Kategori arşivi: Araştırma

TARİH : BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

Galip_Baysan27

BİR BALKAN KAHRAMANI – RESNELİ NİYAZİ BEY – 1

(BİRİNCİ BÖLÜM )

Şimdi size Niyazi Beyi tanırmısınız? Diye sorsam, büyük bir ihtimalle çoğumuz hangi Niyazi Bey? Diye cevap veririz. Tarihi olay ve konulara karşı o kadar uzağız ki. Oysa bu kişi Türk Tarihinin bir döneminin en önemli isimlerinden biriydi. Öyle filimler, romanlardaki gibi bir hayal ürünü değil gerçek bir savaş ve hürriyet kahramanıydı. Tam yüz yedi yıl önce, 1908 yılının yaz ve sonbahar aylarında Osmanlının hemen her şehrinden o ünlü ihtilal marşı göklere yükseliyor ve onun ismini haykırıyordu.

“Niyaziler, Enverler

Varolsun hamiyetli askerler”

Bu gün size bu ünlü ismi tanıtmak istiyoruz. Ancak sizleri sıkmamak için makalemizin üç bölüm halinde yayınlanmasını uygun gördük. Kamuoyunca 1908 yılında tanınacak olan ünlü hürriyet kahramanı Yüzbaşı (Geyikli) Niyazi Bey, Türk Halkına adını ilk defa 1897 Türk-Yunan savaşında duyurmuştu. O günlerde henüz Teğmen rütbesinde olan Resneli Niyazi, muharebe meydanında adeta tek kişilik bir ordu gibiydi. Savaşta gösterdiği inanılmaz başarıları birkaç yıl geçmeden Harp Okulunda öğrencilere örnek olarak anlatılacaktır. Mesela 1903 yılında Harp Okulu askeri coğrafya öğretmenlerinden Yarbay Muhittin Bey öğrencilerine “1897 Türk-yunan Savaşında Beş pınar kalesinin düşürülmesinde, elinde kılıcı askeri önünde aslanlar gibi ilerleyip büyük kahramanlık gösteren ve tek başına savaşın kazınılmasında etkisi olan Resneli Teğmen Niyazi’nin” harekâtını coşkuyla anlatmıştır. Bu savaşta Niyazi Bey, önemli sayıda (kendi birliğinin mevcudunun birkaç misli) esir de ele geçirmişti. Gösterdiği olağanüstü başarı üst kademelere bildirildi ve kendisi sekiz aylık teğmenken bir üst rütbeye (üsteğmenliğe) terfi ettirildi. Başkentten gelen talimatla Halka moral vermek için, ele geçirdiği bu esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi. Niyazi Beyin bu olayla ilgili anıları ibret vericidir ve dönemin özelliklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. İzliyoruz:

“… Beş pınar savaşında bölüğümle tutsak ettiğim Yunanlıları İstanbul’a götürmekle görevlendirilmiştim. Görevimi bitirip İstanbul’dan döndükten sonra ülkemin devrime olan ihtiyacını daha iyi anlamış oluyordum. Önce, yolun üstünde Manastır’a varışımda, buradaki komutanlar ve üst subayların bu görevimden faydalanarak oğullarını, yakınlarını kayırmak, hazineden bir şeyler koparmak kaygısında olduklarını gördüm. Selanik’teki koskoca Müşir bile bundan faydalanmaya koşmaktan geri kalmıyordu. Ulusun avuç dolusu parasını alan büyükleri, gördüm ki, ulus ve devletin çıkarından çok kendilerini düşünmekteydiler. Saray çevresine sığınanlardan alay alay kordonlular savaş başlayıp başarı belirtileri göründükten ve hatta sona erdikten sonra bile gönüllü adıyla rütbe ve maaşlarını arttırmak için akın akın savaş alanına koşuyorlardı. Savaşın bütün yükünü omuzlarında taşıyanlara karşı gizli bir çekişme başlamış, rütbe ve nişan yağmasında ön safa geçmişlerdi… Özellikle saray çevresinde Harp Okulu’ndan çıkmış subaylara karşı gösterilen güvensizlik ve davranış beni çok üzmüştü… Padişaha takdim edildiğimizde üsteğmenliğe yükseltildiğim bildirilmiş, on altın padişah ödülü almıştım. Oysa müşir Kazım Paşa’nın benimle birlikte gelen ve tutsakları alıp orada burada kendini gösteren onüç yaşındaki oğlu, iki yüz lira ödül ve iki derece terfi suretiyle değerlendirildi ve yaverliğe alındı… Bu olaylar karşısında devletin kendi kendini düzeltemeyeceğini anlıyor ve bir inkılâba olan zorunluluğu düşünüyordum… Savaş bitmeden önce komutanlardan ve Kurmay subaylardan Ordu ve yönetiminde yenileşme ile ilgili teklifler istendi. Sonradan bunların da uydurma manevralar olduğu ortaya çıktı. Böylece devlet bünyesinde batıya dönük atılımlar yapmak isteyenlerin avlanması için bir tuzak kurulmuştu. Bu tuzağa düşen aydın kişiler birer birer yok oldular. Devlet yönetimi gibi ordu da eskisinden daha kötü duruma geldi” (Resneli Niyazi Beyin Anıları, s.31–32)

Milli kahraman Üsteğmen Niyazi’nin anılarından da anlaşılacağı gibi, maddi çıkar sağlama arzusu her hareketin önünde geliyordu. Bunun en önemli nedeni, maaş düzensizliğiydi. Subaylar bazen aylarca maaş alamıyorlar, kendileri birliklerinde bazen kümes misali bir odada aylarca konuşacak bir insan bulamadan görevlerini yapmaya çalışırken, onları en çok uzakta bıraktıkları aile mensuplarına para gönderememek üzüyor, ezik bırakıyordu.

“İlk görev aldığım 21. alayın 4. taburunda benden daha önce gelen Leskovikli Teğmen Kamil’in önerisiyle gerçekleri yavaş yavaş kavrayabiliyordum. Askerliğin en üst komutanından en alt komutanına kadar olan birbirine bağlanışında (emir-komuta zincirinde) boşlukları görüyor, daha doğrusu bu çalışmanın yasalar dışı yetkisiz kişilere verilmesinden doğan düzensizlikleri görebiliyordum. Askerlik kademelerini hak etmeden aşarak yüksek yerlere ulaşan ve buralarda bulunmuş olan general ve üst subaylardan bir kısmının uşaklıktan, damatlıktan, evlatlıktan, casusluktan yetişme, haksız yere orayı ele geçirmiş, devletten para almak için, daha doğrusu kapmak ve çalmak için çalışıp yaşayan birtakım şakşakçılardan ibaret olduğunu anlıyordum” ( Rahmi Apak: Yetmişlik Bir Subayın Anıları, s.31-32)

Anılarda görüldüğü gibi, genç subayların ordunun yüksek kademelerinde görevli komutanlar hakkındaki fikirleri olumsuzdur. İdealist fikirlerle bezenmiş Harbiye mezunları çevrelerinde gördükleri ekonomik çıkar sağlamayı amaçlayan tertipleri ahlaksızlık telakki etmekte ve nefret duymaktadırlar. Genç beyinler sonunda problemlerin kaynağının Yıldız Sarayı olduğunu kabul ediyor ve onu etkisiz hale getirip ulusun geleceğini kurtarmak için güçlü bir devrim’e ihtiyaç olduğunu düşünüyorlardı.

Jön Türk hareketinin en hareketli olduğu günlerde, lider durumundaki Mizancı Murat Bey ve arkadaşlarının Abdülhamit’e dönmesi genç askerler üzerinde şok etkisi yaratmış ve sivillere karşı büyük bir güvensizlik duyulmasına sebep olmuştur. Bu konuda Niyazi Bey’in anıları şöyledir:

“Aydın çevrenin o sıralarda dayanağı olan Murat Bey’in dönüşü ile birlikte umutsuzluğa kapılanlar çoğaldı. Bazı kötü kişilerin, genel güvenlik ve birbirine bağlılık gibi dünyanın en değerli duygularını altın ve saltanata değişmesi, o zamana dek herkesin sevgi ve saygısını kazanmış olan gençleri büyük bir sorumluluğa itmiş, satın alınan kişiler ulusun vicdanında lanetlenmişti. Artık yurdun kurtuluşu için birlik kurmak isteyenler, bozgunculukla, ahlaksızlıkla suçlanıyorlardı. Murat Bey’in davranışı bütün gençlere bir kişiye bağlanmanın, çalışmada açıklık ve güvenin kötülüğünü göstermişti. Bu felaket gelecek için çok güzel ve yararlanılacak dersler vermişti. Artık sadece bir başa dayanan bir düzen kurulmayacaktı. Çünkü o ayrılınca düzen dağılabiliyordu. Kurulacak bütün teşkilatlarda emniyet birinci planda gelecek ve çalışmalar büyük bir gizlilik perdesi altında yürütülecekti.

Niyazi Bey 1904–1908 yılları arasındaki yaşamının en önemli gençlik yıllarını hep Makedonya dağlarında devamlı isyancıların takibi ve ülkenin kurtuluşu için nasıl bir yol izlemesi gerektiğini araştırmakla geçmiştir. Bu dönemde elde ettiği sayısız başarılar her türlü övgünün üzerindedir. Teşkilatlanma konusundaki anıları şöyledir:

“Bu süre içinde bizim de yapmamız gereken özgürlük savaşı için nasıl bir örgüt kurup davranmak gerektiğini, tüm arkadaşlarla danışıp görüşüyordum. Çoğu başarı ile sonuçlanan komitalarla karşılaşmamızda bombasıyla, tüfeğiyle, zararlı yayınıyla ele geçirdiğimiz komitacıların çeşitli etkilerle bağışlanıp salıverilmesi görevini yerine getiren subayları derin üzüntülere itmekteydi. Bu yersiz aflar dolayısıyla komitacılık, eşkıyalık ve ayaklanmanın kökünü kurutmanın olanaksızlığı herkesçe çok iyi anlaşılmıştı. Ölüm cezasına uğratılmış binlerce kişi, çeşitli etkenlere güvenerek hayatının bağışlanacağına, bir gün gelip hapisten çıkacağına inanıyordu. İşte bu güvenç, ayaklanma ve dağa çıkmak için en büyük kışkırtıcıydı. Erlerin çıplaklığı, kışlaların berbatlığı, asker yiyeceğinin kötülüğü, devletin maaşları ödemedeki aksaklığı orduda devrim düşüncesini genelleştirmiş ve kökleştirmişti.”

Makedonya; teşkilatlanma için en uygun, en emniyetli ortama sahipti. İngiltere Kralı 7. Edward’la, Rus Çarı 2. Nikola’nın 9–10 Haziran 1908’de Reval (Estonya’nın sonraki bilenen adı ve Talin) de buluşmaları ve Makedonya konusunda kararlar alması İttihatçıları çok rahatsız etmiş ve bilindiği gibi harekete geçmelerini hızlandırmıştır. Sivil asker bütün Osmanlı aydınları arasında ilk harekete geçen de kahramanımız ve artık Kolağası (günümüz rütbesiyle Kıdemli Yüzbaşı) rütbesinde bulunan Niyazi Bey olmuştur. Bu hikâyeyi bir sonraki yazımızda anlatmak istiyoruz.

Dr. M. Galip BAYSAN

SLAYT SHOW : Türkiye’de hangi alt kimlikten ne kadar insan var ? /// İLGİNÇ BULGULAR

Trkiye de hangi alt kimlikten ne kadar insan var.pps

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Mehmet BİLGİN : RİZE BÖLGESİNDE ETNİK GRUPLAR OLUŞTURMA PROJELERİ ÜZER İNE

Rize, tarih ve kültür yönünden üzerinde en az araştırma ve yayın yapılmış bölgelerimizden biridir. Altmışlı yıllara kadar ekonomik yönden yurdumuzun en fakir yörelerden birisi olan Rize, çay tarımının yaygınlaşmasından sonra çok kısa bir sürede ekonomik olarak ülkemizin en iyi illeri arasında yerini aldı. Bölge ekonomik olarak bu değişim sürecini yaşarken kültürel alanda kayda değer hiçbir gelişme olmadı.

Geçmişte ekonomik şartlara ve coğrafi yapıya bağlanan kültürel çalışmalardaki verimsizlik, ekonomik alandaki düzelmeye rağmen pek değişmemiştir. Bu dönemde ve özellikle altmışlı yıllarda, bir çok yabancı araştırmacı bölgede çeşitli konularda araştırma ve çalışmalar yapmaya başlamış, bu çalışmaların sonucu elde edilen bilgilerle, bölge üzerinde milli birlik ve beraberliği sarsmaya yönelik bir takım projeler oluşturulmuştu. Bu projelerde, bölge insanının sahip olduğu ve kültürel zenginlik ögesi olan bazı özellikler öne çıkartılarak, etnik parçalanmaya yol açılması amaçlanmaktaydı.

Altmışlı yıllarda bölgede faaliyet gösteren yabancı araştırmacıların çalışmalarıyla şekillendirilen projelerle, ülkemizin diğer bölgelerinin yanı sıra Rize’nin de içinde bulunduğu Doğu Karadeniz bölgesinde Laz, Hemşenli, Gürcü, Poşa ve Pontoslu Rum (ya da Müslüman Yunanlılar) gibi etnik parçalar tanımlanmaya veya oluşturulmaya çalışılmaktaydı.

Doğu Karadeniz Bölgesi ile ilgili bu projeler hazırlanırken, aynı zamanda etnik grupların arka planını oluşturacak olan , bölgenin Bizans ve Hıristiyan geçmişinin ortaya konması çalışmaları da yapılmıştır. Bu proje kapsamında elde edilen bulgular, günümüzde gündeme getirilen bazı iddialara da dayanak olmaktadır. Bu proje kapsamında bölgede yabancı araştırmacılar tarafında yapılan arkeoloji ve tarih çalışmalarının amacı, bazı yabancı yazarların bu çalışmalar hakkında yazdığı kitap ve makalelerde " bölge halkının hafızasından silinmiş olan Hıristiyan geçmişe ait kanıtları ortaya çıkarmak " şeklinde ifade edilmektedir.

Bu çalışmalarla yeni bir bilinç yaratılmış, Karadeniz bölgesinde yaşayan insanların çoğu artık yerleşim birimlerinin içinde, yakınında veya yolunun

üzerindeki herhangi bir taş yığınının geçmişte bir kiliseye ait olduğunu, köyün eski isminin Türkçe olmadığını ve bu Hıristiyan geçmişin kendi geçmişi olabileceğini düşünmektedir. Çünkü bundan farklı bir şey düşünebilmesi için elinde herhangi bir bilgi de yoktur.

Çok sistemli bir şekilde ve iç içe geçmiş projeler çerçevesinde, bölgenin Bizans / Hıristiyan geçmişini ortaya çıkartmak için İngiltere de Birmingham Üniversitesine bağlı Bizans, Osmanlı ve Modern Yunan Çalışmaları Kürsüsü’nde, Bizans ve Trabzon’daki Komnenos Rum Krallığı tarihi uzmanı Prof. Dr. Anthony Bryer ve ekibi tarafından, bazı vakıfların yanı sıra Yunan Hükümetinin ve Kıbrıs Rum kesiminin parasal olarak desteklediği ve ısmarladığı çalışmalar yapılmıştır.

Bu çalışmalar kapsamında Doğu Karadeniz Bölgesi taranmış, Hıristiyanlık dönemine ait olan ve yerleri tespit edilen tüm kalıntılar kazılarla ortaya çıkarılıp, planları çizilmiş mevcut kalıntılar fotoğraflanarak, sanat öğesi taşıyan bezemeler, eserlerin mimari özellikleri ve kitabeleri incelenmiş,bölge tarihi ile ilgili kaynaklarda yer alan tarihi bilgiler derlenerek yeni yayınlar yapılmıştır.

Bu çalışmaların ileride bölge ile ilgili siyasi iddialara zemin oluşturacağı düşüncesi başlangıçta komplo teorisi olarak algılanmışsa da, yeni etnik gruplar yaratılması çalışmaları ile boğuştuğumuz günümüzde bunun Türk toplumunu küçük parçalara bölerek etkisizleştirme ve bu etnik grupları arka planda Hıristiyanlığa bağlama çalışmalarının temel projelerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

25 – 30 yıl kesintisiz süren ve yüzlerce öğrencinin katılıp eğitildiği bu proje sonucunda Bryer’in ( David Winfield ile beraber yazılmış) "The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos 2 cilt ve "The Post-Byzantine Monuments of the Pontos","Peoples and Settlement in Anatolia and the Caucaus 800-1900 " ,The Empire of Trebizond and the Pontos" adlı kitapları ile bu projelerde çalışanlar tarafından yazılmış, bölgedeki kilise ve manastır kalıntıları ile bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili yüzlerce makale yazılıp ve yayınlandı.

Bu projeyi yapan ve yürüten Anthony Bryer ile çalışmalara katılan çeşitli kişilerce, Doğu Karadeniz bölgesinin Hıristiyan / Rum geçmişi ve bu geçmişin günümüze yansımaları hakkında , bölgede yaratılmak istenen etnik parçaların geçmişine yönelik açıklamalara, Hıristiyan bir arka plan olacak çok önemli bir literatür oluşturulmuştur.

Anthony Bryer, bölgede Hıristiyanlığa ait kalıntıların tamamını ortaya çıkartan arkeolojik çalışmalarının yanı sıra bölgenin Hıristiyan – Bizans – Rum geçmişinin günümüze yansımaları hakkında da çalışmalar yapmış, Pontuslu Rumlarla ilgili bir yazısında "Pontuslu Rumlar bütün kalıntıların en şaşırtıcı olanları ama bazıları yurt arıyor, bazıları tarih, bazıları da ikisini birden" diyerek çalışmalarının ilgi ve amacını ortaya koymaktadır.Çalışma arkadaşlarından D.Winfield’in tarihi eser kaçakçılığı suçlamaları ile yurt dışında yargılanması bu projenin başka boyutları olduğunu da düşündürmektedir.

Bölge ile ilgili projeler hiç şüphesiz bunlardan ibaret değildir. Fakat bölge ile ilgili tüm projelerin yayınlarını izleme ve değerlendirme olanağına sahip değilim.Yine de ilgili yayınlardan değerlendirme yapacak kadar izleme imkanı bulduğum bir projeden bahsederek konuyu açıklamaya çalışacağım.

Altmışlı yıllarda bölgeye gelen yabancı araştırmacılardan sadece birisi olan Wolfgang Feurstein adlı bir Alman,1960’larda bölge köylerinde dolaşarak Lazlar üzerinde çalışmaya başlamıştır.Sözlü kültürde yaşayan dil, folklor özellikleri ve masallar derlemiş, bol miktarda fotoğraflar çekerek, izin alırken belirttiği amacın dışında çalışmalar yapmıştır.Bölgede yürüttüğü çalışmalar o dönem yetkililerin dikkatini çektiği için bölgede dolaşarak çalışma izni verilmemiştir.Amaç dışı faaliyet gösterdiği için yasal yollardan engellenen Wolfgang Feurstein daha sonra Almanya’nın Karaorman bölgesindeki Schopfloch köyünde "Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamındaki çalışmaları için bir merkez oluşturmuş, çalışmalarına burada devam etmiştir.

Kendini Laz Ulusu yaratmaya adadığını söyleyen Feurstein, önce Lazca yazı dili oluşturmak için Laz Alfabesi düzenlemiş, ardından bu Laz Alfabesi ile ilkokul seviyesinde metinler hazırlamış ve Lazca gramer bilgileri ile sözlük çalışmaları yapmıştır. Hiçbir üniversitede öğretim üyesi olmayan bu kişi, sadece Laz kültürünü ve Laz tarihini araştırmakla kalmamış amacına hizmet edecek örgütler de kurmuştur.

Feurstein, çalışmalarına kattığı insanları, bu şekilde dıştan aktiviteler olmazsa Laz kültürünün yakın bir gelecekte sonsuza kadar yok olacağına inandırarak örgütlediği Laz kökenli Türk vatandaşlarını Laz kültürünü ve kimliğini yaşatmak için,Laz Alfabesi ile Lazca metinler oluşturmak ve bunu Laz topluluklarına benimsetmek gerektiğine inandırmış, bilimsel çalışma olarak algılanabilecek faaliyetlerini Lazları hedef alan örgütsel faaliyetlere dönüştürmüştür. Bu çerçevede kurduğu Lazebura ve daha sonra Kaçkar Kültür Çevresi (Kaçkar Kulturkreis) örgütü onun oluşturup ve yönlendirdiği çalışmalardır.

Feurstein’in Laz kökenli yurttaşlarımızı etkisi altına alarak çalışmalarına dahil etmek için kullandığı "Birşeyler yapılmazsa sonsuza kadar yok olma" motifi, benzer bir şekilde bölgede Pontoslu (Müslüman Yunanlı ) etnik grubu yaratma projesinin aktörleri tarafından da kullanılmaktadır.Buna bir örnek olarak Yunanistan’da yaptığı çalışmalar ve Yunanlı dostlarının yardımı ile hazırladığı ve bir Yunanlı profesörün önsözüyle yayınladığı "Pontos Kültürü" adlı eseri nedeniyle Pontoscu faaliyetlerde adı geçen Ömer Asan’ın Lazlarla ilgili yayın yapanlar tarafından çıkartılan bir dergide yer alan "Yok Oluyoruz Ya Siz" başlıklı yazısını gösterebiliriz.

Lazlarla ilgili yayınlar incelendiği zaman, Lazların eski Yunan mitolojisi ile var olduğu iddia edilen bağlarından bahsedildiği görülür. Fakat, Feurstein ve çalışmalarından bahseden yabancı yazarlar bir başka düşünceyi açıkca yazarlar. Bu yazılarda yer alan "..mitolojide cennetten harfleri getiren tanrılardır." şeklindeki ifadelerle O’nun Lazlara alfabeyi getiren mitolojik tanrı olduğu ima edilir.İleride onun sayesinde sevgililerin birbirlerine Lazca aşk mektupları yazabileceği anlatılarak faaliyetleri, efsanevi bir figürün Lazlar adına yaptığı hümanistik aktiviteler olarak sunulur.Böylece faaliyetlerinin batı kamu oyu tarafından desteklenmesi sağlanılır.Oysa yaptıklarının 18 ve 19. yüzyıl sömürgecilerinin rehberi Oryantalistlerin yaptıklarından hiçbir farkı yoktur.

Feurstein’in oluşturduğu Lazca Alfabe bu konuda yapılan çalışmaların ilki değildir. Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri kullanılarak bir Laz Alfabesi oluşturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde kısa bir süre Lazca yayın ve eğitim yapılmış,daha sonra Lazların Gürcü asimilasyonuna uğramasının daha uygun olacağına karar verilerek bundan vazgeçilmişti.

Feurstein’in hazırladığı alfabe ise, Latin Alfabesindeki harflerle oluşturulmaya çalışılan bir alfabedir. Feurstein, 1983 yılında hazırladığı ilk Laz Alfabesi ile yaptığı çalışmalar esnasında, Lazlara yabancı bir alfabe ile yazıyı öğretmenin güçlüğünü ve bu çalışmalarının başarısızlıkla sonuçlanacağını görmüş, alfabesinde bazı değişiklikler yaparak, Türklerin kullandığı alfabeye yakın bir alfabeyi yeniden oluşturmuştur. 1992’de son şeklini alan alfabesi, Fahri Lazoğlu Türkçe takma adıyla yayınlanmış ve Feurstein’in örgütü tarafından Lazların arasında yayılmaya ve eğitim çalışmaları bu yeni alfabe ile yapılmaya başlanmıştır.

Aslında Laz dili üzerinde ilk çalışmayı yapan Rosen adlı bir Almandır.Ayrıca Lazca da ilk defa Osmanlı Alfabesini oluşturan Arap harfleri ile yazılmıştır.Prof. Karl Koch adlı Avusturyalı bir botanikçinin heyeti ile birlikte 1843 yılında Doğu Karadeniz bölgesine gelen Rosen, Trabzon ve Rize bölgelerinde bitki toplamak amacıyla dolaşan Koch’un heyeti ile yaptığı seyahat sırasında, Trabzon valisi Abdullah Paşa’nın Kavası olan ve valinin heyete rehberlik yapmakla görevlendirdiği İbrahim Efendinin yardımıyla Laz dili hakkında araştırmalar yapmıştır.

Medrese eğitimi görmüş bir Laz olan İbrahim Efendi’nin yardımı ile kelimeler derleyen ve küçük bir sözlük oluşturan Rosen, ülkesine dönünce bunu yayınlamıştır. Laz dili hakkında çalışma yapan ilk batılı bilim adamı Rosen olmasına rağmen, Bugün oynanmak istenen oyun "Harfleri cennetten getiren tanrı" miti üzerinde kurulduğu için, konuya Feurstain’in açtığı pencereden bakanlar tarafından sadece adı zikredilerek adeta görmezlikten gelinmiştir.Kendilerine Laz aydını sıfatını yakıştıranlar, Feurstain’in çizdiği çizgiden biraz ileri gidip Rosen’in çalışmasını Türkçeye çevirip yayınlamaktansa, Feurstain’in sunduklarını aktarmakla yetinerek aydın olduklarını zannetmişlerdir.

Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri ile oluşturulan Laz Alfabesi hazırlayanlar, Lazları Gürcü soyu ve kültürü çerçevesinde görmek ve göstermek ve Lazları Gürcü kültür çevresine bağlayıp, asimilasyona tabi tutmak amacıyla bu çalışmaları yaptıkları için, Feurstein daha önce oluşturulan bu alfabeyi ve bu alfabe ile oluşturulan Lazca metinleri kendi projesinin amaçları için doğru kabul etmemiştir. Lazca’nın Latin alfabesi harflerinden oluşan bir alfabe ile yazılmasına çalışarak , gerçekte Lazları, batının her türlü operasyonunda kullanılabilecek, batı kültürünün etki alanında olan bir halk haline getirmeyi amaçlamıştır.

Lazları hedef alan bu iki merkezin Lazlar üzerindeki çalışma ve çekişmeleri günümüzde de devam etmektedir.Gürcistan merkezli hareket içinde, bir Gürcü profesör doksanlı yılların başında, ‘bilimsel çalışma’ maskesi ile bütün Laz köylerini dolaşmıştır. Gürcü kültürünün etki alanında bir Laz şuuru uyandırmayı amaçlayan bu faaliyetler ve Gürcü merkezlerde hazırlanan "Lazların Tarihi" adlı eserin yayınlanması,hedef kitlenin Feurstein’e bağlı örgütün çalışmaları ile Gürcü merkezlerin çalışmalarını karıştırılmasına ve Lazlar üzerindeki bütün faaliyetlerin parsasının Gürcüler tarafından toplanmasına yol açmıştı. Fakat 1992’de İstanbul’da yayınlanan Ogni dergisi hedef kitle arasındaki bu yanlış anlamayı ortadan kaldırdığı gibi Gürcü faaliyetleri ile uyandırılan Laz şuurundan Feurstein’in örgütünün yararlanmasına da vesile olmuştur.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli kısmı, Lazcayı yazı dili haline getirme çalışmalarıdır.Feurstein, oluşturduğu alfabe ile Lazlar için ilkokul seviyesinde metinler, gramer kitapçıkları ve sözlükler hazırlamış, bazı çalışmaları Türkçe takma adlarla yayınlamıştır. Bu yayınlar Almanya’ya çalışmak için giden gurbetçilerimiz arasından," Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamında Feurstein tarafından örgütlenen kişiler vasıtası ile Türkiye’ye ulaştırıp, Lazların oturduğu İstanbul, Adapazarı, Rize ve Artvin gibi yörelerde dağıtılmıştır. Yine bu kişiler tarafından, yayınlar fotokopi yolu ile çoğaltılmış, gayrı resmi kurslarda halkın öğrenmesini sağlamak amacıyla kullanılmış, yapılan organizasyonlarla Türkçe alfabeden başka alfabe ile okuyup,yazmayı bilmeyen vatandaşlarımızın Laz Alfabesi ile yazılmış metinleri okuyup, yazması yaygınlaştırılmak istenmiştir.

Bu çalışmalar sürdürülürken bir yandan da Laz tarihini oluşturmak için araştırmalar yapılmakta. Bu yolla geçmişte Hıristiyan olduklarını bile hatırlamayan Laz kökenli yurttaşlarımızın belleklerine Hıristiyan geçmişlerini canlandıracak tarihi bilgiler aktarılmaya başlanmıştır.

Feurstein, çalışmalarının ilk aşamasında Laz ailelerinin, özellikle orta yaşlı ve yaşlı kuşağın bu tür faaliyetlerden etkilenmediğini, ait oldukları toplumun içinde ve birlikte yaşanılan tarihi sürecin oluşturduğu geleneksel uyum halinde yaşama yolunu tercih ettiğini görerek, çalışmalarını gençlere yöneltmeyi uygun görmüştür. Başlangıçta Kaçkar Kültür Çevresi’nin folklor çalışmaları ile bir arada tutulan gençler derneğin damgasını taşıyan broşür şeklindeki yayınlarla eğitilmiş, daha sonra bu yayınların gençler ve aileleri vasıtası ile Türkiye’de yayılması temin edilmiştir. Almanya’da genç nesil folklor ve benzeri faaliyetlerle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" ne dahil edilip eğitilirken, aynı zamanda bu yolla örgütsel faaliyetlere de yöneltiliyorlar.

30-40 yıllık çalışmanın sonunda üretilen Laz Alfabesi ile sözlük ve folklorik araştırma metinlerine ilave olarak bu Laz Alfabesi ile yazılmış roman, şiir, tiyatro eserleri, edebi çeviriler, doğum ve ölüm ilanları, haber metinleri, mektuplar oluşturulmuş,bu metinler Almanya’dan izine gelen veya bu iş için gönderilen işçi pasaportlu kişiler vasıtası ile yurda sokulmaya başlanmıştır.Bu materyaller Lazların yaşadıkları bölge ve köylerde dağıtılıyor ve Wolfgang Feurstein’in "Laz Ulusu Yaratma Projesi" hayata geçirilmeye çalışılıyor.

İlk aşaması bu şekilde yürütülen ve finansorü belli olmayan bu çalışmaları, daha sonra Laz tarihi ve kültürü için hazırlanan kaynak kitaplar ve Ogni gibi Lazca metinlerin yayınlandığı dergilerinin yayınlanması takip etti.Bu yayınlarda halktan derlenen, sözlü edebiyat ürünü şarkılar ve masallara ilave olarak, Feurstain’in bir ulus yaratma organizasyonu çerçevesinde yetiştirilen genç kadroların ürettiği Lazca şiir ve diğer edebiyat ürünleri yer almaya başladı.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi", projeyi oluşturarak yürüten Feurstein’in yanı sıra, diğer Alman kuruluşları ve bazı Alman ilim adamları tarafından da desteklenmektedir. Bu projenin, Türkiye’nin etnik parçalara bölünerek, çözülmesini amaçlayan büyük projenin bir parçası olduğunu söylememiz için bir çok neden vardır. Örnek olarak, Almanya’da bazı kuruluşlar tarafından hazırlanan ve hafta sonlarında Türk işçi derneklerinin yönetici ve üyelerine, mensup oldukları etnik grup ve kültürü hakkında Alman ilim adamları tarafından verilen eğitim seminerlerini gösterebiliriz. "Megreller","Lazlar ", "Hemşenliler ","Pontos Kültürü "nün anlatıldığı bu seminerlerde ayrıca, konularla ilgili önceden hazırlanan Almanca ve Türkçe metinler dağıtılmaktadır.

Fakat, bunlar bu yazının konusu değildir. Bu nedenle sadece bir örnek vermekle yetineceğiz. Almanya’da Hür Üniversite tarafından yayınlanan ve Türkiye’de 47 etnik grup tanımlayan "Türkiye’deki Etnik Gruplar" adlı kitabın yazarlarından olan ve kitapta etnik grup olarak tanımlanmış fakat, henüz etnik grup şuuru oluşmamış insanlarda da bu şuurun uyanması için, yukarıda örnek verilen şekilde çalışmalar yapan Rüdiger Benninghaus da, diğer etnik grupların yanı sıra Lazlar ve Hemşenlileri konu alan seminerleri, yayınları ve çeşitli faaliyetleri ile dikkati çekiyor.

Türkiye’de yaratılmaya çalışılan Laz şuurunda Alman Irkçılığının bazı yansımalarını görmek mümkündür, örneğin, bazı hayvan ve bitkilerin (laz kuşu,laz çiçeği gibi) Laz olduğunu ya da Lazlara ait olduğunu ısrarla iddia ve beyan ederek, bu şekilde benimsenmesi için kimi yayınlarda sürekli yinelenmesini gösterebiliriz.

Batılı araştırmacıların, Lazlar üzerinde çalışmaya başladıklarında, Lazların Hıristiyan geçmişlerini hiç hatırlamadıklarını ve Laz diye tanımlanan toplumun hafızasında bu geçmişe ait hiç bir iz kalmadığını görerek, bunu hayretle karşıladıklarını yazmaktadırlar. Bu nedenle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli çalışmalarından birinin Lazlara Hıristiyan geçmişlerini hatırlatmak olduğunu söyleyebiliriz. Aşırı dindar bir Hıristiyan olan Feurstein’in kişiliği bu konuda da belirleyici olmuştur. Başka bir merkezde bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili bir proje yürüten Bryer’in, Lazlarla ilgilenmesi de daha çok bu bağlamdadır.

Hıristiyan geçmiş kadar, kesin ve net olan bir diğer unsuru ise Türk düşmanlığıdır. Fakat hitap edilen toplum, böyle bir görüşe yatkın değildir. Böyle düşünülmesine neden olacak bir çatışma tarihte yaşanmadığı için, eğitilmiş kadroların dışındaki kişiler bu görüşe karşı çıkmaktadır. Bu nedenle başlangıçta çeşitli yayınlarda göze çarpan Türk düşmanlığının bu aşamada işlenmesinden vazgeçilmiştir.

Daha çok Gürcü menşeli Lazcılık faaliyetlerinde kaba bir şekilde işlenmeye devam eden bu unsur, Alman menşeli faaliyetlerde Laz kültürünün, Türk Kültürü ve Kemalist Türk Devlet yönetiminin baskısı ve tehdidi altında olduğu şeklinde ifade edilmekte, ancak Laz dilinin yazılı hale getirilmesi ile buna karşı direnebileceği belirtilmektedir.Konu ile ilgili yayınlar izlendiği zaman Osmanlı ve Kemalist yönetimler suçlanırken, Foşa, Hemşenli, Gürcü ve Türk gibi gruplardan sadece Türklerin Lazlara karşı bir tehdit oluşturduğunu düşündüren ifadelere rastlamak mümkündür. Oysa bu ifadeler, tarihi süreçte, Lazların Gürcülerle çatışma, Hemşenli diye tanımlanan komşuları ile çekişme,Türklerle dayanışma halinde olduğu gerçeği ile çelişmektedir.

Yaratılmak istenen Laz şuurunda, Lazlara Hıristiyan geçmişlerinde bir millet olarak var oldukları ve Müslüman olduktan sonra sadece Hıristiyan geçmişi değil millet oldukları gerçeğini de unuttukları düşündürülmeye çalışılmaktadır.Oysa, geçmişe bakıldığında, Bizans’ın, Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan diğer toplulukların yanı sıra, Laz topluluğunun da önemli bir bölümünü Hıristiyanlık yolu ile Rumlaştırdığını bu asimilasyondan sadece Rize’nin doğusunda Bizans sınırındaki tampon bölgede kalan Lazların kurtulabildiklerini, bu topluluğun Osmanlı döneminde gönüllü bir şekilde din değiştirerek Müslüman olduğunu, Bizansın bölgede etkinliğini yitirdikten sonraki dönemlerde artan Gürcü saldırıları ve asimilasyonuna Türklerin ve Osmanlıların sayesinde karşı koyarak, varlıklarını koruduklarını, dil ve kültürlerini günümüze kadar yaşatabildiklerini görebiliriz. Bizans sınırının doğusundaki bu tampon bölgenin Kafkasya sahillerine uzanan bölümünde ise Gürcülerin etki ve baskılarını bu gün bile tespit etmek mümkündür.Gürcüler bu bölgede, kilisenin faaliyetleri ile Lazlarla birlikte diğer halkları da Gürcüleştirmeye çalışmıştır.

Kafkasya sahillerinde yaşayan topluluklara yönelik Gürcü iddiaları da geçmişte Gürcü Kilisesinin bu bölgedeki asimilasyon uygulamalarının sonuçlarına dayandırılmaya çalışılmaktadır.

Rize bölgesinde Lazlarla ilgili yürütülen ve yukarıda özetle açıklamaya çalıştığımız "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin benzeri çalışmalar, Hemşenli,Karaçadırlı, Poşa ve Pontos -Rum Kökenli Karadenizliler (Pontoslu Müslüman Yunanlılar) olarak tanımlanan grupları da oluşturmak için yürütülmektedir.

Türkiye’yi hedef olarak alan Emperyalist merkezler, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin kültürel zenginliği olan bu ögeleri, amaçları doğrultusunda tanımlamakta ve kullanmaktadır.Türkiye’nin en küçük toprak alana sahip illerinden biri olan Rize vilayetinde yeni uluslar, farklı etnik gruplar yaratılmaya çalışılırken, Türkiye bu gelişmeleri doğru algılayamadığı için sadece seyretmekle kalmıyor, gözlerini kapatarak görmemezlikten geliyor. Emperyalistlerin amaçlarına hizmet etmeyi aydın olmanın bir gereği olarak algılayan bazı aydınlar, bu güçlere kulluk etmeyi, eleştirel yaklaşıma tercih ediyor.

Daha önce illegal şekilde yürütülen bu faaliyetler bugün, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme sürecinde, dış güçlerin dikte ederek oluşturduğu yapı çerçevesinde serbestçe ve Avrupa Birliğinin fonlarından desteklenen faaliyetler olarak yürütülmeye başlanmıştır.Daha önce Almanya’da çalışan işçilerle başlayan "Laz Ulusu Yaratma Projesi" tezgahında yetiştirilmiş kişiler, bu yeni süreçte, Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yapmış, başta İstanbul olmak üzere Laz kökenli vatandaşlarımızın bulunduğu bölgelere yerleşerek organize faaliyetler sürdürmeye başlamıştır.

Lazlara ve bölgede tanımlanmaya çalışılan diğer etnik gruplara yönelik faaliyetler birbiri ile bağlantılı internet sitelerinde, müzik sektöründe, yerel radyo ve televizyon kanallarında, kitap ve dergi yayıncılığı sektörlerinde, projenin devamı olarak Lazca ve Laz kültürünü esas alan çalışmalar serbestçe sürdürülmekte, Lazca müzik albümleri, sözlükler, gramer kitapları ve Laz tarihi ve kültürü ile ilgili kitaplar artık serbestçe, ardı ardına yayınlanmaktadır.Son yıllarda bölgede Lazca işyeri isimlerinin çoğalmaya başlaması ,"Laz Ulusu Yaratma Projesinin" 40 yıldan fazla bir süredir uyandırmaya çalıştığı Lazlık şuurunun uyanmaya başladığını ve hedef aldığı kitlenin, tek taraflı bir yönlendirmeye uymaktan başka bir şansı kalmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Kaynakça:

Aksamaz, Ali İhsan. Dil–Tarih–Kültür–Gelenekleriyle Lazlar. Sorun Yayınları.İstanbul. 2000

Aksamaz, Ali İhsan. Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu. Çiviyazıları. İstanbul.1997

Andrews.Peter Alford. (ed.) Ethnic Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989

Ascherson,Neal. Karadeniz. Çev.Kudret Emiroğlu .İşbankası Kültür Yayınları.İstanbul 2001.

Benninghaus,Rudriger.The Laz:An Example of Multiple Identification Ethnic Groups in the Republic of Turkey. (ed) Peter Alford Andrews.Wiesbaden 1989 s. 497-502

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan I .Bedi Kartlisa.Vol.21-22 s 174-195

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan II .Bedi Kartlisa.Vol 23-24 s 161-168

Bryer,Anthony.The Toukokratia in the Pontos.Some Problems and preliminary conclusions.Neo – Hellenika Austin I (1970) 30-54

Bucaklişi,İsmail.Laz Alfabesi Üzerine.Kafkasya Yazıları.Yıl.1 Sayı.4 Yaz/1998 İstanbul s 72-73

Feurstein,Wolfgang.Bir Alman Gözü İle Lazlar.Ogni. (1994) s 19-22

Hann,Ildiko Beller.Doğu Karadeniz’de Efsane Tarih ve Kültür.Çev.Ali İhsan Aksamaz. Çiviyazıları / Mjora İstanbul 1999

Önder,Ali Tayyar.Türkiye’nin Etnik Yapısı.Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler. 4.bs.Pozitif.İstanbul 2002

Özgün,M.Recai.Lazlar.Çiviyazıları. İstanbul 1996

Rosen,G. Über die Sprache der Lazen.Akademie der Wissenschaften zu Berlin aus dem Jahre 1843

Vanilişi, Muhammed–Ali Tandilava.Lazların Tarihi. Çev.Hayri Hayrioğlu. Ant Yayınları İstanbul.1992

Yazarın bu makalesi, Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nin 50. sayısında (Ekim 2002) yayınlanmıştır.

AK PARTİ DOSYASI : BİR DİKTATÖRÜN RÖNTGENİNİ ÇEKTİK /// İSTEYEN OKUYABİLİR (AKP’LİLE R OKUMASIN :)))

Said Sefa

Bürokrasiden yargıya, yargıdan askere, askerden medyaya her yerde benim adamlarım olacak.

Sermaye sadece benim kontrolümde olacak.

Devletin hazinesi gönlümce kullanılacak, sınırsız örtülü ödeneğim olacak. Bunlar bazen örtülü bazen de açıktan kullanılacak. Herkes haddini bilecek, bütçeme dil uzatılmayacak.

Kime istersem ona hazineden pay verilecek.

Her dönem zengin sınıfı oluşturuldu, benim için de bir sermaye sınıfı oluşturulacak.

Zenginler analarını, babalarını, evlat ve eşlerini bana feda etmek için fedakarlık yarışına girecek.

Kucağım sıcak ve geniş olacak, ihale verdiklerim istisnasız ve sorgulamaksızın kucağıma oturacak.

Teamüllerin dışına çıktığımda yadırgayan olmayacak aksine herkes alkış tutacak, "Yaptıysa bir bildiği var" diyecek.

Teamül mü dedim? Ne teamülü ya, devletin bekası adına gerekirse suç işleyeceğim, gören, duyan, bilen olmayacak.

Memleketin ekonomisi için kara para aklanmışsa, silah ticareti yapılmışsa yapılmış, yapanlar hayır sever işadamı olarak görülecek ve sır küplerim olarak alkışlanacak.

Bunlarla ilgili hukuk, yasa, kanun diyen hakim, savcı, polis kim varsa tayin edilecek, görevden alınacak sonra tutuklanacak.

Yargı bağımsızlığı olmayacak.

Ne demek yargı bağımsızlığı.

Ben emredeceğim HSYK şak diye uygulayacak, talimatımı uygulamada gecikmiş olabilir ama özür dilemede gecikmeyecek.

Keyfime göre yapılan kanunlara itiraz edenler, vatan haini ilan edilecek. Hukusuzluğa maruz kalanlara destek veren iş adamları olursa en ağır vergilerle cezalandırılacak destek verenler gazeteciyse, işlerine derhal son verilecek.

Benim medyam hukuksuzluklarımı alkışlarken ötekiler de en azından hukuksuzlukları görmezden gelecek.

Medyamda her akşam her programda bana muhalif olanlar ‘dış mihrakların maşası, üst aklın uşağı ‘ ilan edilecek.

Kimden eleştirel bir ses çıkarsa ‘Kasedi var, ahlaksızdır, eli kolu bağlıdır, mahkumdur’denilecek.

Onlarca gazetenin manşetini ben atacağım o da olmadı oğlumun dedikleri manşetlik olacak.

Devlet başkanı dediğinin milyon dolarlık uçakları bin yüz elli odalı Saray’ları, Saray’ın at ve bıldırcın çiftlikleri olacak.

Urla’da beş on villam, Kısıklı’da evlerim elbet olacak.

İsrail düşman ilan edilecek sadece ama sadece benim gemilerim İsrail’le ticaret yapabilecek.

Bu arada ticaretimi sağlıklı yapabilmem adına on-on beş gemim de haliyle olacak.

Peygamberin üç beş hurma yediğinden dem vurduğumda şatafatım ve israfım unutulacak. Bu minvaldeki her cümlem alkışlanacak.

Benim yüksek memurlarımın milyon dolarlık arabalarına ve lükslerine dokunulmayacak.

Bunu ağzına dolayan olursa en üst perdeden hadleri bildirilecek.

Her işin fıtratında iş kazaları vardır, iş kazalarında "Üç yüz beş yüz işçi öldü" diye ağıtlar yakılmayacak, fıtrata itiraz edilmeyecek.

İtiraz edenler veya protesto etmeye kalkanlar yanımdakiler tarafından tekmelenecek.

Seçime girilirken halkın oylarıyla seçilmiş olan bir cumhurbaşkanından kimse tarafsız olunmasını beklemeyecek.

Ülkenin gidişatı hakkında olumsuz beyan da bulunulmayacak.

Anayasa ve parlamenter sistem askıya alınacak.

Devlet benim devletim, millet benim milletim olacak millet de devlette ben olacağım.

Kısaca biat etmeyen yok olacak.

Ha bu arada unutmadan hatırlatayım, bunlara asla ama asla diktatörlük denmeyecek.

SAİD SEFA / HABERDAR

GIDA DOSYASI /// ERDAL AKALIN : GDO Dedikleri !..

GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), son yıllar günlük kullanıma girmiş bir terimdir. Gıda tüketimimiz ile ilgili, henüz hakkında yeterli bilgimiz olmayan, bazılarına göre yaşamsal önemi olan ama bazılarına göre de yaşamımızı olumsuz etkileyecek bir gelişmedir.

Bu yazımız, Prof. Dr. Selim Çetiner’in bir bilimsel makalesinden ilham alınarak hazırlanmış ve kişisel görüşlerimizde araya sıkıştırılmıştır.

İnsanoğlunun birincil dürtülerinden en önemlisi beslenme eylemidir. Avcılık ve toplayıcılık dönemini izleyen dönemlerde de gıda seçimi sırasında seçicilik duygusu dikkati çekmiştir. İnsanlar, avladıkları ve topladıkları gıda ürünlerinde kendilerince bir değerlendirme yaparak türler arası tercihlerde bulunmuşlardır.

İlerleyen yüzyıllar boyunca artan nüfus sayısı bir açlık endişesini de beraberinde getirmiştir. Özellikle Malthus, insanoğlunun sonunun açlıkla geleceğini vurgulaması belki de uyarıcı olmuş ve XX. yy ile birlikte adına ‘yeşil devrim’ denen bir yeni gıda harekâtı başlatılmıştır. Burada etkili olan etmenler tarım ve hayvancılıkta mekanizasyon, türlerin ıslahı, ilaçların hastalıklara karşı koruyuculuğu ve modern gübreleme teknikleri olmuştur. Ki, bu çalışmalar ile gıda ürünlerinin üretiminde % 100’e varan artış sağlamıştır.

Ülkemizde de yeşil devrimin etkileri olmuştur. 1950’li yıllarla başlayan çalışmalar sonrası sulak alanlar ve bazı göller (örneğin Amik Gölü gibi) kurutulmuş ve bozulan otlaklarla birlikte tarım alanları genişletilmiştir. Keza tohum ve hayvan seçimi dikkate alınarak türler arası ıslah çalışmaları yapılmıştır. Ancak bu başarıların bir faturası da çıkmış, tarım için gereken su kaynakları azalmaya başlamış ve doğanın ekolojik dengesi yanlış uygulamalar ile kısmen bozulmuştur.

2025 yılında dünya nüfusu 8 milyarı aşacak görülmektedir. Özellikle buğday ve mısır üretiminin % 80 oranda artması gerekli görülmektedir. İşte bu noktadan hareketle yeni bir atak yapılması kararlaştırılmış ve adına ‘biyoteknoloji’ denen gelişmelerle gen ıslahına başlanılmıştır.

Bu yeni gelişme moleküler teknikler kullanılarak genleri oluşturan DNA dizinlerinin transferine kadar varmıştır (transgenik teknoloji). Burada amaç; daha bol ürün elde etmek, hastalıklara dayanıklı türler geliştirmek, nispeten suyu az kullanarak tarımsal üretim yapmak fikrini öne çıkarmıştır. Bu gelişmeleri günümüzde kısaca ‘GDO’ olarak tanıyoruz.

Bunun ilk örneği raf ömrü uzatılmış domatestir. FlavrSavr adı verilen bu tür, pazarlama yanlışları nedeni ile arzu edilen başarıyı yakalayamamıştır.

Sonra ki adım ise mısır, kolza ve patates üzerinde gelişmiştir. Keza pamuk türleri de geliştirilmiş ekimi başlanmıştır. A.B.D., Arjantin, Kanada ve Çin bu konuda öncü olmuşlardır.

Güneydoğu ve doğu Asya için çok önemli olan çeltik üretimi de unutulmamıştır. Adına ‘Altın Pirinç’ denen yeni tür ekimi için yapılan seri çalışmalar sonrası halen 70 kadar türün patenti alınmıştır ve 170 milyonu aşkın insanı besler duruma getirilmiştir. Altın pirinç ile verim artmış, hastalıklar azalmış ve su kullanımı asgariye inmiş, en önemlisi de pirincin içerdiği A vitamini düzeyi yükseltilmiştir.

Bitki ve hayvanların genleri ile oynanması, insanlarda da genetik bozulmaların ön nedeni olabilir mi sorusunu gündeme taşımaktadır. Bu amaçla ‘biyogüvenlik’ çalışmalarına hız verilmiştir. A.B.D.’nin yüksek güvenirlikli kurumlarının onayları olmakla birlikte (FDA, Tarım Bakanlığı ve Çevre Koruma Komisyonu), endişeler yok sayılamamaktadır. Bu amaçla Uluslararası Biyogüvenlik Protokolü devreye sokulmuştur.

Yeşil devrimden biyoteknoloji devrimine geçiş, ülkemizde de sorgulamaları beraberinde taşımaktadır. GDO’lu ürünlerin insan sağlığına olumsuz etkilerinin neler olabileceği halen ülkemizde de tartışılmaktadır. Henüz adı kesin olarak konabilmiş bulgulardan yoksun olmamızla birlikte kuşkularımızı zamana yayarak gözlemlere devam etmek fikri ağır basmış görünmektedir. Buna karşın, bir şekilde piyasaya GDO’lu ürünlerin sürülmekte olduğunu da bilmekteyiz. Muhtemelen ilerleyen yıllarla birlikte dünyanın sahip olacağı bilgilere bizler de ortak olacak ve yolumuzu bir şekilde çizeceğiz!..

Erdal Akalın (20.05.2015)

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Yrd. Doç. Dr. İbrahim TELLİOĞLU : OSMANLI HAKİMİYETİNE KADAR DOĞU KARADENİ Z BÖLGESİNDE TÜRKLER

Samsun’dan Artvin’e uzanan ve güneyde Gümüşhane-Bayburt’u içine alan saha, tarih öncesi dönemden itibaren insanoğlunun yerleşim alanları içerisinde yer almaktadır. Arkeolojik buluntulardan, Artvin ve Rize dışındaki merkezlerde, tarih öncesi döneme ait önemli veriler elde edilmiştir. Tarih dönemlerine ait buluntulara göre ise bölgenin tamamındaki yerleşim birimlerinin sayısında artış olduğu gibi kırsal alanın da yerleşime açıldığı görülmektedir.

Tarihî kayıtlarda Doğu Karadeniz bölgesindeki varlığı sabit olan ve ismi bilinen ilk topluluk Gaşkalardır. Hititlerin çağdaşı olan bu topluluk, M. Ö. VIII. yüzyıl başlarında bölgeden çekilmiştir. Gaşkaları takip eden dönemde, bahse konu olan saha, M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren Türkistan menşeli iki topluluk olan Kimmer ve İskitlerin hakimiyetine girmiştir.

İskitlerin sıkıştırması ile Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler, M.Ö. 695 civarında Frig devletini yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz bölgesine yayılmaya başlamış, Karadeniz Ereğlisinden Trabzon’a kadar olan sahayı yaklaşık bir asır boyunca hakimiyeti altında bulundurmuştur. M.Ö. 585’ten itibaren İskit baskısı sebebi yeniden göç eden Kimmerler, Karadeniz’in kuzeyine çıkarak bölgeyi terk etmişlerdir. Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler ise, M.Ö. 665’ten itibaren Kür nehrinin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. M.Ö. 401 civarında bölgedeki İskit hakimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmış, bu zaman zarfı içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir. Diğer taraftan, M.Ö. 336 yılına ait Gürcü kayıtlarından, Makedonyalı İskender’in orduları Çoruh boylarına ulaştığında, Hazar denizinden bu bölgeye kadar olan sahada Kıpçak Türklerinin bulunduğu görülmektedir.

İlkçağda Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen bu Türk ve Türklere akraba topluluklar, daha sonra aynı coğrafyaya yerleşen unsurlar içerisinde eriyip gitmişlerdir. M.Ö. VII. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede Yunan kolonileri kurulmaya başlanmış, sonra Büyük İskender ve O’nun ölümünden sonra da İran kökenli Mihridates hanedanı Sinop’tan Trabzon’a kadar olan kısmı elinde tutmuştur. Mihridates hanedanının ortadan kalkmasından sonra ise, Roma ve XI. yüzyılın son çeyreğine kadar da Bizans İmparatorluğu bölgeye hakim olmuştur.

Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen ikinci Türk unsuru, bölge Bizans hakimiyetinde iken Çoruh boylarına yerleştirilen Bulgarlardır. VI. yüzyılın başlarında Bizans İmparatorluğunu Balkanlarda uzun süre meşgul eden Bulgarlar, kontrol altına alındıktan sonra 530’dan itibaren Trabzon havalisi ile Çoruh boylarına yerleştirilmiştir.

Bulgar iskânından sonra, Çağrı Bey’in 1018 keşif akını ile başlayan Oğuz göçü neticesinde, Doğu Karadeniz bölgesinin siyasî ve etnik çehresi baştan sona değişmiştir. 1048’de Hasankale zaferinden sonra İbrahim Yınal’a bağlı kuvvetlerin Trabzon civarına akınlar düzenlemesi ile, Oğuzlar ilk defa Karadeniz bölgesinin içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı. 1054 yılında ise, Tuğrul Bey’e bağlı kuvvetler, Çoruh boylarından Samsun civarına kadar olan bölgeye akınlar düzenlemiş, dört yıl boyunca devam eden baskı sonucunda, 1058’de Şarkî Karahisar Selçukluların eline geçmiştir. Sultan Alp Arslan’ın 1064 Gürcistan seferi esnasında ise, Şavşat ve Artvin Selçukluların kontrolüne girmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra ise, Türkler Anadolu’nun pek çok yerine olduğu gibi Doğu Karadeniz bölgesinin de büyük kısmına yayılmıştı. Kırsal alanın önemli bir kısmı Türkmenlerin eline geçtiği gibi, Bayburt ve Trabzon Selçuklu hakimiyetine girmiştir. Ancak Trabzon’daki Türk hakimiyeti uzun süreli olmamış, yörenin önde gelenlerinin de desteğini alan Bizans’ın bölge valisi Theodore Gabras, 1075’te şehri tekrar ele geçirdiği gibi, batıda Sinop’a kadar uzanan sahil şeridi ile iç kesimde Şarkî Karahisar’ı Türklerden geri almıştır.

Malazgirt Savaşı’nın akabinde kurulan Türk beylikleri içerisinde, Danişmendliler, Saltuklular ve Mengücekoğulları Doğu Karadeniz bölgesinin belirli bölgelerini kontrol altına almıştır. Niksar merkez olmak üzere Yeşilırmak havzasını ele geçirerek kuzeye doğru yayılmaya çalışan Danişmendliler, Samsun’a kadar olan bölgeye hakim olmuştur. Erzurum ve çevresinde kurulan Saltuklu beyliği ise, Bayburt’u elinde bulundurduğu gibi, bölgeye yayılmaya çalışan Gürcülerle mücadele etmiştir. Çoruh havzasını elinde tutan bu beylik, Rize ve çevresindeki kalelerden de haraç almıştır. Erzincan ve çevresinde kurulan Mengücekoğulları ise, Şarkî Karahisar’ı denetimi altında bulundurmuş, Trabzon üzerine akınlar düzenlemiştir.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin yukarıda ismi geçen Türk beyliklerini ilhak etmesinden sonra, Doğu Karadeniz bölgesindeki Türk hakimiyeti pekişmeye başlamıştır. 1173/1174’te Danişmendlileri, 1202’de Saltukluları, 1227/1228’de ise Mengücekoğullarını ortadan kaldıran Türkiye Selçuklu Devleti, bölgedeki Türkleri bir siyasî çatı altında toplamayı başarmıştır. Öyle ki, II. Kılıç Arslan (1155-1192) devrinde, Samsun-Trabzon civarındaki kırsal alan Selçukluların denetimine girmişti. Akabinde 1194’te Samsun’u ele geçiren Selçuklu kuvvetleri, 1204 yılına kadar şehre hakim olmuştur. 1214’te Sinop’un fethedilmesi ile Trabzon ve çevresine hakim olan Komnenoslar Selçuklu tabiiyetine girmiş, bu sayede, bölgede Türklere karşı çıkabilecek en önemli güç kontrol altına alınmıştır. 1228’de ise Sinop-Ünye arası Rumlardan alınmış, Trabzon üzerine baskı kurulmuştur.

Kösedağ savaşından sonra Selçukluların Anadolu’daki idaresi zayıflamaya başlamış, bununla birlikte, Doğu Karadeniz bölgesine Türk akışı devam etmiştir. Bir Gürcü kaynaklarındaki bilgiye bakılırsa, 1247 civarında, Moğolların önünden kaçan ve o tarih için oldukça kalabalık sayılabilecek altmış bin kişilik bir Türkmen grubu, arasında Şavşat ve Artvin’in de bulunduğu bölgeyi yurt tutmuştur. Bu yoğunluğun bir neticesi olarak, bir Bizans kaynağında ifade edildiği üzere XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Helenistik kültür, Trabzon şehri dışında bölgedeki varlığını tamamen yitirmiştir. Aynı dönemde, 1277’de Sinop’u kuşatan Rumları püskürten Çepniler, doğuya ilerlemek suretiyle Trabzon Rumlarını baskı altına almış, XIV. yüzyılın başlarına kadar Harşit boylarını ele geçirmişlerdir.

Çepniler Sinop’tan doğuya doğru ilerleyerek Rumları Trabzon’a çekilmeye mecbur bıraktığı yıllarda, Trabzon’un doğusundaki durum da pek farklı değildir. Zira, çevresindeki kırsal alanı ele geçiren Türkmenleri temizlemeye çalışan Kral Georgios (1266-1280), bu sefer esnasında esir düşmüş, yerine, kardeşi Ioannes tahta geçmiştir. Aynı tarihlerde, yaklaşık yüz yıldır Gürcistan’da bulunan Kıpçaklar ile Gürcüler arasında ihtilaf çıkmıştı. Papa Sargis liderliğindeki Ortodoks Kıpçaklar, Gürcü saflarından ayrılarak İlhanlılarla birlikte hareket etmeye başlamışlar, 1267’de Ahıska bölgesini ikta alarak batıda Ardeşen’e kadar olan bölgeyi ele geçirmişler, 1479’da Osmanlı hakimiyetini kabul edene kadar Doğu Karadeniz’de adı geçen sahaya hakim olmuşlardır. Diğer taraftan, bölgenin Çoruh vadisi kısmında 1124’ten beri Gürcüler tarafından yerleştirilen Kıpçaklar bulunmakta idi. Sargis’e bağlı Kıpçaklar ve Çoruh boylarına yaklaşık bir asırdır yerleşmiş bulunan Kıpçakların yanı sıra, Kubasar ailesi gibi bazı oymakların da Gürcistan’dan ayrılarak batıya göç etmesi ile, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu’ya önemli bir Kıpçak kitlesi yerleşmiştir. Sarışın, mavi gözlü, çengel burunlu, açık tenli antropolojik özelliklere sahip bu Türk topluluğu, bölgenin bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli bir rol üstlendiği gibi, yukarıda sınırları tarif edilen yerleşim sahalarının etnik yapısında baskın unsur olmuştur.

XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da Selçuklu hakimiyetinin sonlandığı dönemde, Grek kaynaklarındaki bilgilere bakılırsa Doğu Karadeniz bölgesinde yaklaşık beş yüz kilometreyi bulan kırsal alan Türkmenlerin eline geçmiştir. Kovanlar, Gümüşhane, Torul ile Maçka-Hamsiköy, Türklerle Grekler arasındaki sınırı oluştururken, Trabzonluların bu bölgelerdeki gücü de oldukça zayıflamıştı. Moğolların Anadolu’dan çekilmesi ile birlikte, Samsun ve civarı ile Bayburt Eretnalıların eline geçmiştir. Güneyde ise, 1348’den itibaren Eretnalıların Bayburt valisi Ahi Ayna Bey’in yanı sıra Akkoyunlu ve Çepnilerin de arasında bulunduğu Türk grupları Trabzon’a akınlar düzenlemeye başlamıştı. Ancak, Samsun ve çevresinde kurulan Canik beylikleri, bölgenin siyasî ve etnik yapısını Türkler lehine değiştirme bakımından çok önemli çalışmalar yürütmüşlerdir. XIV. yüzyılın ortalarında Trabzon’da altı bin civarında insan yaşar iken, Canik beyliklerinden bazılarının daha fazla asker çıkarabilecek güçte olması, bölgedeki nüfus yapısını açık bir biçimde göstermektedir.

Canik beylikleri içerisinde en önemli olanı, Ordu ve çevresinde kurulan Hacı Emiroğulları beyliğidir. XIII. yüzyılın sonlarına doğru Ordu bölgesini ele geçiren Sinop Çepnileri tarafından kurulmuştur. 1347’de Fatsa ve Ünye’yi ele geçirerek, bu bölgenin doğusundaki mıntıkada Trabzon Rumları aleyhine büyük bir nüfus boşluğu meydana getiren Hacı Emiroğulları, 1396 yılında Giresun’u da fethetmiştir. Yaklaşık yedi yıl sonra bölgeye gelen İspanyol elçisi Clavijo, on bin askeri olan Hacı Emiroğullarının topraklarını Tirebolu’ya kadar genişlettiğini haber vermektedir.

Niksar merkez olmak üzere Samsun’un güneyine kadar yayılan Taceddinoğulları, Moğol sonrası dönemde Doğu Karadeniz bölgesinde ortaya çıkan ikinci büyük Türk beyliğidir. Kısa süre sonra Trabzon Rumları üzerine harekete geçen Taceddinoğulları, 1379’da Yeşilırmağın denize ulaştığı sahayı Ünye’ye kadar ele geçirmiştir. 1386 tarihli bir kayda göre, Taceddinoğullarının on iki bin askeri bulunmaktadır.

Bu iki beylik dışında, Samsun, Kavak ve Ladik bölgelerinde hüküm süren Kubadoğulları, Vezirköprü, Havza ve Merzifon’u elinde tutan Taşanoğulları, Bafra ve çevresine hakim olan Bafra Beyleri, Osmanlı öncesi dönemde Canik bölgesine hakim olan diğer Türk siyasî teşekkülleridir. Osmanlı Devleti’nin bu bölgeyi XV. yüzyılın ilk yarısında ele geçirmeye başlamış, 1419/1420’de Bafra beyleri, 1427-1428’de Hacı Emiroğulları ve Taceddinoğulları, 1419’da Kubadoğulları, 1430’da ise Taşanoğulları beyliği ortadan kaldırılmıştır.

Trabzon’un batısında Canik beylikleri ortaya çıkarken, güneyindeki sahada ise, Eretna’nın ölümünden sonra Erzincan’ı ele geçiren Mutahharten, 1379’dan sonra Bayburt ve Şarkî Karahisar’ı da ele geçirmiş, Trabzon Rumlarından haraç almaya başlamıştı. Mutahharten’in ölümünden sonra Erzincan ve çevresini, bu arada Bayburt’u da ele geçiren Akkoyunlular, 1341’den beri Trabzon Rumları üzerine akınlar düzenlemiştir. Komnenoslar, 1352’de prenses Maria’yı Kutlu Bey’e gelin olarak göndermek sureti ile iki taraf arasında iyi ilişkiler kurmuştu. Bu dostane ilişki Uzun Hasan döneminde de devam etmiş, 1458’de yapılan antlaşma ile prenses Theodora’yı gelin olarak veren Komnenoslar, Akkoyunluları en yakın müttefiki haline getirmeyi başarmışlardır. Aynı yıl Uzun Hasan Şarkî Karahisar’ı alarak Doğu Karadeniz bölgesindeki topraklarını genişletmiştir. Ancak doğu sınırlarında olup bitenler Fatih Sultan Mehmed’i harekete geçirmiş, Amasra, Kastamonu ve Sinop’u ele geçiren Osmanlı Sultanı, Koyulhisar zapt ettikten sonra Trabzon üzerine ilerlemiştir. Uzun Hasan büyük çaba göstermesine rağmen, Osmanlıların 1461’de Trabzon’u ele geçirmesini önleyememiştir. 1473’te Akkoyunluların elindeki Bayburt ile Şarkî Karahisar’ı, 1481’de Kabasitas ailesinin alindeki Torul’u ele geçiren Osmanlı Devleti, böylece bölgedeki siyasî bütünlüğü sağlamıştır.

Osmanlı Devleti, Trabzon ve Torul dışında Doğu Karadeniz bölgesinde hakim olduğu yerlerin tamamını Türk beylik ve devletlerinin elinden almıştır. Malazgirt Savaşı’nı takip eden dönemde bölgeye yerleşen Türk toplulukları, düzenli bir şekilde Karadeniz bölgesine yayılmış, ilk olarak kırsal alana yayılan göçebe Türkmenler, Türkiye Selçuklu Devleti ortadan kalktığı sırada beş yüz kilometreyi bulan bir sahayı ele geçirmiştir. Şehir merkezleri itibariyle Bayburt, Şarkî Karahisar gibi güneydeki yerleşim birimlerini Malazgirt savaşının hemen ertesinde zapt eden Türkler, Türkiye Selçukluları zamanında Samsun’u, Hacı Emiroğulları beyliği döneminde Ordu ve Giresun’u ele geçirmişti. Bu sebeple, XV. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti hakimiyetine girdiğinde, Doğu Karadeniz bölgesinin büyük kısmı, yaklaşık dört asırdır bir Türk vatanı idi.

TÜRKİYE’DEKİ HALKLAR /// Prof.Dr. Mehmet Şahingöz : TÜRKİYE’DE ETNİK DAĞILIMLAR

Merkezi Amerika’da olan Ethnologue data from : Languages of the World kuruluşunun P.A. Andrews tarafından hazırlanan raporu kaynak alınmıştır. BU YAZI 2007 TARİHLİ BİR HABERDEN ALINTILANMIŞTIR VE GÜNCEL DEĞİLDİR.

Türkiyede Etnik Dağılımlar…

Türk % 86.21 60.347.000 kişi
Diğer % 13.79 9.653.000 kişi
Kürtler % 8.36 5.852.000 kişi
Zazalar % 0.53 371.000 kişi
Çerkezler % 2.14 1.520.000 kişi
Araplar % 1.63 1.141.000 kişi
Lazlar % 0.02 14.000 kişi
Diğer % 1 700.000 kişi
Toplam % 13.79

Kürt KÖKENLİ nüfusun %8 olarak kabul edilmesi, Kürtlerin 15-20 milyon olduklarını savunan çevrelerin tepkisine yol açabilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, yerli yabancı hiç bir ciddi araştırmacı ya da kurum Kürt nüfusu böylesine abartılı rakamlarla ifade etmemektedir. Ayrıca çok sayıda ciddi veri %8’lik oranı doğrulamaktadır…

Türkiye’deki Kürt nüfusu gerçek dışı göstermenin maksat dışında hiç bir anlamı yoktur.

Türkiye’deki Kürt kökenli nüfusun 6-7 milyon olması hiç bir şekilde Kürt kimliğini inkar için bir gerekçe teşkil etmediği gibi, Kürtlüğe en ufak bir saygısızlık göstergesi olarak da algılanamaz…

1985 nüfus sayımındaki belirlemeye göre Doğu ve Güney-doğudaki halkın (9.903.000 kişi) sadece 2.766.000ı Anadil olarak Kürtçe’yi bildirmiştir. Kalan %72lik bölümün anadili Türkçe’dir.

Örneğin,

a) Konda A.Ş.’nin İstanbul araştırmasında ana-baba tarafından Kürdüm diyenlerin oranı %7.6 dır. Akraba ilişkileri dahil edildiğinde bu oran %13.1 olmaktadır. Ancak bunların sadece %4′ lük bir bölümü hissen-kalben Kürdüm demektedirler.

b) 1993 de TÜSES’in yaptığı araştırmada Kürt olarak belirlediği gurubun genel seçmen sayısı içindeki oranı %9.8 dir

c) Tarafgir verilerin etkisinde olduğu bilinen M.M.Van Bruinessen’e göre dünyadaki Kürt sayısı 15-16 milyon Türkiye’deki Kürtlerin sayısı 7-8 milyondur.

d) Javed Ensari’ye göre dünyadaki Kürtlerin nüfusu 15 milyon civarındadır ve bunların %25’i, 3.375.000’i Türkiye’dedir.

e) Doktora çalışmasında Kürtlerle ilgili nüfus tahminlerini karşılaştırmalı olarak değerlendirmiş olan M.Fany’nin 1930 yılı için Türkiye’de belirlediği Kürt sayısı 1 milyondur. Bu sayısının o günkü Türkiye nüfusu içindeki payı %6.6 dır

f) Almanya’da yayınlanan uluslararası nitelikli "Der Fisher Weltalmanach 95" adlı eserde dünyadaki Kürt nüfusu yaklaşık 16 milyon olarak verilmiş, Türkiye’de ki Kürt sayısı 6.2 milyon olarak gösterilmiştir.

g) 1985 nüfus sayımındaki belirlemeye göre Doğu ve Güney-doğudaki halkın (9.903.000 kişi) sadece 2.766.000’ı Anadil olarak Kürtçe’yi bildirmiştir. Kalan %72’lik bölümün anadili Türkçe’dir.

Ağaç işinin toplumsal bir meslek olarak yaygın olduğu Tahtacılar, aşiret organizasyonu itibariyle farklı bir toplumsal yapıya ve özgün bir yaşam tarzına sahip Yörükler Türklerin alt gurupları olarak tasnif edilebilirler.

Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da bir çok yörede aşiret mensubiyeti, Türk, Kürt, ya da Arap olmaktan önce gelir.

Ülkemizde Çerkez olarak tanımlanan gurubu oluşturan unsurları bu üst kimlikte birleştiren etken, çarlık Rusyasınca 1864te topluca sürgün edilmiş olmalarının yarattığı büyük acı ve dayanışma duygusudur.

Türkiye deki Çerkezler esasen dilleri ve soyları tamamen farklı çok sayıda Kuzey Kafkas topluluklarıdır. Bu yüzden 64 farklı Kafkas derneği vardır.

Çerkezistan esasen küçük bir bölgeyi kapsamasına karşın Türk hükümeti gelen herkesi Çerkez kabul etmiştir.

İSTANBUL

1993 yılında Konda özel araştırma şirketinin İstanbulda 15.500 kişi üzerinde yaptığı araştırma. Soru " "siz kendinizi ne hissediyorsunuz?"

İstanbul nüfusunun %61.4’nün kendisini Türk, %18.44’ünün ise "farklı" kökenden kabul etmiştir.% 21.11′ lık gurup ise "karışık" kökenlidir. Bu gurubun akrabalık ilişkileri büyük çoğunlukla Türklerledir.

% 61.40 Türk

% 13.30 Kürt

% 6..81 Balkan Kökenli

% 5..75 Kafkas kökenli

% 8..77 Laz

% 1..39 Hıristiyan Azınlıklar

% 2..57 Arap

Etik Bakış

Etik bakış, dışındaki bir gurubun, bir başka gurubu tanımlamasıdır. Örneğin: Türkiyede büyük çoğunluk bütün Karadenizlileri Laz, ( KOCAMAN BİR YANLIŞ )

Doğuluların büyük bölümünü Kürt olarak tanımlar. (KOCAMAN BİR YANLIŞ)

Bu etik bakıştır.

Etik bakış, bilimsel temelden uzak, genelleme şeklinde kaba bir görüştür. Bu nedenle, emik bakış gibi geçerli ölçülere dayanmaz. Ülkenin etnik yapısının değerlendirilmesinde fazlaca bir önem taşımaz.

Etik bakış, genellikle çoğunluk egemen unsurun önemsemediği azınlık gurupların kimliklerine ilişkin görüşüdür. Etik bakış, ülkenin etnik yapısının değerlendirilme- sinde önem taşımasa da, çoğunluğun bakışı olarak etnik guruplar arası ilişkilerde etkindir.

Özellikle, devlet politikalarının belirlenmesinde etkin olabilen etik bakış, ayrıca gurupların kimlik değişiminde de rol oynayabilir.

Etik bakış ve Lazlar

Aşağıdaki iki örnek emik ve etik bakış farklılığını ve de etik bakışın gurup kimliği değişimindeki rolünü açıklayıcıdır.

Bugün, ülkenin bir çok yöresinde Laz olarak tanımlanan insanlar mevcuttur.

Ancak yerli kavramı içinde Laz sadece Rizenin Pazar, Arhavi ve Hopa üçgeni içinde küçük bir guruptur. Oysa toplum her Karadenizliyi Laz olarak görür.

Toplumun Laz olarak tanımladığı halkın büyük çoğunluğu Laz yakıştırmasını reddeder. Konunun uzmanı yabancı bilim adamları da yaptıkları kapsamlı araştırmalar sonucunda Karadeniz bölgesi halkının Pazar, Arhavi, Hopa yöresi dışında Lazlığı kabul etmediklerini ve Laz olmadıklarını ortaya koymuşlardır.

Bennighaus, Meeker Zonguldak Ereğlisinden başlayarak, Rizenin Pazar ilçesine gelinceye kadar her yörenin kendisinin bir doğusundaki yöreyi işaretle, kendilerinin Laz olmadıklarım belirttiklerini tespit etmişlerdir.

Dolayısıyla etik bakışla kalabalık bir gurup olarak görülen Lazlar, gurubun kendi tanımıyla küçük bir etnik guruptur.

Etik bakış ve Zazalar

Zazaların durumu daha ilginçtir. Zazalar tarih boyunca kendi kimliklerinde onurla direnmiş, ne Türklüğü ne de Kürtlüğü benimsememiş bir topluluktur.

Zazaları inceleyen ciddi bütün bilim adamlarının ortak görüşü; Zazaların Kürt ve Zazacanın Kürtçe’nin bir lehçesi OLMADIĞI yolundadır. Bu görüşü paylaşanlar arasında Kürdolojinin babası kabul edilen V.Minorsky, O.Mann, David Mc Kenzie, Sasuni, Haddank, Prof.Goichie Kojima gibi otoriteler de mevcuttur..

Ancak Zazaların önemli bir bölümü bugün Kürt üst kimliğini benimsemektedirler. Dillerinin Kürtçe’den farklı olmasına ve kökenlerinin Kürt olmadığı bilim adamlarınca ortaya konmasına ve daha önemlisi tarihte Kürtlüğe karşı kimliklerini duyarlı bir şekilde savunmuş olmalarına rağmen; Zazaları Kürt kimliğine iten, kendilerini kuşatan toplulukların etik bakışı ve devletin bu bakış doğrultusundaki tavrı olmuştur.

Osmanlıdan bu yana Devlet ve toplum Zazaları Kürt olarak tanımlamıştır.

Toplumsal ilişkiler sürekli olarak Zazalara Kürtlüğü empoze etmiştir.

Osmanlı’dan günümüze devletin padişahı, tımar beyi, paşası, kadısı, kaymakamı, jandarması, tahsildarı, öğretmeni,hakimi, savcısı Zazaları Kürt olarak görmüştür. Sonuç olarak daha 50 yıl öncesine kadar Kürtlüğü reddeden Zazaların büyük bir bölümü bugün üst kimlik olara Kürtlüğü benimsemişlerdir.

Ancak Zazalıklarını Kürtlükle eşdeğer bir kimlik olarak sürdürmektedirler.

Etnik Kimliğin Değişkenliği:

Etnik kimlik pek çok nedene bağlı olarak süreç içinde değişkendir. Tarih içinde, kendi dönemlerine damgasını vurmuş sayısız etnik gurup bugün "kimlik" olarak silinmiştir. Hunlar, Hititler, Sümerler, İskitler, bugün hiç bir etnik gurubu tanımlayan kimlikler değildir. Bu isimlerle anılmış olan topluluklar elbette toptan yok olmadılar. Başka topluluklara karışmış olarak ırki nitelikleri bugünkü toplumlar içinde devam etmekte ise de etnik gurup nitelikleri kaybolmuştur.

Günümüz Türkiye’sinde bile, yakın bir geçmişe dayanan etnik kimlik değişiminin pek çok örneği mevcuttur. Araştırmalarla kanıtlanmıştır ki, bir çok öz be öz Türk unsur Kürtleşmiştir.

24 Oğuz boyundan biri olan Avşarlar’ın bir bölümünün yanı sıra, Döğerler, Kalaçlar, Kikiler, Türkanlar, Karakeçililer Kürtleşmişlerdir.

Bunların içinde Urfa Karakeçilileri, bugün Batı Anadolu’daki akrabalarının da çabalarıyla Türk kimliklerini yeniden keşfetmekte ve Türklüğe dönmektedirler. İbrahim Paşa’nın zorla Milli Aşiretine bağlayarak Kürtleştirdiği Türkanlar da kimlik değişimine bir başka örnektir.

ürtleşen Zazalar kimlik değişiminin bir başka günümüz örneğidir. Svanberg’in belirttiği gibi "bir etnik gurubun NE OLDUĞUNDAN çok, NE ZAMAN, yani NE GİBİ KOŞULLAR ALTINDA var olduğu" önemlidir.

ÜST KİMLİK

Üst kimlik çoğu kez yanlış tanımlanmakta ve kavram kargaşasına yol açmaktadır. Doğru tanımın iyi anlaşılabilmesi için aşağıdaki örneklerin iyi değerlendirilmesi gerekir.

Kendi kökenine, geleneklerine bağlı, etnik kimliğiyle onur duyan bir Çerkez çağdaş vatandaşlık bilincinin ve toplumla bütünleşme ihtiyacının gereği olarak kendisini Türk olarak tanımlamakta hiç bir sakınca görmeyebilir..

Egemen unsurun kimliğinin temsili önemini benimser. Bu durumda Türklük bu Çerkez için bir "üst" kimliktir. Bir başka Çerkez köken bilincine ve onuruna sahip olmakla birlikte, kuşaklardır bu topraklarda yetişmenin, egemen kültürle yoğrulmanın sonucu olarak kendini Türk olarak duyumsayabilir ve Türk kimliğini üstün tutabilir.

Bu anlamda Türklük bu Çerkez için artık "üst" kimlik değildir. Üst kimliği tartışanların sık sık düştükleri yanlış üst kimliğin değişik "algılanma" düzeylerini, ve kişilerin kendi tercihlerini göz ardı ederek, insanlara kendi ölçüleriyle kimlik biçme yanılgılarıdır.

Bazı köşe yazarları ise bu yanlışa ek olarak bir de "yerli", "sonradan gelme" yani otoktonluk gibi bilim dışı ölçüler ekleyerek kendi kafalarına göre "üst" kimlikler yaratmaktadırlar.

Üst kimliğin, ne "azlık", "çoklukla" ve ne de "yerli" "göçmen" olmakla ilgisi yoktur. Üst kimlik tamamıyla gurubun kendine bakışı, egemen unsuru algılayışıyla ilgili bir tanımlamadır.

Üst kimlik, en kısa tanımıyla "rıza ile kabul edilen ortak temsili"kimliktir.

Çerkezler

1965 Genel Nüfus Sayımında anadili Çerkez dillerinden olanların oranı %0.19, ikinci dili Çerkez dili olanların oranı %0.15 dir. Bu sayım esas alındığında Çerkez kökenli nüfusun genel nüfüs içindeki payı %0.34 olarak görülmektedir.

Aynı oran bugünkü nüfusa uygulanırsa Çerkezlerin nüfusu yaklaşık 200.000 olmaktadır.

Ancak değişik kaynaklardaki verilerle birleştirildiğinde Çerkez kökenli nüfusu 1.000.000’un üzerinde kabul etmek gerekir.

Çerkez kökenli nüfusa ilişkin olarak ÖZBEK’in tespiti 1984 yılı için 1.100.000 dir.

Bu arada tarihi veriler incelendiğinde Türkiye’deki Çerkez kökenli nüfusu 1.5 milyon civarında kabul etmek mümkün olmaktadır. Kuzey Kafkas ülkelerinin Çarlık Rusya’sına karşı verdikleri destansı bağımsızlık savaşı 1864’te büyük bir kırıma dönüşen yenilgiyle sonuçlanmış ve Ruslar Çerkezleri sürmüşlerdîr. O günkü verilere göre sürülen nüfus farklı kaynaklara göre 600.000 ile 1.500.000 arasında değişmektedir. Ancak büyük sefalet içinde gerçekleşen göç sonucu Osmanlı topraklarına ayak basabilenler 400.000 civarında gösterilmektedir. Osmanlı topraklarına gelen Çerkezler; Balkanlar, Suriye , Mısır, Filistin, ve Anadolu da iskan edilmişlerdir. Anadolu’ya iskan edilen nüfus 150-200.000 olarak tahmin edilmektedir.

Bunların büyük çoğunluğu Adigeler sonra Abhazlar ve 20.000 civarında Ubık’la, 3000 aile Çeçen-İnguş, Türk asıllı Bolkar ve Karaçaylardır. Asetinler ve Dağıstanlılar da diğer küçük guruplardır.

Çerkezler, kendi soylarından oluşan köyler kurmuşlar ve doğal asimilasyona uzun süre direnmişlerdir. Ancak Müslüman olmaları ve kentleşmenin hızlanması sonucu büyük ölçüde dillerini unutmuşlar ve Türk toplumuyla bütünleşmişlerdir.

Yapılan araştırmaların hemen hemen tamamı göstermektedir ki Çerkez kökenli unsurlar için Türk kimliği köken kimliklerinden önde gelmektedir. 1993 yılında İstanbul’da yapılan araştırmada ana ve baba tarafından Kafkas kökenliyim diyenlerin oranı %2.19’dur. Ancak bunların sadece %0.46 si kimlik olarak Çerkezliğe bağlı olduklarını belirtmişlerdir.

Etnik mozaik kavramı ve Fransa Örneği

Uluslararası bir örnek olarak Fransa’ya bakmak yeterlidir. 1978 istatistiklerine göre Fransa’da 17 etnik gurup mevcuttur. Üstelik bu sayı Andrews’ün yaklaşımıyla 80’ni aşmaktadır.

Söz konusu 17 gurubun genel nüfus içindeki oranı %19’dur ve bu guruplardan 16’sının nüfusu 100.000’in üzerindedir. (Türkiye’de etnik gurupların toplam nüfus oranı % 11.87 ve nüfusları 100.000 üzerindeki gurup sayısı sadece 5 tir..) Böyle bir tabloya rağmen Fransa’da ne mozaik sözü edilir, ne de Fransa için "mozaik" nitelemesi yapılır.

Fransa haklı olarak mozaik nitelemesini reddettiği gibi, milli azınlık kavramını da benimsememektedir. Fransa 1992 yılında anayasasının 2nci maddesini "Fransızca Cumhuriyetin anadilidir." şeklinde değiştirmiştir.

Avrupa Konseyi çerçevesinde oluşturulan ve 11 üye ülkenin imzaladığı "Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı"na taraf olmamıştır. Fransa Anayasa Kurulu 1991 deki kararında Fransa halkının unsuru Korsika halkı ifadesini anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir. Üniter bir devlet olarak milli bütünlüğünü 100 yıla aşkın bir süre önce pekiştirmiş olan Fransa’nın etnik guruplara bakışı hiç değişmemiştir.

1925 yılında devrin Milli Eğitim Bakanı A de Monzie bu bakışı şu sözleriyle özetlemiştir.

"Fransa’nın tarihsel birliği için, Brötanca’nın ortadan kalkması gerekmektedir."

Bu yapıda bir Fransa etnik bir mozaik olarak tanımlanmaz, bu zihniyette bir Fransa eleştirilmezken, Türkiye’yi mozaik olarak nitelemek sadece bilimi inkar değil, insafsızlıktır.

http://www.circassiancanada.com/tr/arastirma/turkiyede_etnik_dagilimlar.htm

ARAŞTIRMA DOSYASI : Ayşe Arman’ın LAZLAR hakkında ki yazısı

Meğer Lazların bir kısmı Paskalya’yı kutlarmış, yumurtalarla. Bu da çok eski bir gelenekleriymiş.

Lazların, geçmiş zamanlarda Ortodoks olduklarını da o arada öğreniyorum. Ben Lazca’nın Ingilizce, Fransızca gibi tamamen ayrı bir dil olduğunu da bilmiyordum.

Ya da Anadolu’da Müslümanlığı en son kabul eden topluluk olduklarını…

Şu Lazca isimlerin güzelliğine bakar mısınız: Şana, Tanura, Loya, Irden, Tenda, Tutaste, Gubaz , Evro, Teona

Doğu Karadeniz’den sadece izlenim yazısıyla dönmedim. 3 tane de röportaj vardı elimde, biri Lazlarla, diğer ikisi de bölgenin Rum Pontus ve Ermeni geçmişiyle ilgili.

Bugün Ismail Avcı ile başlıyoruz. Lazuri.com’un kurucusu. Lazca-Türkçe sözcüğün yaratıcısı. Işine tutkuyla bağlı biri. Bugünlerde Chivi Yayınları’ndan piyasaya çıkan 25 bin kelimelik sözlüğü oluşturabilmek için, 17 yıldır saha çalışması yapıyor. Köy köy, dağ dağ, mahalle mahalle geziyor. Şahane bir adam. Ondan öğrendiklerimi sizinle paylaşıyorum…

Lazlar neden farklıdır?

– Çünkü genetikleri farklı.

Genetikleri neden farklı?

– Yağışlı iklim, hırçın deniz ve aşırı engebeli coğrafya yüzünden. Bunlar ruh hallerimizi, becerilerimizi ve zekámızı fazlasıyla biçimlendiriyor. Zaten bu coğrafyada; pratik zekáya, çevikliğe ve çabuk karar alma becerisine sahip olmayan birinin neslini devam ettirmesi pek mümkün değil.

Burnu kemerli olmayan Laz yok mudur?

– Vardır elbette. Mesela, yeni doğan Laz bebekler! Işin esprisi bir yana, karikatürleştirilmiş Laz burnu, gerçeği yansıtmıyor. Bütün Lazların burnu kemerli değil. Çünkü Lazların tamamı tek bir etnik kökene sahip değil.

Peki bütün Lazlar, açık tenli ve mavi gözlü müdür?

– Evet. Kafkas halklarının belirgin fiziksel özelliklerini taşıyoruz, çoğunlukla açık tenli, açık renk gözlü, uzun boylu ve ince yapılıyız.

Karadeniz’in tamamı Laz mıdır?

– Yok hayır. Ama özellikle Doğu Karadeniz yerli halkının kökenini Lazlarla ilişkilendirmek tarihsel bir hata olmaz. Bir tarihçi der ki, "Doğu Karadeniz’in tarihi Bizans döneminde Hıristiyanlıkla birlikte Rumlaşmış, Osmanlı döneminde Müslümanlaşıp Türkleşmiş Lazların tarihidir."

Lazca bir lisan mıdır, lehçe midir, nedir?

– Lazca Ingilizce, Fransızca gibi kendi başına bir dildir. Ne başka bir dilin lehçesi ne de birçok dilin karışımıdır. Dilbilimciler, Lazca’nın kökenini binlerce yıl geriye götürüyor. Alfabesi, sözlüğü, grameri, masalı, edebiyatı olan bir dil. Ama ne yazık ki, Lazca’nın apayrı bir dil olduğunu bilmeyen pek çok insan var Türkiye’de.

"Celdum, cittum, cezdum" bunlar Lazca değil mi yani?

– Değil. Bu, Türkçe’nin Karadeniz şivesindeki konuşma biçimi. Bir Laz, Lazca konuşurken ‘celdum, cittum’ demez. Çünkü Lazca’da gel, ‘moxti’ demek. Geldim, ‘komopti’ demek. Gittim, ‘mendapti’, gezdim ise ‘kogopti.’ Gördüğünüz gibi, alakası yok…

Türkiye’de yaşayan Lazların her birinin Lazca adı, soyadı var mı?

– Var. Ama kimliklerinde yazılı değil. Müslüman olduktan sonra isimleri değiştiği için, artık bu soyadlar pek bilinmiyor, duyulmuyor. Ama yer isimlerinde, Lazca isim çok var. Fakat bu isimleri Lazca’nın fonetiği farklı olduğundan, Türkçe alfabeyle yazmak problemli. Bu yüzden pek çok Laz, son zamanlarda Türkçe alfabeyle yazılabilen kendi ürettikleri Lazca isimleri çocuklarına vermeye başladılar. Mesela ben ve eşim oğlumuza "bir ışık" anlamına gelen "Arte" adını verdik. Bir sürü güzel Laz ismi var: Şana (mutluluk tanrıçası, aynı zamanda alyans), Tanura (gün doğumu), Loya (tatlı), Irden (büyüyor), Tenda (ışığın kız kardeşi), Tutaste (ay ışığı), Gubaz (bir Laz kral adı), Evro (sıcak rüzgar) Teona (ışıklı yer) gibi…

Olağanüstü güzel isimler bunlar. Lazca’nın şu andaki durumu nedir?

– Ne yazık ki, yok olma tehlikesi altında. Son yıllarda Laz anne babalar "Türkçesi bozulmasın, okul yaşamlarında, iş hayatlarında sıkıntı çekmesin" düşüncesiyle, çocuklarına anadillerini öğretmiyorlar. Bu Lazlar arasında gönüllü, sistemli ve yaygın bir tutum. Asimilasyonun içselleştirilmesi de diyebilirsiniz.

Türkiye’de kaç kişi kaldı Lazca konuşabilen?

– 500 bin kişi. Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka’da yaşayanlar. Sadece 5 ilçe. Bir de Marmara Bölgesi’nde yaşayan 93 Harbi muhacirleri var.

Bir de Gürcistan’ın batısında yaşayan Hıristiyan Lazlar. Oradakilere Megrel deniliyor. Eğer anne babalar çocuklarına bu dili öğretmezse, birkaç nesil sonra dil ölümü kaçınılmaz olacak.

Lazların en belirgin özellikleri neler?

– Dik başlı, gururlu, pratik zekalı, yaratıcı ve çalışkandırlar. Yönetilmekten ve emir almaktan hoşlanmazlar.

Peki kompleksli bir millet midir?

– Tam tersine, hareketli, konuşkan, esprili ve çabuk düşünebilen hazırcevap insanlardır. Farklılığa çabuk adapte olurlar. Özgüvenleri yüksektir ve kendileriyle dalga geçerler…

Bu yüzden mi, başkaları hakkında değil de, hep Lazlar hakkında fıkralar üretiliyor?

– Bence öyle. Laz’a sormuşlar, "Laz olmasaydın ne olurdun?" diye. Düşünmüş, düşünmüş, "Vallahi, çok mahcup olurdum!" demiş…

ARAŞTIRMA DOSYASI /// DÜNYAYA KAN KUSTURAN REJİM : EMPERYALİZM

EK’TEKİ SLAYT SHOW’U MUTLAKA İNCELEYİNİZ

Emperyalizm yüzyıllardır dünyaya kan kusturuyor! Ancak her geçen gün bu uğursuzluğa karşı örgütlenme ve ortak hareket etme gereği tüm vicdanlarda ve tüm duyarlı kesimlerde derinden hissediliyor.

Çünkü emperyalizm, varlığını sürdürmek için sürekli saldırıyor; saldırdıkça maskesi de hızla düşüyor. O saldırdıkça, insanlık ayağa kalkıyor, Antiemperyalist dalga çığ gibi büyüyor.

Dünya tarihsel bir kırılmanın eşiğinden geçiyor; ve tarihsel sorumluluklarımız emperyalizme karşı olan herkesi ortak bir cephede buluşmaya çağırıyor.

Son 25 yılda, dünya daha yaşanmaz bir hale geldi. Ekonomik ve toplumsal dengesizlikler giderek artıyor; emperyalist (merkez) ülkeler dünyayı istikrarsızlaştırma ve çatıştırma politikalarını gün be gün uyguluyor, zayıf halkların ve devletlerin üzerine azgınca saldırıyor, onların topraklarını işgal ediyor ve sömürüyor. Başlıca politikaları ise böl/parçala/yönet.

Emperyalistler kendilerini haklı göstermek, olası dirençleri yok etmek ve işbirlikçilerini iktidarda tutmak için kendilerine uygun bir dil ve söylem yaratıyorlar. Öyle ki, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlık ve zulüm karşısında susmayıp onurunu korumak isteyenlerin insanlık tarihi boyunca ürettiği her türlü değer ve ilkeyi kendilerine maske yapacak kadar yüzsüzleşiyorlar. Eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi ezilenlerin binlerce yıldır sesi, çığlığı, umudu olan tüm kazanımları kendilerinin ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuyorlar. Bu değerleri kirletiyor, araçsallaştırıyor ve utanmadan ezilenlere karşı kullanıyorlar.

Emperyalistler kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için sürekli yeni mekanizmalar üretiyorlar. Gün geliyor dünyayı, insanlığı, varlığı, toplumları sınıflandırıyor, kamplara ayırıyor. Gün geliyor insanları renklerine göre hiyerarşiye diziyor, çıkarları için köleliği ve ırkçılığı yaratıyor. Gün geliyor modernleşme teorilerini üretiyor, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip kendisi gibi olmayanları aşağılıyor, kendisine bir köle gibi hizmet etmenin diğerleri için erdem olduğu propagandasını yapıyor. Gün geliyor, ortaçağı, feodalizmi çıkarları için ortadan kaldırıyor; bunun için mutlakıyeti ve zorba yönetimi iş başına getiriyor, devletle oynuyor, çıkarları için onu dönüştürüyor; devleti her zaman bir hizmetçi konumunda tutuyor.

Gün geliyor bugün olduğu gibi, küreselleşme adı altında toplumsal farklılıkları, çokkültürlülüğü, etnisiteyi yeniden keşfediyor, sosyal devleti bir rant aygıtı olarak tanımlayıp yeniden ortaçağa dönüşün yollarını arıyor. Kendisine hizmet etmeyi reddedenleri düşman olarak damgalıyor. Masum halkları acımasızca katletmekten, birbirine düşürmekten bir an geri durmuyor; kısacası emperyalistlerin bilinen her türlü hilesine başvuruyor ve yenilerini de sürekli üretiyor.

Emperyalistler sömürü ağlarını gizlemek, çok uluslu şirketlerinin kârlarını kan ve göz yaşı üzerine artırmak ve tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre dönüştürmek, parçalamak ve yönetmek için bugün adına küreselleşme dedikleri bir ucubeye sığınıyorlar. Bu süreçte tüm aktörlerin kazandığı ileri sürülüyor; “kazan-kazan” diyerek sömüren ve sömürülenler arasındaki iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve dengesizlikler gizlenmeye çalışılıyor. Sivil toplum örgütlerinde, kamu kurumlarında, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, kısacası tüm dünyada toplumların farklı kesimlerinde küreselleşmeyi savunanlar apaçık bir biçimde emperyalizmi savunduklarını ya bilmiyorlar ya da küçük hesaplardan dolayı bilerek sömürüye payanda olmayı tercih ediyorlar. Albenili ve bir o kadar da iğrenç “söylemler” sakız gibi birçok ağızda çiğneniyor.

Halbuki, emperyalist sömürü, saldırı ve tahakkümün en üst düzeye ulaştığı günümüzde dünyanın yarısı, yaklaşık 3 milyar insan, günlük 1-2 dolardan daha az bir gelir ile yaşamını sürdürme mücadelesi veriyor. Öyle ki, en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılası dünyanın üç büyük zengininin toplam servetinden çok daha az. Dünyanın % 5’ini oluşturan “mutlu azınlık” genişleyen ticaretin % 82’sinden ve yatırımların % 68’inden yararlanıyor, alttakiler ise ölüm-kalım mücadelesi veriyor. En zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki fark, adına küreselleşme denilen yeni emperyalist süreçte giderek açılıyor. Öyle ki, 1820’de bu fark 3 iken; 1913’te 11; 1950’de 35; 1973’te 44; 1992’de 72; 1997’de 74 ve günümüzde 100 katı aşmıştır. Emperyalist ülkelerdeki nüfusun % 20’si dünyadaki tüm mal, kaynak ve ürünlerin % 86’sını tüketmektedir.

Dolayısıyla emperyalist ülkelerdeki birkaç milyoner 2.5 milyarlık dünya nüfusundan daha fazla bir servete sahiptir. Hiç kimse bunun bir rastlantı olduğunu ya da o kişilerin daha akıllı olduğunu söyleyerek bu eşitsizliği ve dengesizliği maskeleyemez. Çünkü bir taraftan da biliyoruz ki, İMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü vb emperyalist sömürüye hizmet eden kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeler borç veya kredi olarak aldıkları her 1 $ için 13 $ borç ödemek zorunda bırakılmakta, yoksulluk ve borçlanma el ele gitmekte ve daha da vahimi bu borçlar veya krediler, o borçlardan haberi olmayan ya da bu borçlardan hiçbir şekilde yararlanmamış olan ezilen halkın sırtına yüklenmektedir. Yoksul ülkelerdeki halk inim inim inlerken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin soysuzca mutlu yaşamalarının sırrı da budur. Bir de utanmadan, bu ilişkilerden tüm insanların yararlandığını söylemektedirler.

Dolayısıyla, bugün insan hakları ihlallerinin en şiddetlisi ve yaygını ekonomik ve sosyal alanda ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar sömürülmüş, posası çıkarılmış ya da halen sömürülmekte olan ülkelerde yaklaşık 800 milyon insan kronik bir şekilde eksik beslenmektedir. Bunların çoğu, Afrika’da, Asya-pasifikte ve Ortadoğu’dadır. Her yıl 7 milyon çocuk yalnızca borç krizlerinden dolayı ölmektedir. 1 Ocak 2000-24 Mart 2001 tarihlerinde sadece borç ödemesi dolayısıyla 9 milyon çocuk tüm dünyanın gözleri önünde ölmüştür. Milyonlarca insan da bugün ve yarın aynı nedenlerle ölüme mahkum edilmiş durumda. 1980’den bu yana dünyada ve Türkiye’de yaşam beklentileri küçük bir azınlıkta artmış geri kalanlarda hızla azalmıştır. Bebek ölümleri, eğitim ve okur yazarlık konusu da küreselleşme denilen yeni emperyalist çağda kronik sorunlar olarak varlığını sürdürmüştür.

Diğer yandan, dünya nüfusunun sadece % 12’si dünya su kaynaklarının % 85’ini kullanmaktadır; ve bu % 12’lik mutlu azınlık elbette sömürülen ülkelerde yaşamıyor. Öte yandan 1998’deki harcamalar dünyadaki önceliklerine bakıldığında ise çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılmaktadır:

Tüm dünyada temel eğitim için 6 milyar, emperyalist ABD’de kozmetik için 8 milyar, tüm dünyada su ve sağlık için 9 milyar, emperyalist Avrupa’da dondurma için 11 milyar, tüm dünyada kadın doğum sağlığı için 12 milyar, emperyalist AB ve ABD’de parfüm için 12 milyar, tüm dünyada temel sağlık ve beslenme için 13 milyar, Avrupa ve ABD’de evcil hayvan için 17 milyar, Japonya’da iş eğlenceleri için 35 milyar, Avrupa’da sigara için 50 milyar, alkollü içecekler için 105 milyar, dünyada uyuşturucu ve bağımlılık yapan madde ve ilaçlar için 400 milyar ve tüm dünyada bu çarpık manzarayı sürdürmek için ise silah vb askeri harcamalara 780 milyar dolar harcanmıştır.

Günümüzde dünyadaki çocuk sayısı 2.2 milyar; yoksulluk içindeki çocuk sayısı ise 1 milyardır (her iki çocuktan biri). Sömürülen dünyadaki 1.9 milyar çocuk arasında 640 milyonu yeterli barınmadan mahrumdur (her üçünden biri). 400 milyon çocuk kullanılabilir sudan mahrumdur (beşte biri). 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerinden mahrumdur (yedide biri). Dünya çapında eğitimden mahrum bırakılan çocuk sayısı ise 121 milyondur. Dünya ölçeğinde 2003’te 5 yaşına ulaşmadan ölen çocuk sayısı 10.6 milyondur (Fransa, Almanya, Yunanistan ve İtalya’daki çocuk sayısına denk). Her yıl 1.4 milyon çocuk sadece sağlıklı içme suyu ve yeterli sağlıktan mahrum olduğu için ölüyor. Dünya ölçeğinde aşı olamadıkları için her yıl 2.2 milyon çocuk ölüyor; 15 milyon çocuk ise sadece HIV/AİDS nedeniyle öksüz kalıyor.

Tüm bunların emperyalistlerin sömürü mekanizmalarıyla ilgisinin olmadığı söylenebilir mi? Halbuki emperyalist merkezlerin yerel işbirlikçileri tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı ve efendilerini memnun edecek politikaları uygulamayı yeğliyorlar. Çanak yalayıcılığı bir kurtuluş olarak görüyorlar. Bilmiyorlar mı ki, dünya tarihi sömüren ve sömürülenlerin çatışmasının tarihidir; bilmiyorlar mı ki, bu tarih içinde nice işbirlikçiler çıktı, niceleri kişisel çıkarları için emperyalistlerin ve zalimlerin yanında yer aldı. Bilmiyorlar mı ki, dünyada sömürü ve zulüm sürdükçe bunlara karşı çıkan, aklını, vicdanını, kalemini, enerjisini zalimin, haksızın karşısında kullanan ve onurunu yitirmektense yaşamını yitirmeyi tercih eden insanlar hep varolmuştur ve olacaktır. Ve bilmiyorlar mı ki, emperyalistlere köleliği, hizmetkarlığı ve uşaklığı tercih edenler dün olduğu gibi, bugün ve yarın da lanetle anılacaklar; emperyalistler ve işbirlikçileri mutlaka bir gün bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

Emperyalist Sömürü Mekanizmalarının Kuruluşu ve İşleyişi: Dünya ve Türkiye Üzerine Bazı Saptamalar

16. Yüzyıl ile birlikte dünya önce ulusal, daha sonra ise iç mantığı ve işleyişi gereği uluslararasılaşan kapitalizmin, sermaye birikiminin kıskacındadır. Dolayısıyla Türkiye de yüzyıllardır emperyalist (merkez-metropoliten) ülkelerin bir çevresi (uydusu) konumundadır.

Merkez ve çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikçi dolayısıyla sömürüye dayanan ilişki dünyada ve Türkiye’de zaman zaman kırılmaya çalışılmış ancak büyük kazanımlar elde edilememiştir.

Bunun esas nedeni, emperyalist (merkez) ülkelerin kendi içlerinde ve arasında sıkı ve merkezi örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. BM, DTÖ, İMF, Dünya Bankası, NATO, NAFTA, AB vb. gibi yapılanmaların emperyalistler arasındaki örgütlenmeler olduğunu kim inkar edebilir?

Buna karşın, çevre ülkeler sömürülmelerinin de bir sonucu olarak zayıf bırakılmış, örgütlenememişlerdir. Sürekli sömürüye ve tahakküme maruz kalmışlardır. Öyle ki, hem kendi içlerindeki farklılıkların sürekli çatışmaya dönüştürülmesi hem de merkezin kutuplaştırıcı ve çatıştırıcı politikalarının bir sonucu olarak hiçbir zaman bir araya gelememişlerdir. Sömürülen (çevre) ülkeler ne kendi içlerinde, ne de kendi aralarında örgütlenmeyi ve birlikte hareket etmeyi başarabilmişlerdir. Dolayısı ile, çevre ülkelerin kendi içlerinde ve arasındaki çatışmalar emperyalist sömürü mekanizmaların hem bir sonucu olmuş, hem de emperyalist politikaların uygulanmasına ve sömürünün sürmesine olanak sağlamıştır.

Emperyalist (Merkez) ülke(ler) çevre ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmak için yüzyıllardan beri sömürülen ülkelerde işbirlikçi bir elit bulundurmuş, böylece iktidarı denetleyerek tüm toplumu denetim altına almıştır.

Bu çerçevede dünyanın her bir köşesinde sivil ve askeri darbeler düzenlemişler; toplumları denetim altında tutmak ve sömürüye açık bir hale getirmek için toplumsal grup ve dinamikleri çatıştırarak zayıf bırakmışlardır.

Sovyetler Birliğinin çökertilmesi ile birlikte, emperyalist ABD ve AB Soğuk Savaş döneminde uygulamak zorunda kaldıkları refah devleti (sosyal devlet) uygulamasını derhal askıya almışlar; tüm ülkelerde neoliberal olarak adlandırılan uluslararası sermaye yanlısı politikalar devreye sokulmuştur.

Buna paralel olarak, emperyalistler dünyayı istikrarsızlaştırarak sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek amacıyla gerçekte yoksul ülkelerle kendileri arasındaki ekonomik temelli kuzey-güney çatışmasının eksenini kültürel temelli doğu-batı çatışmasına kaydırmışlardır. Bu doğrultuda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaları etkisizleştirebilmek ve gözlerden uzak tutabilmek amacıyla medeniyetler çatışması tezini geliştirmişler, bu tezlerini destekleyebilmek ve tüm dünyada kabul görmesini sağlamak amacıyla da 11 Eylül senaryosunu uygulamaya koymuşlardır. Bir anlamda 2’nci bin yıla nasıl ki adına reform dedikleri Hıristiyanlık içindeki kanlı hesaplaşmayla girmiş ve sonuçta kapitalizmin ve ona eşlik eden Protestanlığın zaferiyle çıkmışlarsa, 3’üncü bin yıla girerken de yine Protestanlığı yedeklerine alarak İslam’ı düşman olarak seçmişlerdir. Bu senaryoda emperyalistler arasındaki çatışmalar da belirginleşmiştir.

Çünkü emperyalist ABD 1990’larla birlikte AB ülkeleri tarafından artık gereksiz olduğu ileri sürülen NATO’yu korumanın telaşına düşmüştür. 11 Eylül her şeyden önce emperyalist ABD’nin diğer bir emperyalist ülkeler topluluğu olan AB ve her ikisinin sömürüsü altındaki ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürecek çok temel bir işlev görmüştür. 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde yeni üsler kurduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. 11 Eylül ayrıca BM gibi örgütlerin emperyalist ülkelerin taşeronu olarak rol oynadığını iyice açığa çıkarmıştır.

Türkiye’nin kendine özgü tarihi de merkez-çevre çatışmasının tarihi olagelmiştir. Bir çevre ya da uydu ülkesi haline sokulan Türkiye’nin kendi içindeki merkez-çevre çatışması sağ-sol, Müslüman-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt eksenlerinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.

Özellikle son zamanlarda Türk-Kürt ve Müslüman-laik şeklinde sahte ayrım ve çatışmalar körüklenmektedir; böylece bir yandan yukarıda belirtilen senaryo doğrultusunda esas çatışmanın ekonomik temelde yani kapitalist üretim tarzına bağlı olarak sömürenler (elit) ve sömürülenler (halk) arasında olduğu gizlenmektedir. Türkiye’de merkez böylece sahte bir biçimde ikiye bölünmekte, iktidarda kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için çok kolaylıkla emperyalistlerle işbirliğine gitmektedirler. Merkez içindeki sahte çatışmalarla gerçek çatışmaların üzeri kapatılmakta, halkın farklı kesimleri arasında çatışma yaratılarak halkın bir araya gelmesi önlenmektedir. Böl ve yönet ilkesi bütün açıklığıyla Türkiye’de uygulanmaktadır.

Tüm bu sahte çatışmalara karşı, biliyoruz ki, hem Türkler içinde hem Kürtler içinde merkezde ve çevrede olanlar var, hem Sünniler içinde hem Aleviler içinde merkezde ve çevrede olanlar var; hem Müslümanlar hem laikler arasında merkezde olanlar kadar çevrede olanlar var. Öyleyse sorun kişinin kökeninin ne olduğu değil, nerede durduğu ve kime hizmet ettiğidir. Dolayısıyla bu tür ayrışma ve çatışmaların sahte olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, gerçek ayrım merkez ve çevre ya da elit ve halk arasında yapılmak durumundadır. Çünkü sermayenin kırmızısı, mavisi, yeşili olamayacağı gibi, sömürü de Türk, Kürt, Müslüman, Laik, Alevi, Sünni tanımıyor.

Sonuçta, emperyalist ABD ve AB menşeli damızlık siyasetçiler halkın gündemini belirliyor ve zihinleri kirletiyor. Bugün de emperyalist merkezlere hizmet edecek iktidarlar üretilmeye devam ediliyor. Aynı oyun farklı zamanlarda farklı aktörlerle ve küçük kurgusal değişikliklerle yeniden sahneleniyor.

Tüm bu oyunları bozmak için ciddi bir paradigma değişikliğine, antiemperyalist bir halk cephesinin kurulmasına acil ihtiyaç bulunuyor.

Antiemperyalist Bir Program Neleri Kapsar?

Antiemperyalist bir program, her şeyden önce emperyalizmin bütün yapılarıyla ve boyutlarıyla çözümlenmesini gerektirir. Bu yolla emperyalizmin görünür ve görünmez tüm mekanizmaları açığa çıkarılarak etkisizleştirilebilir.

Emperyalizm tüm insanlara ve halklara refah, özgürlük, haklar ve demokrasi vaat eder, ancak sömürü, eşitsizlik ve kölelikten başka bir şey vermez. Buna karşı, Antiemperyalist program sömürü, eşitsizlik ve köleliği ortadan kaldırarak tüm insanların ve halkların refah ve mutluluk içinde özgür ve onurlu yaşayacağı, böylece, dünya görüşü, etnik köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet gibi farklılıklarımızın bir çatışma konusu olmadığı, tam aksine her türlü bireysel ve toplumsal farklılığın karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde kendisini ifade edeceği ve yaşama alanı bulacağı demokratik bir ortamının kurulmasını amaçlar.

Emperyalizm insanlar ve toplumlar arasında her türlü farklılığın değerli olduğu propagandasını yaparak yurttaşları ve halkları parçalayacak ve çatıştıracak politikalar uygular; kendisine uygun bir dil yaratır. Etnik ve dinsel farklıkları artırmaya ve çatıştırmaya çalışır. Politikalarına karşı çıkanları düşman olarak damgalar ve ayrıştırır. Antiemperyalist cephenin oluşmasını özellikle önlemeye çalışır ve bu doğrultuda antiemperyalist cepheyi kâh milliyetçilikle, kâh şovenizmle, kâh sosyalizmle ve gericilikle itham eder. Böylece yurttaşlar ve halklar arasında kin ve nefret tohumları eker; şövenist, faşist tutumların tüm taraflarda gelişmesi için her türlü yola başvurur.

Buna karşın Antiemperyalist program tüm yurttaşlar arasında ortaklıkları ve asgari müşterekleri merkeze alır. Evrensel değerleri ve demokratik-sosyal yurttaşlığı ön plana alan bir toplum sözleşmesinin gerçekleşmesini amaçlar. Hiçbir etnik, dinsel ayrım ve ayrımcılık yapmadan Türk’ün, Kürt’ün, Çerkez’in, Abhaz’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kısacası tüm yurttaşların her türlü demokratik haklarını kullanacağı barış ve kardeşlik ortamının sağlanmasını amaçlar.

Emperyalizm küresel kapitalizmi enternasyonalizm gibi sunmaya ve yutturmaya çalışır, böylece tüm dünyada ve Türkiye’de sosyalistleri kapitalizmin uşakları konumuna getirmeye çalışır. Küresel kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak gördüğü sosyal ve üniter devletleri etkisizleştirmeye çalışır. Küreselleşmeyle küresel düzeyde mücadele etmek gerektiğini söyleyenler farkında olarak veya olmayarak küresel sermayeye hizmet ederler. Antiemperyalist program modern devletle sanayi kapitalizmi arasındaki tarihsel ilişkilerin farkında olarak, modern devletin sosyal boyutunun geliştirilmesini ve modern devletin gerçek anlamda demokratik bir yurttaşlar topluluğu haline gelmesini öngörür.

Bu yolla evrensel değerlerin korunacağını ve geliştirileceğini, küresel sermaye ile mücadele edilebilecek bir ortamın oluşabileceğini düşünür.

Emperyalizm dünyada barış çığlıkları atar, ancak insanlara kan, göz yaşı ve savaştan başka bir şey getirmez. Emperyalizm dünya barışı adına tüm dünyanın kaynaklarını sömürür, tüm dünyayı pazar haline getirir ve tüm dünyayı ve insanlığı metalaştırır. Özelleştirmelerle, tekelci zihniyetle insanları işsizleştirir, yoksullaştırır. Buna karşı, Antiemperyalist program yurttaşların kendi kaynaklarına sahip çıkması gerektiğini, herkesin yeteneğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacının karşılandığı bir toplumsal yapının kurulabileceğini, emperyalist sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla işsizlik ve yoksulluğun da ortadan kalkacağını öngörür. Üretim ve tüketimde hakça uygulamaların gerçekleşmesiyle hem yurtta hem de dünyada barışın gerçekleşeceğine inanır.

Emperyalizm tüm dünyayı, evreni, canlıları ve insanları sömürülecek birer meta olarak görür; kendi varlığını sürdürmek ve sınırsız kâr dürtüsünü tatmin edebilmek amacıyla tüm dünyaya saldırır ve yayılır. Aleyhine işleyebilecek her türlü düzenlemeyi deregülasyon politikaları ile ortadan kaldırır; çalışma yaşamında önünde engel gördüğü tüm kazanımları birer birer yıkar geçer. Çalışanların her türlü haklarını kısıtlar ve örgütlü gücünü paramparça eder. Bu doğrultuda, kamu yönetimini ve devleti de bir rant aygıtı olarak tanımlar; kaynakların etkili ve verimli kullanımını savunarak küresel sermayeye hizmet eden bir kamu yönetimi yaratır. Böylece “özerklik” adı altında kamu kurumlarını ve kamu yönetimini demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarır.

Buna karşı, Antiemperyalist program kamu kaynaklarının tüm yurttaşların ortak malı olduğu bilinciyle hareket eder ve bu yönde kamu yönetiminin halkın ortak yararını gözetecek şekilde düzenlenmesini ve demokratikleşmesini öngörür. Dolayısıyla, Son on yılda denetleme ve düzenleme gibi adlar altında kurulan her türlü üst kurulun halkın ortak yararını gözetecek doğrultuda yeniden düzenlenmesini ya da ortadan kaldırılmasını öngörür. Halkın iradesini hiçe sayan ve egemenliğini gölgeleyen uluslararası tahkim gibi amacı sadece sömürenlere ve emperyalistlere hizmet etmek olan her türlü düzenlemeyi kaldırır.

Emperyalizm tüm mekanizmalarıyla insanları mülksüzleştirir, evsizleştirir, topraksızlaştırır. Mortgage sistemiyle insanları borçlandırır ve mülkiyetlerini ipotek altına alarak onları ömür boyu kiracı, serf durumuna düşürür. Buna karşı Antiemperyalist program insanların barınma, yaşama ve çalışma alanlarını güvence altına alır; bu doğrultuda insanca yaşayacakları ve üretecekleri bir konut politikası ile atıl toprakların işlenmesi için halktan yana bir toprak politikası izler.

Emperyalizm çevreye ve doğaya saygıdan söz eder; ehlileştirilmiş ve kendisine hizmet edecek çevreci hareketler üretir; ancak gerçekte sınırsız kâr dürtüsüyle hareket eder, yaşamın tüm alanlarını vahşi bir üretim ve tüketim ilişkisi üzerine inşa ederek ekolojik kirliliğe, dünya ölçeğinde ısınmaya, birçok canlı türünün yok edilmesine yol açar. Dünyayı hunharca sömürerek küresel bir çöplüğe çevirir. Buna karşı, Antiemperyalist programda, üretim ve tüketim ilişkilerinde insan ihtiyaçları merkeze alınır; üretim tarzının insancıllaştırılması sağlanarak doğanın sömürüsü ve çevre kirliliği önlenir, hiçbir şekilde dünyanın bir çöplüğe çevrilmesine izin verilmez.

Emperyalizm insan hakları havariliği yapar; ancak tahakküm mekanizmalarıyla insanlara baskı, işkence ve katliamdan başka bir şey vermez. Emperyalizm kadın haklarından söz eder; ancak kadınlara yönelik sömürü, şiddet ve cinsiyetçiliğin kendisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası olduğunu gizler. Tüm mekanizmaları ile kadını sömürülecek ve kullanılacak bir metaya dönüştürür. Siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda kadına ikincil bir rol tanınması, dayak, işkence veya cinsiyetçilik ile kadının ötekileştirilmesi ve aşağılanması emperyalizmin tüm dünyada öngördüğü makro sömürü düzenlemelerinin ve köle-efendi ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, Antiemperyalist program her türlü tahakkümün ve baskının karşında yer alarak temel insan haklarını korumanın ötesinde her türlü sosyal ve ekonomik hakları geliştirir. Her türlü köle-efendi ilişkisini ortadan kaldırarak tüm insanların özgürleşmesine olanak sağlar. Herkesin kendi kimliğini özgürce yaşayacağı ve yaşatacağı bir ortam oluşturur.

Emperyalizm demokrasiyi elitler arasındaki bir oyuna dönüştürür ve bu yolla onu biçimselleştirir ve seçimlere indirger. Halkın gündemini belirlemek için milletvekili dokunulmazlığı gibi sudan-sabundan konuları sürekli işler; böylece hem iktidarı hem de sözde muhalefeti kendi paradigması ve yörüngesinde tutar. Demokrasi adı altında oligarşik ve aristokratik yapılar kurar. Halbuki Antiemperyalist program demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak kavrar ve tüm yurttaşların gelişiminin bir parçası olarak tanımlar ve katılımı sürekli kılacak mekanizmaları öngörür. Yurttaşların tüm karar ve uygulamalara katılmasını öngörür. Emredici vekalet yolu ile tüm karar ve uygulamaların yurttaşların ortak yararını gözetecek şekilde oluşmasını ve uygulanmasını sağlar. Bu doğrultuda yurttaşların talebine ve onayına dayanmayan hiçbir siyasal, ekonomik, toplumsal, eğitsel vb. düzenleme ve uygulama geçerli ve meşru sayılmaz. Ayrıca, emredici vekaletin ayrılmaz bir parçası olarak halkın taleplerine göre hareket etmeyen temsilciler halk tarafından geri çağrılarak (azledilerek) halkın iradesi kayıtsız şartsız egemen kılınır.

Emperyalizm İMF, Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla ekonomik ve sosyal gelişmenin ve refahın sağlanacağından söz eder; ancak bu yolla sadece çevre ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırır, bu ülkeleri borç sarmalına sokarak zayıflatır ve sürekli sömürülecek bir durumda tutar. Antiemperyalist program bu sömürü yapılarını ve mekanizmalarını ortadan kaldırarak toplumsal barışı ve adaleti sağlar. Bu nedenle, emperyalist mekanizmalar içinde ustaca gizlenen iç ve dış borçlanmanın kaynaklarını tespit eder ve kurutur.

Emperyalizm çevre ülkelerle uluslararası bağımlılık, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma adları altında kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan ilişkiler geliştirir, açık ve gizli kültürel, askeri, ekonomik andlaşmalar yapar. Antiemperyalist program yurttaşların ve halkların ortak yararına aykırı her türlü açık veya gizli askeri, siyasal, ekonomik anlaşmayı halka açıklar ve iptal eder. Böylece, ulusal, bölgesel ve dünya ölçeklerinde barış, kardeşlik ve dayanışmanın yolunu açar. Her koşulda, emperyalizme direnen çevre ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesini savunur, mazlum halkların yanında yer alır ve ezilen halkaların kardeşliğine, birlikteliğine ve özgürleşmesine katkıda bulunur. Dünyayı istikrarsızlaştıran ve hegemonik güçlere hizmet eden NATO gibi saldırı paktlarından ayrılır, her türlü üsleri kapatır.

Emperyalistler Ortadoğu ve Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve bu doğrultuda BOP gibi emperyalist projelerden söz ederler. Avrupa’nın yüksek değerlerinden söz ederek Türkiye’yi AB’nin kapı bekçisi ve jandarması konumunda tutmaya çalışırlar. Toplumun çok farklı kesimlerinden yandaş bulabilmek ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmek için AB projeleri, hibeleri vs adı altında dağıttıkları fonlarla insanları üretmemeye, çalışmamaya yönlendirir, kendi ellerine bakan birer dilenci durumuna düşürürler. Bu nedenle, Antiemperyalist program Türkiye’nin ABD ve AB ile olan tüm ilişkilerini, AB üyeliği gibi halka sorulmaksızın uygulanan ve dolayısıyla hiçbir meşru zemini bulunmayan her türlü tepeden inmeci dayatmaları ve düzenlemeleri gözden geçirmeyi amaçlar.

Emperyalistler toplumlararası etkileşimden ve halkların birbirini anlamasından söz ederler; bu doğrultuda bilimsel, kültürel, sanatsal, eğitsel programlar uygularlar; ancak gerçekleşen sadece emperyalist kültürün, dilin ve yaşam biçiminin çevre ülkelere ve toplumlara yayılması ve buna alternatif olabilecek düşüncelerin ve tutumların yok edilmesidir. Buna karşın, Antiemperyalist program öncelikle kendi insan gücüne dayanarak evrensel değerleri dikkate alan bir eğitim, dil, kültür, sanat ve bilim anlayışının gerekleşmesini amaçlar. Her alanda Antiemperyalist tutumun gelişmesini özendirir ve emperyalistlerin her türlü sahte bilimi ile başa çıkabilecek eleştirel bilimin temellerini atar. Dolayısıyla bilimsel ve eğitsel maskeler altında emperyalistlere devşirme yetiştirmeyi amaçlayan her türlü politika terk edilir; bu amaçlarla halkın kaynaklarıyla yurtdışına gönderilenler geri çağrılır. Ayrıca tüm kurumlardaki emperyalistlerin hizmetçileri açığa çıkarılır ve halka açıklanır.

Emperyalistler küreselleşme dedikleri heyulaya dayanarak sınırların kaldırılmasından ya da açılmasından söz ederler; ancak gerçekleşen sadece zayıf toplumların sınırlarının açılmasıdır. Emperyalistlerin çalışanlara ve mültecilere yönelik politikaları dikkate alındığında, merkezileşmekten ve yoğunlaşmaktan dolayı patlama noktasına gelen küresel sermayelerinin rahatlaması, yeni pazarlara ulaşması ve yeni alanlarda işlem görmesi için sınırların açılmasından söz ettikleri gün gibi ortaya çıkar. Dahası, kendi sınırlarını sıkı sıkıya kapatırken, sömürülen ülkelerin kamusal görevler dahil tüm çalışma alanlarını dahi kendilerine açmalarını talep etmeleri bu niyetlerini apaçık ortaya koyar. Dolayısıyla, Antiemperyalist program bu tür iki yüzlü uygulamaları tamamen ortadan kaldırmayı ve kurumların emperyalistlerin işgaline uğramasına izin vermemeyi öngörür.

Aynı şekilde, Emperyalizm yaşayabilmek amacıyla yeni sömürgeler elde etmek ve koloni hareketlerine girişmek durumundadır. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sürekli tarım ve köylülük üzerinde durmaları ve kırsal nüfusu % 5’e düşürme planları toprakların emperyalistlerin eline geçmesini ve tarım alanlarının büyük sermayeye entegrasyonu amaçlar. Kuş gribi gibi hayali tehlikelerle, tohum yasası gibi düzenlemelerle, Dünya Bankası’nın tarımla uğraşan köylüleri hibe ve yardım adı altında üretmek yerine kendilerine bağımlı kılmaya çalışan politikalarıyla kırda yaşayan insanlar sefalete alıştırılmakta, topraklarını terk etmeye ve mülksüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde toprakların büyük bir kısmı işlenmez bir hale getirilmiştir ve ucuza satılacak durumdadır. O halde, Antiemperyalist program emperyalistlerin söylediğinin ve uyguladığının tam aksini yapmak durumundadır. Antiemperyalist program Türkiye’nin kolonileştirilmesinin önünü alır, tüm ülkede yerleşim ve yaşam koşullarını yeniden düzenler, kentlerde oluşan işsizlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma, değersizleşme, suç, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, intihar gibi patolojik olguların önüne geçmek amacıyla hiç zaman kaybetmeden tam istihdam politikası uygular. Bu amaçla tüm yurttaşların enerjilerini harekete geçirir ve çalışma hakkını içi boş bir söylem olmaktan çıkarıp uygulamaya koyar; bu anlayışla ormanları, nehirleri, madenleri, toprakları tüm halkın ortak kaynakları olarak dengeli bir biçimde değerlendirmeyi amaçlar.

Çağrımız Tüm Yurttaşlara,

Çağrımız tüm Yurtseverlere, Atatürkçülere, Sosyalistlere, Milliyetçilere, Muhafazakarlara, Sosyal Demokratlara, Liberallere, Anarşistlere, Feministlere,

Çağrımız Laiklere; Müslümanlara, Alevilere, Şiilere, Sünnilere, Hıristiyanlara, Yahudilere,

Çağrımız Türklere, Kürtlere, Lazlara, Zazalara, Gürcülere, Çerkezlere, Abhazlara, Tatarlara,

Çağrımız Kadınlara, Erkeklere, Gençlere, Yaşlılara,

Çağrımız İşçiye, İşsize, Memura, Esnafa, Üretene, Çalışana,

Çağrımız öğrenciye, öğretmene, akademisyene, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, siyasal partilere, aydınlara, yazarlara,

Çağrımız Kentliye, Köylüye,

Çağrımız Tüm Antiemperyalistlere,

Çağrımız Onurundan Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan Tüm Duyarlı İnsanlara,

Türkiye çok ciddî bir çaresizliğin içinde ve giderek derinleşen bir bunalımın eşiğindedir. Toplumu toplum yapan değerler her geçen gün yıpranmakta, ülkemiz hızla yoksulluğa, kutuplaşmaya, dağılma ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Halbuki, herhangi bir toplumdan söz etmek için insanların biyolojik ve fiziksel varlığını sürdürmesi gerekir; dolayısıyla fiziksel ve coğrafi bir alana, diğer bir deyişle ülkeye ihtiyaç bulunur.

Bugün toplumu bir arada tutacak ve o toplumu oluşturan üyelerin bir arada insanca ve onurlu yaşam sürmesini sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç duyuluyor. Mevcut koşullarda “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır/milletindir” ilkesinin tam anlamıyla teoriden pratiğe geçmesi olanaksız görünüyor. Seçimlere az bir süre kala, ABD ve AB’nin desteğini kazanabilmek amacıyla her türlü taviz veriliyor; öte yandan yapay gerilimler ve tartışmalarla Türkiye derin bir uçuruma doğru itiliyor. Alternatif olarak sunulan veya sunulmaya hazırlanan sözde hareketler veya siyasi oluşumlar da meşruiyetlerini halkta değil, her zamanki gibi emperyalistlere dalkavuklukta görüyorlar.

Halbuki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hepimizin sorunlarıdır, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüzyıllardır tüm dünyanın ve bizlerin başına sardığı belalardır. Tüm sorunların üstesinden gelinebilir. İhtiyacımız olan tek şey kendimize ve birbirimize güvenmemiz, inanmamızdır. Unutmamalıyız ki, umutsuzluğa düşmemizi, toplumsal yaşamdan ve mücadeleden kendimizi tecrit etmemizi isteyenler bizlerin ortak yararını gözetenler değil, emperyalistlerdir. Yapmamız gereken tek şey, her birimizde varolan gücü ve enerjiyi bir araya getirmektir. Yapmamız gereken ilk iş, her birimizin ortak sorunlar üzerinde, ortak çözümler üretebileceği bir zeminde ve ortak paydada buluşmaktır. Böyle bir zeminde ortaya çıkacak doğrular hepimizin ortak doğruları, belirlenecek yollar hepimizin takip etmek isteyeceği yollar, üretilecek politikalar hepimizin onayını alan politikalar olacaktır. Unutmamalıyız ki, örgütlü hareket edemediğimiz takdirde emperyalistler ve işbirlikçileri aynı oyunlarını yeniden yeniden oynayacaklardır.

Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.

Eğer ki siyasetin ve toplumsal yaşamın amacı, filozofların bilgece ifade ettikleri gibi, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaksa, gelin el ele verelim. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı, hepimizin ortak katılımıyla, birlikte inşa edelim.

Yukarıdaki nedenler ve ilkeler doğrultusunda;

1. Halkın ortak yararını düşünen tüm siyasal partileri, sendikaları, ulusal ve yerel dernekleri, vakıfları, meslek kuruluşlarını, inisiyatif ve platformları, ulusal ve yerel medyayı, internet öbeklerini ortak bir cephede buluşmaya,

2. Tüm duyarlı yurttaşları; her türlü meşru zeminde, üyesi bulundukları siyasal partilerde, sendikalarda, ulusal ve yerel derneklerde, vakıflarda, meslek kuruluşlarında, inisiyatif ve platformlarda, ulusal ve yerel medyada, internet öbeklerinde antiemperyalist bir ortak cephe bilincinin gelişmesine katkıda bulunmaya;

3. Tüm duyarlı yurttaşları; bireysel veya kolektif olarak her türlü meşru zeminde ulusal ve yerel düzeyde Türkiye’nin her bir köşesinde, her bir ilde, her bir ilçede, her bir kasaba ve köyde antiemperyalist bir cephenin kurulmasında veya gelişmesinde inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye;

Çağırıyoruz.

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin umutlarımızı ve geleceğimizi yok etmelerine izin vermeyelim.

Anti Emperyalist Halk Cephesi

http://www.halkcephesi.net/imza/default.htm

EMPERYALZM.pps

TARİH : Yunan oyuncak olunca…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Rus Çariçesi 2. Katerina muhteris bir kadındır. Osmanlı’nın başına gaileler açmak için Bizans’ı hortlatmaya, Yunanistan meselesini kaşımaya başlar. O yıl doğan torununa "Konstantin" adını koyar, aklı sıra müstakbel Roma İmparatorluğuna ipotek koyar.

Ancak bütün bu tasavvurlarını gerçekleştirecek kadar güçlü değildir. Tutar eteğini müttefik aramaya çıkar ve gidip Avusturya İmparatoru 2. Jozef’i peşine takar. Oturup bir anlaşma imzalar (1781-Petesburg) kağıt üzerinde Osmanlı’yı paylaşırlar. Üzerinde çift başlı kartal olan bayraklar yaptırır, İmparator tahtından, zafer taklarına kadar her ayrıntıyı konuşurlar. Ancak hesapta olmayan işler olur. İsveçliler bu ittifaka çok bozulur ve ansızın Rusya’ya saldırırlar. Neredeyse Çariçeyi ele geçirecek kadar ilerler Moskof’u dağıtırlar. İngiltere ve Prusya da bizim safımızda yer alır ve maceraperestlerin hevesini kursaklarında koyarlar.

Katiller yola çıkınca…

Ancak Yunanlılar "Magelo İdea" hayali ile ayağa kalkar ve oyuna getirildiklerini bir türlü anlayamazlar.

Ruslar 1820 yılında tekrar faaliyete geçer, bu kez İpsilanti Kardeşleri kullanırlar.

Plana göre Çar müşaviri Aleksandr İpsilanti, Romanya üzerinden güneye inecek, kardeşi Dimitrios da Mora’dan yola çıkacak ve Sofya’da birleşip İstanbul’a saldıracaklardır. Aleksandr, Moskova’dan yola çıkar, ancak Eflak-Buğdan halkı bunlara yanaşmaz. İşler sarpa sarınca Çar yan çizmeye başlar. Buna rağmen Batı Trakya’da 15 bin Müslümanı katleder, zemini al kanlara boyar. Bu seri cinayetler Atina, Teselya ve adalara yayılır "Etniki Eterya" çok ocak söndürür, çok can yakar…

2. Mahmud Han isyancıların alayını kıracak güce ve gerekçelere sahiptir ama o sadece elebaşılarını yakalar. Halka dokunmaz lakin Patrik Gregoryüs’ü Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında sallandırmaktan da kaçınmaz.

Avrupalı mutaassıp Hıristiyanlar, liberaller, özentiler, platonik Grek hayranları Yunanlıların yanında durur, Lord Byron ve Viktor Hügo gibi ünlü isimler Helen’e destek olurlar.

Yunanlılar tekrar ayaklanır. Osmanlı bu kez isyanla direkt ilgilenmez zira Fransız İhtilalini takiben milliyetçilik rüzgarları sert esmeye başlar. Bu işi Mısır Valisine havale eder. Hıdiv Mehmed Ali Paşa, oğlunu 20 bin asker ve 60 gemiyle Mora’ya yollar.

Dört günde süt liman

Bunlar Rodos’ta "Donanma-yı aliye" ile buluşurlar, Girit, Mora derken dört yıldır süren yılan hikayesini 4 haftada bitirir, militanları ayıklar, sükuneti sağlarlar.

Rum liderleri bakarlar bu iş Rusya’yla olacak gibi değil ikiyüzlü siyaset güden dalavereci İngilizler’e sığınırlar. Kraliçe sırf bu iş için General Wellington’u vazifelendirir. Ardından Babıali’ye bir nota verir "Yunanistan’a muhtariyet verilmesini" arzularlar.

Hariciyecilerimiz de aynı gerekçelerle "İrlanda meselesini kaşıyabileceklerini" ima eder, saniyen (ikinci olarak) imzalanan anlaşmayı hatırlatır "ihtilal ve isyanları gayri meşru ilan etmemiş miydik" diye sorarlar.

Ama İngiliz İngiliz’dir, işine gelmeyeni duymaz, anlaşmalara uymaz. Sadece Yunanlıları değil imparatorluk içindeki bütün azınlıkları ayaklandırmaya bakar…