekâtını coşkuyla anlatmıştır. Bu savaşta Niyazi Bey, önemli sayıda (kendi birliğinin mevcudunun birkaç misli) esir de ele geçirmişti. Gösterdiği olağanüstü başarı üst kademelere bildirildi ve kendisi sekiz aylık teğmenken bir üst rütbeye (üsteğmenliğe) terfi ettirildi. Başkentten gelen talimatla Halka moral vermek için, ele geçirdiği bu esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi. Niyazi Beyin bu olayla ilgili anıları ibret vericidir ve dönemin özelliklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. İzliyoruz:

“… Beş pınar savaşında bölüğümle tutsak ettiğim Yunanlıları İstanbul’a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul’dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum. Önce, yolun üstünde Manastır’a varışımda, buradaki komutanlar ve üst subayların bu görevimden faydalanarak oğullarını, yakınlarını kayırmak, hazineden bir şeyler koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik’teki koskoca Müşir bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu. Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki, ulus ve devletin çıkarından çok kendilerini düşünmekteydiler. Saray çevresine sığınanlardan alay alay kordonlular savaş başlayıp başarı belirtileri göründükten ve hatta sona erdikten sonra bile gönüllü adıyla rütbe ve maaşlarını arttırmak için akın akın savaş alanına koşuyorlardı. Savaşın bütün yükünü omuzlarında taşıyanlara karşı gizli bir çekişme başlamış, rütbe ve nişan yağmasında ön safa geçmişlerdi… Özellikle saray çevresinde Harp Okulu’ndan çıkmış subaylara karşı gösterilen güvensizlik ve davranış beni çok üzmüştü… Padişaha takdim edildiğimizde üsteğmenliğe yükseltildiğim bildirilmiş, on altın padişah ödülü almıştım. Oysa müşir Kazım Paşa’nın benimle birlikte gelen ve tutsakları alıp orada burada kendini gösteren onüç yaşındaki oğlu, iki yüz lira ödül ve iki derece terfi suretiyle değerlendirildi ve yaverliğe alındı… Bu olaylar karşısında devletin kendi kendini düzeltemeyeceğini anlıyor ve bir inkılâba olan zorunluluğu düşünüyordum… Savaş bitmeden önce komutanlardan ve Kurmay subaylardan Ordu ve yönetiminde yenileşme ile ilgili teklifler istendi. Sonradan bunların da uydurma manevralar olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet bünyesinde batıya dönük atılımlar yapmak isteyenlerin avlanması için bir tuzak kurulmuştu. Bu tuzağa düşen aydın kişiler birer birer yok oldular. Devlet yönetimi gibi ordu da eskisinden daha kötü duruma geldi” (Resneli Niyazi Beyin Anıları, s.31–32)

Milli kahraman Üsteğmen Niyazi’nin anılarından da anlaşılacağı gibi, maddi çıkar sağlama arzusu her hareketin önünde geliyordu. Bunun en önemli nedeni, maaş düzensizliğiydi. Subaylar bazen aylarca maaş alamıyorlar, kendileri birliklerinde bazen kümes misali bir odada aylarca konuşacak bir insan bulamadan görevlerini yapmaya çalışırken, onları en çok uzakta bıraktıkları aile mensuplarına para gönderememek üzüyor, ezik bırakıyordu.

“İlk görev aldığım 21. alayın 4. taburunda benden daha önce gelen Leskovikli Teğmen Kamil’in önerisiyle gerçekleri yavaş yavaş kavrayabiliyordum. Askerliğin en üst komutanından en alt komutanına kadar olan birbirine bağlanışında (emir-komuta zincirinde) boşlukları görüyor, daha doğrusu bu çalışmanın yasalar dışı yetkisiz kişilere verilmesinden doğan düzensizlikleri görebiliyordum. Askerlik kademelerini hak etmeden aşarak yüksek yerlere ulaşan ve buralarda bulunmuş olan general ve üst subaylardan bir kısmının uşaklıktan, damatlıktan, evlatlıktan, casusluktan yetişme, haksız yere orayı ele geçirmiş, devletten para almak için, daha doğrusu kapmak ve çalmak için çalışıp yaşayan birtakım şakşakçılardan ibaret olduğunu anlıyordum” ( Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.31-32)

Anılarda görüldüğü gibi, genç subayların ordunun yüksek kademelerinde görevli komutanlar hakkındaki fikirleri olumsuzdur. İdealist fikirlerle bezenmiş Harbiye mezunları çevrelerinde gördükleri ekonomik çıkar sağlamayı amaçlayan tertipleri ahlaksızlık telakki etmekte ve nefret duymaktadırlar. Genç beyinler sonunda problemlerin kaynağının Yıldız Sarayı olduğunu kabul ediyor ve onu etkisiz hale getirip ulusun geleceğini kurtarmak için güçlü bir devrim’e ihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.

Jön Türk hareketinin en hareketli olduğu günlerde, lider durumundaki Mizancı Murat Bey ve arkadaşlarının Abdülhamit’e dönmesi genç askerler üzerinde şok etkisi yaratmış ve sivillere karşı büyük bir güvensizlik duyulmasına sebep olmuştur. Bu konuda Niyazi Bey’in anıları şöyledir:

“Aydın çevrenin o sıralarda dayanağı olan Murat Bey’in dönüşü ile birlikte umutsuzluğa kapılanlar çoğaldı. Bazı kötü kişilerin, genel güvenlik ve birbirine bağlılık gibi dünyanın en değerli duygularını altın ve saltanata değişmesi, o zamana dek herkesin sevgi ve saygısını kazanmış olan gençleri büyük bir sorumluluğa itmiş, satın alınan kişiler ulusun vicdanında lanetlenmişti. Artık yurdun kurtuluşu için birlik kurmak isteyenler, bozgunculukla, ahlaksızlıkla suçlanıyorlardı. Murat Bey’in davranışı bütün gençlere bir kişiye bağlanmanın, çalışmada açıklık ve güvenin kötülüğünü göstermişti. Bu felaket gelecek için çok güzel ve yararlanılacak dersler vermişti. Artık sadece bir başa dayanan bir düzen kurulmayacaktı. Çünkü o ayrılınca düzen dağılabiliyordu. Kurulacak bütün teşkilatlarda emniyet birinci planda gelecek ve çalışmalar büyük bir gizlilik perdesi altında yürütülecekti.

Niyazi Bey 1904–1908 yılları arasındaki yaşamının en önemli gençlik yıllarını hep Makedonya dağlarında devamlı isyancıların takibi ve ülkenin kurtuluşu için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini araştırmakla geçmiştir. Bu dönemde elde ettiği sayısız başarılar her türlü övgünün üzerindedir. Teşkilatlanma konusundaki anıları şöyledir:

“Bu süre içinde bizim de yapmamız gereken özgürlük savaşı için nasıl bir örgüt kurup davranmak gerektiğini, tüm arkadaşlarla danışıp görüşüyordum. Çoğu başarı ile sonuçlanan komitalarla karşılaşmamızda bombasıyla, tüfeğiyle, zararlı yayınıyla ele geçirdiğimiz komitacıların çeşitli etkilerle bağışlanıp salıverilmesi görevini yerine getiren subayları derin üzüntülere itmekteydi. Bu yersiz aflar dolayısıyla komitacılık, eşkıyalık ve ayaklanmanın kökünü kurutmanın olanaksızlığı herkesçe çok iyi anlaşılmıştı. Ölüm cezasına uğratılmış binlerce kişi, çeşitli etkenlere güvenerek hayatının bağışlanacağına, bir gün gelip hapisten çıkacağına inanıyordu. İşte bu güvenç, ayaklanma ve dağa çıkmak için en büyük kışkırtıcıydı. Erlerin çıplaklığı, kışlaların berbatlığı, asker yiyeceğinin kötülüğü, devletin maaşları ödemedeki aksaklığı orduda devrim düşüncesini genelleştirmiş ve kökleştirmişti.”

Makedonya; teşkilatlanma için en uygun, en emniyetli ortama sahipti. İngiltere Kralı 7. Edward’la, Rus Çarı 2. Nikola’nın 9–10 Haziran 1908’de Reval (Estonya’nın sonraki bilenen adı ve Talin) de buluşmaları ve Makedonya konusunda kararlar alması İttihatçıları çok rahatsız etmiş ve bilindiği gibi harekete geçmelerini hızlandırmıştır. Sivil asker bütün Osmanlı aydınları arasında ilk harekete geçen de kahramanımız ve artık Kolağası (günümüz rütbesiyle Kıdemli Yüzbaşı) rütbesinde bulunan Niyazi Bey olmuştur. Bu hikâyeyi bir sonraki yazımızda anlatmak istiyoruz.

Dr. M. Galip BAYSAN

TARİH : Yunan oyuncak olunca…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Rus Çariçesi 2. Katerina muhteris bir kadındır. Osmanlı’nın başına gaileler açmak için Bizans’ı hortlatmaya, Yunanistan meselesini kaşımaya başlar. O yıl doğan torununa "Konstantin" adını koyar, aklı sıra müstakbel Roma İmparatorluğuna ipotek koyar.

Ancak bütün bu tasavvurlarını gerçekleştirecek kadar güçlü değildir. Tutar eteğini müttefik aramaya çıkar ve gidip Avusturya İmparatoru 2. Jozef’i peşine takar. Oturup bir anlaşma imzalar (1781-Petesburg) kağıt üzerinde Osmanlı’yı paylaşırlar. Üzerinde çift başlı kartal olan bayraklar yaptırır, İmparator tahtından, zafer taklarına kadar her ayrıntıyı konuşurlar. Ancak hesapta olmayan işler olur. İsveçliler bu ittifaka çok bozulur ve ansızın Rusya’ya saldırırlar. Neredeyse Çariçeyi ele geçirecek kadar ilerler Moskof’u dağıtırlar. İngiltere ve Prusya da bizim safımızda yer alır ve maceraperestlerin hevesini kursaklarında koyarlar.

Katiller yola çıkınca…

Ancak Yunanlılar "Magelo İdea" hayali ile ayağa kalkar ve oyuna getirildiklerini bir türlü anlayamazlar.

Ruslar 1820 yılında tekrar faaliyete geçer, bu kez İpsilanti Kardeşleri kullanırlar.

Plana göre Çar müşaviri Aleksandr İpsilanti, Romanya üzerinden güneye inecek, kardeşi Dimitrios da Mora’dan yola çıkacak ve Sofya’da birleşip İstanbul’a saldıracaklardır. Aleksandr, Moskova’dan yola çıkar, ancak Eflak-Buğdan halkı bunlara yanaşmaz. İşler sarpa sarınca Çar yan çizmeye başlar. Buna rağmen Batı Trakya’da 15 bin Müslümanı katleder, zemini al kanlara boyar. Bu seri cinayetler Atina, Teselya ve adalara yayılır "Etniki Eterya" çok ocak söndürür, çok can yakar…

2. Mahmud Han isyancıların alayını kıracak güce ve gerekçelere sahiptir ama o sadece elebaşılarını yakalar. Halka dokunmaz lakin Patrik Gregoryüs’ü Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında sallandırmaktan da kaçınmaz.

Avrupalı mutaassıp Hıristiyanlar, liberaller, özentiler, platonik Grek hayranları Yunanlıların yanında durur, Lord Byron ve Viktor Hügo gibi ünlü isimler Helen’e destek olurlar.

Yunanlılar tekrar ayaklanır. Osmanlı bu kez isyanla direkt ilgilenmez zira Fransız İhtilalini takiben milliyetçilik rüzgarları sert esmeye başlar. Bu işi Mısır Valisine havale eder. Hıdiv Mehmed Ali Paşa, oğlunu 20 bin asker ve 60 gemiyle Mora’ya yollar.

Dört günde süt liman

Bunlar Rodos’ta "Donanma-yı aliye" ile buluşurlar, Girit, Mora derken dört yıldır süren yılan hikayesini 4 haftada bitirir, militanları ayıklar, sükuneti sağlarlar.

Rum liderleri bakarlar bu iş Rusya’yla olacak gibi değil ikiyüzlü siyaset güden dalavereci İngilizler’e sığınırlar. Kraliçe sırf bu iş için General Wellington’u vazifelendirir. Ardından Babıali’ye bir nota verir "Yunanistan’a muhtariyet verilmesini" arzularlar.

Hariciyecilerimiz de aynı gerekçelerle "İrlanda meselesini kaşıyabileceklerini" ima eder, saniyen (ikinci olarak) imzalanan anlaşmayı hatırlatır "ihtilal ve isyanları gayri meşru ilan etmemiş miydik" diye sorarlar.

Ama İngiliz İngiliz’dir, işine gelmeyeni duymaz, anlaşmalara uymaz. Sadece Yunanlıları değil imparatorluk içindeki bütün azınlıkları ayaklandırmaya bakar…

TARİH : Adsız kahramanlar /// Hacı Çalık Ali Paşa VE PADİŞAH 2. AHMED

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Hacı Çalık Ali Paşa, Merzifon’dan çıkan ikinci büyük sadrazamdır. Serdar-ı Ekrem sıfatıyla Avrupa içlerine sefere çıkar, birçok işi yoluna koyar. Görünen o ki bu korkusuz ve gayretli paşa hayırlı işlere ön ayak olacak, İmparatorluğu özlenen günlere taşıyacaktır.

Değerli sadrazam, çalıştırdığı insanlara da sahip çıkar. Hatta koca Padişahla karşı karşıya gelmeyi göze alacak kadar.

Bir ara Sultan, Başdefterdarı azletmesini ister ama bunu yapmaz. Böyle bir suç, mevkiinden olmasına, zindana düşmesine, hatta cellada yollanmasına sebep olabilir ama geri adım atmaz.

Padişah onu huzuruna çağırtıp sorar: "Biz bu defterdarı azletmeyi murad etmişiz. Üç kere müstakim bir bendeyi naspedesin diye hattışerif yolladık, fermanımızı niye duymazdan gelirsin!

Mührü iade edince…

-Defterdar ne cürm ile müttehem oldu ki (suçlandı ki) azli icab ede?

-Bilmez misin, Edirneliler ondan şikayette bulunurlar.

-Ahaliye yaranmak kolay mı? Hem defterdar kendi başına iş yapmaya muktedir olmayan bir hıdmetkarınızdır. Ortada bir suç varsa benden sorula!

Buraya kadar iyidir de, tutup mührü sultana uzatınca iş kopar. Padişah bu doğru sözlü paşayı takdir etmekle birlikte "sen bilirsin" der, "var biraz da taşrada oyalan!"

Ancak Devlet-i aliyye Çalık Ali Paşa gibi mevki kaygısı taşımayan dürüst insanlarla doludur. Nitekim Bozoklu Mustafa Paşa, Çalık Ali Paşa’ya saygısından dolayı kendisine yollanan Mührü Hümayunu kabul etmez, "tehlikeli" bir iş yapar.

Padişahın (2. Ahmed) hem hoşuna gider, hem de çok kızar. Bir yandan "ikisini de cezalandırmazsam eğer" diye efkarlanırken, sohbet arkadaşlarına "pes vallahi, devletimizin ne yaman adamları varmış" diye söz açar.

Aradan ne kadar zaman geçer bilemiyoruz, Sultan, Çalık Ali Paşayı çağırtır "N’apayım Paşa" der, "bu işi kendin eyledin. Şimdi söyle bana hangi vilayeti istersin, ihsanım ola!"

-Siz sağ olun yeter. Bize ihsan, mansıb gerekmez.

-Olmaz. Bir yer söyle diyorsam söyleyeceksin. Bak bu kez itiraz istemem.

-Öyleyse Mihalıç hassı olsun.

-Bu hasların derdi çok, geliri azdır.

-Böylesi sefer vakitlerinde kanaat gerektür Sultanım. Hazinenin akçaya olan ihtiyacı benden fazladır.

Padişah acı acı güler, böyle bir adama ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlar. Bir sene sonra, iki sene sonra… Neticede ne yapıp yapacak, onu tekrar Sedarete atayacaktır ama…

Çok geçmeden Paşanın vefatını işitir ve oturup içli içli ağlar…

Mürüvvet denilince…

Bir ara Mısır Beylerbeyi Vezir Hasan Paşa’ya divandan bir emir gelir. O günlerde sürgün olan Kızlaraağası Yusuf Ağanın bütün malının mülkünün satılıp dersaadete yollanması istenir. Hasan Paşa bu noktalara Yusuf Ağanın himayesiyle gelmiştir ve velinimetini üzmekten çok çekinir. Araştırır soruşturur Yusuf Ağanın 900 yük akça kadar serveti olduğunu öğrenir. Hiç tereddüt etmeden kendi malını mülkünü satar ve 900 yük akçayı toparlayıp İstanbul’a yollar.

Dersaadetin olup bitenden haberi olur, usulsüz bir iş yaptığı için ona 150 yük akça ceza yazarlar. Hasan Paşa çok zorlanır ama istenilen bedeli de hazırlar. Yoksul kalsa da akçaları Asitaneye yollayıp rahatlar.

Padişah (4. Mehmed Han) vakayı işitince Hasan Paşayı İstanbul’a çağırtır. Vezirler paşalar "sen bittin aslanım" derler, "bu işi kesin zindan paklar!.."

Peki Sultan n’apsa beğenirsiniz?

Onu öz kızıyla (Hatice Sultanla) evlendirir, kendine damat yapar…

TARİH : ABD ve Rusya da kim ola ?

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Doğrusunu isterseniz 16-17. yüzyılda Rusya devletten bile sayılmaz. Osmanlılar onların Çarlarını kaale almaz. elçilerini karşılamazlar. Bir maruzatları olursa Kırım Hanı’na anlatırlar.

Doğrusu onlara Kırımlılar yeter de artar. Bir ara Ruslar 350 bin kişilik bir orduyla Knotop Kalesi’nde Ukraynalıları sıkıştırırlar. Padişah, Mehmed Giray’a "Rusları dağıtın" diye bir emirname yollar. Kırımlılar Rusları Pripet bataklıkları civarında yakalar ve 120 bin askerini kırıp, 50 binini zincire vururlar ki Prens Trubeçkov bile ellerinden kurtulamaz.

Rus elçileri ancak Kırım Hanının muvafakatını aldıktan sonra Payitaht-ı cihana ayak basar, Veziriazamın karşısında oturamaz, er gibi ayakta dururlar.

Devleti aliyye, Rusların sulh müzakerelerini dinlemeye bile tenezzül etmez "gidin derdinizi Giray’a" anlatın deyip, Bağçeseray’a (Kırım Hanlığına) yollarlar.

Çar’ınıza söyleyin!

İşte Kara Mustafa Paşanın Rusya Seferi devam ederken Çar Feodor deli gibi muhatap arar. Kırımlılarla oturur muahedenin şartlarını kararlaştırırlar. Elçiler, Dersaadetin onayını almak için İstanbul’a gelmeyi arzularlar. Kara Mustafa Paşa onları lütfen kabul eder. Adamlar padişah 4. Mehmed’in av merakını bildikleri için binlerce emsalsız kürk, mors balığı dişi ve şahinlerle gelir ama padişahtan istediklerini koparamazlar.

Mehmed Han tek cümleyle "Çar’ınıza söyleyin" der, "Kırım Hanımızın haracını muntazam ödesin, sulh şartlarına uymazsa cezasız kalmaz bilmiş ola!"

Size göre azarlar gibi bir şey değil mi? Ruslar aksine bu tavra çok sevinir iyi ya da kötü muhatap alındıkları için adeta takla atarlar. Osmanlı ilk kez Ruslara imza bahşeder ki tarihçiler onu "Edirne Muahedesi" diye anarlar.

Elçiye zeval olmaz…

Sakın yukarıdaki satırlardan Osmanlıların kibirli olduğunu çıkarmayın Türkler Rusyanın potansiyalinin farkındadırlar, Çarlar eninde sonunda yörede söz sahibi olacaktır ama bunu ne kadar geciktirirlerse o kadar kar sayarlar.

Rusları da Allahın kulu sayar kalplerini kırmazlar hatta…

Hatta bir ara Padişahın cülusunu (tahta çıkışını) kutlayan Rus heyeti dönüş yolunda Tatarların saldırısına uğrar. Dersaadet derhal Kırım Hanı Mehmed Giray’ı vazifeden alır yerine Canbek Giray’ı atar. Mehmed Giray "ben ki Cengiz soyundan gelme bir asilzadeyim İstanbul’u takmam" deyince Kaptan-ı Derya Topal Mehmed Paşa’yla Giray’ı sıkıştırır, başarılı olamayınca Kaptan-ı Derya Hasan Paşa ile Banyalukalı Hüseyin Paşaları üstüne yollarlar. Bu iş için kan dökmeyi göze alır ve hesapsız altın harcarlar ama "elçiye zeval olmaz" sözünün gereği neyse onu yaparlar.

Peki ya Amerika?

Osmanlılar Amerika’yı da devletten saymadıkları için Amerikan başkanlarını tanımazlar. 1783 yılında Amerikan ticaret gemileri Akdeniz’e girebilmek için İstanbul’dan onay ister, onu Cezayir Beylerbeyine yollar, "Dayı ne diyorsa o olur" buyururlar.

Cezayir Dayısı, George Washington’dan her yıl 642 bin altın dolar alır, ayrıca 12 bin Osmanlı altını da haraç yazar. (1795)

Bu, Amerikalıların İngilizce dışında başka bir lisanla yaptığı ve haraç ödemeyi kabul ettiği tek anlaşmadır.

Dileriz son olmaz.

TARİH : Şöyle ola, böyle olmaya !

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Osmanlılar esnafı kendi haline bırakmaz, her gruba bir nizamname yazar ve gereğini yaparlar.

İşte nizamnameden öne çıkan satırlar…

Ekmekçiler somunun iyi pişire. Çiği ve karası olmaya!

Kasaplar koyunu geceden temizleye ve temiz sata. Semizini saklayıp zaifini boğazlamaya!

Ahçılar pişirdikleri etleri pak kotara, kasesi, bezi temiz ola. Kazanı kalaylı, çanakları sırçalı ola. Hizmetkarlar kafir olmaya, futaları (önlükleri) temiz ola!

Ve börekçiler gözlene. Hamurlar arı undan tutula. Miyanesi soğanlı ola, koyun etinden başka et karıştırılmaya!

Onu onbire satıla!

Üzüm ve incirin onu onbire satıla (% 10 karla), bahçeden gelen meyveler yüzleme (mostralık) olmaya, üstü altı bir ola!

Yoğurtçular, süte su ve nişasta katmaya. Kaymakçılar, peynirciler takibe alına. Turşu sirkeyle kurula, kepek ekşisi ile kurulmaya. Helvacılar, pekmezciler, şerbetçiler, hoşafçılar temiz çalışa!

Terziler dikmek için aldıkları işleri vaktinde vereler. Kemha ve kaftanları 25 akçadan keseler. Kadın kaftanı yakalı olursa 30 akçaya dikile, astar 8 arşından eksik olmaya. İpekçiler kalp şerit ve düğme yapmaya!

Bürüncükçüler, çukacılar, takiyeciler, atlasçılar gözlene. Altunlu kadifenin klaptanı seyrek olmaya. Bezzazlar ibrişimi kötüsü ile karıştırmaya, arşınları eksik tutulmaya, aksi halde değnek başına bir akça cerime (ceza) alına.

Çizmeciler, başmakçılar, ayakkabıcıların mamulleri günü dolmadan delinmeye, cezası akçe başına iki gün hesabıyla yapıla. Eğer gön ya da sahtiyan delinirse vebal debbağda arana. Ham deriyi debbağdan başkası almaya, dışarıdan gelen mallar satılmaya!

Mutaflar ve keçeciler keçeyi çiğ pişirmeye, hallaçlar 150 dirhem pamuğu bir akçaya vere!

Demirciler has demir işliye, kalaycılar illet etmeye!

Bıçakçılar ve iğneciler Dımeşki (Şam işi) diye, Frenk malı satmaya. Nalbantlar esteri (katırı) 4, merkebi 3.5 akçeye nallaya, mıh eğilip atarsa nalbant karşılıya! İtiraz ederse te’dip oluna!

Kiremit ve çömlekler çiğ bırakılmaya, kerpiçler dolgun ola!

Kuyumcular emin ola

Kuyumcular emin ola. Altının miskalini 3 akçaya sata dövme ve kılıç bedeni için (dirhem başına) 1.5 akça işçilik ala!

Tahıllar samanlı ve kesmikli olmaya, kile (ölçü aleti) damgalı ola!

Oduncular yaş kesmeye ve hayvana fazla yük vurmaya! Deve odunu 6 karış, merkep odunu 3 karış ola!

Attarlar zağfiranı yağlı satmaya, frenk şekerini baş şeker diye vermiye. Sabuncular ve mumcuların işledikleri mallar kötü kokmaya mumun fitili katı, sabunun gövdesi yarık olmaya!

Değirmenciler kimsenin arpasını buğdayını karıştırmaya, vakti gelen taşlara diş aça, milletin sırasını bozmaya. Değirmenciler tavuk besleyip milletin buğdayına zarar vermeyeler. Ancak vakti öğrenmek için bir horoz bulundurabilirler!

TARİH : Ahiler, bacılar, kardeşler…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Ahi’ kelimesi Arapça ‘kardeşim’ kelimesinden mi gelir yoksa Asya Türkçesindeki "akı"dan (cömert ve eli açık) mı gelir bilmiyoruz ama bu teşkilat paylaşma üzerine kurulur ve eli açıklık esastır. Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu esnaf ve sanatkarını bir arada tutar. Güçsüze omuz verir, gençlere sahip çıkar ama yerine göre kural da koyar, denetim sağlar.

Ahiler öncelikle mert, doğru, yardımsever, kısacası "insan" olmak zorundadırlar ve mesleklerinde de zirveyi hedef alırlar. Malazgirt Zaferini müteakiben Anadolu’ya giren Müslüman Türkler, Türkistan’da süregelen fütüvvet ilkelerini de beraberlerinde getirirler. Buna göre birbirlerinin hatalarını affedip, ayıplarını örtmeli, husumet ve düşmanlığı bitirmelidirler. Ahiler musibete uğrayanlara (düşmanı bile olsa) sevinmez, herkesin yardımına koşmayı vazife sayarlar.

Kökü Orta Asya’da…

Hele Fahreddin Razi, Ahmed Yesevi ve Şihabüddin Sühreverdi gibi büyük alimlerden ders alan Ahi Evran (1171-1262) Kayseri’ye yerleşince teşkilat büyük bir ivme kazanır. Mütevazı tezgahında debbağlık yapıp, elinin emeği ile geçinen Ahi Evran, Türkistan’dan gelen esnaf teşekküllerini bir çatı altında toplar. Fütüvvetnamelerden faydalanarak teşkilatın esaslarını (bir nevi yönetmeliğini) yazar ki elbette İslam ahlakını esas alırlar. Bu arada hanımı (hocası Evhadüddin Kirmani’nin kızıdır) Fatma Bacı da kadınları yetiştirip "Baciyan" grubunu kurar.

Şehirli Türkler…

O yıllarda Anadolu’da sanat ve ticaret Rumlarla Ermeniler’den sorulur. Türkler sayıca çoktur ama dağ başlarında çobanlık yaptıkları için kasabalarda Hıristiyanlar öne çıkar. İşte Ahilik teşkilatı sayesinde Türkler "piyasada biz de varız" der, değişik sektörlerde söz sahibi olurlar. Günü çalışarak geçiren ahiler geceleri zaviyelerde toplanır eğitim faaliyetlerinde bulunurlar.

Ahiler memleket müdafaasına bigane kalmaz, gazalara katılırlar. Dünya haritasını alt üst eden Moğollara mevzi olurlar. Bu çapulcuların önünden kaçıp gelen müminlere kucak açarlar.

Moğollar, zorlu bir muharebeden sonra Kayseri’yi de (1243) ele geçirir, binlerce ahiyi kırarlar. Büyük veli Ahi Evran da Kırşehir’de sarı benizli katillere karşı çıkar işte bu hengamede şehit olur ama talebeleri mücadeleyi bırakmazlar.

Kısaca sulhta muallim, muharebede asker olan ahiler, sıkılan ve bunalan insanlara maddi ve manevi yardımda bulunurlar. Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’yu, dini ve milli birlik içinde tutmayı başarırlar.

Ahiyan ve Baciyan teşkilatları Söğüt civarında tertemiz bir devlet kurulunca gider Osman Bey’in emrine girerler, uçlara yerleşip zaviyeler açar, yöreye parça bölük gelen Türkmenleri terbiye ederler. Zaten Osmanlılar zamanın kıymetini bildikleri, disiplinli bir hayat sürdükleri, istişare ettikleri ve adaletle hükmettikleri için aşiretten devlete yürürler…

Ahi Murad…

Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigar kendilerini ahilerden sayarken, vezirleri Alaeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahidirler. Ahiler hem alim, kadı olarak ilim sahasında, hem de vali, komutan olarak idari ve askeri alanda hizmet verirler. Daima devletin yanında olan ahiler, Bursa’yı "Düzmece Mustafa"nın hücumundan korur, Ankara’yı Sultan Murad’a teslim ederler. İşte bu yüzden 1. Murad Han kendisinden "Ahi Murad" diye bahseder…

TARİH : Eline, diline, beline…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Ahilere göre sanat üstattan öğrenilir. Bir ahi yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, ahi babalık ve kethüdalık safhalarından geçse gerektir. Gündüz dükkanında, tezgahında olmalı, akşamları mutlaka sohbetlere katılmalıdır.

Ahilerin idare heyeti, azalar arasından seçilir. Kendilerine kadı tarafından resmi vesika, icazet verilip, icraatları ve neticeleri büyük meclise bildirilir. Birlik idare heyeti her ay, üç gün toplanır "orta sandığı" üzerine konuşur, kararlar alınır.

Ahiler mensuplarını takdir etmesini bilir ancak cezalandırmaktan da kaçınmazlar. Ahi şarap içmez, zina yapmaz, gıybete bulaşmaz. Yalandan, dolandan, kibirden, iftiradan, hasetten kaçar. İçi dışı birdir, affetmeyi bilir, namahreme bakmaz. Merhametsiz olamaz, laf taşıyamaz, kin tutamaz. Sözünde durur, hıyanet etmez, emaneti kollar. İnsanların aybını örter, cömert olur ve kul hakkından çok korkar. Bunlara uymayanlar ahilikten çıkarılırlar.

Ahiler estetik kaygılar taşır, bed seslileri sokak satıcısı bile yapmazlar. Zerzevatçılar latif ve ahenkli bir seda ile sanatlı maniler okurlar.

Yine fütüvvetnamelere göre; ahinin sanatı olmalı ve helalinden kazanmalıdır. Alimlere hürmet etmeli, fukarayı kollamalıdır. Temiz giyinmeli ve temiz tıynetlilerle bulunmalıdır. Bir ahi asla namazını kazaya bırakmamalı, nefsine hakim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla düşüp kalkmamalıdır. Bu hasletler zamanla cemiyete mal olur. İşte Osmanlılar bu yüzden 6 asır ayakta kalırlar.

İslam coğrafyasında hesapları olan İngilizler ahilerden çok rahatsız olurlar. Teşkilat, Mustafa Reşid Paşanın hazırladığı Tanzimat Fermanıyla büyük bir darbe alır, Türk düşmanları kına yakarlar.

Kim kimin piri?

Dedelerimiz her meslek ve zenaati piriyle anarlar. Mesela Nuh Aleyhisselam marangozların ve gemicilerin, Hazret-i Musa çobanların, Hazret-i Zülkifl ekmekçilerin, Hazret-i Lut tarihçilerin, Hazret-i İbrahim mücahidlerin, Hazret-i Şit hallaçların, Hazret-i Salih devecilerin, Hazreti İdris terzilerin, Hazret-i Yunus balıkçıların, Hazret-i İlyas çulhacıların, Hazreti İsa seyyahların, Selman-ı Pak berberlerin, Halid bin Velid silahşörlerin, İmam-ı Şafii subaşıların, Hacı Bektaş-ı Veli Asesbaşıların piridir.

Osmanlı’da meslek erbabı pirlerine layık olmaya bakar.

Narh nasıl konur?

Sadrıazam Melek Ahmed Paşa bir ramazan günü İstanbul Efendisini (kadı) ve muhtesip ağayı (belediye başkanı) yanına katıp Unkapanı’na gelir. Bütün Karadeniz reislerini, habbezanları, uncuları nakliyecileri toplar, Varna Köstence, Kili ve Akkirman’da buğdayın kaça alınıp, kaça satıldığını tetkik buyururlar. Badehu 300 dirhem has ekmeğin kaç akçeye mal olacağını hesaplar ve narh koyarlar. (Evliya Çelebi’den)

1665 yılında İstanbul’da bulunan Monsenyör Thevehot, "Türkiye’de her şey bol ve ucuzdur" der, "yeşil meyve ve sebzeler bizdeki gibi mücevher pahasına satılmaz. Satıcıların terazileri her gün kontrol edilir, hileli ve pahalı satanlar derhal cezalandırılırlar. Satıcılar rezil olmamak için fazla fazla tartarlar. İstanbul’da çocuğu bile pazara yollayabilirsiniz. Bu pazarda saf ve şaşkınlar bile aldanmaz."

TARİH : Kervanlara saraylar…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Anadolu, Türkler girinceye kadar güvenli bir yer değildir. Devlet otoritesi yoktur ve her yörede ayrı kabile, her geçitte başka şakiler ferman okuturlar. Tüccarlar üç beş deve yükü malı korumak için düzine ile silahşör tutar, bu masrafı elbette maliyete ilave eder, fiyatları katlarlar. Bizans imparatorları sureta bir imparatordur sözü; değil dağdaki eşkıyaya, sarayındaki adamlara bile geçmez, kimse onun tatlı hatırı için sefere mefere çıkmaz.

Sultan Alparslan Anadolu’ya girdiği günden itibaren ticaret yollarını emniyete alır, bundan Rumlar Ermeniler de istifade eder ve çok memnun kalırlar. Öyle ki gün gelir, henüz ondördüne girmiş ay simalı bir genç kız, koluna bilezikleri, ayağına halhalları, göğsüne dizi dizi altınları sıralayıp bir şehirden bir şehre yürür. İlişen karışan olmaz.

Kılıcı gösterir, kullanmaz

Peki ya biri sataşırsa? Mümkünü mü var? Türkler haydutluk yapanı iğnenin deliğine girse bulup çıkarır, ibret-i alem için orta yerde yargılarlar. Yol kesen eşkıya kolunun kesileceğini, cana kasteden katil kellesinin gideceğini iyi bilir. Onları affetmek hakkı sadece mağdurların elindedir.

Peki kadılar sabah akşam hüküm verir, cellatlar üç vardiya mesai mi yaparlar? Nerdeee? Bilirsiniz Osmanlılar her şeyi kağıda döker ve özenle saklarlar. Belgelerden öğrendiğimize göre 6 asır boyunca sadece iki el kesme vakası uygulanır. Kılıcı gösterir ama kullanmak zorunda kalmazlar. Şakiler, "ceza net ve anlaşılır olduğu için" uslu uslu otururlar.

Resullullah Efendimiz de (Sallallahü aleyhi ve sellem) ticaretle uğraştığından olsa gerek Müslümanlar ticarete çok önem verir, tacirlerin rahatını sağlamaya bakarlar. Hayır sahipleri hanlar, hamamlar, yollar, köprüler, çeşmeler yaptırırlar. "Yolcu duası makbuldur" müjdesinden hisse almak için kervansaraylardaki hizmetleri ilk üç gün için (ki bir yolcuya fazlasıyla yeter) ücretsiz sunarlar. Yorgun insanlara (müslim, gayrimüslim ayırmadan) döşek serer, yemek çıkarırlar. Dahası ahır, ambar ve hamamı "bilabedel" kullandırırlar. Büyük kervansaraylarda hekim ve baytar bulundurur, revirin kapısını daima açık tutarlar.

Diyeceksiniz ki bu değirmene su mu yeter? Öyle değil işte, ticaret geliştikçe insanlar zenginleşir, ortalıkta büyük paralar dönmeye başlar. Sahraya çil çil kubbeler serper, beldeleri imar etmeye bakarlar.

Evliya Çelebi’nin anlattığına göre Enişte Hasan Paşa Kervansarayı, muhteşem bir kaleyi andırır ve tam 90 ocaklı odası vardır. İmaretten medreseye her eksiği düşünülür, imam, müezzin, kayyum, katip ve muhafızlar atanır. Süvariler için koğuş, hizmetliler için lojmanlar hazırlanır. Her yıl 3200 okka bal ve 4400 okka sade yağ kullanılır ki varın eti, unu, bulguru siz hesaplayın.

İbn-i Battuta Kastamonu’da

Türkler kervansaray yapımında da fıkhi kaideleri göz ardı etmez her fersaha (bir günlük yol=36 kilometre kadar) bir han yaparlar. Zaten şehrinden üç fersah açılanlar seferi olurlar. O devir seyyahları Anadolu ve İslam coğrafyasında 10 bin civarında han olduğundan bahs açarlar. Bunların herbirini anlatmak bu sayfanın boyunu aşar ama İbn-i Battuta’nın hatıralarından birini nakletmekte yarar var:

Kastamonu’dan yola çıktıktan sonra güzel bir köyde Ahilerin misafirhanesinde kaldım. Burayı Emir Fahreddin adlı bir hayır sahibi yaptırıp vakfetmiş. Bakımı ve işlerin tedviri için kendi öz oğlunu vazifelendirmiş. Misafirhanenin yanında nefis bir cami, karşısına da sıcak sulu bir hamam koydurmuş ki gelip geçen yıkanıp paklana. Köyde şirin bir çarşı kurdurmuş, buranın geliri de vakfa gidiyor. Mekke-i mükerreme ve Medine-i Münevvere’yi ziyaret için yola çıkan fukaralara vakıftan bir kat elbise veriliyor. Yemeklerde et, pilav, tatlı eksik olmuyor. Ben kuytu köylerde bile teşkilatlanan ahilere hayran oldum. Bu müesseseyi duyurmak gerek.

TARİH : Kim deli ? Sultan İbrahim mi ?

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Kendi dedesine sövmekten zevk alan bazı gafiller döner dolaşır Sultan İbrahim’e sataşırlar. Yok efendim İbrahim Han zincirlik deliymiş de yesin diye balıklara inci, mercan serpermiş de filan…

Balıkların inci mercan yediği nerde görülmüş; yok, zaten yemiyor diyorsanız bunda ne mahzur var? Havuzdan çıkarır kullanırsınız o kadar…

Aslını sorarsanız Şehzade İbrahim iyi yetişir ama kendini sultanlığa hazırlamaz. Zira onun 4. Murad gibi dirayetli maharetli bir kardeşi vardır ve ona hizmet etmeye bakar. Gelgelelim Murad Han genç yaşta vefat edince onu apar topar tahta çıkarmaya kalkarlar. İbrahim Han bir kere ağabeyinin öldüğüne inanmaz, onu 4. Murad’ın naaşına götürür hakikatle yüzleştirirler. Ağabeyinin cesedini görünce yükün omuzlarına çöktüğünü hisseder. Büyük bir teessürle "saltanat benim neyime. Karındaşım gibi olabilir miyim" der.

Yaranamadığı beyler

Sultan İbrahim asırlık geleneğe rağmen o gece cülus merasimi yapmalarına izin vermez. Sabaha kadar Yasin-i şerif okur gözyaşlarıyla dua eder.

Bilirsiniz, 4. Murad, Atlas Okyanusundan, Hint Okyanusuna kadar titretmedik yürek bırakmayan çok müstesna bir sultandır. İşte bu yüzden Sultan İbrahim’i ağabeyisi ile kıyaslayanlar hata ederler. Ancak yeri ve zamanı geldiğinde aynı kanı taşıdığını, aynı tepkileri verdiğini görürler. Mesela, Osmanlı sarayında her melaneti işleyen Emir Güne adlı bir Şah daisini ölöldürtmekten çekinmez. Ardından işretçilere savaş açar, İstanbul’u sarhoştan meyhurdan temizler. İşte bu yüzden bir taraftan acemler, diğer yandan işretçiler hakkında olmadık hikayeler uydurur, akılları sıra onu gözden düşürürler.

Sultan İbrahim "işinin delisi"dir ve her uygulamayı yakından takip eder. Mesela, Bursa’da sebepsiz mesnetsiz bir kilise yıkıldığını öğrenince derhal Vezirazam Kara Mustafa Paşayı çağırır ve sorar:

– Bu karar kimden çıktı lala?

– Bursa kadısının takdiridir efendim.

– Nerden icap etmiş?

– Bir hatadır eylemiş.

– Divana haber vermiş midir?

– Maalesef Efendim.

– Cezası ne olsa gerektir?

– Azli elzemdir.

– Gereği yapılsın. Münasiptir.

Sultan İbrahim haktan adaletten taviz vermez. İcabında Rum’un, Ermeni’nin de hukukunu da gözetir kendi adamlarını cezalandırmaktan çekinmez.

Tebdil-i kıyafet gezer

Bir ara kıtlık pahalılık lafları alıp başını gider. Sultan derhal kıyafet değiştirip halkın arasına girer ve vaziyeti yakinen gözler. Ardından Veziriazamı çağırıp "İstanbul Efendisine (kadıya) ve Muhtesib Ağasına (Belediye başkanına) muhkem söyle, narh ahvaline ziyade tekayyüt (dikkat) etsinler. Gezsinler dolaşsınlar yoksa kendileri bilirler" der.

Osmanlı ordusu silbaştan toparlanır. Yine onun gibi "Deli" diye adlandırılan Kaptan-ı derya Deli Hüseyin Paşa, Azak ve Girit üzerine sefer açar, Hanya’yı fetheder.

Gelgelelim İbrahim Hanı ciddiye almadığı dedikodular bitirir, onu tahttan indirir, boğarak şehid ederler.

TARİH : Büyük zaferin 70. yılında Hitler’i bitiren komutan : Mar eşal Jukov

Georgiy Konstantinoviç Jukov 1896 yılında Moskova’nın doğusundaki Kaluga yakınlarında Strelkovka (okçular) köyünde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fabrika işçiliği yaptıktan sonra 1914’te Çarlık ordusu süvari kuvvetlerine katılır. İki defa Çar’ın en yüksek nişanıyla ödüllendirilir. 1917’de teğmen olarak Ekim devrimine katılır. 1918’de de Kızıl Ordu’ya yazılır. İç savaşta Çariçin’de (Stalingrad) yaralanır. 1931’de Frunze Askeri Akademisi’ni bitirir. 1930’da süvari sınıfından tankçı sınıfına geçer. Hitler’in iktidarından önce, Alman Zırhlı Birliklerinin kurucusu Guderian’ın da hocası tankçı Alman generali Hans Von Seect(Zeekt)’in yanında staj yapar. İspanya İç savaşında Cumhuriyetçilere danışmanlık yapar. Çin’de Japon Kwantung Ordusu’nun yöntemlerini inceler. 1933’te tümen komutanı, 1937’de süvari ordusu komutanı olur. Temmuz 1939’da Maçurya’ya saldıran Japonlar karşısında ilk kez askeri dehasını gösterme olanağı bulur. Khalkin-Gol’de kazanılan parlak zafer Jukov adını unutulmaz yapmıştır. Dönüşünde Ukrayna Askeri Bölgesi Komutanı Mareşal Timoşenko’nun yardımcılığına atanır. Toplum önündeki ilk açıklamasını burada yapar. Sonradan büyük ün kazanacak olan bu tarihi konuşma, Kiev’de Kruşçev’in katıldığı özel bir partili askerler toplantısında 11 Aralık 1940’ta olur. Yapılan saldırmazlık anlaşmasına rağmen Nazi Almanya’sına güvenmeyen Jukov; uluslararası bu tehlike ve çatışma döneminde Kızıl Ordu’nun batılı sınırlarını güven altına alması gerektiğini söyler.

O yıl Hitler en parlak generallerinden Manstein’in baskın özelliği taşımayan Sedan planını değiştirmesi sayesinde, Fransa karşısında beklemediği kadar kolay bir zafer elde etmiştir. Almanlar iki haftada Fransa’ya diz çöktürür. Sıra İngiltere’ye (deniz aslanı planına) gelir. Almanların binlerce uçakla aylarca yaptığı hava bombardımanları etkili olmaz, çünkü İngilizlerin çok önemli iki gizli silahı vardır. Değeri bilinmeyen büyük matematikçi Alan Turing sayesinde "Ehigma"’nın (Almanların haberleşmede kullandıkları özel şifreleme cihazı) şifrelerini çözerler. Ayrıca "radar" ve radarlı avcı uçaklarıyla çok etkili olurlar. Hitler Eylül’de "Deniz Aslanı" planını askıya alır ve yönünü doğuya çevirir. İçeriğini sadece kuvvet komutanlarının bildiği gizli "Barbarossa" (Sovyetler Birliği’nin işgali) harekatı için hazırlıklara başlanması emrini verir. Oysa daha bir yıl önce Sovyetler Birliği ile saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır.

Savaştan önce ve savaş boyunca Jukov’un bütün öngörülerinin doğrulanması hayranlık vericidir. 1941 yılı başlarında Timoşenko’nun kurmay başkanı olarak onunla beraber Moskova’ya atanır. Almanya’nın saldırı hazırlıklarına dair istihbarat raporları peş peşe gelmeye başlamıştır. Belgelerin gösterdiğine göre Jukov gerçekten Kızıl Ordu’yu, Hitler’i durdurabilecek kadar iyi bir duruma getirebilecek bir dizi önlemler alınması işine girişmiştir… Jukov’un aksine Stalin, yaptığı anlaşmaya güvenerek Hitler’in kışkırtılmaması gereğine inanır ve kendince provokasyonları önlemeye çalışır. Halbuki sınırlarına tümünün saklanması mümkün olmayan 300 tümen yığılmıştır…

22 Haziran 1941 günü Almanlar aniden 3 milyon askerle üç koldan saldırıya geçerler. Hava Kuvvetleri havalanamadan imha edilir. Minsk, Smolensk, Kiev, Vyazma kuşatmalarında milyonlarca esir verirler. Temmuz’da Timoşenko Batı Cephesi Komutanlığı’na; asıl cephenin biraz gerisindeki "İhtiyat cephesi" Komutanlığı’na da özel görevlerle Jukov atanır.

ALMANLARI İLK YENEN ASKER: JUKOV

Atatürk gibi Jukov da düşmanı bekleyecek adam değildir. Üstüne yürür ve korkunç Yelena(Elnya) Muharebesinde Almanları yenilgiye uğratır. Hava kuvvetlerinin desteğiyle Almanlar kıl payı kuşatılmaktan kurtulurlar. 12 Eylül’de acele Kremlin’e çağırılan Jukov; düşmek üzere olan ve Almanlar tarafından kuşatılan Leningrad’a gönderilir. Jukov, subay ve erlere bir adım geri çekilmeyi yasaklayan çok sert emirlerle görevine başlar, ama iki haftada Almanları durdurur. Ancak daha büyük bir tehdit ortaya çıkmıştır. Başkent tehlikededir. Naziler, Rus mevzilerini yarmış ve Batı Cephesi’nin Moskova ile irtibatı kesilmiştir. Başkomutan Stalin, kurtarıcı olarak Jukov’u seçer. 6 Ekim akşamı güvenli telefondan Jukov’u arayarak yerine kurmay başkanını vekili olarak bırakmasını ve bir uçakla acele Moskova’ya dönmesi emrini verir.

MOSKOVA SAVUNMASI(M.M)

Başkenti savunmak üzere Batı Cephesi Komutanlığı’na atanan Jukov derhal sert tedbirler alarak işe başlar. Şehirde karışıklık yaratan yağmacılar ve kaçaklar köşe başlarında kurşuna dizilir. Cephede ve cephe gerisinde düzen sağlanır. İşçilerden beş tümen kurulur. Çoğu kadın olmak üzere eli kazma kürek tutan kadın –erkek, çocuk-ihtiyar yarım milyondan fazla Moskovalının soğuk- kar tanımadan gece-gündüz çalışarak ortaya çıkardığı sonuç akıllara durgunluk vericidir. Bu insanlar günün yirmi dört saati üç vardiya halinde çalışarak tamamı tamamına 160 km uzunluğunda derin tank hendeği, 1428 topçu mevzisi, 8000 km.lik avcı siperi kazarak ve 300 km.lik üç sıralı dikenli tel engeli döşeyerek muazzam bir tahkimat meydana getirirler… Kademeli güçlü bir hava savunmasının yanında; aralarında Alman tanklarının altına yatan eğitilmiş bombalı köpeklerin de bulunduğu yüzlerce "Tank İmha Timleri" oluşturur. Gönüllü kadın ve kızlardan 17 bin hemşire ve hastabakıcı yetiştirilir.

17 Kasım 1941 sabahı topçu atışlarıyla iki koldan güçlü tank orduları saldırıya geçer. İki gün sonra Stalin ve Jukov arasında çok dramatik bir telefon görüşmesi olur. Stalin: "Moskova’yı elde tutabileceğimizden emin misiniz? Bu soruyu size sızlayan bir kalple soruyorum, lütfen bana partili olarak doğruyu söyleyiniz" Adı gibi kendinden ve sonuçtan emin olan Jukov: "Moskova’yı elde tutmamak söz konusu değildir. Sadece yedekte iki ordu ve 200 tanka ihtiyacımız var." Stalin: "Birincisi tamam, ama elimizde tank yok" cevabını verir… Üç hafta süren panzer saldırıları püskürtülür. Tanksız cılız kalsa da; Jukov’un Sibirya süvari birliklerinin öncülüğünde kış boyunca süren karşı taarruzları Almanları 200 km geriletir. Hitler’in Moskova hayli biter. Ordularının 1942’deki yeni hedefi Kafkas petrol bölgesi ve Volga boylarıdır. "Moskova Meydan Muharebesi"nin ve Jukov’un büyüklüğü buradadır. Tanklara karşı tanksız kazanılmıştır!

STALİNGRAD SAVUNMASI

Büyük bölümü Volga nehrinin batı kıyısında olan yarım milyonluk bu sanayi şehri 2 Eylül 1942’de Von Paulus’u 6. ordusu tarafından kuşatılır. Bu prestij savaşında adını kurtarmak isteyen Stalin, Jukov’u Stalingrad’a gönderir. Sadece yardımcısı Vasilevski ve Stalin’in bildiği gizli planını(Uranüs) kısa sürede olgunlaştıran Jukov, kurmaylarının önerilerini aldıktan sonra "Alman savaş makinesi savunmayla yıkılmaz, biz daha büyük bir çemberle onları kuşatacağız" der ve bunu gerçekleştirir. 19 Kasım’da kuzeyden Vatutin ve Rokossovsky’nin Don nehrini kıvrımından aşarak, bir gün sonra da güneyden Kruşçev’li Yeremenko’nun yaptığı müthiş saldırılarla Volga nehri aşılarak taarruzun dördüncü günü dolmadan 300 bin kişilik Mareşal Von Paulus’un 6. Zırhlı tank ordusuyla beraber 600 bin Nazi askeri tam bir çembere alınır. 12 Aralık’ta panzer tümenleriyle takviye edilen Hoth’un 4. Zırhlı tank ordusuyla Mareşal Manstein’in güneyden başlattığı saldırı sonuç vermez. 1943 Ocak ayı sonunda Mareşal Von Paulus ve 6. Ordusu onurlu şartlarda teslim alınır. Jukov, Hitler’e yenilginin acısını tattırırken, "Kızıl Ordu’nun Atatürk’ü" olduğunu da cümle aleme gösterir. Günümüzde Volgograd’a yolu düşenler "Mamayev Kurgan" tepesine çıkarlarsa "Anayurt savunmasında ölenler adına" Vuçetiç’in 1967 de diktiği 87 metrelik dünyanın en büyük kadın heykelini yakından görürler.

DÜNYANIN EN BÜYÜK TANK SAVAŞI

L.Aragon’un "dünyanın en güzel aşk hikayesi" dediği Cengiz Aytmatov’un "CEMİLE" adlı öyküsünün yaşandığı 1943 yılı Temmuz sıcağında KURSKT’ta yapılır. 6.000’den fazla tank çok dar bir alanda çarpışır. Almanların 45 tonluk "Panter", 55 tonluk "kaplan" ve 72 tonluk dev "Ferdinand" tanklarını kitle halinde kullandığı bu savaş tam bir bilek güreşi şeklinde geçer ve Jukov’un Stalin’i zor ikna ettiği planı kazanır. 5 Temmuz 1943’te başlayan ve bir hafta süren Alman tans seli güçlü bir savunmayla durdurulduktan sonra; JUKOV’un karşı saldırısı bir balyoz gibi iner. O kadar gizli (Zitadele Harekatı) hazırlıklarına rağmen Hitler istediği sonucu alamaz, üstelik büyük bir saldırı yapma gücü de elinden alınır. Geri sayım başlar ve Berlin’e kadar devam eder.

1944 yazında Normandiya çıkarması yapıldığında ise; JUKOV’un öncüleri Polonya’daki toplama kamplarına dayanmış, sonuç çoktan belli olmuştur. Niyet başkadır…

İki haftada Berlin Meydan Muharebesi’ni kazanan JUKOV, korku imparatorluğuna son verir. 30 Nisan 1945’te şişkin egosuna tetiği çeken Hitler’dir. Yalan makinesi Goebels de onu izler. 9 Mayıs 1945’te Mareşal Jukov’un Berlin’deki karagahında Almanya adına teslim belgesini Mareşal Keitel imzalar.

Kaynakça:

Dr. Bahri Kaderoğlu, "İnsanlık Tarihi’nin En Büyük Yıkımı: 2.Dünya Savaşı ve Sovyetler Birliği", Düşün Yazıları Dergisi Ekim 2011 Sayı:5

İbrahim Artuç, "İkinci Dünya Savaşı", Kaştaş Yayınevi- 1996 İstanbul

G.Jukov, "Kitle Savaşının Ustası Mareşal Jukov" Kaştaş Yayınevi-2002 İstanbul

http://www.aydinlikgazete.com/ozgurluk-meydani/buyuk-zaferin-70-yilinda-hitleri-bitiren-komutan-maresal-jukov-h70157.html