Etiket arşivi: FRANSA DOSYASI

FRANSA DOSYASI /// VİDEO : Fransa’da, Anti Siyonist Karikatürist Je Suis Zeon Tutuklandı

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=f341itLuZqU&feature=em-uploademail

FRANSA DOSYASI : Cezayir’deki Fransız Vahşeti

Cezayir’deki Fransız Vahşeti

Giriş

Cezayir 1830’dan 1962’ye kadar yani toplam 132 yıl süreyle Fransa’nın işgalinde kaldı. Bu süre içinde Cezayir halkı da kesintili olarak bağımsızlık savaşları verdi. En şiddetli savaş ise 1954-1962 arasında gerçekleştirilen büyük bağımsızlık savaşıdır.

Bu süre içinde Fransız işgalciler 1,5 (bir buçuk) milyon Cezayirliyi hunharca şehit etmişlerdir. Fakat Fransa’nın Afrika’da gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa hemen hemen girdiği tüm Afrika ülkelerinde benzer katliamlar gerçekleştirmiştir. Öldürülenlerin sayısı belki farklıdır ama hepsinde de aynı vahşet ruhunun etkin olduğunu görüyoruz. Üstelik bu katliamlar Ortaçağ’ın karanlık zihniyetiyle değil 20. yüzyılın yani modern çağın modernist felsefesiyle, insan hakları, uluslararası hukuk gibi kavramların bütün dünya kamuoyunun literatürüne girdiği bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Biz de bu araştırmamızda başta Cezayir katliamı olmak üzere, Fransa’nın muhtelif Afrika ülkelerinde gerçekleştirdiği katliamlar hakkında birtakım özet bilgiler vereceğiz.

Fransa’nın Cezayir Işgali

Fransa’nın Cezayir’e yönelik işgal amaçlı saldırıları 1827’de başlamıştır. Fakat saldırıların başlamasıyla ilgili gelişmeler oldukça ilgi çekici ve düşündürücüdür. O tarihte Cezayir, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet durumundaydı ve başında da aslen Izmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunuyordu. Fakat Osmanlı Devleti’nde baş gösteren zayıflama Cezayir’i de Fransa karşısında zayıf duruma düşürmeye başlamıştı. O sıralarda Fransa hükümeti, Bacri ve Busnak adlı Cezayirli iki yahudiden 5 milyon Frank ve bir miktar hububat borç almıştı. Fransa krallık idaresine geçince yeni yönetim bu borçları tanımakla birlikte ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine söz konusu iki yahudi alacaklarının tahsili için Dayı Hüseyin Paşa’yı devreye soktular. Hüseyin Paşa da tebaasından olan bu iki kişinin alacaklarını tahsil için harekete geçti ve bazı Fransız gemilerine el koydu. 29 Nisan 1827 tarihinde bu borçların tartışıldığı sırada Dayı Hüseyin Paşa, Fransız konsolosu Pierre Deval’in yüzüne elindeki yelpazeyle vurdu. Fransa da bu olayı savaş ilanı kabul ederek 16 Haziran 1827’de askeri harekatı başlattı. Aslında Fransa böyle bir harekat için söz konusu olaydan önce hazırlığını yapmıştı. Bu ilk harekattan sonra Cezayir’in sahillerini abluka altına aldı.

O sıralarda Yunanistan işgaliyle uğraşan Istanbul yönetimi (Babıali) ise olaylara müdahale etme imkanından yoksundu. Bu yüzden diplomatik yollardan meselenin çözümü için uğraş veriyordu. Ama Fransa avantajlı durumunu değerlendirerek işgal planını gerçekleştirmek istiyordu. Fransa, Ingiltere ve Rusya’yla da işbirliği yaparak 20 Ekim 1827’de Navarin’deki Osmanlı donanmasını yaktı. Bu olaydan kısa bir süre sonra 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı başladığından Cezayir, Fransa karşısında iyice yalnız kaldı. Bu duruma rağmen yine de Fransa, Cezayir’i kısa sürede işgal edemedi. 14 Haziran 1830’da General Bourmont komutasında yeni bir donanma ve 37.000 kişilik takviye birlik gönderdi. Bu takviye güçlerle 5 Temmuz 1830’da başkent Cezayir’i işgal edebildi. Fakat o sırada meşhur Emir Abdülkadir komutasında bir gerilla savaşı başlatıldığından Fransa, Cezayir’in tümünü ele geçiremedi. Emir Abdülkadir’in işgal kuvvetlerine karşı direnişi 1947’ye kadar sürdü ve Fransa’nın ülkenin tümü üzerinde hakimiyet sağlaması da ancak bu direnişin sona ermesinden sonra gerçekleşti.

Fransa Sultasındaki Cezayir

Fransa, 22 Temmuz 1834’te Fransız Kuzey Afrika Genel Valiliği’ni kurdu. Bu genel valiliğin işi daha çok ülkedeki sömürge yönetimini güçlendirme amacıyla ülkenin batısında Emir Abdülkadir liderliğinde, doğusunda da Ahmed Bey’in liderliğinde bağımsızlık savaşı veren gerilla güçleriyle uğraşmak oldu. 1847’ye kadar süren bu savaşta işgal güçleri epey kayıp verdiler.

Fransız işgal güçleri Cezayir halkının direnişini kırmak ve bağımsızlık yanlısı direnişe destek vermesini engellemek amacıyla askeri, siyasi, dini, kültürel ve ekonomik her baskı yolunu denediler.

Kültürel yönden halkın Müslüman ve Arap kimliğini yok etmek amacıyla baskı yaptı, Arapça ve Berberice yerine Fransızca’yı hakim kılmak için uğraştılar. Dini yönden Müslümanlığın yerine hıristiyanlığı hakim kılmak için yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı ve bu amaçla baskı uygulamalarına başladılar. Işgale karşı direnen kabilelerin arazilerine el koymak suretiyle ekonomik baskı metotlarına başvurdular. Halka hizmet veren vakıflara ait gayri menkullere el koymaya başladılar.

Ülkenin en güzel bölgelerinde sömürge yerleşim birimleri oluşturdu ve buralara Avrupalıları getirtip yerleştirdiler. Avrupa’dan göçü teşvik amacıyla da yerli kabilelerden zorla gasp edilen araziler göçmenlere bedava dağıtıldı. 1841-1850 yılları arasında yerli ahaliden gasp edilen 115 bin hektar arazi Avrupalı göçmenlere bedava dağıtılmıştır.

1930’da ise bu şekilde Avrupalı göçmenlere dağıtılan arazinin miktarı 2 milyon 345 bin hektarı (23 milyon 450 bin dönümü) bulmuştur. Bu teşvikler yüzünden de Avrupa’dan göçte göze batar bir artış gerçekleşmiştir.

Despotik Bir Yönetim

Fransa, Cezayir’i işgal ettikten sonra ülkenin yerli halkını yönetmek amacıyla “Arap Büroları” adı verilen askeri merkezler oluşturdu. Bu merkezler zulüm ve baskı anlayışına göre teşekkül etmişti. Bu yönetim biçimi 1870 yılına kadar devam etti. Tamamen işgal güçlerinin kontrolünde olan bu merkezler bir bakıma ülkede sıkıyönetimi hakim kılan askeri merkezler durumundaydı.

1870’te sivil yönetime geçildi ve Cezayir, Fransa Içişleri Bakanlığı’na bağlandı. Bu gelişmeden sonra 1871’de Muhammed el-Mukrani’nin etrafında toplanan 200 kadar kabile ülkenin tamamına yayılan bir ayaklanma başlattı. 1881’de Sidi Şeyh liderliğinde ikinci bir ayaklanma gerçekleştirildi. Fransa sömürge yönetimi her iki işgali bastırmak için de ülkenin her tarafını kan gölüne çevirdi ve binlerce insanı vahşice katlettiler. Ikinci ayaklanma 1884’te bastırılabilmiştir ve bu üç yıllık süre içinde çok sayıda insan katledilmiştir. Bu isyan bahane edilerek ülkedeki tüm yargı mekanizması askıya alınmış ve “Yerli Kanunu” adı verilen zulüm kanunları uygulamaya geçirilmiştir. Bu kanunların uygulaması 1919’a kadar sürdürüldü. Bu kanunlar Fransızlara özel bir ayrıcalık tanırken Cezayirlileri bütün insan haklarından mahrum ediyordu. Yani bu kanunlara dayalı olarak Amerika’dakine benzer şekilde bir tür ırk ayrımı politikası uygulanıyordu. Bu politika Cezayirlileri aynı zamanda ekonomik yönden de zor duruma sokuyordu.

Onlardan ağır vergiler alarak işgal yönetiminin tüm giderlerini onlardan alınan vergilerle karşılıyordu.

Bu uygulama çok sayıda Cezayirliyi ülkelerini terk etmeye zorlamıştır.

Vahşete Karşı Başkaldırı

Fransa’nın uyguladığı baskı politikası Avrupa’dan getirtilen göçmenlerle işgal yönetimiyle işbirliği içindeki küçük bir azınlık dışında bütün Cezayir halkını ikinci sınıf vatandaş durumuna sokmuştur. Bu muamele yüzünden ülkenin asıl sahibi durumundaki kalabalık kitleler fakirleştirilmiş, oldukça büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakılmıştır. Işte bu vahşet uygulamaları ülke halkının sürekli tepkilerine, protestolarına sebep oluyordu. Ancak Fransa’nın ülkeye hakim kıldığı despotik yönetim bütün tepkileri insanlık dışı metotlarla susturuyordu. Ayrıca uygulanan özel metotlarla ülkedeki kabile düzenlerinin bozulmasına ve böylece halkın birlikte hareket etmesinin engellenmesine çalışılıyordu. Bütün bu olumsuzluklara rağmen yine Cezayir halkı işgale boyun eğmek istemediğini çeşitli şekillerde belli ediyordu.

Cezayirliler işgale karşı tepkilerini ortaya koymak için zaman zaman muhtelif sivil teşkilatlar kurdular.

Fakat bu teşkilatlar genellikle kısa ömürlü oldu.

Çünkü Cezayir bu teşkilatların işgale karşı tehdit oluşturabilecekleri kanaatine varınca hemen kapatıyordu. Fakat bunların içinde Abdülhamid bin Badis’in önderliğinde 1931’de kurulan Müslüman Alimler Cemiyeti (Cemiyetu’l-Ulemai’l-Muslimin)’nin büyük bir etkisi oldu. Bu hareket ülkede bir milli kültür hareketi ve Cezayir halkını Avrupalılarla eşit haklara sahip hale getirmek için mücadele başlattı. Fakat ne yazık ki Bin Badis’in 1940’ta vefat etmesi üzerine bu hareket de dağıldı. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında ortaya çıkan hava Cezayir halkındaki bağımsızlık ruhunun daha da canlanmasına sebep oldu. II. Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra 5 Ağustos 1945’te Cezayir’de gerçekleştirilen törenlere katılanların Cezayir bayrağı taşımaları ülkedeki işgal kuvvetlerini kızdırdı. Bu olay üzerine işgal kuvvetleri bir silahlı saldırı gerçekleştirdiler ve Cezayir kaynaklarına göre en az 45 bin kişi hayatını kaybetti. Olaydan sonra bağımsızlık yanlısı liderlerden Mesali el-Hac başta olmak üzere pek çok kişi de tutuklandı. Siyasi teşkilatların da tümü kapatıldı. Işte bu gelişmeler Cezayir halkındaki tepkinin daha da artmasına sebep oldu. Bu tepki ülkede gizli bir bağımsızlık yanlısı örgütlenmenin oluşmasına da yol açtı. Yani henüz fiili direnişe geçmeyen bir milli hareket ortaya çıktı. Bu durumu gören Fransa 1947’de bazı iyileştirmeler yaptıysa da bu çok fazla bir değişiklik getirmedi.

Bağımsızlık Savaşının Hazırlıkları

1948-52 yılları arası Cezayir’de işgale karşı ayaklanmaya hazırlık yılları oldu. Bu amaçla Mesali el-Hac’ın önderliğinde kurulmuş olan Özgürlük ve Demokrasi Için Zafer Hareketi (Hareketu’l-Intisar li’l-Hurriye ve’d-Dimukratiyye) adlı örgüt bünyesinde faaliyetler yürütüldü. Bu örgüte bağlı olarak Özel Teşkilat (el-Munazzamatu’l-Hassa) adı verilen gizli bir oluşum bünyesinde de faaliyet yürütülüyordu.

1954’te bu teşkilat lağvedilerek yerine Birlik ve Çalışma Için Devrimci Komite Teşkilatı oluşturuldu. Bu teşkilat ülkeyi altı askeri eyalete bölerek her birine oradaki ayaklanmayı idare edecek bir kumandan tayin etti.

Ve Ayaklanma

Gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra 1 Kasım 1954’te bir bildiriyle halk silahlı ayaklanmaya çağrıldı ve işgale karşı silahlı mücadele başlatıldı. Önce Avles ve Kabiliye’de başlatılan silahlı mücadele çok kısa sürede bütün ülkeyi kuşattı. Ayaklanmanın merkezileştirilmesi amacıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu adında bir teşkilat oluşturuldu. Birlik ve Eylem Için Devrimci Komite Teşkilatı (CRUA) da bu silahlı teşkilatın siyasi oluşumu haline geldi. Bunun yanı sıra ayaklanmanın siyasi ve askeri boyutunu organize etme amacıyla Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Ulusal Kurtuluş Ordusu (ALN) kuruldu. Birlik ve Eylem Için Devrimci Komite Teşkilatı (CRUA) da Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne iltihak etti.

Ayaklanmanın başlamasıyla birlikte özellikle kırsal bölgelerdeki Cezayirliler kitleler halinde gerilla birliklerine katıldı. Ulusal Kurtuluş Cephesi kendisi için sömürge sisteminin kaldırılması, bağımsız Cezayir’in kurulması, inançlara ve insan haklarına saygı ve geniş bir toprak reformu gibi hedefler belirlemişti. Kısa zamanda halkın desteğini almakta gecikmedi. Fakat Ulusal Kurtuluş Cephesi homojen bir yapıya sahip olmadığından farklı görüşlerden insanlar bu cephenin içinde temsil ediliyordu.

Fransa bu ayaklanmayı bastırabilmek için tam anlamıyla bir vahşet sergiledi. 28 Ağustos 1955 tarihinde olağanüstü hal ilan edildi. Artık Cezayir’in her tarafında oluk oluk kan akıyordu. Çünkü Fransız işgal kuvvetleri haksız bir şekilde işgal etmiş oldukları Cezayir toprakları üzerindeki hakimiyetlerini sürdürebilmek için her yola başvuruyor, halkın direnişini kırmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.

Fransızlar, Cezayirli gerillalara karşı hava saldırılarına ağırlık veriyordu. Bu yüzden Fransız saldırı güçleri daha çok “Fransız Paraşütçüleri”

olarak ün salmışlardı. Bu paraşütçülerin çoğu eski Fransız sömürgesi Vietnam’dan getirilmiş tecrübeli saldırı timleriydi. Vietnam’da aldıkları yenilginin ezikliğini Cezayirli gerilla güçleri karşısında telafi etmeye çalışıyor ve aynı zamanda oradaki yenilginin acısını da çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu yüzden saldırılarında tam bir vahşet sergiliyorlardı.

Saldırılarında sadece gerilla güçlerini değil sivilleri de hedef alıyorlardı. Hatta caydırıcı olması için daha çok insan kaybına sebep olmak amacıyla kalabalık yerleşim merkezlerini birinci hedef olarak seçiyorlardı. Bunun yanı sıra Cezayirlileri direnişten vazgeçirmek amacıyla yakaladıkları kişileri uçaklardan aşağıya atıyorlardı. Bununla diğerlerine: “Eğer ayaklanmaya son vermezseniz sizin de başınıza gelecek olan budur!” mesajını vermeye çalışıyorlardı.

Fransız işgal güçleri tabii ki sadece hava saldırılarıyla yetinmediler. Donanma ve kara kuvvetleri de tüm Cezayir topraklarını saran bu ayaklanmaya karşı harekete geçirildi. Fransız işgal güçleri bir yandan bu vahşi saldırıları sürdürürken bir yandan da Cezayir’e askeri ve ekonomik yardım gelmesini önlemek amacıyla Batı Akdeniz bölgesinde Ortaçağ dönemlerinde yaygın olan deniz korsanlığına benzer bir faaliyet başlattı.

Cezayir Bağımsızlığına Karşı Fransa-Israil Işbirliği Israil, 1954 yılındaki ayaklanmadan önce de Cezayir’deki gelişmeleri çok yakından izliyordu.

Özellikle MOSSAD, Cezayir’de gelişen bağımsızlık hareketini yakın takibe almıştı. Ayaklanma ile birlikte de Israil, Fransız sömürge yönetimine aktif destek vermeye başladı. Israilli askeri uzmanlar, gerilla savaşı konusunda tecrübesiz olan Fransız birliklerine özellikle de gerilla savaşında helikopter kullanımı konusunda eğitim verdiler. S. Steven’in yazdığı The Sypmasters of Israel adlı kitabında bildirdiğine göre, Fransız birliklerini eğitmek için iki Israilli general Cezayir’e gitmişti. Bu iki general de oldukça tanıdık isimlerdi: Izak Rabin ve Haim Herzog, yani Israil’in eski başbakanı ve eski cumhurbaşkanı.

Crosbie, The Tacit Alliance adlı kitabında Cezayir ayaklanması boyunca Fransa ve Israil’in tam bir “ittifak” kurduklarına dikkat çekmiştir.

Ayaklanmanın son dönemlerinde de Israil’in Fransızlara verdiği büyük destek sürdü. Israil, Fransızların kurmaya çalıştığı “kontrgerilla” örgütü OAS’ye de büyük yardımlarda bulunmuştu. Hallahmi: “1961 ve 1962’de Israil’in, Cezayir’de Fransız kontrolü sağlamaya çalışan Fransız yerlilerinin aşırı sağcı örgütü olan Fransız OAS (Organisation de l’Armée Secrét: Gizli Ordu Örgütü) hareketini desteklediğine dair birçok rapor vardır” diyor. Cezayir tam bağımsızlığını kazanıp, Birleşmiş Milletler’e katıldığında da sadece Israil, Cezayir’in kabulü aleyhinde oy kullanmıştı.

Insanlar Kitleler Halinde Öldürüldü

Cezayir’de 1 Kasım 1954’te başlayan ayaklanma 19 Mart 1962’de ilan edilen ateşkese kadar devam etti. Yani yaklaşık yedi buçuk yıl. Gün olarak ise toplam 2694 gün. Bu süre içinde bir buçuk milyon Cezayirli şehit edildi. Yani savaş süresince günde ortalama 557 Cezayirli hunharca katledildi. Bu rakam Cezayir’deki Fransız katliamının ne kadar vahşice, ne kadar hunharca olduğunu apaçık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Ölü sayısının bu kadar fazla olmasının sebebi yukarıda da ifade ettiğimiz üzere saldırılarda özellikle kalabalık kitlelerin hedef seçilmesiydi.

Tarihi bilgilere göre Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi verdiği dönemde nüfusu 8-10 milyon civarındaydı. Buna göre Fransız işgal kuvvetleri ülkedeki nüfusun % 15’ini öldürmüşlerdi. Yani her 6,6 kişiden 1 kişi 7,5 yıl süren bir bağımsızlık savaşı esnasında öldürülmüştü. Bu ise her aileden en az bir kişinin hayatını kaybetmesi anlamına geliyordu. Bu ise apaçık bir soykırım niteliği taşıyordu.

Fransız vahşetinden ülkeye yerleştirilen bazı Fransızlar da nasiplerini almışlardı. Başkent Cezayir’in Babu’l-Oueyd semtine yerleştirilen Fransız kökenliler işgal yönetiminin tutumuna itiraz ettiklerinden ve Cezayir’deki halka Fransa’daki halka tanınan hakların aynısının tanınmasını istediklerinden dolayı işgal kuvvetlerinin hışmına uğradılar. Ünlü general Charles de Gaulle’ün emriyle Babu’l-Oueyd’e giren Fransız işgal kuvvetleri burada ikamet eden birçok Fransızı öldürdüler.

Her Şeye Rağmen Istiklal

Fransız işgal kuvvetlerinin sergilediği onca vahşete rağmen Cezayir halkı istiklalini elde etmekte kararlıydı. Çünkü ölümden kaçarak işgalin gölgesinde yaşamayı kabul etmesi durumunda maruz kaldığı baskı, şiddet ve zilletin artacağını biliyordu. Bu yüzden kararlılıkla direnişini sürdürdü.

Ulusal Kurtuluş Cephesi, 19 Eylül 1958’de Mısır’ın başkenti Kahire’de Ferhad Abbas’ın başkanlığında Geçici Cezayir Hükümeti’ni kurdu. Bu hükümet önce Kahire’de sonra Tunus’ta faaliyetlerini yürüttü.

Cezayir halkının bu kararlı mücadelesi dünyada geniş yankı buldu. Bu yüzden Arap ülkelerinin tamamı ve bazı Asya ve Afrika ülkeleri Geçici Cezayir Hükümeti’ni tanıdı. Ancak Batı’da bu hükümeti tanıyan herhangi bir ülke çıkmadı. Fakat bu duruma rağmen Fransa, Cezayir halkının kararlı mücadelesi karşısında çok uzun süre dayanamayacağını anlamaya başlamıştı. Bu yüzden General De Gaulle, Cezayirlilere bazı haklar tanıdı.

Ama bu, Cezayir’in tam bağımsız olması için savaşan Ulusal Kurtuluş Ordusu’nu tatmin etmedi. De Gaulle, 16 Eylül 1959’da Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada Cezayir halkına kendi geleceğini belirleme hakkı tanınacağını açıkladı. Bu arada Afrika’daki diğer Fransız sömürgeleri de birer birer bağımsızlıklarını elde ediyorlardı. Dolayısıyla Fransa, Cezayir’i daha uzun süre elde tutamayacağını anladı. Dünya kamuoyunda da Fransa’ya karşı ve Cezayir halkının lehine bir hava oluşmuştu. Sonuçta Fransa, 14 Haziran 1960 tarihinde Cezayir bağımsızlık savaşının liderleriyle görüşme masasına oturmaya hazır olduğunu açıklama ihtiyacı duydu. Bu açıklamanın üzerinden 10 gün geçtikten sonar 25 Haziran 1960 tarihinde Fransa’nın Melun şehrinde görüşmeler başlatıldı. Bu görüşmelerden bir sonuç çıkmayınca Cezayir’de yeniden toplu direniş eylemleri gerçekleştirildi. Bunun üzerine Fransa yaklaşık bir yıl sonra 20 Mayıs 1961 tarihinde görüşmeleri tekrar başlattı. Yürütülen görüşmeler 18 Mart 1962’de Evianles-Bains Anlaşması’yla sonuca bağlandı ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) 19 Mart 1962’de ateşkes ilan etti. Söz konusu anlaşmaya göre yapılacak bir referandumda halkın onaylaması şartıyla Fransa, Cezayir’in bağımsızlığını tanıyacak ve Messu’l-Kebir’deki deniz üssü haricinde tüm askeri güçlerini üç yıl içinde geri çekecekti. 1 Temmuz 1962’de gerçekleştirilen referandumda halkın % 91’i bağımsızlık lehinde oy kullandı ve böylece Cezayir, resmen bağımsız bir devlet kimliği kazanmış oldu.

Bağımsızlık aleyhine oy kullananlar ise Fransa’dan getirtilip bu ülkeye yerleştirilenlerle, onlarla iş birliği içindeki küçük bir azınlıktı.

Türkiye’nin Yanlış Politikası

Cezayir’de bağımsızlık savaşının sürdüğü sıralarda Türkiye hükümeti her ne kadar bu ülkedeki Müslüman halka kısmen gizli yollardan yardım yaptıysa da siyasi platformda genellikle Fransa’nın yanında yer almayı tercih etti. Bu yüzden Kahire’de kuruluşunu ilan eden Geçici Cezayir Hükümeti’ni resmen tanımadı. BM nezdinde meseleyle ilgili birtakım oylamalarda Fransa’nın yanında yer almayı tercih etti. Bunda Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olması ve Fransa’yla ilişkilerin zarar görmemesi amacı gerekçe olarak kullanıldı. Ancak bugün yaşadığımız gerçekler, haklının ve mazlumun yanında yer almanın uzun vadede daha büyük yararlar sağladığı gerçeğini teyit etmektedir. Türkiye’nin dün Cezayir karşısında Fransa’nın yanında yer almasına rağmen Fransa’nın bugün tarihi gerçekleri araştırma ve Türkiye’nin bu konudaki gerekçelerini inceleme gereği bile duymadan Ermeni soykırımıyla ilgili iddiaları kanun koruması altına aldığını görüyoruz.

Bu olay dolaylı olarak bize Filistin gerçeğini de hatırlatmaktadır. Dün Fransa’nın Cezayir topraklarını işgal ettiği gibi bugün de siyonist işgalciler Filistinlilerin vatanlarını zorla gasp ederek kendilerini ya vatanlarını tümüyle terk etmeye ya da kendi öz vatanlarında mağdur ve aşağılanmış bir halde yaşamaya zorlamaktadırlar. Türkiye’deki yönetim ise bu olayda da mazlumun yanında yer almak yerine birtakım çıkar hesaplarını gerekçe göstererek işgal güçlerinin yanında yer almayı tercih etmektedir. Oysa kendi geçmişinde de büyük bir Kurtuluş Savaşı bulunan Türkiye’ye işgalcinin ve gaspçının değil haklının ve mazlumun yanında yer almak yakışır. Ayrıca Fransa-Cezayir tecrübesinden de ibret alınması, bağımsızlık davasında ısrarlı olan Filistin halkıyla kurulacak ilişkiler konusunda uzun vadeli hesaplar yapılması gerekir. Bunun yanı sıra işgalci siyonist devletinin tıynetinin Fransa’nın tıynetinden hiç de farklı olmadığı hatta daha da fena olduğu hesaba katılmalı. Hatta bugün Amerika’da ve çeşitli Avrupa ülkelerinde “Ermeni soykırımı iddiaları” kullanılarak Türkiye aleyhine yürütülen siyasi faaliyetlerde bu ülkelerdeki siyonist lobilerin de önemli rol oynadıkları dikkatlerden kaçırılmamalı. Ingiltere’deki son holokost toplantısının gündemine Ermeni soykırımıyla ilgili iddiaların da alınması bu gerçeği kısmen gün yüzüne çıkarmıştır. Bu itibarla Türkiye’nin dış politikasında kısa vadeli çıkar hesapları yerine kalıcı ve uzun vadeli hesaplar yapması gerekir.

Sadece Cezayir mi?

Fransa’nın Afrika kıtasında gerçekleştirdiği tek katliam Cezayir katliamı değildir. Fransa, sömürgeleştirdiği ve bu yolla bütün beşeri ve ulusal servetlerini kullandığı diğer Afrika ülkelerinde de büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Evet, bütün ulusal servetlerinden istifade ettiği ülkelere Fransa’nın lütfettiği mükafatlar o ülkelerin insanlarını ya topluca katletmek, ya vatanlarını terke zorlamak, ya dinlerini değiştirmeye mecbur etmek, ya fakirleştirmek veya benzeri bir zulme maruz bırakmak olmuştur.

Işte birkaç örnek:

Benin

Sömürgecilerin Afrika’ya yayıldıkları dönemlerde bugünkü Benin kıyılarında köle ticaretinin önemli merkezleri kurulmuştu. Fransızlar köle ticaretinde ve daha başka alanlarda kendilerine sağlanan kolaylıklarla yetinmeyerek, bugünkü Benin topraklarında hüküm süren Dahomey krallarıyla 1861 ve 1868 yıllarında iki ayrı anlaşma yaparak Benin kıyılarına iyice yerleştiler. Bu durum Ingilizlerle aralarının açılmasına ve bazı çatışmalara yol açtı.

1882’de Porto Novo ve Kotonu’da himaye yönetimi kuran Fransız sömürgeciler ülkeyi tamamen işgale kalkıştılar. Dahomey kralı ve halkı buna karşı çıkarak silahlı mücadele başlattı. Ancak modern imkânlara sahip olan Fransız sömürgeciler kuzeye doğru ilerleyerek 1904’te Dahomey’i tamamen işgal ettiler.

Işgalden sonra bu topraklar Fransa’ya bağlı bir genel vali tarafından yönetilmeye başladı. Bundan sonra zaman zaman Fransız sömürgesine karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Ancak işgalci Fransızlar bu ayaklanmaların hepsini kanla bastırdılar. Dahomey’in bağımsızlığını ilan etmesi ise 1 Ağustos 1960’ta gerçekleşti.

Burkina-Faso

Sömürgecilerin bugünkü Burkina-Faso topraklarına girdiği sırada bölgede Mossiler hüküm sürüyordu. Ancak o dönemde gerçekleşen bölünmelerden sonra ortaya çıkan Mossi krallıkları arasında iç savaşlar oldu. Bu gelişmeler Fransız sömürgecilerin müdahalelerini kolaylaştırdı ve 1895 yılında, daha önce Mossiler arasındaki bölünmeler sonrası ortaya çıkmış olan Yatenga krallığı Fransız himayesine girdi. Bu olay Fransız sömürgecilerin bölgede güçlenmelerine imkân sağladı. Dolayısıyla Fransızlar 1896’da bugünkü Burkina Faso’nun başkenti ve tarihte önemli bir ticari merkez rolü oynamış olan Vagadugu’yu ele geçirdiler.

Böylece Mossi krallığı da Fransızların eline geçmiş oldu. Fransız sömürgeciler 1897’de de güneydeki Gwiriko ve Wahabu devletlerini yıkarak bugünkü Burkina Faso topraklarının tamamını ele geçirdiler. Fransızlar bölgeyi 1904 yılında Yukarı Senegal – Nijer Birliği’ne bağladılar, sonra 1919’da Yukarı Volta adıyla ayrı bir sömürge haline getirdiler. Bu arada Fransız Milletler Birliği’ne bağlandı. 1932’de Sudan, Nijer ve Fildişi Sahili arasında paylaştırılan Yukarı Volta 1947’de yeniden tek bir ülke haline getirildi. Fransa’nın bütün hakimiyeti genellikle güç kullanımıyla devam etmiştir.

Cibuti

1859’da Cibuti kıyısındaki Ubuk (Obock) şehrini ele geçiren Fransızlar, 11 Mart 1862’de Tecura sultanı Ahmed Ebu Bekir’i kendileriyle bir anlaşma yapmaya zorladılar. Anlaşmaya göre Ubuk şehri 52.000 Frank karşılığında Fransızlara bırakılıyordu. Bu anlaşma Fransızların bölgede hâkimiyet kurmalarına zemin hazırladı. Ubuk’u bir üs edinen ve oraya bir iskele kuran Fransa, sonraki yıllarda Cibuti’deki bütün kabile şeflerini kendisiyle anlaşma yapmaya zorlayarak hâkimiyetine aldığı alanı genişletti. 1888’de Ingilizlerin işgali altında bulunan Somali sınırlarına kadar ulaştı. Bu işgalden sonra Cibuti topraklarına Fransız Somalisi adı verildi. Güneyde yer alan bugünkü Somali’ye de o zaman Ingiliz Somalisi deniyordu. Çünkü burasını da Ingiliz sömürgeciler işgal etmişlerdi.

1888 yılında Fransa’yla Ingiltere arasında bir anlaşma yapılarak iki Somali’nin kesin sınırları belirlendi.

Bu anlaşmadan sonra Fransız sömürgeciler bölgedeki merkezlerini Ubuk’tan Cibuti’ye taşıdılar.

Cibuti’nin Müslüman halkı Fransız sömürgesini hiçbir zaman kabullenmek istememiştir. Ancak Fransızlar Müslümanların bütün direnişlerini baskıyla ve zulümle bastırdılar. Afar Müslümanlar 1917’de Fransız sömürgecilere karşı geniş çaplı bir ayaklanma başlattılar. Ancak Fransız sömürgeciler bu ayaklanmayı da bütün insanlık dışı uygulamalara başvurarak bastırdılar. Fransız sömürgeciler bir yandan da Cibuti halkını kendi dinlerinden uzaklaştırmak için yoğun misyonerlik faaliyetleri başlattılar. Fransızlar bu işi iki yönlü olarak yürütüyorlardı. Bir yandan Islâmi eğitimi yasaklıyor, Müslümanların dinlerini öğrenmelerini engelliyorlar, bir yandan da getirdikleri misyonerler vasıtasıyla kendilerini yoğun bir hıristiyanlaştırma faaliyetlerine tabi tutuyorlardı. Ancak bütün bu çalışmalarına rağmen hıristiyanlaştırma konusunda hiçbir başarı elde edemediler. Bugün Cibuti’de yaşayan hıristiyanların tamamının Avrupa asıllı olması bunun göstergesidir.

Fransızların bu konuda kendi açılarından başarı sayabilecekleri tek şey Müslümanları dinleri hakkında bilgisiz bırakmak suretiyle, onların Islâm öncesi dönemlerine ait bazı adetlerini yeniden canlandırarak bugünkü hayatlarına taşımaları oldu.

Çad

Bugünkü Çad toprakları üzerinde 19. yüzyılın ortalarında, başlangıçta fil avcılığı ve ticaret kervanlarına rehberlik yapan Zübeyr adlı bir şahıs bir Islâm devleti kurdu. Onun kurduğu devlet kısa zamanda geniş alana yayıldı. Bu devlet bölgedeki kabileleri ve bölgedeki Veday krallığını kendine bağladı.

Bu devlet,

1878 – 1900 yılları arasında saltanatı elinde tutan Rabih bin Zubeyr zamanında bölgenin en güçlü devleti oldu Rabih bin Zubeyr’in saltanatının devam ettiği sıralarda Fransız sömürgeciler bölgeye askeri güçler göndermeye başladılar. Fransız güçleri girdikleri yerlerdeki yerel yöneticilerin saltanatlarına son veriyorlardı. Kral Rabih Fransızlara karşı koydu. 1880 ve 1890’da Fransız birliklerine karşı verdiği savaşları kazandı. Bu durum karşısında Fransız sömürgeciler Çad çevresinde bazı yerlere yeni askeri üsler kurdular. 4 Şubat 1894’te de Fransız, Ingiliz ve Alman sömürgeciler aralarında anlaşma yaparak Çad gölü çevresini paylaştılar. Bu paylaşmada bugünkü Çad toprakları Fransa’nın payına düştü. Fransızların Çad topraklarını ele geçirmek için saldırıları devam etti.

Müslümanlar uzun süre vatanlarını kahramanca savundular. Bu kahramanca mücadelenin başını çeken Sultan Rabih 1900’de öldürüldü. Ondan sonra oğlu Fadlullah bu mücadeleyi sürdürdü. O da 1909’da öldürüldü. Fransızlar bu arada bölgedeki önemli merkezleri ele geçirmiş birçok yerel yönetimi ortadan kaldırmışlardı. 1911’de gerçekleşen bir savaştan sonra da Çad’ın tamamını ele geçirdiler. Fransız araştırmacılar Çad’ın tarihini Fransa’nın burayı işgal ettiği yıldan başlatırlar ve öncesini bir vahşet olarak nitelerler. Oysa işin gerçeğinde Fransızların Çad’ı işgalleriyle birlikte bu ülkede bir kara dönem, bir vahşet dönemi başlamıştır. Işgalci Fransızlar Çad’da çok sayıda camiyi ve medreseyi yıktılar. Islâmi eğitimi tamamen yasaklayarak Müslümanların dinlerini öğrenmelerine engel oldular. Bütün dini cemiyetlerini kapattılar. Çok sayıda ilim adamını zindanlara atarak işkenceyle öldürdüler. Müslüman kadınları rencide ettiler. Bazı Müslüman ilim adamları Fransız zulmünden kurtulmak için çeşitli yerlere kaçtılar. Fransızlar bunları ortaya çıkarmak amacıyla 1917’de Çad’da dini hayatın yeniden düzenlenmesi konusunda Abeşe şehrinde bir sempozyum düzenleneceğini açıkladı ve bunu her tarafta ilan etti. 400 kadar ilim adamı olumlu bir gelişme olacağını ümit ederek sempozyumun düzenleneceği salona toplandılar. Ancak çok geçmeden Fransız güçleri salonu her taraftan sararak toplanan ilim adamlarının hepsini öldürdüler. Fransızların cinayetleri ve katliamları sonraki yıllarda da devam etti. Fransızların Müslüman ilim adamlarını ve dinlerine bağlı Müslümanları yok etmekteki amacı Çadlılara dinlerini öğretecek, Islâm’ı hakkıyla bilen birini hayatta bırakmamaktı. Fransızlar Çadlı Müslümanları dinlerinden habersiz bir hale getirdikten sonra ya hıristiyan yapacaklarını ya da eski putperest adetlerine döndüreceklerini umuyorlardı. Fransızlar Çad’ın güneyinde yaşayan putperestlerle işbirliği yaparak siyasi ve ekonomik politikalarında sürekli onları gözettiler. Bu yüzden ülkedeki ekonomik denge Müslümanların aleyhine bozuldu. Bu durum sonraki yıllarda istikrarsızlığa ve ciddi problemlere yol açtı.

1944’te Çad’a Fransa’ya bağlı bir deniz aşırı ülke statüsü verildi. Bu, Çad’a kısmi özerklik verilmesi anlamı taşıyordu. Ancak dışişlerinde Fransız denetimi devam edecekti. 1947’de Fransa’nın denetiminde ilk genel seçim yapıldı. Seçim sonrasında oluşturulan parlamentoya hep Fransa yanlıları seçilmişlerdi.

1947’de seçim yapılmasına rağmen Çadlılar ilk hükümetlerini ancak on yıl sonra yani 1957’de kurabilmişlerdir. Bu ilk hükümetin başına da Batı Hindistan’dan gelerek Çad’a yerleşmiş olan ve Fransa’ya bağlılığıyla bilinen Gabriel Lisette getirilmişti. Onun hükümetinde görev alanlar da hep Fransa’ya yakınlıklarıyla bilinen, Fransa’nın çıkarlarını gözeteceklerine kesin gözüyle bakılan kimselerdi. Yani Fransa’nın çıkarlarını koruma görevi artık Çadlılara verilmişti.

Gabon

1839’da, bugünkü Gabon topraklarını Fransızlar, Portekizlilerden satın alarak buraya bir sömürge merkezi kurdular. Bu satın alma işleminden sonra Fransızlar, Atlas Okyanusu kıyısına bir köle ticareti merkezi kurarak insanları zincirlere vurup satma işini sürdürdüler. Gabon’u Fransız Batı Afrikası’nın bir parçası haline getiren Fransızlar 1886’da burayı Fransız Kongo’suna bağladılar. Fransız sömürgesi döneminde Gabon’da geniş çaplı bir hıristiyanlaştırma çalışması da başlatıldı. Fransız işgalciler maddi yönden destekledikleri çok sayıda hıristiyan misyoneri Gabonluların arasına yaydılar. Ancak misyonerler, geniş maddi imkânlara sahip olmalarına ve bir yüzyıldan fazla çalışma yapmalarına rağmen ülke nüfusunun sadece üçte birine yakın bir kısmını hıristiyanlaştırabilmişlerdir. Misyonerler genelde putperest Gabonlular arasında etkili olabildiler.

Müslümanlara yönelik çalışmalarından hiçbir başarı elde edemediler. Fransız sömürgecilerin Islâmi çalışmaları engellemelerine ve Müslümanları kıskaca almalarına rağmen sömürge döneminde, Gabon’da Müslümanların sayısı daha da artmıştır. Bunda Fransız ordusunda görev yapmaya zorlanan Afrikalı Müslüman askerlerin de etkisi oldu. Bu Müslüman askerler Fransızların baskılarına rağmen ordudaki görevleri sırasında dinlerini yaşamaya devam ettikleri gibi çevrelerindeki insanlara da iyi muamelede bulunarak onların Islâm’a ısınmalarını sağladılar. Gabon’a 1958’de Fransız Milletler Topluluğu’na bağlı özerk bir sömürge statüsü verildi. 17 Ağustos 1960’ta da bağımsız bir ülke haline getirildi.

Gine

1885 Berlin Konferansı’nda Avrupalı sömürgeciler Batı Afrika topraklarının paylaşılması konusunda aralarında bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmada Gine, Fransızlara verildi. Bundan sonra 1887’de bugün Gine’nin başkenti olan Konakri’ye askeri garnizon kuran ve Gine’deki askeri güçlerini artıran Fransızlar, Futa Calon emirleri üzerindeki baskılarını artırdılar. 4. Ibrahim Sori’den sonraki emir Ebu Bekir Sori’nin 1896’da öldürülmesinden sonra yerine geçen emir Fransız himayesini kabullendi. Bu olaydan sonra Gine, Fransız Batı Afrikası’nın bir parçası oldu. Bu olaydan sonra Futa Calon Müslümanlarının ileri gelenlerinden Imam Samori Ture ve oğlu Karamoko, Fransız himayesine karşı çıkarak cihada devam ettiler.

Ancak Imam Samori 29 Eylül 1898’de Fransızlara esir düştü ve Gabon’a sürgün edildi. 1900’de de orada vefat etti. Fransız sömürgeciler diğer Batı Afrika ülkelerinde yaptıklarını Gine’de de yaptılar. Ülkeden Islâm’ın izlerini silmek için Islâmi eğitimi yasakladılar, Islâmi medreseleri ve eğitim kurumlarını kapattılar, ilim adamlarını ya öldürdüler veya vatanlarını terk etmeye zorladılar. Onların yerine ülkenin her tarafına hıristiyan misyonerleri yayarak hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak halk işgal yönetimini hiçbir zaman benimsemedi ve hıristiyan misyonerlerin propagandalarına da rağbet etmedi. Bağımsızlık arzusu da Ginelilerin gönüllerinden hiç silinmedi. 1950’lerden sonra bağımsızlık arzusu fiili eylemlere, genel grevlere, işçi hareketlerine vs.’ye dönüştü. Bu mücadelenin öncülüğünü Ahmet Seku Ture adlı bir şahıs yürütüyordu.

Ahmet Seku Ture, Gine Demokratik Partisi adlı bir parti kurdu ve 1957’de yapılan seçimlerde 60 kişilik mecliste 56 üyelik kazandı. Gine halkı Fransız cumhurbaşkanı De Gaulle’ün sunmuş olduğu yeni anayasayı reddetti. Sonuçta Gine, 2 Ekim 1958’de bağımsız devlet oldu.

Kamerun

1916’da Fransızlar ve Ingilizler Kamerun’u işgal etti ve aralarında paylaştılar. Bu paylaşmada ülkenin dörtte üçünden fazlası Fransızların payına düştü.

Fransız ve Ingilizlerin Kamerun üzerindeki hâkimiyetleri 20 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından da onaylandı. Fransız ve Ingiliz işgalciler, bu ülkeyi onlardan önce işgal altında tutan Almanların yaptığı gibi Müslümanlara baskı ve misyonerlik faaliyetlerine ağırlık verme işini sürdürdüler. Misyonerler daha çok yerel dinlere mensup animistler arasında etkili oldular. Müslümanların sayısında hiçbir azalma olmadı. Aksine artış oldu.

Fransız Kamerunu denilen kısım, 1 Ocak 1960’ta BM gözetiminde gerçekleştirilen bir referandum sonucunda bağımsızlığını elde etti.

Komor Adaları

Bugünkü resmi adı Komorlar Federal Islam Cumhuriyeti olan Komor Adaları’na karşı 1830’lu yıllarda Fransız sömürgeciler saldırılar başlattı ve 1841’de Mayot (Mayotte) adasını ele geçirdiler. Büyük Komor’da 1875’te Sultan Ahmed’in yerine geçen torunu Seyyid Ali, Fransızlara yanaşmak ve onların himayelerini kabullenmek zorunda kaldı. Fransızlar Anjuvan Adası’nı da 1886’da Sultan III. Abdullah’ın adaya hükmettiği sırada hâkimiyetlerine aldılar. Böylece bütün Komor Adaları Fransız hâkimiyetine geçmiş oldu. Adalardaki geleneksel sultanlık yönetimi (emirlik) Fransız hâkimiyeti altında 1912’ye kadar devam etti.

Fransızlar 1912’de bütün yerel yönetimleri ve Islâmi uygulamaları ortadan kaldırdılar ve Komorlar’ı yine kendi hâkimiyetlerinde olan Madagaskar’a bağladılar.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Komor Adaları Müslümanları bağımsızlık mücadelelerine hız kazandırdı ve bu amaçla Tanzanya’da bazı örgütler kurdular. Bu örgütler sonra Komor Adaları Milli Kurtuluş Hareketi bünyesinde birleşerek organize bir faaliyet içine girdiler.

Fransa da 1974’te adaların geleceğiyle ilgili bir referandum yapmak zorunda kaldı. Açıklanan sonuçlara göre Mayot Adası halkının % 65’i Fransız idaresinin devamını, diğer adalardaki halkın ise % 95’i bağımsızlığı istemişti. Fransa, 1 Ocak 1976’da Mayot Adası dışındaki adaların bağımsızlığını kabul etti.

Ancak ilginçtir ki kurulan bağımsız cumhuriyetin başkanlığına bir batı hayranı olan Ali Suveylih geçirildi. Ali Suveylih ülkesini modernleştirme iddiasıyla Islâmi tesettürü ortadan kaldırmak dahil birtakım reformlar gerçekleştirmek suretiyle Fransız işgalcilerin başaramadıklarını başarma çabası içine girdi. Ancak 1978’de Ahmed Abdullah tarafından gerçekleştirilen bir darbeyle Ali Suveylih görevden uzaklaştırıldı. Yeni başkan Ekim 1978’de anayasayı değiştirerek devletin resmi adını “Komorlar Federal Islâm Cumhuriyeti” yaptı.

Moritanya

Sömürgeci güçler Senegal ve Moritanya konusunda aralarında uzun süren bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga 1814 Vaterlo savaşından sonra Napolyon’un diğer sömürgeci güçleri yenilgiye uğratmasının ardından imzalanan anlaşmayla Senegal topraklarının, hâkimiyet sınırlarını genişleten Fransa’ya bırakılmasıyla sona erdi. Fransız sömürgeciler Moritanya’yı ele geçirmek için 19. yüzyılda birçok kez saldırılar düzenledilerse de başarılı olamadılar. Ama bu işi fitne yoluyla başarabildiler. Fransız sömürgeciler bazı fırsatları kullanarak birtakım kabile başkanlarıyla ilişki içine girdiler ve bu ilişkiler sonunda Araplarla Berberiler arasına düşmanlık sokmayı başardılar. Bunun üzerine çıkan Arap – Berberi kavgasından yararlanan Fransız sömürgeciler 1903 yılında Moritanya’nın Trarza bölgesini ele geçirdiler. Sonraki yıllarda da saldırılarını sürdüren Fransızlar 1920’de Moritanya’nın tamamını işgal ettiler. Işgalden sonra Moritanya, sekiz eyaletten oluşan Fransız Batı Afrika’sının bir eyaleti oldu. Fransızlar Moritanya’yı işgal ettikten sonra ülkenin her tarafına yaydıkları misyonerler vasıtasıyla geniş çaplı bir hıristiyanlaştırma çalışması başlattılar. Ancak dinlerine son derece bağlı olan Moritanya Müslümanları arasında Fransızların saldığı hıristiyan misyonerler hiçbir başarı elde edemediler. Moritanya halkı işgal yönetimine karşı sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadelede bazı tarikat şeyhlerinin ve din alimlerinin önemli etkinlikleri oldu. Bağımsızlık mücadelesi 1958’de oldukça etkili duruma geldi. Fransa yönetimi, 5. Fransız Cumhuriyet Anayasası’nı kesinlikle reddeden Moritanya’ya Fransız Milletler Birliği içinde bağımsız bir üye statüsü verdi.

Nijer

Nijer toprakları 19. yüzyılın sonlarında Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi ve 3 Ağustos 1960 tarihine kadar Fransız işgalinde kaldı. Fransız işgalciler diğer Afrika ülkelerinde başvurdukları baskı ve hıristiyanlaştırma uygulamalarına aynen Nijer’de de başvurmuşlardır.

Senegal

Bugünkü Senegal topraklarında, sömürgecilerin bölgeye girmelerine kadar Murabıtlar devleti hüküm sürüyordu.

Bu devletin hakimiyeti, sömürgecilerin 1885 Berlin anlaşmasıyla Batı Afrika topraklarını aralarında paylaşmalarına kadar sürdü. Bu paylaşımda bugünkü Senegal toprakları Fransız sömürgecilere düştü.

Fransızlar 1904’te bugün Senegal’in başkenti olan Dakar’ı Fransız Batı Afrika’sının merkezi yaptılar. Bu şehri hem Batı Afrika’daki hâkimiyet sınırlarını genişletmek için bir hareket merkezi, hem de bir ticaret merkezi haline getirdiler. Senegal halkı Fransız işgaline başından itibaren karşı çıktı. Bazı Müslüman liderlerin öncülüğünde değişik zamanlarda ayaklanmalar oldu. Ancak Fransız sömürgeciler ellerindeki teknik imkânları kullanarak bu ayaklanmaları bastırdılar. Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Senegal’de de hâkimiyetlerini sağlamlaştırabilmek amacıyla geniş çaplı hıristiyanlaştırma faaliyetleri başlattılar. Ancak bu konuda hiçbir başarı elde edemediler. Ülkede kurulmuş olan Islâmi eğitim kurumlarının ve Müslüman ilim adamlarının gösterdikleri gayretlerin, hıristiyanlaştırma çalışmalarının sonuçsuz kalmasında önemli etkinliği olmuştur. Senegal’e 1958’de Fransız Uluslar Topluluğu’na bağlı özerk bir cumhuriyet statüsü verildi.

Tunus

Tunus, 12 Mayıs 1881’de Fransız sömürgeciler tarafından işgal edildi. Bundan sonra Fransızlar ülkeye “yüksek komiser” dedikleri genel vali tayin ederek yönetmeye başladılar. Fransızlar işgal ettikleri bütün diğer ülkelerde başvurdukları zulüm uygulamalarına burada da başvurdular. Bu zulme karşı bağımsızlık yanlısı örgütlenmeler ve bazı ayaklanmalar oldu. Ancak bütün bu ayaklanmalar insafsızca ve kanlı bir şekilde bastırıldı. Tunus’ta bağımsızlık mücadelesini organize etmek ve bu mücadeleye yön vermek amacıyla Dustur Partisi adında bir siyasi parti kuruldu. Ancak Fransız sömürgeciler işgal ettikleri diğer ülkelerdeki bağımsızlık mücadelelerini kendi kontrollerine almak için başvurdukları sinsi oyunlara burada da başvurarak kendi elleriyle yetiştirdikleri Habib Burgiba’yı bağımsızlık mücadelesinde önemli bir konuma getirmeyi başardılar ve ona Yeni Dustur Partisi adında bir parti kurdurdular. Habib Burgiba başlangıçta Islâmcı düşünceyi destekliyor, camilerde namaz kıldırıp hutbeler veriyor, konuşmalarında Islâmi kavramlar ve özellikle cihad konusu üzerinde ağırlıklı bir şekilde duruyordu. Oysa Burgiba çocukluğundan beri Fransızların gözetiminde bulunmuş, bir Fransız ailenin yanında büyümüş ve Fransa’da hukuk öğrenimi görmüş biriydi. Fransızlar Burgiba’yı Tunus halkına kabul ettirebilmek amacıyla 1934 – 36 ve 1938 – 42 yılları arasında hapse de attılar. Burgiba sinsi politikasına dış destek bulmak amacıyla 1945’te Fransız işgal yönetiminden kaçtığı görünümü vererek Kahire’ye geçti.

1949’a kadar Kahire’de kalarak bu dönem içinde Arap ülkeleri başta olmak üzere Islâm ülkelerinin desteğini sağlamaya çalıştı. Tunus’a dönüşünden sonra halkı isyana teşvik eden Burgiba bu arada Fransız işgalcilerin Tunuslu Müslümanları kırıp geçirmeleri için gerekli şartları oluşturuyordu. Sonuçta Fransızlar kendi adamları olan Burgiba’nın konumunu sağlama aldıktan sonra 20 Mart 1956’da işgale son vererek Tunus’un bağımsızlığını tanıdılar. Bağımsızlık sonrasında Burgiba, Tunus cumhurbaşkanlığına getirildi. Ancak tutumunu birden bire değiştirerek Islâm aleyhtarı bir siyaset izlemeye başladı.

Partisinin adını Sosyalist Dustur Partisi olarak değiştirdi. Zulüm uygulamalarına da Fransızların kaldığı yerden üstelik her geçen gün biraz artırarak devam etti.

(http://www.vahdet.com.tr/isdunya/dosya2/0418.html)

FRANSA DOSYASI /// ATAKAN MERT : Fransa ve Batı, Güneydoğumuzdan elini hiç çekmedi

Değerli Dostlar,

Türkiye Cumhuriyeti, içerideki kayıkçı kavgaları gibi süren tartışmalarla hızla rejim değişikliğine doğru sürüklenirken, başta Fransa olmak üzere birçok ülke tarafından da kuşatma altında.

11 Şubat 2015 tarihli Hürriyet gazetesinde çıkan habere göre PKK bağlantılı PYD temsilcileri Elysee sarayında Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ile görüşmeler yapıyor. Toplantıya kamuflaj kıyafetleri ile katılan Eşbaşkan(!) Asya Abdullah Suriye’nin kuzeyindeki Rojava ve diğer kantonlar için ‘özerklik Modeli’’ için Hollande’den ve diğer uluslar arası güçlerden destek istiyorlar.

Aşağıdaki adrese girince göreceğiniz gibi, Barzani de aynı dönemde Hollande’nin misafiri.

http://rudaw.net/turkish/world/100220157

Birinci Dünya Harbi ve sonrasındaki İstiklal Savaşımız sırasındaki doğu ve güneydoğumuzda olup bitenleri hatırlayınız. Aynı hazırlıklar ve oyunlar o zamanlarda da yapılmıştı. Rusya, İngiltere, Fransa ve daha sonra da ABD, şimdi PKK/PYD ile kurdukları tuzakları, o zamanlar Tashnak ve Hınçak Ermenileri ile yapıyorlardı… Hep merak etmişimdir. Ermeni Tehciri olmasaydı acaba bugün o bölgede kim kimle savaşıyor olacaktı?(!)

Ankara ve tabii Türkiye gerici başkanlık rejimini tartışadursun, doğu ve güneydoğu illerimizin bir kısmı çoktan PKK’nın kontrolüne geçmiş durumdadır. Yerel yönetimler üzerinden günlük asayiş bile PKK’nın yönetimindedir. Açıkça ne diyor Eşbaşkan(!?) Selahhattin efendi; eğer önümüzdeki seçimlerde Parti olarak Meclise giremezsek biz Güneydoğuda Meclisimizi kurarız. Ankara izin vermezse ne olur? Tabii ki iç savaş. Dahası bugünlerde Barzani’nin PKK/PYD’nin batıdan istediği destek o zaman HDP tarafından da talep edilecektir. Türkiye’ye sığınan ve batıya destek vermesi için çağrı yapan 2 Milyon Suriye’li kulaklarını tıkayan batı, hiç kuşkunuz olmasın, PKK/PYD/Hadep çağrısına hemen cevap vererek Ankara’ya ‘’onlara özerklik verin’’ ültimatomunu çekecektir.

Bütün bunlardan kurtulmanın tek yolu, Haziran 2015 seçimlerinde Ankara’da Laik ve üniter Türkiye Cumhuriyetine sahip çıkacak güçlü bir hükümetin kurulmasından geçmektedir.

Tarih tekerrürden ibarettir denir ama bu tarihi doğru okuyamayanlar ve de aptallar içindir.

Kaygılı saygılarımla

Atakan Mert

FRANSA DOSYASI : AB’nin Başarıda Başarısızlığı, Charlie Hebdo ve PEGIDA

Süleyman ŞENSOY
TASAM Başkanı / Chairman

Dünyanın dört bir yanından gelen terör saldırısı haberleri 2015’e çok kanlı ve acılı dolu bir başlangıç yapmamıza sebep oldu. Fransa’daki terör saldırıları ile tüm dünya sarsıldı. Yemen El-Kaidesi tarafından üstlenilen saldırılar ile radikal terörü konuşmak üzere TASAM Başkanı Süleyman Şensoy konuğumuz.

Paris saldırılarına baktığımız zaman çok iyi planlanmış ve çok iyi çalışılmış bir saldırılar bütünü görmekteyiz. Bu bütüne baktığımız zaman işleyiş, planlama ve biçim olarak saldırıları nasıl değerlendirmek lazım?

Öncelikle “Charlie Hebdo” dergisinin yayıncılık anlayışı, ifade özgürlüğü veya basın/medya özgürlüğü değil kanaatimce. Ama böyle bir eylemle buna cevap verilmiş olması, derginin yaptığı yanlıştan bin kat daha yanlış. Yanlış, yanlışı büyütüyor. Bu saldırının, bir polisiye kısmı var, bir de stratejik anlamda analiz edilebilecek, hem Avrupa üzerinde hem küresel ölçekte hem de Fransa üzerinde, diğer Avrupa ülkeleri üzerinde yapılabilecek değerlendirmeler var. Avrupa özellikle son on yıldır ciddi bir takım sorunlarla uğraşıyor. Özellikle 2008’de belirgin hale gelen küresel ekonomik krizden sonra bu daha görülebilir oldu. Avrupa’nın geldiği nokta “başarıda başarısızlık”

Avrupa, Çin gibi ülkelerin bu kadar hızlı yükseleceğini ve dünyanın ekonomik pastasından bu kadar hızlı pay alacağını öngöremediği için standartlarını çok yükseltti ve şu an ekonomik olarak bu standartlarını finanse edemiyor (Almanya gibi görece farklı ülkeleri barındırmakla birlikte). Dolasıyla Avrupa’da da politik aşırılıklar artmaya başladı, ‘‘Charlie Hebdo’’ olayı bunun bir görüntüsü. İsveç’te yaşananlar, Danimarka’da yaşananlar ve diğer değişik ülkelerde yaşanan olaylar politik aşırılığın arttığını gösteriyor. Son dönemde başlayan ve birkaç aylık geçmişi olan ‘‘Pegida’’ hareketi gibi. Dolayısıyla Avrupa’da ciddi bir mikro-milliyetçilik kıpırdanması da var. Yani İskoçya ayrılmak istedi olmadı, Katalonya ayrılmak istiyor, Belçika bölünmek istiyor ve değişik ülkelerde bu tür istekler belirmeye başladı. Bütün bu milliyetçilik akımlarının Avrupa’nın geleceği açısından önlenmesi ve doğru kanalize edilmesi açısından bu saldırının veya bu sürecin nasıl yönetildiği önemli.

Avrupa, Müslümanları ve İslam’ı hedef haline getirerek, İslam dünyasının şu anda içerisinde bulunduğu kötü durumu ve öz eleştiri yapmamız gereken bir takım temsil sorunlarını da kullanarak kendi içinde bir birlik sağlamaya çalışıyor. Daha doğrusu bu biriken olumsuz enerjiyi kendi içinde yıkıcı olmaktan öte bir dış tehdite yönlendirmeye çalışıyor. Bu tür toplum mühendisliği olayları da risklidir. Her zaman planlandığı gibi gitmez. Yine Avrupa, güvenlik riskleri açısından dünyadaki en güvenli ülkeleri barındıran bölgelerden biri. Buna rağmen böyle bir saldırının yapılabilmiş olması da oldukça enteresan.

Saldırıdan hemen sonra saldırıyı yapanların yakalanması, geride kimlik bırakması gibi konuşulan yüzlerce detay var. Yani hem bir yüksek profesyonellik hem de çok yüksek bir amatörlük göze çarpıyor. Bu ikisi bir arada olmaz, yani çok yönlü bir süreç var. Hem komplo teorilerine yönelik bir takım tezler üretebilirsiniz – ki bunların ciddi karşılığı var – hem de olayı gözüktüğü gibi yorumlayabilirsiniz. Fakat her iki durumda da sonucun Müslümanlar için, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için ve Avrupa dışındaki İslam dünyası için iyi olduğunu söyleyemeyiz.

Şimdi tepkilere baktığımız zaman ifade özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün sınırı konusunda Papa Francis de bir uyarı yaptı ve “ifade özgürlüğü kapsamında pek çok şey açıklanamaz, mutlaka sınırı olması lazım” şeklinde bir açıklamada bulundu. İlgimi çeken bir röportaj da Le Monde dergisinde çıktı. Charlie Hebdo’nun 1970’te – o zaman adı ‘’Hara-kiri Hebdo’’ olarak geçiyor – ilk sayısını çıkaran ekipteki – kuruculardan biri “Anne Ruse Sharbonie ekibini ölüme götürdü" diye bir yorum yapıyor. Yani bir sınır olması gerektiğine vurgu yapan bir açıklaması var. Şimdi diğer taraftan da eylemin üstlenilmesi açısından Yemen El-Kaidesi bir süre sonra yaklaşık 8 ya da 10 gün sonra bunu üslenmiş oldu ama Kuaşi kardeşler eylemi yaparken “Biz Yemen El-Kaidesindeniz” diye bağırmış, bir görgü tanığı kadın var. Fransız polisinin ve istihbaratının ulaştığı bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyor, pek çok detay ortaya çıkacak daha, önümüzdeki dönemde de çıkmaya devam edecek. Şimdi şu ana kadar elimizde olan detaylara baktığımız zaman; bu adamların nereye, ne zaman gittiği, ne yaptığı, kiminle yazıştığı, silahları nerden buldukları – ki market saldırısındaki ‘‘Kolibali’’ silahının Brüksel’den alındığı – belirlenmiş oldu. Bütün bunlar belli iken bir istihbarat zaafı veya hareket kabiliyeti zaafı söz konusu gibi gözüküyor. Fransız polisinin bu ihmaller zincirini nasıl değerlendirmek lazım. Çünkü çok fazla soru işareti var bu işin içinde.

Yine aynı iki kapıya çıkıyor: Ya komplo teorisi üreteceğiz, üst seviyeden yani Avrupa istihbarat kurumları ya da Fransız istihbarat kurumları tarafından bunlara belli ölçüde göz yumulması olarak yorumlayacağız, ya da sizin söylediğiniz gibi becerisizlik, ihmalkarlık veya zayıflık olarak yorumlayacağız. İkisi de mümkün ama kişisel kanaatim bu alanda üretilen komplo teorilerinin daha mantıklı olduğu yönünde. Çünkü Avrupa güvenlik parametrelerini değiştirmek için hem Avrupa Birliği organları nezdinde hem de ulusal hükümetler düzeyinde güvenlik parametrelerini sıklaştırmak için bu tür bir olaya ihtiyaçları vardı. Çünkü toplumlara verdiğiniz bir takım özgürlükleri durup dururken bir anda kısıtlayamazsınız, makul bir gerekçe vermeniz lazım. Bunun sonucunda Avrupa’nın Güvenlik parametreleri ve bir takım güvenlik hakları, güvenlik gerekçesi ile kısıtlanacak. Bunun dışında şöyle bir mesajda çıkıyor. “Biz saldırıya uğrayan Hristiyanlar ve Yahudiler çok iyiyiz, bu işi bozan Müslümanlar, İslam kökenli olanlar ve bunların çok önemli bir bölümü terörist olabilir veya olmasalar bile destek verirler, sempati ile bakarlar”. Ciddi bir işbirliğini sağlama konusunda da böyle bir mesaj veriliyor. Bu anlamda, gerek Bölge ülkeleri olarak, gerekse bizim AB üyelik müzakeresi yürüten bir ülke olarak ve İslam dünyasının önemli bir ülkesi olarak buradan ne dersler çıkaracağımız önemli. Ama ben bunun çok yüksek bir devlet aklı ile yönetilen bir süreç olduğu kanaatindeyim. Kişisel olarak komplo teorilerini sevmem. Ama devlet aklı ile düşündüğünüz zaman dünyanın, küresel dengelerin ve Avrupa’nın geldiği noktada bu sürecin yönetiminde güçlü bir devlet aklı olduğunu düşünüyorum. Burada “tam kazanç”, “tam kayıp” diye de bir şey yok. Bu aklı çalıştıran insanlar belli kayıpları da göze almışlardır. Charlie Hebdo’daki ölenler de göze alınan bu kayıpların bir kısmı. Belki orta ve uzun vadede daha farklı kayıplar ekonomik olarak, sosyal olarak, siyasi olarak göze alınmıştır diye de düşünüyorum.

Kayıplardan biri de olaya müdahale için gelen polis ekibinden Ahmet Mera. O da bir Müslüman. 41 yaşındaki polis memuru bu saldırıda soğukkanlı şekilde öldürüldü. Yani bu saldırılar hedef olarak ne Hristiyan ne Yahudi ya da farklı bir dinsel gurubu hedef alır vaziyette. Bir Müslüman da katlediliyor.

O Fransız polis kıyafeti ile geldiği için “terörün iş kazası” gibi oluyor. Teröristin onun bir Müslüman olup olamadığına bakma gibi bir lüksü yok, dolayısıyla onu da orada infaz etmiş oluyor. “Terörün gözü kördür” diye biz Türkiye olarak milyonlarca defa söyledik. Eğer siz terörize bir hareket içerisinde bulunursanız hedef aldığınız şeye dair (ki onlarda masumdur) ilgisi olmayan masum insanları da öldürebilirsiniz, zarar verebilirsiniz.

Paris merkezindeki Koşar Market olayında Yahudi mahallesinin özellikle seçilmesi, Koaşi kardeşlerin matbaada sıkıştırıldığı anlarda paralel bir eylem biçimi olarak karşımıza çıktı. “Bakın, Koaşi kardeşlerin kılına zarar gelirse markettekilerin hepsini öldürürüz” diyerek Bumedin ve Kolibali’nin birlikte marketi basarak oradaki insanları rehin alması ve Fransız polisinin operasyonu sonucu 4 kişi hayatını kaybetti. Marketin içinde ne olup bittiği ise şu an tam olarak netleştirilmiş ve tanık ifadeleri basın ile paylaşılmış değil ancak yine bir Müslüman çalışanın can havli ile içerdeki bazı rehineleri bir soğutucuya sakladığı ve orada bir şekilde hayata tutunmalarını sağladığı biliniyor. Hatta bu kişinin de bir kahraman olarak görülmesi ve örnek bir davranış biçimi olarak ödüllendirilmesi de konuşuluyor. Bu noktada Kolibali, Bumedin ve Koaşiler arasında bir bağ olduğu ve yıllardan beri sürdüğü anlaşılıyor. Devam eden bağ da ortaya konuyor delillerle. Fransız istihbaratı ciddi çalışan bir istihbarattır ve bir şekilde bunları takip edip ondan sonra değerlendirme konusunda nasıl bu kadar boş bulunabiliyor. Deliller açık ve bu insanlar birbirleri ile bağlantılı ve fütursuzca elinde atış talimi yaparken görüntülerini sosyal medyada paylaşabilecek kadar da her şeyi açık açık kendine güvenerek yapıyor. İstihbarat zaafı kısmında üstüne çok düşülmesi gereken özellikle Fransa’nın ve Avrupa’nın da çok durması gereken noktalar da var gibi gözüküyor.

İstihbarat zaafı olabilir ancak istihbarat örgütleri her şeyi yüzde yüz önler diye de bir kural yok. Dünyanın her yerinde değişik, çok güçlü istihbarat sistemine sahip ülkelerde bile bir takım olaylar olabiliyor. Fakat bu saldırı oldu, bitti. İstihbarat zaafı vardı – yoktu diye belki uzun yıllar konuşulacak, tartışılacak, soruşturulacak ama önemli olan bu saldırıdan sonra ortaya çıkan sonuçların kimi ne kadar etkiyeceği ve sürecin nasıl yönetileceğidir. Avrupa için ne ifade ediyor, Amerika için ne ifade ediyor, Bölge ülkeleri için kuzey Afrika için Orta Doğu için ne ifade ediyor ve bundan sonra dünyaya nasıl bir etkisi olacak? Hem sosyal barış anlamında hem de siyasi, güvenlik açısından ve ekonomik olarak bunun üzerinde daha fazla durulması kanaatindeyim. Batı’nın temel bir paradigması var; bir olay olmuşsa, mevcut durumu kendi lehine nasıl maksimize edebileceği üzerine hemen yoğunlaşıyor. Bu anlamda sanırım bizimde yapmamız gereken bu.

Şimdi soru işaretlerinden biri de; silahlar nasıl elde edildi? Paris’in göbeğinde Kalaşnikovlar ile nasıl bu eylemi yapabiliyorlar? Ancak tabloya bakıldığı zaman çok da şaşırtıcı olmayan detaylar var. Mesela Kuzey Afrika ülkelerinden Marsilya’ya ve Marsilya üzerinden de Avrupa’nın farklı noktalarına silah kaçakçılığı yapıldığı yıllardan beri bilinen bir gerçek. Bir yandan Fransa basınında yer alan detaylar var; bazı silahları Ülke’ye parça parça sokuyorlar ve insan kaçakçılığı gibi silah kaçakçılığı da Avrupa’nın başını ağrıtan konulardan biri. Önlem alması gereken öncelikle Fransa’dır, ondan sonra önlemleri sıklaştırması gereken de Avrupa Birliğidir. Bu silahlar serbest dolaşım içindeyken, Belçika’dan Almanya’ya, İtalya’dan Fransa’ya ve İspanya’ya kadar çok farklı noktalarda kullanılarak terör eylemlerine konu edilebilir ve can kayıplarına yol açabilir. Şimdi Avrupa’nın silah kaçakçılığı ve diğer konularda nasıl bir önlem alması ve eylem izlemesi gerekiyor acaba?

Bundan sonra bu olayın etkisi ile bu tür politikalar sıklaştırılacaktır (hem gümrük kontrolleri hem iç güvenlik tedbirleri bağlamında). Yine de dünyanın neresinde olursa olsun gerekli ödemeyi yaparsanız silah bulursunuz. Amerika’da bin tane bulursunuz ama Fransa’da on tane bulursunuz, yani miktarı değişir.

Ayrıca Fransa’da ruhsatsız silah bulundurmak büyük bir suç. Yıllar boyunca hapiste kalma riski var.

Bir şekilde farklı yollarla sınırlardan girebiliyor. Bugün sistemi çok güçlü ülkelerde az bulursunuz ama sistemi esnek ülkelerde daha fazla bulabilirsiniz. Sonuçta onunla ilgili gerekli finansmanı bulup bulmadığınıza bakar ama bundan sonra hem Fransa hem Avrupa Birliği için bu tür önlemlerin özellikle ateşli silahlarla ilgili güvenlik önlemlerinin daha da sıklaşabileceğini söyleyebiliriz. Bunun da ötesinde, Avrupa’nın İslam dünyası ve dünyanın geri kalanıyla olan ilişkilerinde, hatta kendi içinde güvenlik parametreleri değişmeye başlayacak. Bu olayı böyle bir milat olarak kabul etmek gerekiyor. Bir de Avrupa’daki politik aşırılıkların doğru yönetilmesi noktasında da ( Avrupa’nın kendi menfaatleri açısından ) bu saldırı bir dönüm noktası oldu.

Türkiye en başından beri diyor ki; “Suriye krizinde, IŞİD krizinde ve diğer terör eylemleri ile alakalı olarak bizle istihbarat paylaşımını yerinde, zamanında ve doğru şekilde yaparsanız zaten her şekilde yardımcı olmak üzerine sistemimiz açık.” Bu olayda da aynı şey geçerli, Hayat Bumedin’in 2 Ocak’ta Türkiye’ye girdiği belirlendi. 8 Ocak’ta da Suriye’ye geçmiş. Fransız birimleri Türkiye ile istihbarat paylaşmadığı için sonuç ortada. Hatta ellerindeki istihbaratın sadece 500 kişiyle alakalı olan veya 800 kişiyle alakalı olan kısmı paylaştığı gibi bir gerçek de var. Olaylardan sonra, artık istihbarat paylaşımının daha etkin olacağı ve farklı önlemler alınacağı yönünde Fransa’nın yaptığı açıklamalar var. Türkiye’nin elinde bir bilgi yoksa bu kişinin terörist olduğunu belirlemesi, bir işlem yapması ve işlemi yaptıktan sonra bunu sonuçlandırması zaten mümkün değil. Yılda yaklaşık 100 milyon kişi Türkiye’ye geliyor, tatil yapıyor veya transit geçiş için Türkiye’de herhangi bir havaalanına veya limana uğrayıp devam ediyor. Durum böyle olunca, istihbarat paylaşımı kritik bir önem taşımıyor mu acaba?

Güvenlik endişesi olan ülkeler, bu güvenlik endişesini azaltabilecek ülkelere ve kurumlara karşı daha esnek ve şeffaf olmalı. Fakat istihbarat kurumları genelde bu konuda mesleki kıskançlık taşırlar. Bundan sonra herhalde karşılıklı olarak daha güçlü işbirliği ve paylaşım olacaktır diye düşünüyorum.

El-Kaide’den gelen bazı tehditler de var, hatta iddialara göre o tehditlerin kaynağında bir sonraki hedefin Almanya olacağına dair bir tehlikeden bahsediliyor. Korkulanın olduğunu varsayarsak – ki böyle bir ihtimalin olduğunu düşünmek bile istemiyoruz – Avrupa’da farklı hedeflere yine El-Kaide’den veya IŞİD gibi başka bir radikal terör kaynağından bir saldırı gerçekleşirse ne olacak? Avrupa ile alakalı kararlar bütünü içinde, Şengen serbest dolaşım veya buna benzer şeyler ile güvenlik önlemlerinin artırılması tartışılıyor. Ayrıca sınırların kapatılması ve yolcu listesi uygulamasından tekrar bahsedilmeye başlandı. Bu tür somut önlemler paketi gibi neler yapılabilir?

11 Eylül’den sonra o günkü küresel ittifak içindeki önemli ülkelerin hepsinde terör saldırıları olmuştu. Bunlara Türkiye de dâhil. Dolayısıyla oradaki koalisyon güçlendirilmişti. Kişisel kanaatimi katmadan söylüyorum; Avrupa’da da bu sürecin devamı gelecektir, Almanya’da olabilir başka ülkelerde olabilir. Çünkü Avrupa ciddi bir politika değişikliğine gitmeyi düşünüyorsa bu tür olaylara da ihtiyacı olacaktır. Bunlar Avrupa ülkelerinin kendilerinin örgütlemesi şeklinde olmayabilir, bir istihbarat zaafı şeklinde de ortaya çıkabilir. Ondan daha önemli olan bir şey var, Avrupa’nın hemen güneyinde yani kuzey Afrika’dan başlayan bir Arap Baharı süreci var. Yani Arap Baharı ile ilgili kullanılan enstrümanlar biyolojik silahlar olduğu için yani farklılıkların kışkırtılması ve çatıştırılması olarak tezahür ettiği için Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da çok büyük bir kaos gelişti. Birçok ülke savaş ve istikrarsızlık içerisinde. Kullanılan biyolojik silahların yan etkilerinin Avrupa’da görülmesinin de normal olduğunu düşünüyorum. Hatta dünyanın birçok ülkesinde de görülebilir. Bu politik şiddet ve politik aşırılık artıkça bundan herkes etkilenecektir. Çünkü Doğu ile Batı arasında yeni bir dünya inşa edilmeye çalışılıyor. Trans Atlantik ve Trans Pasifik’te yeni bir siyasi, ekonomik, askerî ortaklık ve onun karşısında Rusya, Çin gibi ülkeler. Bu rekabette Rusya Ukrayna, Gürcistan gibi yaşadığı krizler ve ekonomik ambargolar ile gündemde.

Doğu ile Batı arasında rekabet alanı yüze yakın ülkede ciddi bir istikrarsızlık riski var. Ukrayna bir cephe ülkesi oldu, Suriye bir cephe ülkesi oldu. Adeta oralarda savaşanlar, Suriyeliler ya da Ukraynalılar yerine büyük ülkelerin desteklemiş olduğu güçler şekline dönüştü. Bu durumda olma potansiyeli olan oldukça fazla ülke var. Bunun iki yönü var: Birincisi, küresel rekabette kullanılan mikro-milliyetçilik riskinin Avrupa’da görülmesi. Avrupa, bu tür olayları iyi yöneterek kendi iç birliğini ve güvenlik politikalarını değiştirmeye yönelecektir. İkincisi de mikro-milliyetçilik gibi, farklılıkları çatıştırmak gibi argümanları ve enstrümanları kullanan ülkelerde bu olayların bir yan etkisi olacaktır. Charlie Hebdo’ye yapılan saldırıyı bu yan etkilerden birisi olarak görüyorum. Dolayısıyla Avrupa için absorbe edilebilir bir durum.

Avrupa’nın başında PEGIDA belası var, özellikle Almanya’nın başında. Açılımını zikretmek bile istemiyorum ama amaçlarının Avrupa’yı İslam’dan arındırmak olduğunu iddia eden bir grup söz konusu. Eylemlerine iki – üç yüz kişi ile Kasım ayında başladılar ve o anda ne Almanya’da ne de dünyanın herhangi bir yerinde hiç kimse işin bu kadar büyüyeceğini, bu kadar kısa zaman içinde dalga dalga yayılacağını, İslam’a karşı büyük bir ön yargı ve düşmanlığı körükleyeceğini de düşünememişti. Dresden’de Saksonya eyaletinde Müslümanların nüfusu binde dört, çok çok düşük bir oranda ve göçmenlere baktığımız zaman Vietnamlılar, Ukraynalılar, Polonyalılar ve Ruslar var. Onlar da nüfusun yüzde dördüne denk geliyor. Böyle bir akımın Almanya’da Dresden gibi kendi halinde ufak tefek bir kültür, tarih ve üretim şehrinde başlamış olması ilginç. İslam’a karşı düşmanlığı körükleyen PEGIDA benzer hareketlerin güçlenmesini nasıl değerlendirmek lazım ve nasıl bir karşı önlem almak gerekiyor?

Bu tür hareketlerin çıkmasının iki temeli var. Birincisi ifade ettiğim gibi dünyadaki küresel rekabetin getirdiği olumsuzluklar ve bu olumsuzluklara bağlı ekonomideki gerilemeler. Çünkü Avrupa’nın geldiği nokta başta da ifade ettiğim gibi “başarıda başarısızlık”. Şu anda Avrupa’da normal bir işi olan insanlar ancak geçinebiliyor, o eski müreffeh günleri, satın alma gücünün yüksekliği on yıl öncesinde kaldı. Çin, Hindistan gibi ülkelerin ve daha küçük Bölgesel ülkelerin dünya iktisadi pastasından ve istihdam pastasından aldığı pay artıkça Avrupa’nın da işleri zorlaşıyor.

Hatta sözünüzü kesiyorum, 90’lardaki Batı Almanya şansölyesi Helmut Kohl’ün popüler söylemini hatırlatmakta fayda var; Doğu Almanya ile birleştikten sonra Türkiyelileri ifade ederek “bakın sizin işlerinizi onlar alıyor” demişti. Oy kazanmak, popüler söylem geliştirmek yönünde böyle bir yol izlemişti. Ayrımcılığı da körükleyen ve Doğu Almanyalıların kafasında o imajı oluşturmayı sağlamayan da Almanya’nın iç politikası oluyor.

28 üyeli AB’nin ortalama nüfusu 450-460 milyon kişi. Çin’in eğitilmiş insan nüfusu da 450 milyon kişi. Burada gelecek açısından çok büyük bir rekabet, varlık – yokluk mücadelesi var. Herkesin standartları gerileme gösteriyor. Bunun, politik aşırılıkları doğurması çok normal. Batı’da ilk defa Sovyet kaldıracı ile yani komünizm ve sol hareketlerin yayılması korkusu ile bir orta sınıf inşa edildi. Yoksa Batı’nın materyalist zihniyeti içerisinde bir orta sınıf inşa edilmesi ve emekçi – çalışan sınıfına bu hakların verilmesi mümkün değildi. Hem Avrupa’da – özellikle Batı Avrupa’da – hem Amerika’da bir orta sınıfın inşası Sovyet kaldıracı ile mümkün oldu. Buna rağmen Sovyetler, dünyanın üçte ikisinde uzun süre varlık gösterdi. Şimdi bu süreç tersinden işliyor, Çin kaldıracı ile yani Çin’in rekabetçi politikaları ve altyapısından dolayı orta sınıf tasfiye oluyor ve emek piyasasında standartlar sürekli aşağı düşüyor. Bu durum küresel ciddi bir sorun. Her yerde politik aşırılıklar doğacak, PEGIDA bunlardan biri ama önemli olan AB’nin veya ilgili ülkelerin bu süreci nasıl yöneteceği. Bunların eline İslam karşıtlığı gibi bir argüman verilerek Avrupa kendi iç çatışmalarından uzak tutulabilir mi? Denemeleri mümkün olabilir veya bu süreci yönetemeyebilirler. Politik aşırılıklar Avrupa’yı parçalanacak noktaya da getirebilir.

Krizin ilk yıllarında Merkel’in; “Böyle giderse Avrupa uzun süre barış içinde kalamaz” şeklinde bir açıklaması vardı. 2. Dünya savaşı ile bir konsensüs sağlandı. Amerika’nın baskısı ile Avrupa’da bir birlik oluştu. Doğu Avrupa’da, Balkanlarda çatışmalar daha düne kadar devam etti. Yugoslavya sekiz ülkeye bölündü. Ekonomik refahtaki gerileme, orta sınıfın tasfiyesi ve emek piyasasındaki standartların düşmesi Avrupa’da da politik aşırılıkları tetikleyecektir. “PEGIDA” bunlardan birisi. Bu anlamda biz bundan nasıl etkileniriz, İslam dünyası nasıl etkilenir, Türkiye tam üyelik müzakeresi yürüten bir ülke olarak bu süreçten nasıl etkilenir ve tecrübeleriyle nasıl katkı verebilir sorularının cevapları üzerine çok yoğunlaşıp konuşup tartışmak gerekir.

FRANSA DOSYASI : Tayyip Erdoğan Fransa istihbarat teşkilatını eleştirdi

İslam İşbirliği Teşkilatı konuşmasında Charlie Hebdo saldırısına değinen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fransız istihbarat teşkilatını eleştirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’da düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamento Birliği 10. Konferansı’nda konuştu.

SİZİN İSTİHBARATINIZ NE İŞE YARIYOR

Konuşmasında Fransa’daki Charlie Hebdo saldırısına değinen Erdoğan, Fransa istihbarat teşkilatının ülkesinde vatandaşları koruyamadığını söyleyerek, "Daha önce de suçlu bulunup 17 ay hapis yatan bu insanları niye takip etmediniz sizin istihbarat servisiniz çalışmıyor mu?" dedi.

Erdoğan Fransa istihbarat teşkilatını eleştirdi – İZLE

Erdoğan’ın konuşmasıyla ilgili kısım;

FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜNDE YERİ YOKTUR

"Fransa’daki olay.. ki bu malum dergi bizim sevgili peygamberimize yönelik hakaret içeren karikatürleri yapmak suretiyle tahrik usuru oluşturmuştur. Bunu kimse fikir özgürlüğü kapsamında ifade edemez. Kalkıp da kimsenin bir dinin önderine saldırma hakkı yoktur, bunun fikir özgürlüğünde yeri yoktur.

ÖLDÜRENLER FRANSIZ VATANDAŞI

Öldürenler kim? Fransız vatandaşı ama Müslüman olduğu söyleniyor. Bunlar 17 ay hapishanenizde yattı, çıktıktan sonra neden takip etmediniz? Sizin istihbarat servisiniz çalışmıyor mu? Fransız vatandaşları olarak bu eylem işlenmiştir. Ama Müslümanmış…"

FRANSA DOSYASI /// Le Pen : “saldırıların arkasında batılı istihbarat servisleri var”

Paris saldırıları gündemdeki yerini koruyor. Fransa Milli Cephe Partisi’nin kurucusu Jean-Marie Le Pen, saldırıların arkasında batılı istihbarat servislerinin olduğunu iddia etti. İngiltere Başbakanı David Cameron ise Papa’nın Charlie Hebdo değerlendirmesinin şiddet çağrısı olarak anlaşılabileceğini söyledi. Avrupa’da terör korkusu hakim.

Paris saldırıları gündemdeki yerini koruyor.

Fransa’da aşırı sağcı Milli Cephe Partisi’nin kurucusu Jean-Marie Le Pen, Charlie Hebdo ve bağlantılı saldırıların ‘Batılı istihbarat servisleri’ tarafından düzenlendiğini ileri sürdü.

İngiltere Başbakanı David Cameron ise Papa Francis’in, "Anneme küfredersen yumruğu yersin" yorumuyla aynı fikirde olmadığını söyledi.

Cameron, "Eğer biri Hz. İsa hakkında hakaret edici şeyler söylerse bunu ben saldırı olarak görebilirim. Ancak özgür bir toplumda onlardan intikam alma hakkım da yoktur" dedi… Hukuk kuralları içerisinde hareket edildiği sürece bazıları için hakaret bile olsa istenilen herşeyin yayınlanabileceğini savundu.

Paris’te yüzlerce kişi ise İslam karşıtlığına ve ırkçılığa karşı toplandı.

Gösteride "Ben Charlie Değilim", "Peygamberime Dokunma", "Irkçlığa-İslam karşıtlığına Hayır" pankartları taşındı.

Journal du Dimanche gazetesinin yayınladığı anket de ses getirdi.

Anket, Fransa halkının önemli bir kısmının Hz. Muhammed’i tasvir eden karikatürlerin yayınlanmasına karşı olduğunu ortaya koydu.

Avrupa’da terör korkusu hakim.

Belçika Adalet Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, saldırı hazırlığındaki terör hücresine yönelik baskınlarda örgüt lideri Abdülhamit Abaaoud’un yakalanamadığı belirtildi.

Yunan makamları da ülkede gözaltına alınan kişilerin Belçika’daki olaylarla bağlantısı olmadığının tespit edildiğini duyurdu.

Diğer yandan IŞİD’in, sosyal medyayı güvenlik birimlerini de etkileyecek bir manipülasyon aracı olarak kullandığı ortaya çıktı.

IŞİD’in bazı üyelerinin öldürüldüğünü duyurarak, Avrupa ülkelerine girişlerinde dikkat çekmemelerini sağladığı vurgulanıyor.

FRANSA DOSYASI /// TOLGA ŞARDAN : Paris saldırısının düşündürdükleri

Büyüteç

Tolga Şardan

tsardan Tüm Yazıları »

Avrupa’nın “11 Eylül’ü” olarak adlandırılan Charlie Hebdo saldırısının yankıları henüz devam ediyor.

Fransa ve Almanya başta olmak üzere Kıta Avrupası’nda yer alan ülkeler, saldırıyla birlikte bulundukları konumu hem siyasi, hem de ülke güvenliği ve istihbarat faaliyetleri açısından yeniden değerlendirmeye başladılar.

Özellikle 12 kişinin yaşamını yitirdiği saldırının yaşandığı Fransa, Magrip ülkeleri üzerindeki etkin istihbarat faaliyetlerine karşın kendisine daha uzak bir ülkeden; Yemen’den gelen bir talimat ve ekiple “radikal dinci terör eylemi”yle yüzleşti.

Charlie Hebdo saldırısı; Paris’in dünyanın elektronik sistemlerle en iyi korunan kentlerinden birisi, Fransa’nın da halen dünyanın en etkin istihbarat servislerinden birisine sahip olmasına karşın, artık hiç bir ülkenin “küresel terör eylemlerine karşı korunaklı olmadığını” gösteren acı bir örnek oldu.

İsimler ABD büyükelçiliğinden

ABD’nin 11 Eylül’den sonra oluşturduğu birbirinden farklı 16 istihbarat birimiyle tüm dünyada “dini motifli terör grupları”na karşı her türlü istihbarat yapmaya başlaması, küresel devlerin içinde yer aldığı sistemin kendi yarattığı “radikal terör grupları”na yönelik verdiği önem açısından da mühim.

Ne ki; Magrip ülkelerindeki istihbarat faaliyetlerinde ABD’yle paylaşım yapan Fransız istihbaratının, Charlie Hebdo baskınıyla ilgili ilk bilgileri, ABD’nin Paris Büyükelçiliği’ndeki veri havuzundan aldığını hatırlatalım.

Topraklarındaki yüzde 9’luk Müslüman nüfusu kontrol edemez noktasına gelen Fransa’nın kendi yakınlarından değil de, daha uzaktan gelen bir eylemle karşılaşması, “küresel oyuncu” konumundaki ülkelerin artık daha uzaklarla ilgilenmesi gerektiğini de ortaya koydu.

Ortadoğu – Balkanlar – Orta Asya hattında, özellikle “Arap Baharı” sonrasında “küresel oyuncu” olmaya çalışan Türkiye’nin, artık “kendi ulusal güvenlik politikası”nı oluşturmasının zamanı geldiğini söylemek yanlış olmaz.

Kendi çevresine karşı son derece “duyarlı” olan Türkiye’nin, uzaklarda istihbarat yapması kaçınılmaz hale geldi. Bu kapsamda; Somali’deki Türk misyonuna yönelik Temmuz 2013’teki radikal dinci saldırıyı Fransa – Yemen ölçeğiyle düşünmek gerekir.

Suriye sınırındaki uyanıklar!

Zira, günümüzde gerçekleşen terör eylemleriyle küresel terörün geldiği nokta, aşina olduğumuz yerli terör örgütlerinin faaliyetlerinin çok ilerisine geçmiş durumda.

Küresel terör merkezinde Türkiye’yi şu anda tehdit eden en önemli terör örgütü, herkesin bildiği gibi IŞİD’dir.

Ortaya çıkan gelişmelerle, Türkiye, örgütün merkez üssü olmasa da bir geçiş noktası olarak değerlendiriliyor.

Durum böyle olunca çatışma bölgelerini içine alan 911 kilometrelik Suriye sınırı, ulusal güvenlik çerçevesinde çok önemli pozisyona ulaştı.

Suriye’ye sınır olan özellikle Kilis, Gaziantep ve Şanlıurfa hattında devletin tüm güvenlik birimlerinin her türlü olumsuzluğa karşı koordine içinde çalıştığını söylemek mümkün. Bölgede kısa dönemde yaşanan pek çok olay, MİT, jandarma, emniyet, hudut birlikleri, AFAD gibi kurumların il valilikleri bünyesinde “tam koordine” ile çalışmasını zorunlu hale getirdi.

Özellikle IŞİD’e insan kaynağını sağlayan ve sınır hattında oldukça aktif çalışan insan kaçakçılarına karşı devletin bazı önlemleri alması ulusal güvenlik politikası kapsamında “kaçınılmaz” hale geldi.

İnsan kaçakçılarının son taktiği

Şu anda Kilis – Gaziantep – Şanlıurfa hattında para karşılığında Suriye’den Türkiye’ye ya da Türkiye’den Suriye’ye adam kaçıran insan kaçakçılarının çok yeni bir taktiği kullandıkları belirlendi.

Bilindiği gibi, halen sınır hattında her ne kadar karşıda bir devlet olmasa da, Türkiye açısından 1. ve 2. derecede askeri bölge uygulaması devam ediyor. 1. derece askeri bölge, sınır boyunda “tampon bölge” olarak tanımlanabilen mayınlı alanı, 2. derece askeri bölge ise bu tampon bölgenin Türkiye’ye doğru daha iç kısımlarını niteliyor. Ancak, sınır boyunun konumu nedeniyle, köylerin kurulu bulunduğu alanlar ile her iki askeri bölgelerin yakınlığı kimi yerlerde iç içe geçiyor.

Hâl böyleyken, bölgedeki istihbarat birimleri, insan kaçakçıların yeni bir taktik geliştirdiğini tespit etti. Buna göre, insan kaçakçıları, 1. Ve

2. askeri bölgelerin eşiğindeki yerleşim alanlarındaki özellikle “sahipleri arasında sorun bulunan” arazileri ve bahçeleri düşük bedelle kiralamaya başladı.

Ellerinde resmi anlaşmalar bulunan insan kaçakçıları, böylelikle sınır hattında görev yapan resmi ve sivil güvenlik birimlerinin kontrolünden “yasal olarak” kurtulmanın yolunu buldu. Güvenlik kontrolü yapan askeri birlik ya da polis ekiplerine ellerindeki resmi kiralama bölgesini gösteren insan kaçakçıları, sınır hattında kolayca insan kaçırmaya devam ediyor.
Suçüstü yakalanmamaları halinde şüpheli konumunda takip edilen insan kaçakçılarının bu faaliyetlerinin önlenmesi için CMK 100. maddedeki katalog suçlar içine “insan kaçakçılığı ile mücadele” konusunun da acilen konulması gerekiyor.

FRANSA DOSYASI /// VİDEO : İçimizdeki Hainler Papa Kadar Olamadılar

VİDEO LİNK :

FRANSA DOSYASI /// VİDEO : Fransız Basınının İki Yüzü (İslam ve Medya)

VİDEO LİNK :

FRANSA DOSYASI /// Komplo teorileri : Charlie Hebdo

Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan ve 12 kişinin hayatını kaybettiği silahlı saldırının yankıları sürerken, internette komplo teorileri de üretilmeye başladı.

Fransa’nın başkenti Paris’te bulunan Charlie Hebdo binasına 7 Ocak’ta yapılan ve aralarında derginin genel yayın yönetmeninin de bulunduğu 12 kişinin hayatını kaybettiği silahlı saldırı hakkında komplo teorileri üretilmeye başlandı. Teoriler arasında en fazla yayılanlar şu şekilde:

‘Charlie Hebdo saldırısını CIA yaptı’: Rusya’nın önde gelen Komsomolskaya Pravda adlı gazetesi, Charlie Hebdo’ya yapılan terör saldırısının ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) imzasını taşıdığını yazdı. Bu komplo teorisine göre, ABD, Rusya’ya uygulanan yaptırımları kaldırmayı düşündüğü gerekçesiyle Fransa’yı cezalandırmak istedi. “Paris terör saldırısını ABD’liler mi planladı?” başlıklı haberde, Alexander Zhilin adlı bir siyaset bilimcinin görüşlerine de yer verildi. Zhilin, Charlie Hebdo ve süpermarket saldırılarının Batılı ülkelerle Rusya arasındaki anlaşmazlıklarla bağlantılı olduğunu öne sürerek, “Saldırıyı tetikleyen, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın 5 Ocak’ta yaptığı ve Rusya’ya uygulanan yaptırımların yeniden düşünülmesi gerektiğini söylediği konuşmadır. Bu Washington’ın planlarında yoktu. Rusya’ya saldırmak için bu saldırıları yaptılar. Hollande’a yanıt olarak terörü kullandılar. Çok ucuz ve etkili bir yol” dedi.

‘Saldırı Müslümanları kötülemek amacıyla İsrail tarafından yapıldı’: Bu komplo teorisine göre, Charlie Hebdo ve süpermarket saldırısı, Müslümanları dünya çapında kötü duruma düşürmek amacıyla İsrail gizli servisi Mossad tarafından yapıldı. Bu teoriye inananlar, İsrail’in, Fransa ve Filistin arasındaki ilişkilere zarar vermek istediğini savunuyor. International Business Times’ın Hindistan yayını, terör saldırısını çevreleyen komplo teorileri hakkında bir haber yapmış ve haberde, Mossad’ın bu saldırıları yapmasının zor olmadığını öne sürmüştü. Makalede, “Birçok komplo teoristi, ‘Mossad’ın olayda parmağı olduğu yönündeki iddiaları kanıtlayacak herhangi bir delil bulunmasa da, saldırının arka planı, onların dahil olabileceğinin göstergesi gibi’ yorumunu yapıyor. Mossad istihbarat toplamaktan sorumlu ve Yahudi emelleri için Avrupa’da İsrail için birçok gizli operasyon yapmıştı” ifadeleri kullanıldı. Haber, tepkiler üzerine kısa bir süre sonra yayından kaldırıldı ve internet sitesi okuyucularından özür diledi.

‘ABD Başkanı Barack Obama saldırganları teşvik etti’: Çoğunlukla ABD’deki muhafazakarların dikkat çektiği bu komplo teorisi, Başkan Obama’nın 2012’de Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmaya dayanıyor. Buna göre, Obama, Bengazi saldırılarından sonra yaptığı konuşmada, “Gelecek, İslam peygamberini karalayanlara ait olmamalıdır” demişti. Muhafazakar siyaset yorumcusu Rush Limbaugh, bu konuşmanın Paris saldırganlarına cesaret verdiğini öne sürdü ve “Barbarca eylemleri rasyonelleştiren bir ABD Başkanı var. Bu hareketlerin sonuçları oluyor” dedi.

‘Saldırı askerî bir operasyondu’: Sosyal haber sitesi Reddit, Charlie Hebdo katliamı sonrası komplo teorilerinin en fazla paylaşıldığı yer haline geldi. Kimi kullanıcılar, saldırının yalnızca iki kişiyi (Stephane Charbonnier ve Jean Cabut) öldürmek üzere planlandığını, dolayısıyla olayın bir terör saldırısı değil, suikast olduğunu öne sürerken, saldırı anındaki detaylara da dikkat çekti. Buna göre, saldırganların o gün derginin tüm çalışanlarının binada bulunacağını ve toplantı saatlerini nasıl bildikleri sorgulanıyor. Bunun yanı sıra, bir iş gününde, Paris’te derginin önündeki caddede hiç trafik olmaması da komplo teorisyenleri arasında sıklıkla gündeme getiriliyor. Saldırının “çok çabuk yapıldığına ve koordinasyonlu olduğuna” işaret eden teorisyenler, bunun askerî bir operasyon olabileceğini vurguluyor. Silahların da “orduya ait gibi” durduğunun altı çiziliyor.