Etiket arşivi: SAVAŞ

AK PARTİ DOSYASI : TAYYİP ERDOĞAN HANGİ MADDEDEN YARGILANACAK // / ’Devlete karşı savaşa tahrik’

’Devlete karşı savaşa tahrik’

Türk Ceza Yasasında Suriye’ye karşı işlenen suçların karşılığı olarak, ’Devlete karşı savaşa tahrik’ nitelemesi bulunuyor.

İŞTE O MADDE VE HÜKÜMLER

Madde 304-

(1) Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı savaş açması veya hasmane hareketlerde bulunması için yabancı devlet yetkililerini tahrik edenveya bu amaca yönelik olarak yabancı devlet yetkilileri ile işbirliği yapan kişi, on yıldan yirmi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Bu madde uygulamasında, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin güvenliğine karşı suç işlemek üzere oluşturulmuş örgütlerin doğrudan veya dolaylı olarak desteklenmesi, hasmane hareket olarak kabul edilir.

(3) Bu maddede tanımlanan suçun işlenmesi dolayısıyla tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.

‘YABANCI DEVLET ALEYHİNE ASKER TOPLAMA’

Madde 306-

(1) Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya diğer hasmane hareketlerde bulunan kimseye beş yıldan oniki yıla kadar hapis cezası verilir.

(2) Fiil sonucu savaş meydana gelirse faile müebbet hapis cezası verilir.

(3) Fiil, sadece yabancı devletle siyasal ilişkileri bozacak veya Türkiye Devleti veya Türk vatandaşlarını misilleme tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak nitelikte ise faile iki yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası verilir.

(4) Siyasal ilişki kesilir veya misilleme meydana gelirseüç yıldan on yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

http://www.aydinlikgazete.com/politika/devlete-karsi-savasa-tahrik-h70155.html

DUYURU /// Uzak Ülkelerin Uzayan Savaşı : Çanakkale 1915 SEMİNER İ /// 26.05.2015

Değerli Üyeler,

İstanbul Üniversitesi Tarih Araştırma Merkezi’nin düzenlediği “Uzak Ülkelerin Uzayan Savaşı: Çanakkale 1915″ adlı uluslararası seminer 26 Mayıs 2015 günü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kurul Odası‘nda gerçekleştirilecektir.

İlgilenenler seminer programına aşağıdaki linkten ulaşabilirler.

LİNK : http://edebiyat.istanbul.edu.tr/tarihmerkezi/?p=7348

Saygılarımla

Mustafa TANRIVERDİ

GÜVENLİK DOSYASI : SAVAŞIN SANAT OLDUĞUNU SÖYLEYEN BİLGE /// SUN TZU /// THE ART OF WAR

The Art of War – Sun Tzu.pdf

GÜVENLİK DOSYASI : TÜRKİYE VE SAVAŞ

Vladimir Jabotinsky’ nin Birinci Dünya Savaşı sürerken, değişik cephelerde savaş muhabiri olarak kaleme aldığı yazılarından oluşan kitap Türkiye ve Savaş ( Turkey And The War) adıyla yayınlandı. Savaş değişik cephelerde tüm hızıyla sürerken, sonuçlanmamışken, kazanacaklar, kaybedecekler, savaş sonrasında oluşacak yeni dengeler üzerine yapılan değerlendirmeleri okumak hayli ilginç geliyor insana.

Jabotinsky, İngiltere-Fransa-Çarlık Rusya’sı-İtalya bağlaşıklığından yana bir yaklaşımla kaleme almış yazılarını.Yazarın, Almanya-Avusturya-Macaristan- Osmanlı ittifakının savaşı yitireceği öngörüsü gerçekleşti.Yazar savaşın çıkış nedeninin İtilaf devletlerinin iddialarının aksine Alman militarizmi değil, "Doğu Sorunu" olduğunda ısrarlıdır. Savaşın Osmanlı Asyası’nı paylaşmaktaki uzlaşı yoksunluğundan çıktığına işaret eden Jabotinsky’ e göre Fransızlar Suriye’ye, İngilizler Mezopotamya’ya, Rusya Doğu Anadolu ve Boğazlara, Yunanlılar ve İtalyanlar İzmir’e göz dikmişken, Almanya Osmanlı’yı tümüyle himaye altına alma gerekçesiyle Doğu’nun tüm zenginliklerine talipti. Ona göre Osmanlının parçalanması artık kaçınılmazdı.

Jabotinsky’ e göre Osmanlı’nın, Doğu’nun, Afrika’nın, tüm denizlerin, karaların, geri kalmış tüm halkların Avrupa tarafından sömürgeleştirilmesi, paylaşılması son derece doğaldır, meşrudur ve Batı’nın hakkıdır. Osmanlının paylaşımındaki anlaşmazlıktan çıktığını söylediği 1.Dünya Savaşı’nı yazar bu açılardan ahlaki bulmaktadır. Jabotinsky ; "Halihazırda başımızdaki belanın kökleri küçük Asya’dadır ve savaşın ilk ve nihai hedefi Doğu Sorunu’nun çözümlenmesidir" sözleriyle, Batı sermayesinin, yani emperyalizmin sonuçta bir ortak noktada buluşacağını düşünmektedir. Yazarın şu satırları bu gün de özünde değişmeyen emperyalist mantığı ve makyavelist yaklaşımı çarpıcı biçimde yansıtmaktadır:

"Bir komşunun ağzını tekrar tekrar sulandıran şey, bomboş kaynaklar ve şu andaki sahibinin bunları yapmaktan aciz olduğunun farkına varmasıdır. Doğanın boşluktan nefret etmesiyle ilgili eski bir inanış vardır. Bu nedenle Türk mirasına olan susuzluk giderilmedikçe bu boşluk asla yok olmayacaktır. Ve bu susuzluk ancak savaş yoluyla giderilebilir. Hali hazırdaki çatışmalar zaten bu susuzluğu gidermek için ortaya çıktı. Bu nedenden, eğer savaş Türkiye’nin bölünmesini sağlamazsa er ya da geç aynı büyüklükteki bir başka savaşın gelmesi kaçınılmazdır."

Yazar Türkleri yetenek, algılama ve düşünce derinliği açısından Avrupalıların dışında, ikinci sınıf insanlar olarak değerlendirmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasını, paylaşılmasını isterken, bu zenginliklerin, bakir toprakların, doğal kaynakların Batılıların hakkı olduğunu düşünmektedir. Osmanlının dağılmasının tetikleyicisi olarak ta, imparatorluk uyruğu değişik etnisitelerin ayrışmasını ve kalkışmasını kışkırtıcı öneriler ileri sürmektedir.

Yazar Türklerin, ticari,endüstriyel veya entelektüel bir orta sınıfının olmayışının, ekonomik gelişme adına atılacak her bir adımın kaçınılmaz olarak Türk olmayanların zenginleşmesi, bunun karşılığında Türk unsurunun zayıflaması sonucunu doğuracağını söylemektedir:

"Yalnızca Türk mahkemelerinde ve devlet dairelerinde acil ve sürekli işi olanların Türkçe öğrenmeleri gerekiyordu, yoksa Türkiye’de Türkçe bilmeye gerek yoktu. Ekonomik yaşamda ise Türk unsurun yeri ve önemi yoktur. Tabi yaklaşık 6 milyon Türk köylüsü bulunan ülkede, küçük esnaf ve zanaatkarlar arasında hatırı sayılır oranda Türk bulunur. Ancak ekonomik faaliyetlerin biraz daha üst düzeylerine baktığımızda hiç Türk bulmuyoruz. Türkiye’nin zenginlik ve toplumsal nüfuzunun başlıca kaynağını oluşturan deniz ticaretinde, Türk sermayesinin veya zekasının izine bile rastlanmaz. Sermaye çoğunlukla yabancı, çalışanları ise kısmen yabancı, kısmen Rum, Ermeni, Musevi, Suriyeli ve Arap idi. Sıklıkla personel, Levanten denilen, bütün Avrupa milletlerinin karışımından bir araya gelmiş insanlardan oluşuyordu. Bir Türk katip bulmak gerçekten çok nadirdi. Osmanlı endüstrisinin henüz gelişmemiş pek az varlığının -madenler, tütün- sermayesi yabancı, çalışanlar ise bütünüyle Türk olmayanlardır."

Günümüzde Atlantik ötesinde çerçevesi çizilen, kendilerinin tanımıyla projelendirilen, görevlendirilen hoca efendilerce dillendirilen Ilımlı İslam Projesiyle (!) henüz Osmanlıdan ayrılmamış geçen yüzyıl başlarının Arap coğrafyasına ilişkin projeye bir göz atalım ve benzerliklerin değerlendirilmesini okurlarımıza bırakalım:

"Hicaz, coğrafi olarak çöllerle ve denizle yalıtılmış durumdadır ve Mısır veya Suriye ile doğrudan doğruya bağlantısı da yoktur. Dolayısıyla Hicaz’ın bağımsızlığı siyasi olarak- – emperyalist sisteme, yani Batıya ( H.Özbek ) – zarar vermeyecektir. Bu aynı zamanda Avrupalıların İslam’ın kutsal yerlerine müdahale etmesi yönünde herhangi bir düşünceden irkilip geri çekilen Müslüman dünyasına da çok uygun bir bağış olacaktır. Şu ana kadar birçok yetkilinin yayınlanmış ifadelerinden anladığımız kadarıyla bütün müttefik kuvvetleri Hicaz’ın bağımsızlığı konusunda anlaşmış durumdadır."

Birinci paylaşım savaşının kan ve barut kokularından, Avrupa parlamentolarına, oradan savaş bakanlıklarının, dışişleri bakanlıklarının duvarlarına sinmiş yüzyılı aşkın diplomasi fısıltılarından, günümüzün Büyük Ortadoğu Projesine uzanan bir ufuk turu yaptırıyor insana ister istemez Jabotınsky’nin 1916’da kaleme alınıp 1917’de kitaplaşan yazıları…

1.Dünya Savaşının cephe muhabiri Rus Musevisi Jabotınsky, muhabirliğinin yanında muhariplikte yaptı.1917 Ağustosunda İngiltere’de kurulan İlk Yahudi Lejyonunda teğmen olarak görev yaptı. Osmanlıya karşı Filistin cephesinde çarpıştı. Lejyonun başında İngilizlerle birlikte Türk Ordusuna karşı Ürdün saldırısında bulundu. Jabotınsky bizzat bulunmasa da kurulan gönüllü Katırcı Birliği-Siyon Alayı- Çanakkale’de İngilizler safında çarpıştı. Yazar anılarında; " Savaşmak için Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm için yepyeni ufuklar açmıştır. Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Deklerasyonu ile Filistin’de yurt edinmek konusunda söz aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir " demektedir.

Jabotınsky’nin Türkiye ve Türklere bakışının çarpıcı cümlelerine dönelim yeniden:

"Canlı bir vücudu parçalamak konusunda ısrar etmek üzücü bir görevdir. Özellikle ölüme mahkum olan bu insanı tanıyan yazar için üzücü bir durumdur. Eğer insanları iyi ya da kötü olmak üzere iki gruba ayırmak gerekirse, Türkler kesinlikle ilk gruba girer. Türkler genellikle dürüst, alçakgönüllü, konuksever ve cömert insanlardır. Her şeye karşın eski askeri zaferleri de ortadadır. Türkler yetenekli devlet adamları yetiştirmişlerdir – Kuşkusuz artık o dönemler mevcut değil – Onları bir kez tanıdıktan sonra sevmemek olası değildir. Eğer siyaset sempati üzerine oluşturulabilseydi, hiç kimse bu sevimli insanlar tarafından kurulmuş ve sürekliliği sağlanmış olan bir imparatorluğu yıkmak düşüncesine katlanamazdı. Ne yazık ki siyaset başka etkenleri temel almıştır."

Siyasetin başka etkenleri temel alma özelliği günümüzde, geçen yüzyılların emperyal birikimleriyle zenginleşerek devam ediyor. Jabotınsky’inin yazdıklarıyla, ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinde – Armed Forces Journal- emekli Albay Ralph Peters’in Ortadoğu’da istikrarın (!) sağlanabilmesi için sınırların yeniden çizilmesi gerektiğine ilişkin Temmuz 2006′ da kaleme aldığı makale arasındaki ilginç benzerlikler, aradan geçen bir yüzyılın sömürgenlerin yaklaşımında herhangi bir değişikliğin olmadığını gösteriyor.

Türklerin Kurtuluş Savaşıyla parçaladıkları Sevr’in öngördüğü haritanın emperyalizmin gündeminden hiç düşmediğini Ralph Peters’in makalesi fazlasıyla açıklıyor :" Ortadoğu’daki istikrarsızlığın temelini oluşturan gelişigüzel çizilen sınırların, bölgedeki azınlıkların durumu göz önüne alınarak yeniden çizilmedikleri takdirde istikrarsızlıkların sonunun gelmeyeceği…"

ABD Silahlı Kuvvetlerinin, kısacası ABD’nin görüşünü yansıtan yazıda Türkiye, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan, nüfusları 27-36 milyon arasında olduğu tahmin edilen Kürtlerin bağımsız bir devlet sahibi olması gerektiği vurgulandıktan sonra; "Bu, Bulgaristan’ dan Japonya’ ya kadar uzanan bölgede en Batı yanlısı ülke olacaktır" denilmektedir.

Geçen yüzyılın emperyalistlerinin heveslerini kursağında bırakan, ulusumuzca yırtılan haritaların yüzyıl sonra yine ortalara saçılması, izleyeceğimiz yol haritasının, Kurtuluş Savaşı ve Lozan’da çizilen olduğunu da göstermiyor mu?

Hüseyin Özbek

Avukat, İstanbul Barosu Genel Sekreteri,

YEMEN DOSYASI : Yemen’de Hangi Aktörler Savaşıyor ?

2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte Ortadoğu’da yeni bir kavram ile sıkça karşılaşır olduk: mezhep çatışması. Tarihi bir gerçeklik olan bu kavram aslında Müslüman mezhepler arasındaki çatışmaları değil, bilakis Hristiyan mezhepleri arasında yaşanan çatışmaları temsil ediyordu. Ayrıca dünyanın değişik coğrafyalarında farklı dinler ve mezhepler arasındaki çatışmalar ifade edilirken bile Müslüman mezhepleri en son sırada akla geliyordu. Elbette inkârı mümkün olmayan ve zaman zaman yükselen Şii-Sünni çekişmesi de bu kavramın içinde idi. Ancak şimdi bu kavram adeta bütün dünyada sadece Müslüman guruplar arasındaki çekişmelere ve özellikle Ortadoğu’daki “Şii-Sünni” çekişmelerine özel ad olmuştur. İlginçtir, ne Şiiler ne de Sünniler bu kavrama sahip çıkmamakta ve taraf olduklarını beyan etmemektedirler.

Oysa bu çekişmenin bir tarafını, tabii olarak dünyadaki tek Şii devlet (resmi adı İslam) olan İran temsil etmektedir. Karşısında ise bütün her birinin resmi ismi farklı olan Sünni İslam dünyası durmaktadır. Ancak Sünni kimliklere mensup devletlerdeki Sünnilik algılarından ve esasında rejim farklılıklarından dolayı da hiç kimse doğrudan Sünniliği temsil ettiğini ilan etmemektedir. İran ise gerek gücü ve gerekse dünyadaki Sünni nüfusa nispetle Şiiliğin oranını dikkate aldığında hiçbir zaman doğrudan ortaya çıkamamaktadır. Bu durum tabii olarak bir tiyatronun sahnelenmesine imkan tanımaktadır. Ortadoğu’da bölgesel güç olma niyetinde olan her bir devlet, doğrudan veya dolaylı olarak bu oyunun bir aktörüdür. Ancak bu oyunda aktörler çoğunlukla dublör kullanmayı yeğlemektedirler. Bu yüzden Ortadoğu’ya yönelik olan uluslararası politikaları anlamak nispeten mümkün iken bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri, çelişkileri ve med-cezirleri anlamak oldukça zorlaşmaktadır. Hele Türkiye gibi bölge hakkında uzun yıllardan beri hafızasındaki bütün bilgileri silmeye çalışan bir ülkede bu meseleyi anlamak adeta imkansız hale gelmektedir.

Sözü Yemen’e getirmek istiyorum. Türkiye’nin hafızasında Arap dünyası ile ilgili en fazla yer tutan ülkelerden biri olmasına rağmen Yemen ile ilgili son zamanlarda yazılanlara ve söylenenlere bakıldığında esasında hafızamızda pek bir şeylerin kalmadığını ve bütün birikimimizin Yemen Türküsü’nden ibaret olduğunu gördük. Oysa bu türkü bile Yemen değil, Harput türküsüdür. Yemen tarihi anlatacak değilim, maksadım Yemen’de son zamanlarda yaşanan ve gerçekte adaletsiz bir savaşa neden olan sürecin aktörlerini analiz etmeye çalışmaktır.

Yemen Bir Mezhep Devleti midir?

Daha önceki yazımızda da değindiğimiz gibi, mezhep Yemen tarihinde önemli bir rol oynamaktadır ancak en azından 1962’den itibaren Modern Yemen’i bir mezhep ile ilişkilendirmek doğru değildir. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi bırakmak zorunda kaldığı 1918 yılından 1962 yılına kadar, Kuzey’den gelen Zeydilerin idaresindeki “Yemen İmamlığı” Zeydi Mezhebine dayalı bir devlet iken, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Yemen, Zeydilikten ziyade Sünniliğe daha yakın duran bir devlet olmuştur. Kurumsallaşamayan ve gerçekte modern bir devlete dönüşemeyen Yemen’de tabii olarak geleneksel Zeydi ve Sünni anlayışlar da bölgesel ve kabilevi ölçeklerde temsil edilmeye devam etmiştir. Cumhuriyetçiler ise yeni bir sistem kurmada başarılı olamadıkları için, zaman zaman bu gelenekçi yapılara dayanmışlar ve bunların devamına imkan vermişlerdir. Söz gelimi bürokrasi ve ticari hayat Sünniler tarafından doldurulurken, Zeydilerin ağırlığı orduda ve zirai alanlarda daima hissedilmiştir.

19. yüzyılın ortalarından 1970lere kadar İngiliz işgalinde olan Güney Yemen’de ise zaman içinde sömürgeciliğe karşı bir tepki olarak modern ideolojiler gelişmiş hatta ilk Marksist Müslüman devlet de burada kurulmuştur. Bütün bunlar da göstermektedir ki Yemen gerçekte bir mezhep devleti değildir. Peki potansiyel olarak böyle bir devlete dönüşmesi mümkün müdür?

Zeydilik-İmamiye İlişkisi

Zeydilik, Şiiliğin üç kolundan birisi olarak zikredilir. Ancak itikadi açıdan Şiiliğin ilk şeklidir. Bütün Şiilerin benimsedikleri ilk dört imamdan sonra imametin (dini ve siyasi liderliğin) Hz. Ali’nin torunlarından Zeyd’e geçtiğine inanırlar. Ayrıca daha geç tarihlerde İmam Cafer elinde şekillenen İmamiye’nin inandığı babadan oğula geçen imamlığı ve on iki imam şartını reddederler. Bu vasıfları ve esasında dini ritüelleri ile Sünniliğe en yakın hatta iç içe olan bir anlayışı temsil eden Zeydilik, diğer Şii guruplardan tamamen farklılaşır. Gerek itikatları ve gerekse dini yaşayışları açısından bilinmezlik içeren ve tartışmalara sebep olabilecek bir felsefe geliştirmemişlerdir. Nitekim bu yüzden Zeydilik çok sınırlı bazı guruplara bölünmüş iken, İmamiye (bugünkü İran’ın benimsediği Şiilik) ve İsmailiye (daha ziyade Hindistan’da yaygınlaşan Şiilik) pek çok guruplara bölünmüştür. Özellikle tarihte bilinen Sünni karşıtı birçok aşırı guruplar İsmailiye veya İmamiye’nin bir uzantısı olmuştur. Buna karşılık Zeydiler ile Sünniler arasında “siyasi çekişmelerin” dışında daima bir yakınlık olmuştur. Siyasi çekişmeler ise Yemen sahillerini ve merkezini kontrol eden Sünni idareler ile (Osmanlılar gibi) Kuzey’de Zeydiliğin varlık gösterdiği ve 15’ten fazla İmamlarının mezarının yer aldığı Sa’da’yı kontrol eden Zeydiler arasında yaşanmıştır. İki taraf arasında kanlı çekişmelere kadar varacak olan bölgesel iktidar kavgası olmuş ama itikadi yani bugünkü ifade ile gerçekte bir mezhep çatışması olmamıştır. Bütün Şiilerde olduğu gibi, Zeydiler için de kutsal kabul edilen mekanların (atebat) farklı bir idarenin altında bulunmasına karşı koyan Zeydilerin bu tavrını mezhebi boyutundan ziyade sosyo-iktisadi amiller ile de ele almak gerekmektedir. Sa’da bölgesi Zeydilerin ziyaretgahıdır. Ziyaretçiler bölgeye ciddi ekonomik kaynak sağladığı gibi, bu türbe ve mezar etrafında da Zeydi teolojisinin eğitimi ve nesilden nesile aktarımı sağlanmaktadır. Mesela, Osmanlı Devleti, Necef ve Kerbela’da kurduğu düzeni Sa’da’da da kurabilseydi Yemen’de daha fazla istikrar sağlayabilirdi. Ancak Sünnilerin Zeydileri itaat altına alma gayretlerini, bu gurubu kendilerine daha yakın hissetmelerinin neden olduğu şeklinde de yorumlamak mümkündür.

Husiler ve Zeydilik

2012 yılından itibaren adlarından sık sık söz edilen Husiler hakkında bilinenlerin çoğu eksik ya da yanlıştır. Husiler Sa’da bölgesinde yaşayan Yemen kabilelerinden bir guruptur. Husiler veya Husilik bir mezhep değildir. Zeydiliğe mensup bir kabile olan Husiler 1962 yılında son Zeydi İmamı Bedr’e verdikleri destek ile kendilerinden söz ettirmeye başladılar. Daha sonra muhtelif tarihlerde merkez ile ihtilafa düşen pek çok Kuzey kabileleri ile işbirliği yaparak muhalefeti temsil ettiler. Yemen’de Cumhuriyetin kurulmasından sonra, orduya dayanan merkezi hükümet, siyasi muhalefetin gelişmesine imkan vermediği için pek çok kabile silahlı muhalefete başvurmuştur. Daha önce söylediğimiz gibi, ordu içinde önemli sayıda Zeydi subayın olması Zeydi kabilelerin silahlı muhalefetini daha kolay sürdürmesine imkan tanımış, hatta sistem içinde yer alan farklı guruplar bu silahlı kabile guruplarından güç ve destek alarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan devrik Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih zaman zaman Husileri kullanmış bazen de muhalefetleri ile karşılaşmış ve hatta onları silahlı güçler ile bastırmak istemiştir.

1986 yılından itibaren sistemin içinde yer almak için Sa’da’da eğitim ve siyasi faaliyetlerde bulunan Husiler, 2011’de başlayan Arap Baharı rüzgarı Yemen’e ulaştığında da meydanlara çıkarak Ali Abdullah Salih ve hükümetine karşı durmuşlardır. Aslında mümkün olan her fırsatı deneyen Husilerin temel amacı merkezde temsil edilmek olmuştur. Tabii olarak onların bu aktif siyasi hareketlenmeleri, Sünni gurupların tepkisini çekmiş ve merkezi hükümete uyguladıkları baskılar ise Husilerin susturulmasını istemişlerdir. Ancak Arap Baharı bu imkanı sıfırlayarak, herkesi muhalefette aynı saflara taşımıştır. Körfez ülkeleri girişimi ile kurulan Diyalog Kongresi’nde Sünniliği temsil eden guruplar kendi aralarında ihtilafa düşerken, Zeydiler Husilerin şahsında birlikteliklerini korumuştur. Bu durum Yemen’de yeniden Zeydilerin öne çıkması ihtimalini veya korkusunu doğurunca diğer taraflar bölgesel federasyonların kurulması yönünde hareket ederek, Diyalog Kongresi’nin kapanış belgesini bu şekilde yayımlamış ve Yemen’de bugün meydana gelen olayları tetiklemişlerdir. Sa’da’dan San’a’ya gelen Husiler, mevcut hükümete ortak olmuş ama tatmin olmadıkları için Sünni bölgelerine de yönelmiş hatta bir ölçüde federasyon taleplerinin karşısında Yemen’in bütünlüğünü savunmuşlardır. Başlangıçta onların güç kazanması Yemen El Kaidesi’ne karşı bir gelişme olarak değerlendirildiği için ABD tarafından da hoş karşılanırken, daha ileri giderek Babulmendeb’e yaklaşmaları büyük bir hata olarak kabul edilmiş ve cezalandırılmalarına karar verilmiştir.

Husiler ve İran

Körfez ülkeleri ile Mısır ve bazı başka ülkelerin desteklediği Yemen’deki savaşın meşruiyeti, Husiler ile İran arasında var olan ilişkiye dayandırılmıştır. Bu yüzden İran’ı karşısında komşu olarak görmek istemeyen Suudi Arabistan başı çekerek savaşı başlatmıştır. Aslında süren nükleer görüşmelerde elini güçlü tutmak isteyen ABD de bu savaşa destek vermiş, adeta 90larda Saddam’a Kuveyt’i işgal ettirdikleri gibi Suudi Arabistan’a da yeşil ışık yakmıştır. Peki gerçekten Husiler İran’ın bölgedeki uzantısı veya vekili midir?

İran’ın özellikle Humeyni devriminden sonra dünyada Şiilik ile ilişkilendirilebilen her gurup ve cemaat ile münasebet kurduğu ve kendi devrimini içerde sağlam tutabilmek için sürekli devrim ihracına çalıştığı bilinmektedir. Bu çerçevede Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt’teki Şiiler ile ilgilendiği gibi Yemen’deki Zeydiler ile de ilgilenmiş ve onları etkilemeye çalışmıştır. Körfez ülkelerindeki Şiiler İmamiye’ye mensup oldukları ve çoğunlukla Sistani veya Hameney’i taklit ettikleri için kolayca İran’ın tesiri altına girdiler. Ancak Zeydiler İmamiye’yi reddettikleri için bu tesirden uzakta kaldılar, hiç bir zaman İranlı müçtehitleri benimsemediler. Körfez Şiileri, her yıl vermek zorunda oldukları humusu (kazançtan arta kalanın beşte birini) İran’a ulaştırarak bu ilişkiyi sürekli kıldılar. Ancak Zeydiler humusu gerekli görmedikleri için böyle bir bağa da ihtiyaç duymadılar. Buna rağmen İran’ın Yemen Zeydileri için de örnek bir yapılanma teşkil ettiğinde şüphe yoktur. İran bu yakınlık duygusundan istifade ederek, Husiler üzerinden Zeydileri etkilemeye çalışmıştır. Nitekim, Zeydilik içinde geleneksel bir imamlık ve seyyidlik geleneği olmayan Husiler’i daha modern bir yöntemle teşkilatlanmaya teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Onlara maddi destek -muhtemelen silahlanma imkanı- ve strateji belirlemede katkı vermişlerdir. Ancak İran’in Husileri doğrudan yönlendirmeye veya onları idare etmeye imkanı bulunmamaktadır. Husiler’in Sa’da’daki yapılanmalarında İran’dan taktik aldıkları muhakkaktır fakat Zeydilik ile İmamiye’nin birbirine bakışı bu ilişkinin bir vekalete dönüşmesine imkan vermemektedir. Her ne kadar Husiler’in İmamiye’ye yakınlaştıkları iddiaları varsa da bu kendilerini inkar anlamına geleceğinden imkansızdır. Diğer taraftan İran, Irak’ta ve Suriye’de aldığı sonuçlardan hareketle özellikle Körfez Şiilerini elde tutabilmek için Yemen’de de var olduğunu gösterecek adımlar atmaktan geri durmamıştır. Bu da yıllardır Körfez’de pompalanan İran korkusunu doruğa taşımıştır.

Yemen-Suudi İlişkileri ve Husiler

Suudi Arabistan’ın Yemen ile tarihi ilişkileri bulunmaktadır. İlk ilişkiler daha Vehhabiliğin bölgede yayılmak istendiği 19. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. O zamanlar Yemen sınırlarında Vehhabiliği yaymak ve buradaki kabilelerden zekat toplamak için bugünkü Suudilerin ataları bir hayli uğraşmışlardır. Kısmen bazı bölgelerde başarılı oldular ise de, Yemen ile Necid (bugünkü Riyad etrafı) arasında bulunan Mekke Emirliği merkezden (İstanbul’dan) aldığı güç ile iki taraf arasında bir engel teşkil etmiştir. Buna rağmen Asir bölgesinin dağlık kesimlerinde bazı kabileler Vehhabiliği benimsemiştir. Hicaz’da kurulan Haşimi Hicaz Krallığı’nın 1925 yılında Necid Sultanı İbn Suud’a (Vehhabilere) yenilip ortadan kalması ile kurulan Necid ve Hicaz Sultanlığı (Suudi Arabistan kurulmadan önce kullandıkları isim) yeniden Yemen ile sınır boylarında sorunlar yaşamaya başlamıştır. Suudi Arabistan 1932 yılında kurulduktan sonra sorunlar resmi sınır sorunlarına dönüşerek silahlı çatışmalara vesile olmuştur. İngiltere’nin desteklediği Suudi Arabistan 1934 yılında Yemen ile Taif anlaşmasını yaparak, tarih boyunca Yemen’in bir parçası olan Asir, Nejran ve Cezan bölgelerini kendi sınırlarına katmıştır.

Esasında iki taraf arasındaki çekişmeler bu geçmiş çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Uzun yıllar iki taraf birbirini tanımazken, 1970li yıllarda Güney Yemen’de baş gösteren Sovyet etkisi birden Kuzey Yemen’i Suudi Arabistan nezdinde kıymetli yapmış ve güçlü mali destekler sağlamaya başlamıştır. Ancak Asir bölgesindeki sınır sorunları bir türlü unutulmamıştır. Yemen liderleri her sıkıştığında bunu bir şantaj olarak kullanarak Suudi Arabistan’ı kenara sıkıştırmak istemişlerdir. Bu yüzden Suudi Arabistan hiç bir zaman güçlü bir Yemen Devleti’nin olmasını istememiş, hatta Husiler dahil pek çok muhalefet gurubuna el altından destek vermiştir. BM Saddam’a karşı ambargo uygulama oylamasında Yemen’in karşı çıkması Suudi Arabistan’a yeni bir imkan vermiştir. Bir taraftan Yemen’i uluslararası arenada suçlu ilan etmiş diğer taraftan binlerce Yemenli işçiyi sınır dışı ederek Yemen’de kriz yaratmak istemiştir. 1994 yılında Kuzey-Güney savaşı çıktığında Güney’i açıkça destekleyen Suudi Arabistan nihayet 2000 yılında da Ali Abdullah Salih’i Taif anlaşmasındaki sınırları tanımaya icbar etmiştir.

Başka bir ifade ile Suudi Arabistan uzun yıllardan beri Yemen ile örtülü bir savaş sürdürmüştür. Buna rağmen Suudi Arabistan ticaretinin büyük bir bölümü Yemenlilerin eline geçmiş, iş hayatında Yemenliler vazgeçilmez olmuştur. Bu girift ilişki iki ülkenin aralarındaki ilişkileri dış politikadan çok iç politikanın bir parçası haline getirmiştir. Arap Baharı ile Ali Abdullah Salih’ten sadece Yemenliler değil, Suudi Arabistan da kurtulmak istemiştir. Ancak, yerine muhalefeti temsil eden Zeydi, Liberal ve İhvan çizgisindeki Islah hareketinden birilerinin gelme ihtimaline karşı eski Cumhuriyetçilerden Abdu Rabbhu Mansur el Hadi’nin gelmesini sağlamıştır.

Yemen 2012 yılından beri fiilen Suudi Arabistan tarafından idare edilmekteydi. Ancak el Hadi’nin işleri yürütememesi ve Husilerin baskıları ile istifa etmesi bütün planları alt üst etmiştir. İstifasını geri aldıran Suudi Arabistan onu Güneyde tutabilmek için de hızlı bir koalisyon oluşturarak, İran’ı durdurma bahanesi ile Yemen Savaşı’nı başlatmıştır.

The post Yemen’de Hangi Aktörler Savaşıyor? appeared first on ORDAF.

YEMEN DOSYASI : Yemen’de Hangi Aktörler Savaşıyor ?

2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte Ortadoğu’da yeni bir kavram ile sıkça karşılaşır olduk: mezhep çatışması. Tarihi bir gerçeklik olan bu kavram aslında Müslüman mezhepler arasındaki çatışmaları değil, bilakis Hristiyan mezhepleri arasında yaşanan çatışmaları temsil ediyordu. Ayrıca dünyanın değişik coğrafyalarında farklı dinler ve mezhepler arasındaki çatışmalar ifade edilirken bile Müslüman mezhepleri en son sırada akla geliyordu. Elbette inkârı mümkün olmayan ve zaman zaman yükselen Şii-Sünni çekişmesi de bu kavramın içinde idi. Ancak şimdi bu kavram adeta bütün dünyada sadece Müslüman guruplar arasındaki çekişmelere ve özellikle Ortadoğu’daki “Şii-Sünni” çekişmelerine özel ad olmuştur. İlginçtir, ne Şiiler ne de Sünniler bu kavrama sahip çıkmamakta ve taraf olduklarını beyan etmemektedirler.

Oysa bu çekişmenin bir tarafını, tabii olarak dünyadaki tek Şii devlet (resmi adı İslam) olan İran temsil etmektedir. Karşısında ise bütün her birinin resmi ismi farklı olan Sünni İslam dünyası durmaktadır. Ancak Sünni kimliklere mensup devletlerdeki Sünnilik algılarından ve esasında rejim farklılıklarından dolayı da hiç kimse doğrudan Sünniliği temsil ettiğini ilan etmemektedir. İran ise gerek gücü ve gerekse dünyadaki Sünni nüfusa nispetle Şiiliğin oranını dikkate aldığında hiçbir zaman doğrudan ortaya çıkamamaktadır. Bu durum tabii olarak bir tiyatronun sahnelenmesine imkan tanımaktadır. Ortadoğu’da bölgesel güç olma niyetinde olan her bir devlet, doğrudan veya dolaylı olarak bu oyunun bir aktörüdür. Ancak bu oyunda aktörler çoğunlukla dublör kullanmayı yeğlemektedirler. Bu yüzden Ortadoğu’ya yönelik olan uluslararası politikaları anlamak nispeten mümkün iken bölge ülkeleri arasındaki ilişkileri, çelişkileri ve med-cezirleri anlamak oldukça zorlaşmaktadır. Hele Türkiye gibi bölge hakkında uzun yıllardan beri hafızasındaki bütün bilgileri silmeye çalışan bir ülkede bu meseleyi anlamak adeta imkansız hale gelmektedir.

Sözü Yemen’e getirmek istiyorum. Türkiye’nin hafızasında Arap dünyası ile ilgili en fazla yer tutan ülkelerden biri olmasına rağmen Yemen ile ilgili son zamanlarda yazılanlara ve söylenenlere bakıldığında esasında hafızamızda pek bir şeylerin kalmadığını ve bütün birikimimizin Yemen Türküsü’nden ibaret olduğunu gördük. Oysa bu türkü bile Yemen değil, Harput türküsüdür. Yemen tarihi anlatacak değilim, maksadım Yemen’de son zamanlarda yaşanan ve gerçekte adaletsiz bir savaşa neden olan sürecin aktörlerini analiz etmeye çalışmaktır.

Yemen Bir Mezhep Devleti midir?

Daha önceki yazımızda da değindiğimiz gibi, mezhep Yemen tarihinde önemli bir rol oynamaktadır ancak en azından 1962’den itibaren Modern Yemen’i bir mezhep ile ilişkilendirmek doğru değildir. Osmanlı Devleti’nin bölgeyi bırakmak zorunda kaldığı 1918 yılından 1962 yılına kadar, Kuzey’den gelen Zeydilerin idaresindeki “Yemen İmamlığı” Zeydi Mezhebine dayalı bir devlet iken, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Yemen, Zeydilikten ziyade Sünniliğe daha yakın duran bir devlet olmuştur. Kurumsallaşamayan ve gerçekte modern bir devlete dönüşemeyen Yemen’de tabii olarak geleneksel Zeydi ve Sünni anlayışlar da bölgesel ve kabilevi ölçeklerde temsil edilmeye devam etmiştir. Cumhuriyetçiler ise yeni bir sistem kurmada başarılı olamadıkları için, zaman zaman bu gelenekçi yapılara dayanmışlar ve bunların devamına imkan vermişlerdir. Söz gelimi bürokrasi ve ticari hayat Sünniler tarafından doldurulurken, Zeydilerin ağırlığı orduda ve zirai alanlarda daima hissedilmiştir.

19. yüzyılın ortalarından 1970lere kadar İngiliz işgalinde olan Güney Yemen’de ise zaman içinde sömürgeciliğe karşı bir tepki olarak modern ideolojiler gelişmiş hatta ilk Marksist Müslüman devlet de burada kurulmuştur. Bütün bunlar da göstermektedir ki Yemen gerçekte bir mezhep devleti değildir. Peki potansiyel olarak böyle bir devlete dönüşmesi mümkün müdür?

Zeydilik-İmamiye İlişkisi

Zeydilik, Şiiliğin üç kolundan birisi olarak zikredilir. Ancak itikadi açıdan Şiiliğin ilk şeklidir. Bütün Şiilerin benimsedikleri ilk dört imamdan sonra imametin (dini ve siyasi liderliğin) Hz. Ali’nin torunlarından Zeyd’e geçtiğine inanırlar. Ayrıca daha geç tarihlerde İmam Cafer elinde şekillenen İmamiye’nin inandığı babadan oğula geçen imamlığı ve on iki imam şartını reddederler. Bu vasıfları ve esasında dini ritüelleri ile Sünniliğe en yakın hatta iç içe olan bir anlayışı temsil eden Zeydilik, diğer Şii guruplardan tamamen farklılaşır. Gerek itikatları ve gerekse dini yaşayışları açısından bilinmezlik içeren ve tartışmalara sebep olabilecek bir felsefe geliştirmemişlerdir. Nitekim bu yüzden Zeydilik çok sınırlı bazı guruplara bölünmüş iken, İmamiye (bugünkü İran’ın benimsediği Şiilik) ve İsmailiye (daha ziyade Hindistan’da yaygınlaşan Şiilik) pek çok guruplara bölünmüştür. Özellikle tarihte bilinen Sünni karşıtı birçok aşırı guruplar İsmailiye veya İmamiye’nin bir uzantısı olmuştur. Buna karşılık Zeydiler ile Sünniler arasında “siyasi çekişmelerin” dışında daima bir yakınlık olmuştur. Siyasi çekişmeler ise Yemen sahillerini ve merkezini kontrol eden Sünni idareler ile (Osmanlılar gibi) Kuzey’de Zeydiliğin varlık gösterdiği ve 15’ten fazla İmamlarının mezarının yer aldığı Sa’da’yı kontrol eden Zeydiler arasında yaşanmıştır. İki taraf arasında kanlı çekişmelere kadar varacak olan bölgesel iktidar kavgası olmuş ama itikadi yani bugünkü ifade ile gerçekte bir mezhep çatışması olmamıştır. Bütün Şiilerde olduğu gibi, Zeydiler için de kutsal kabul edilen mekanların (atebat) farklı bir idarenin altında bulunmasına karşı koyan Zeydilerin bu tavrını mezhebi boyutundan ziyade sosyo-iktisadi amiller ile de ele almak gerekmektedir. Sa’da bölgesi Zeydilerin ziyaretgahıdır. Ziyaretçiler bölgeye ciddi ekonomik kaynak sağladığı gibi, bu türbe ve mezar etrafında da Zeydi teolojisinin eğitimi ve nesilden nesile aktarımı sağlanmaktadır. Mesela, Osmanlı Devleti, Necef ve Kerbela’da kurduğu düzeni Sa’da’da da kurabilseydi Yemen’de daha fazla istikrar sağlayabilirdi. Ancak Sünnilerin Zeydileri itaat altına alma gayretlerini, bu gurubu kendilerine daha yakın hissetmelerinin neden olduğu şeklinde de yorumlamak mümkündür.

Husiler ve Zeydilik

2012 yılından itibaren adlarından sık sık söz edilen Husiler hakkında bilinenlerin çoğu eksik ya da yanlıştır. Husiler Sa’da bölgesinde yaşayan Yemen kabilelerinden bir guruptur. Husiler veya Husilik bir mezhep değildir. Zeydiliğe mensup bir kabile olan Husiler 1962 yılında son Zeydi İmamı Bedr’e verdikleri destek ile kendilerinden söz ettirmeye başladılar. Daha sonra muhtelif tarihlerde merkez ile ihtilafa düşen pek çok Kuzey kabileleri ile işbirliği yaparak muhalefeti temsil ettiler. Yemen’de Cumhuriyetin kurulmasından sonra, orduya dayanan merkezi hükümet, siyasi muhalefetin gelişmesine imkan vermediği için pek çok kabile silahlı muhalefete başvurmuştur. Daha önce söylediğimiz gibi, ordu içinde önemli sayıda Zeydi subayın olması Zeydi kabilelerin silahlı muhalefetini daha kolay sürdürmesine imkan tanımış, hatta sistem içinde yer alan farklı guruplar bu silahlı kabile guruplarından güç ve destek alarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan devrik Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih zaman zaman Husileri kullanmış bazen de muhalefetleri ile karşılaşmış ve hatta onları silahlı güçler ile bastırmak istemiştir.

1986 yılından itibaren sistemin içinde yer almak için Sa’da’da eğitim ve siyasi faaliyetlerde bulunan Husiler, 2011’de başlayan Arap Baharı rüzgarı Yemen’e ulaştığında da meydanlara çıkarak Ali Abdullah Salih ve hükümetine karşı durmuşlardır. Aslında mümkün olan her fırsatı deneyen Husilerin temel amacı merkezde temsil edilmek olmuştur. Tabii olarak onların bu aktif siyasi hareketlenmeleri, Sünni gurupların tepkisini çekmiş ve merkezi hükümete uyguladıkları baskılar ise Husilerin susturulmasını istemişlerdir. Ancak Arap Baharı bu imkanı sıfırlayarak, herkesi muhalefette aynı saflara taşımıştır. Körfez ülkeleri girişimi ile kurulan Diyalog Kongresi’nde Sünniliği temsil eden guruplar kendi aralarında ihtilafa düşerken, Zeydiler Husilerin şahsında birlikteliklerini korumuştur. Bu durum Yemen’de yeniden Zeydilerin öne çıkması ihtimalini veya korkusunu doğurunca diğer taraflar bölgesel federasyonların kurulması yönünde hareket ederek, Diyalog Kongresi’nin kapanış belgesini bu şekilde yayımlamış ve Yemen’de bugün meydana gelen olayları tetiklemişlerdir. Sa’da’dan San’a’ya gelen Husiler, mevcut hükümete ortak olmuş ama tatmin olmadıkları için Sünni bölgelerine de yönelmiş hatta bir ölçüde federasyon taleplerinin karşısında Yemen’in bütünlüğünü savunmuşlardır. Başlangıçta onların güç kazanması Yemen El Kaidesi’ne karşı bir gelişme olarak değerlendirildiği için ABD tarafından da hoş karşılanırken, daha ileri giderek Babulmendeb’e yaklaşmaları büyük bir hata olarak kabul edilmiş ve cezalandırılmalarına karar verilmiştir.

Husiler ve İran

Körfez ülkeleri ile Mısır ve bazı başka ülkelerin desteklediği Yemen’deki savaşın meşruiyeti, Husiler ile İran arasında var olan ilişkiye dayandırılmıştır. Bu yüzden İran’ı karşısında komşu olarak görmek istemeyen Suudi Arabistan başı çekerek savaşı başlatmıştır. Aslında süren nükleer görüşmelerde elini güçlü tutmak isteyen ABD de bu savaşa destek vermiş, adeta 90larda Saddam’a Kuveyt’i işgal ettirdikleri gibi Suudi Arabistan’a da yeşil ışık yakmıştır. Peki gerçekten Husiler İran’ın bölgedeki uzantısı veya vekili midir?

İran’ın özellikle Humeyni devriminden sonra dünyada Şiilik ile ilişkilendirilebilen her gurup ve cemaat ile münasebet kurduğu ve kendi devrimini içerde sağlam tutabilmek için sürekli devrim ihracına çalıştığı bilinmektedir. Bu çerçevede Suudi Arabistan, Bahreyn ve Kuveyt’teki Şiiler ile ilgilendiği gibi Yemen’deki Zeydiler ile de ilgilenmiş ve onları etkilemeye çalışmıştır. Körfez ülkelerindeki Şiiler İmamiye’ye mensup oldukları ve çoğunlukla Sistani veya Hameney’i taklit ettikleri için kolayca İran’ın tesiri altına girdiler. Ancak Zeydiler İmamiye’yi reddettikleri için bu tesirden uzakta kaldılar, hiç bir zaman İranlı müçtehitleri benimsemediler. Körfez Şiileri, her yıl vermek zorunda oldukları humusu (kazançtan arta kalanın beşte birini) İran’a ulaştırarak bu ilişkiyi sürekli kıldılar. Ancak Zeydiler humusu gerekli görmedikleri için böyle bir bağa da ihtiyaç duymadılar. Buna rağmen İran’ın Yemen Zeydileri için de örnek bir yapılanma teşkil ettiğinde şüphe yoktur. İran bu yakınlık duygusundan istifade ederek, Husiler üzerinden Zeydileri etkilemeye çalışmıştır. Nitekim, Zeydilik içinde geleneksel bir imamlık ve seyyidlik geleneği olmayan Husiler’i daha modern bir yöntemle teşkilatlanmaya teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Onlara maddi destek -muhtemelen silahlanma imkanı- ve strateji belirlemede katkı vermişlerdir. Ancak İran’in Husileri doğrudan yönlendirmeye veya onları idare etmeye imkanı bulunmamaktadır. Husiler’in Sa’da’daki yapılanmalarında İran’dan taktik aldıkları muhakkaktır fakat Zeydilik ile İmamiye’nin birbirine bakışı bu ilişkinin bir vekalete dönüşmesine imkan vermemektedir. Her ne kadar Husiler’in İmamiye’ye yakınlaştıkları iddiaları varsa da bu kendilerini inkar anlamına geleceğinden imkansızdır. Diğer taraftan İran, Irak’ta ve Suriye’de aldığı sonuçlardan hareketle özellikle Körfez Şiilerini elde tutabilmek için Yemen’de de var olduğunu gösterecek adımlar atmaktan geri durmamıştır. Bu da yıllardır Körfez’de pompalanan İran korkusunu doruğa taşımıştır.

Yemen-Suudi İlişkileri ve Husiler

Suudi Arabistan’ın Yemen ile tarihi ilişkileri bulunmaktadır. İlk ilişkiler daha Vehhabiliğin bölgede yayılmak istendiği 19. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. O zamanlar Yemen sınırlarında Vehhabiliği yaymak ve buradaki kabilelerden zekat toplamak için bugünkü Suudilerin ataları bir hayli uğraşmışlardır. Kısmen bazı bölgelerde başarılı oldular ise de, Yemen ile Necid (bugünkü Riyad etrafı) arasında bulunan Mekke Emirliği merkezden (İstanbul’dan) aldığı güç ile iki taraf arasında bir engel teşkil etmiştir. Buna rağmen Asir bölgesinin dağlık kesimlerinde bazı kabileler Vehhabiliği benimsemiştir. Hicaz’da kurulan Haşimi Hicaz Krallığı’nın 1925 yılında Necid Sultanı İbn Suud’a (Vehhabilere) yenilip ortadan kalması ile kurulan Necid ve Hicaz Sultanlığı (Suudi Arabistan kurulmadan önce kullandıkları isim) yeniden Yemen ile sınır boylarında sorunlar yaşamaya başlamıştır. Suudi Arabistan 1932 yılında kurulduktan sonra sorunlar resmi sınır sorunlarına dönüşerek silahlı çatışmalara vesile olmuştur. İngiltere’nin desteklediği Suudi Arabistan 1934 yılında Yemen ile Taif anlaşmasını yaparak, tarih boyunca Yemen’in bir parçası olan Asir, Nejran ve Cezan bölgelerini kendi sınırlarına katmıştır.

Esasında iki taraf arasındaki çekişmeler bu geçmiş çatışmalardan kaynaklanmaktadır. Uzun yıllar iki taraf birbirini tanımazken, 1970li yıllarda Güney Yemen’de baş gösteren Sovyet etkisi birden Kuzey Yemen’i Suudi Arabistan nezdinde kıymetli yapmış ve güçlü mali destekler sağlamaya başlamıştır. Ancak Asir bölgesindeki sınır sorunları bir türlü unutulmamıştır. Yemen liderleri her sıkıştığında bunu bir şantaj olarak kullanarak Suudi Arabistan’ı kenara sıkıştırmak istemişlerdir. Bu yüzden Suudi Arabistan hiç bir zaman güçlü bir Yemen Devleti’nin olmasını istememiş, hatta Husiler dahil pek çok muhalefet gurubuna el altından destek vermiştir. BM Saddam’a karşı ambargo uygulama oylamasında Yemen’in karşı çıkması Suudi Arabistan’a yeni bir imkan vermiştir. Bir taraftan Yemen’i uluslararası arenada suçlu ilan etmiş diğer taraftan binlerce Yemenli işçiyi sınır dışı ederek Yemen’de kriz yaratmak istemiştir. 1994 yılında Kuzey-Güney savaşı çıktığında Güney’i açıkça destekleyen Suudi Arabistan nihayet 2000 yılında da Ali Abdullah Salih’i Yemen anlaşmasındaki sınırları tanımaya icbar etmiştir.

Başka bir ifade ile Suudi Arabistan uzun yıllardan beri Yemen ile örtülü bir savaş sürdürmüştür. Buna rağmen Suudi Arabistan ticaretinin büyük bir bölümü Yemenlilerin eline geçmiş, iş hayatında Yemenliler vazgeçilmez olmuştur. Bu girift ilişki iki ülkenin aralarındaki ilişkileri dış politikadan çok iç politikanın bir parçası haline getirmiştir. Arap Baharı ile Ali Abdullah Salih’ten sadece Yemenliler değil, Suudi Arabistan da kurtulmak istemiştir. Ancak, yerine muhalefeti temsil eden Zeydi, Liberal ve İhvan çizgisindeki Islah hareketinden birilerinin gelme ihtimaline karşı eski Cumhuriyetçilerden Abdu Rabbhu Mansur el Hadi’nin gelmesini sağlamıştır.

Yemen 2012 yılından beri fiilen Suudi Arabistan tarafından idare edilmekteydi. Ancak el Hadi’nin işleri yürütememesi ve Husilerin baskıları ile istifa etmesi bütün planları alt üst olmuştur. İstifasını geri aldıran Suudi Arabistan onu Güneyde tutabilmek için de hızlı bir koalisyon oluşturarak, İran’ı durdurma bahanesi ile Yemen Savaşı’nı başlatmıştır.

The post Yemen’de Hangi Aktörler Savaşıyor? appeared first on ORDAF.

DİN VE DİYANET DOSYASI /// VİDEO : Dünyadaki Savaşların Yüzde Kaçı Dini Nedenlerdendir ? ???

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=_L2cvJ3jz5s&feature=em-subs_digest

YEMEN DOSYASI : Kuruluş Aşamasından Çıkamayan Yemen’de Savaş

Arap toplumlarının en eski tarihini temsil eden Yemen coğrafyası bugünlerde tekrar gündemde. Arap Baharı sürecinde bir türlü istikrara kavuşamayan Yemen, şimdi de askeri bir müdahale ile yeni uluslararası rekabetlerin sahası oldu. Etkileri uzun yıllar sürecek olan bu son gelişmelerin yaşandığı Yemen’i ne kadar tanıyoruz?

Bir zamanlar “Mutlu Yemen” diye nitelendirilen bu ülke bir kabile toplumudur. Hatta Arap yarımadası ve Körfez’de yaşayan pek çok Arap kabilelerinin kökeni de Yemen’e dayanmaktadır. Günümüze kadar bu yapısını muhafaza eden Yemen’in özellikle kuzey tarafları (Yukarı Yemen) kabilevi kimlik ve organizasyonların etkin olduğu yerlerdir. Güneyde bu yapı daha zayıf olmakla birlikte, yine de feodal bağlar güçlüdür. Modernleşme sürecinde bir türlü devletleşemeyen Yemen’de kabileler, merkezi otorite karşısında kendi nüfuz ve konumlarını korumuşlardır. Dengeli bir siyaset üretemeyen Yemen hükümetleri ve siyasetçileri ise kabilelerin bu yüzden birbirleri ile çatışmalarını önleyememişlerdir. Başka bir ifade ile bu tür toplumlarda aynı zamanda siyasi bir birlik sayılan kabileler, Yemen’de devletleşme sürecinde imtiyazlarından fedakarlık etmemişlerdir.

Yemen toplumu dini bakımından Sünnî (Şafi’î, sınırlı sayıda Maliki ve Hanbeli) ve Şiî/Zeydî mezhebine mensup Müslüman guruplardan oluşmaktadır. Ancak başta İsmailliye olmak üzere muhtelif Şiî kollarına mensup başka guruplar da eksik değildir. Çok az sayıda Avrupalı Hıristiyanların dışında yerli Yahudiler de mevcuttur. (İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar burada yaşayan pek çok Yahudi, meşhur “Sihirli Halı Operasyonu” ile İsrail’e göç ettirildi). Tahmini nüfusu 25-26 milyona ulaşan ülkede doğum oranı hayli yüksektir. Gelecekte Ortadoğu’da nüfus bakımından en büyük ülkelerden birisi olacağı tahmin edilen ülkede nüfusunun yüzde elliye yakını yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Yemen, az da olsa petrol ve diğer bazı madenlere sahip olmasına ve geniş ziraat imkanlarına rağmen, dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir. Özellikle kabile ve mezhep çatışmaları da bu fakirliği gün geçtikçe katlamaktadır. Halen ülkede bakıma muhtaç milyonlarca yetim çocuk bulunmaktadır.

Diğer taraftan Yemen gerek geleneksel mimarisi, Osmanlı döneminde yapılan eserleri ve esasında sosyal hayatı itibarı ile “müze ülke” diye nitelendirilecek özelliklere sahiptir ki, son askeri harekatın bu yapıya büyük zarar vermesi olasıdır.

Zeydiler Kimdir?

Zeydîlik Şiî mezhebinin üç kolundan birisidir. Şiiler, Hz. Ali’den sonra gelen imamların sayısında ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan on iki imamı benimseyenlere İmamiye (İsna aşeriye), yedi imamı benimseyenlere ise İsmailliye denilmektedir. Zeydiler ise dördüncü imamdan sonra (Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali) imametin Zeyd’e geçtiğini iddia ederek, diğer Şii guruplardan farklılaşmışlardır. Onlara göre Şiilikte ayırıcı bir unsur olan İmamlık, yani devlet başkanlığı Ali-Fatıma soyundan devam etmelidir.

Esasında Zeydîlik de birçok inanç gibi ilk defa Hz. Ali’nin bir müddet yaşadığı Kufe’de ortaya çıkmıştır. Ancak çıkışından uzun yıllar sonra Yemen’de yayılmıştır. 911 yılında İmam Hadî Yahya b. Hüseyin, Yemen taraflarına giderek, kabileler arasında Zeydîliği yaymıştır. Dağlık ve siyasi otoriteden uzakta “Yukarı Yemen” olarak bilinen bölgedeki kabileler arasında ilgi gören bu yeni inanç biçimi aynı zamanda onlara siyasi bir birliktelik de sağladığı için hızla taraftar bulmuştur. Yemen’de hükmeden hemen her idare bu mezhep mensuplarının direnci ile karşılaşmıştır. Yayılmacı ve çatışmacı kimliklerinden dolayı da daima bütün Yemen’i idare etmeye niyetlenmişlerdir. Oysa idareciler ve orta ve güneyde yaşayan halkın büyük çoğunluğu Sünnî idi ve onları engellemekteydi. Bu durum da iki taraf arasında çekişmelerin sürekliliğine neden olmuştur. Bu yüzden Yemen’de idare sık sık el değiştirmiştir.

Osmanlı asırlarında, Osmanlı idarecilerinin sürekli Zeydiler ile mücadele etmeleri bunun en bariz örneğidir. Kuşkusuz bu çekişmenin ardında yatan bir çok neden olmakla birlikte ana motivasyon, İmamet hakkının (yani Halifeliğin) Hz. Ali’nin soyundan birisinde bulunmasına olan inançta yatmaktadır. Buna rağmen Osmanlı Devleti uzun yıllar Zeydileri kontrol etmeyi başararak en azından şehirlere uzanan idarelerine son vermiştir. Onlar da sistemden uzak kalmak için erişilmez dağlık alanları mekan tutmuşlardı. Fırsat bulduklarında Osmanlı idare merkezlerine karşı savaş açmaktaydılar. 1635 yılında Kuzey Yemen’deki Zeydîlerin kısmen diğer Yemenliler ile de yaptıkları ittifaklarla Osmanlı kuvvetlerine karşı galibiyetler elde etmesi Zeydi İmamlığını yeniden güçlendirdi. Bu süreçte bölgede idareyi doğrudan yürütmenin mümkün olmadığını gören Osmanlı Devleti de geri çekilerek, vassal bir yönetim tarzını benimsedi.

Zeydiler egemenliklerini bütün Yemen’e (San’a, Aden, Lahic, Hadramut, Yafi’…) yaydılar ama merkezi idareden ziyade adem-i merkezi bir idare tesis edebildiler. Bu durum, zamanla farklı idari bölgelerin bağımsızlıklarını ilan etmesi veya dış müdahalelere açık hale gelmesine neden olmuştur ki, esasında bugün bile Yemen’de her bir bölgenin farklı talepler ile ortaya çıkmasında bu tarihi altyapının payı büyüktür. Nitekim, Ali Abdullah Salih’in devrilmesinden sonra oluşturulan geçici temsilciler meclisi görevini tamamlarken 2012 yılında yayımladığı beyannamede bile Yemen’in adem-i merkezi idaresine kapı aralamıştı.

Yemen İmamlığı (1918-1962)

Mondros mütarekesi ile Osmanlılar Yemen’i tahliye etti. Yemen’in, güneyini (Aden ve civarını) İngilizler; Osmanlıların boşalttığı Sana ve etrafı ile kuzey kesimlerini de Zeydiler idare etmeye başladı. 1912 yılından beri Osmanlılar ile önemli bir müttefik olan ve savaş boyunca da ittifakına sıkı sıkıya sadık kalan İmam Yahya (dönemin Zeydi lideri), mütarekeden sonra Yemen’de kalan Osmanlı memurlarını bırakmayarak idarenin onların elinde gelişmesini sağladı. Her ne kadar uyguladığı yasalar Zeydi mezhebinin prensipleri olsa da idari mekanizma daha ziyade orada kalan bir avuç Türklerin tesis estiği tarzda yürüdü. Aslında Yemen, Lozan anlaşmasının imzalandığı 1923 yılına kadar hâlâ bir Osmanlı toprağı olarak kalmaya devam etti. Bu yüzden 1920 seçimlerinde Yemen’den de TBMM için milletvekilleri seçildi ama hiçbir zaman Ankara’ya gelme imkanları olmadı. İmam Yahya ise son Osmanlı valisi olan Mahmud Nedim Bey’i danışman seçerek devletin sürekliliğini sağlayabildi. Mahmud Nedim 1926 yılına kadar Yemen’de kalarak Modern Yemen İmamlığının devlet teşkilatını kurdu.

Suudi-Yemen Çekişmesi ve Türkiye’nin Arabuluculuğu

İlginçtir ki, Mahmud Nedim’in Yemen’i terk ettiği 1926’dan itibaren İmam Yahya ile o sırada Necid ve Hicaz Saltanatı diye anılan Suudi Arabistan arasında bir dizi sınır ihtilafları ve savaşlar başladı. İhtilafın temel konusu bugün Suudi Arabistan’ın sınırları içinde olan Asir bölgesi üzerinde hakimiyet tesisi idi. Bu süreçte Türkiye’den Abdülgani Seni Yemen’e özel elçi sıfatı ile gönderilerek iki tarafın arasında arabuluculuk yapıldı. Bu misyonun raporları Dışişleri arşivlerinde olsa gerektir. Ancak raporun bir bölümü o tarihlerde Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. İmam Yahya da Ankara ile ilişkileri iyi tutuyordu. Hatta bir ara Ankara’dan silah talebinde bile bulundu. Ama Suudi Arabistan’ı rahatsız edeceği gerekçesi ile bu talebe cevap verilmediği gibi, haberin yayılmasından duyulan rahatsızlığı da bertaraf etmek üzere Suudi Arabistan kralına hediye olarak Türk yapımı bir kaç tüfek gönderildi. Böylece iki tarafın çekişmesinde Türkiye’nin tarafsız duruşu tescillenmek istendi. Esasında o sıralarda Abdülaziz b. Suud (Necid ve Hicaz Sultanı), Mısır başta olmak üzere diğer Arapların kendisini desteklememelerine de hayli içerleniyor ve şikayet ediyordu. Henüz resmen tanınmış bir devlet olmadığı için de uluslararası bir desteği talep edemiyordu. Meselede ilk harekete geçen Türkiye olmuştu. Zira Türkiye 1926’dan itibaren Cidde’de maslahatgüzarlık oluşturarak esasında doğmakta olan Suudi Arabistan’ı erken bir zamanda tanımıştı.

İmam Yahya’nın Akıbeti

İmam Yahya her ne kadar Yemen’e hükmetmeye başlamış ise de Yemen’de Osmanlıların bıraktıklarına bir şey ilave edemediği gibi, Sünnî-Zeydî çekişmelerini de tırmandırdı ve var olanları da tüketti. Bazı Osmanlı eserlerinin tahrip etti. Ancak var olan en iyi binalar, okul ve kışlalara ihtiyaç duyduğu için de pek çok Osmanlı eseri ayakta kaldı. İmam sıfatı ile idaresinin şahsi kararlarına bağlı olması halkın memnuniyetsizlikleri arttırdı. Pek çok Yemenli özellikle Sünni olanlar Aden, Suudi Arabistan hatta Endonezya’ya göç etti. Seksen yaşındaki İmam Yahya 1948 yılında kendisine yapılan bir suikastla öldürüldü ve oğlu Ahmed kısa sürede kontrolü sağlayarak babasının baskıcı rejimini daha da arttırarak uygulamaya başladı.

Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde Yemen

Birleşik Arap Cumhuriyeti liderleri

Birleşik Arap Cumhuriyeti Liderleri (Nasır, İmam Bedr, Şükrü Kuvvetli)

Arap dünyası o sıralar milliyetçi söylemler ile çalkalanıyor ve bu sözler Yemen’de de yankı buluyordu. İsrail karşıtlığı, İngilizlerin bölge politikalarında uyandırdığı nefret, Yemenli subayların da zihninde yer etmeye başlamıştı. Dönemin karizmatik Arap lideri Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın (Nasır) etkisi her tarafta olduğu gibi Yemen’de de görülüyordu. Yemen İmamı Ahmed bu baskılara fazla dayanamadı, olayları kontrol etmekte zorlandı ve ordusundaki subayların telkiniyle 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin kurdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. Yani Osmanlı Devletinin dağılmasından sonra en büyük Arap Birliği bu şekilde sağlanmış oldu. Ancak bu balayı uzun sürmedi. Uluslararası konjonktür, hatta Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle bu birlikteliği sürdürmek için Nasır’ın ilk yıllardaki heyecanının sönmesi ile 1961 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti dağıldı. Dışarıda yaşayan Yemenliler ve özellikle sosyalist Araplar eleştiri oklarını İmam Ahmed’in idaresine yönelttiler. İsyanlar başladı ve Ahmed’e suikast düzenlendi. Suikasttan kurtuldu ise de Eylül 1961’deki ölümüne kadar babasından devraldığı idareyi bir daha sağlayamadı. Ölünce yerine Suudi Arabistan’ın desteklediği oğlu İmam Bedr geçti. Bazı liberal dönüşümler sağladı ise de Tuğgeneral Abdullah Sallal’in organize ettiği bir isyanı önleyemedi. Kaçarak kendi kabilelerine sığındı ve buradan isyancılara karşı bayrak açınca Yemen’de iç savaş başladı.

Yemen Cumhuriyeti ve Bölge Ülkeleri

Merkezi kontrol eden Nasırcı Tuğgeneral Sallal, 26 Eylül 1962’de Yemen Cumhuriyeti’ni ilan etti. İngiltere hariç, ABD başta olmak üzere BM’ye bağlı elli ülke yeni cumhuriyeti hemen tanıdı. Fakat Tuğgeneral Sallal isyancıları ve muhaliflerini durduramadı ve Nasır’dan yardım istedi. Nasır, Yemen’e 50-70 bin kişilik bir askeri kuvvet gönderdi ki, Modern Arap tarihinde belki de bir seferde yapılan en büyük askeri sevkiyat idi. Nasır, hem kaybolmaya yüz tutmuş olan itibarını toplayacak hem de belki de dağılan Arap Birliği’ni yeniden kurabilecekti. Üstelik bu harekat ile uluslararası saygınlığını kurtaracaktı. Ne de olsa modern bir cumhuriyetin kurulmasına katkı sağlıyordu.

Mısır kuvvetleri Yemen’in ağır coğrafi şartlarında hiç bir başarı göstermediği gibi -bugünün aksine- Nasır’a karşı İmam Bedr ve taraftarları Suudi Arabistan’dan destek alıyorlardı. Suudi Arabistan yayılan Arap milliyetçiliğinden rahatsızlık duyuyor, Nasır’a şüphe ile bakıyordu. Üstelik yanı başında güçlü bir Yemen Cumhuriyeti’nin oluşmasını istemiyordu. Bu yüzden iç savaş uzun sürdü. Savaş yüzünden olamayan Yemen ekonomisi tamamen çöktü. Ziraat ve hayvancılık adeta yok oldu. Az da olsa Osmanlıdan miras devralınan ve geliştirilen devlet kurumları iflas etti. On binlerce insan hayatını kaybetti. Savaşın uzaması üzerine, Cemal Abdünnasır ve Suudi Kralı Faysal bir anlaşma yaparak, Cumhuriyetçiler ile Kralcılar arasında Kasım 1965’te bir referandum yapmaya niyetlendiler ama başarılı olamadılar, iç savaş tekrar şiddetlendi.

1967 yılında Arap-İsrail Savaşı (altı gün savaşları) yaşanınca Cemal Abdünnasır Yemen’deki kuvvetlerini geri çekme kararı aldı. Mısır ve Suudi Arabistan anlaşıp iki tarafa da desteklerini kestiler. Bunun üzerine Yemen Ordusundaki bazı subaylar Abdullah Sallal’i görevden uzaklaştırıp, yönetimi Abdurrahman El İryanî başkanlığındaki bir konseye devrettiler (5 Kasım 1967). Suudi Arabistan yeni yönetimi tanıdı ve yardımlarda da bulundu. İç savaş ancak 1970’te sona erdi ve (Kuzey) Yemen Cumhuriyeti gerçek bir devlet olarak tarih sahnesine çıkabildi. Bu açıdan, bugünlerde yaşanan sıkıntıların kaynağı o günlerden beri Yemen’in kuruluş aşamasından kurtulup gerçek bir devlete dönüşememesidir. Yemen sürekli müdahalelere maruz kaldığından dolayı bir türlü kuruluş aşamasından çıkamamıştır.

Güney Yemen ve İngilizler

Yemen’in güneyi Aden, 1839 yılından beri İngilizlerin işgalinde idi. İngilizler burada büyük bir liman kenti meydana getirmelerine rağmen gelişme ve gelirler hiç bir zaman halka yansımamaktaydı. Halkın çoğunluğu yine geleneksel tarzda ziraat ile geçiniyordu. Aden doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmış ve İngiliz himayesi altındaki şeyhler tarafından idare edilmekteydi. Batı Aden’de 1959 yılında şeyhlikler arasında İngiltere’nin himayesinde yeni bir birlik oluşturuldu. Bunun karşılığında İngiltere onlara mali yardımda bulunacak, savunma gereçleri sunacaktı. 1963 yılında Doğu Aden’den iki şeyhlik daha bu birliğe katıldı. Ardından aynı yıl İngiliz sömürgesi altında kalmak şartıyla, 17 sultanlık/şeyhlikten meydana gelen Güney Arabistan Birliği kuruldu. Bir süre sonra kuzeyi daha önce etkileyen bazı milliyetçi siyasi oluşumlar, ülkeyi İngiliz sömürgesinden kurtarmak için faaliyete başladılar. Aden artık İngilizlere de yük olmaya başlamıştı. 130 yıla yakın bölgeden ve ticaretinden istifade eden İngilizler, halkın gelişmesi adına hiçbir şey yapmadılar. 1968 yılında bölgeye bağımsızlık vereceklerini ilan ettiklerinde daha önce bağımsızlık için çalışan bu grupların her biri bu sefer Aden’e hükmetmek için savaşmaya başladı. Bu guruplar dışarıdan da desteklenince “yetmiş gün savaşları” diye bilinen yeni bir iç savaş başladı. İngilizler de Aden’i tahliye etmeye başladılar ve son İngiliz askeri Aden’i terk edince 30 Kasım 1967’de Güney Yemen’de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu

Güney-Kuzey Yemen Birleşmesine Doğru

Sosyalizmi benimseyen bu yeni devlet aynı zamanda ilk Marksist Arap Devleti olma özelliğini de taşır. Stratejik mevkii ve ideolojisi hemen Çin’in ve Sovyetler Birliği’nin desteğini almasını sağladı. Ayrıca burada mevcut ve daha ziyade nakliyat işi yapan Petrol şirketleri üzerinden de ABD ile iyi ilişkiler tesis etti. Mısır’ın bir gözü üzerlerinde idi. 1967’de Arap İsrail Savaşında yaşananlar burayı etkiledi. Özellikle ABD’nin kendi vatandaşlarına aynı zamanda İsrail vatandaşlığı hakkını tanınması büyük bir kızgınlık yarattı. Zira bu karar ile ABD’li pilotlar İsrail ordusunda Araplara karşı savaşabileceklerdi. Bu da Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Arap milliyetçiliği fikri ile çelişiyordu. Bu gelişme bölgenin gittikçe Batı’dan kopmasına ve ideolojik olarak yakın durdukları Sovyetler Birliği’nin daha fazla etkisine girmesine sebep oldu. Nitekim bugün en azından Güney Yemen’de sosyalist ideoloji ve taraftarları bir çok ülkeye nazaran daha fazladır ve son iç çatışmalarda da bir ağırlık teşkil etmekte hatta, güneyin tekrar ayrılmasını savunmaktadırlar.

Önemli geçiş güzergâhlarına sahil ve geçiş yolları üzerinde bulunması Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin, Kuzey’deki Yemen Cumhuriyeti’nden daha fazla gelişmesine imkan sağladı. Fakat rejim itibarı ile Doğu blokunun müttefiki olarak kalmaya mahkum oldu. Bu yüzden çevresindeki Batı müttefiki Arap devletleri ile ilişkileri sınırlı kaldı. Yani jeopolitik özelliklerini kullanamadı ve gelişemedi. Berlin Duvarının yıkılmaya başlaması ve Soğuk Savaş’ın yumuşaması ile Güney Yemen de Kuzey ile 22 Mayıs 1990’da birleşerek bugünkü Yemen Cumhuriyeti’ni meydana getirmişlerdir. 1994 yılında güneyde yeniden bir iç savaş yaşandı ise de kısa sürede bastırıldı. 2000 yılında Suudi Arabistan ile sınır sorunlarını büyük ölçüde çözen (ama bu süreçten sonra tekrar gündeme geleceği muhakkak) Yemen, bu sefer de kabilelerin, merkeze muhaliflerin (el Harik gibi) ve Husiler diye isimlendirilen radikal Şiî gurupların yarattığı sorunlar ile boğuşmaya başladı.

Husiler Kimdir, Ne İstiyorlar?

Husiler, başkent Sana’nın 240 km uzağında kuzeyde bulunan bir Zeydi guruptur. Zannedildiği gibi yeni ortaya çıkmış bir gurup değildirler. Sa’da bölgesinde yaşamakta olan kabilelerdendirler ki, bu coğrafya tarih boyunca merkezi idarenin en az hissedildiği ve Zeydi imamların özgürce hareket edebildiği yer olmuştur. Ancak Husilerin radikal görüşleri ile siyaseti birleştiren fikirleri nispeten yeni sayılabilir. Zeydilerin son İmamı Bedr’in darbe ile görevden indirilmesi sırasında kuzeye kaçarak ittifak yaptığı gurupların başında Husiler gelmektedir. İmam Bedr uzun yıllar süren isyan ve iç savaşta bu gurubun şeyhi olan Hasan el Husi’nin ciddi yardımlarını alırken ilerde oluşacak yapıda kendilerine geniş haklar tanıyacağını da vadetmişti. Nitekim bölgeye sevk edilen Mısır askerlerine bunlara dayanarak karşı gelmişti. İronik bir biçimde, bugünkü manzaranın aksine İmam Bedr ve dolayısıyla Husiler o zaman hem Suudi Arabistan’dan ve hem de Mısır’ın baş düşmanı İsrail’den yardım alıyorlardı. İran’dan finans ve silah desteği alan genç Husilerin bunu ne kadar bildikleri meçhul ama babalarının uzun yıllar Mısır kuvvetlerine karşı -özellikle 1964-1966 yılları arasında- bu yardımlar ile savaştığını tarih kaydetmiştir.

Geleneksel Zeydi anlayışına sahip iken, zaman içinde Yemen merkezi idaresinin kendilerine uyguladığı izolasyon veya görmemezlikten gelme siyaseti onları İran’dan destek almalarına itmiştir denilebilir. Doğal olarak bu süreç, onların Zeydi anlayıştan İran’daki İmamiye anlayışına yaklaştıkları iddialarını da beraberinde getirmiştir. Her ne kadar kendileri bu iddiayı reddetseler de İran ile olan ilişkilerini reddetmemektedirler. Tıpkı İran’ın Ortadoğu’daki diğer Şii guruplar ile olan ilişkileri gibi bunlar ile de ilişki içinde olduğu bir gerçektir. Ancak bu ilişkinin Husilerin inanç dünyalarından ziyade siyasi talepleri üzerine yansımış olması daha muhtemeldir. Zira İmamiye’ye göre imamet, Hz. Ali’nin soyundan gelenlere veraset ile geçerken, Zeydilere göre –Ali b. Hüseyin sonrası- imamlık ancak devrim ve isyan ile mümkündür ki, Modern Yemen’in kuruluşuna giden yolda İmam Yahya’nın takip ettiği metot da bu olmuştur. Bu yüzden Husilerin fikir dünyasının hala Zeydi kalmış olması gerekir. Zira iddia edildiği gibi İmamiye’yi benimsemeleri kendi motivasyonlarına zarar verecektir.

Husiler çağdaş Zeydi alim Bedreddin Emiruddin el Husi’nin öğretisine dayanmakta olup, Zeydilerin içinde bir dini ekol oluşturmuşlardır. Bu hareket, 1986 yılında Sa’da’da “Gençler Birliği” adı ile bir eğitim kurumu kurarak, Şeyh Bedreddin’in fikirlerini öğretmeye başlamıştır. Yemen’de siyasi hayatın kısmen başlaması ve partileşme sürecinde bu hareket de Şeyh Bedreddin’i parlamentoya göndermek için “Hak Partisi” altında örgütlenmiştir. Dolayısıyla artık kabilevi bir birlikten çok dini-siyasi bir harekete dönüşmüştür. Esasında “Husiler” olarak isimlendirilmeleri bu tarihten sonradır. Ancak kısa sürede hareketin içinde bazı dini içtihatlar yüzünden ihtilaflar çıkmış ve özellikle oğlunun Hüseyin’in partiden ayrılmasını sağlayacak baskılar yapılmıştır. Neticede Hüseyin’in burada gördüğü baskılardan kaçarak bir süre İran’a gittiği rivayet edilir. Döndükten sonra Hüseyin “Mümin Gençlik” adı ile yeni bir hareket başlatmıştır. Onun etrafında toplanan bir kısım Husiler 2002 yılından itibaren de “Ensarullah” adı ile merkezî hükümet ile çatışmaktadırlar. Ana hedefleri merkezi hükümette yer alan son devrimcilerden (mesela 2012’de seçilen Mansur el Hadi) kurtularak bir İslam Cumhuriyeti kurmaktır. Bu amaç İran’ı örnek aldıklarını göstermektedir. Ancak ne taban itibari ile ne dini kurumlaşma itibari ile İran devrimine giden sürecin sahip olduğu hiç bir imkana sahip değillerdir. Tek sahip oldukları husus ellerindeki silahlarıdır ki -son zamanlarda ele geçirdikleri istisna edilirse- Yemen’de hemen her kabilenin elinde bulunan silahlardır.

Yemen-Kontrol-Haritası

Husiler, 2004-2009 yıllarında aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirleri ile de savaşmışlardır. Ancak Arap Baharı denilen sürecin başında, şimdi müttefik oldukları Ali Abdullah Salih’e de karşı gelerek, Yemenlilerin isteklerine tabi olmuşlardı. Aslında biri Katar diğeri de Körfez işbirliği teşkilatının girişimi ile Merkez-Husi gerginliklerine iki kere aracılık yapılmış ama başarılı olunamamıştır. Zira onların amaçları hareketlerini Sa’da’nın dışına taşımaktı. Nitekim Arap Baharı sonrası ortaya çıkan otorite boşluğu imkanı ile 2012 yılından itibaren kurdukları bazı ittifaklar sayesinde Sana’ya kadar gelip, oradan nüfuzlarını Babulmendeb’e doğru uzatmak istediler. İşte en büyük hataları bu olmuştur. Zira dünya petrol taşımacılığının nerede ise yarısından fazlasının geçtiği bir alana bu gurubun yaklaşması kabul edilemez bir hareket olarak değerlendirilecekti. Eğer Babulmendeb’e doğru yönelmemiş olsalar idi, -İran desteğine rağmen- bir iç siyasi muhalefet hareketi olarak çeşitli tarafların, hatta Yemen’in Sünni bölgelerinde yerleşmiş olan el Kaide’ye karşı ABD’nin de desteğini alabilirlerdi. Fakat onlar Sana’ya girerken, yönlerini belli ettikleri gibi “kahrolsun ABD, kahrolsun İsrail” sloganları kullanarak bu şanslarını yitirdiler.

Peki bütün bu gelişmeler ışığında şu anda Yemen’de yaşanan savaş kimin savaşıdır? Yıllardır Körfez ülkeleri İran’a karşı duydukları kuşku ve hatta korkularını hep aleni bir şekilde söylemişler ve hatta bu doğrultuda da olabildiğince silahlanmışlardır. Ancak buna rağmen ABD bunları duymazlıktan gelerek, İran ile diyalog kapılarını araladı. Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerini endişeye sevk etti. Bugün geline nokta ise, Yemen’de iç savaş veya siyasi istikrarsızlığın bitirilmesi değil “İran’ın durdurulması” olarak sunuldu. Bu durumda Yemen’de kim savaşıyor sorusunun bir kere daha sorulması bir zaruret değil midir?

300 bine yakın insanın hayatına mal olan ve milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden Suriye krizi karşısında sözlü ve sözde diploması ile iş yürüten -arada bir de muhalefeti sevindirecek işler yapan- bugünkü koalisyon ve ABD, neden hiç bir şey yapmamış iken, insan kaybının yaşanmadığı -ancak şüphesiz Yemen’de meşruiyeti olan bir yönetimi deviren- Husilere karşı harekete geçmiştir? Husilerin devre dışı bırakılması bölgesel sorunları bitirecek, İran’ı bölgeden uzaklaştıracak mı? Bütün bunları bekleyip göreceğiz. Ancak gerekçesi ne olursa olsun “Yemen’e yapılan müdahale Yemen’in kuruluşunu ertelediği gibi en az yarım asır sürecek yeni bölgesel kaoslara da neden olmuştur” çıkarımını yapmak zor değildir. Bir de bu savaşın uzun bir süreden sonra Müslüman ülkeler arasında olması da cabası. Sasani ruhu ile bezenmiş, Safevi kılıcı kuşanıp Şii anlayışı ile ambalajlanan İran ile ABD zırhı giydirilmiş olan Suudi Arabistan karşı karşıya gelerek, İslam dünyasını yeni maceralara sürüklemektedirler.

The post Kuruluş Aşamasından Çıkamayan Yemen’de Savaş appeared first on ORDAF.

TARİH : Pearl Harbour öncesi Japonya ile savaş kışkırtılmasını savunan ABD istihbarat raporu

GÜVENLİK DOSYASI : Türkiye savaşa girecek, Gölge CIA’den bomba iddia

Daha önce Türkiye’dekiler dâhil gizli yazışmaları ortaya dökülen Stratfor özel istihbarat ve düşünce kuruluşu 2015-2025 yılları arasındaki tahminlerine yer verdiği onyıllık bir rapor yayınladı.

Stratfor raporunda, “Güney sınırları bu savaşla hassas hale gelen Türkiye yavaşça savaşın içine çekilecek. Bu onyılın sonunda Türkiye büyük bir bölgesel güç olarak ortaya çıkacak ve sonuç üzerine Türk-İran rekabeti de artacak” denildi.

Daha önce Türkiye’dekiler dâhil gizli yazışmaları ortaya dökülen Stratfor özel istihbarat ve düşünce kuruluşu 2015-2025 yılları arasındaki tahminlerine yer verdiği onyıllık bir raporda Türkiye’nin güneyindeki istikrarsızlıktan kaynaklanan savaşın içine yavaşça çekileceğini iddia etti. Türkiye’nin bölgesel büyük bir güç olarak ortaya çıkacağını savunan Stratfor, “Türkiye’nin güneye çekileceğini bekliyoruz, savaşın sınırlarının çok yakınına gelmesi korkusu ve bu savaşın siyasi sonuçları onu müdahil olmaya zorlayacak. Mümkün olduğu kadar az ve yavaş karışacak fakat karışacak ve müdahalesi sonunda boyut ve genişlik olarak artacak. Ne kadar gönülsüz olsun, Türkiye sınırlarında kaosla yıllarca duramaz ve bu yükü çekecek başka bir ülke de yoktur” dedi.

Stratfor’un 2015-2025 yıllarını kapsayan 10 yıllık stratejik tahmin raporu yayınlandı. Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yaratılan ulus devletlerin çökeceği bir döneme girildiğini iddia eden Stratfor, birçok ülkede iktidarda devletler yerine bir türlü yenişemeyen silahlı hiziplerin iktidarda bulunduğunu bildirdi. Bu durumun yoğun bir iç savaş dönemini başlattığını öne süren Stratfor, ABD’nin hava gücü ya da sınırlı kara gücü ile bu durumu hafifletmeye hazırlandığını ancak bir çözüm empoze edemeyeceğini ve etmeyi de düşünmediğini iddia etti. Raporda, “Güney sınırları bu savaşla hassas hale gelen Türkiye yavaşça savaşın içine çekilecek. Bu onyılın sonunda Türkiye büyük bir bölgesel güç olarak ortaya çıkacak ve sonuç üzerine Türk-İran rekabeti de artacak” iddiasında bulundu.

ORTA DOĞU EVRİM GEÇİRİYOR AMA SÜLALE, DİN DEVLETİNE DOĞRU

Avrupalıların Orta Doğu’da çizdikleri ulus devletlerin artık sülale, din ve değişkenlik gösteren ekonomik çıkarların belirlediği yeni yapıya doğru evrim geçirdiğini öne süren Stratfor, “Bu evrim aynı zamanda özellikle Türkiye’nin güneyindeki Arap ülkelerinde bölgesel istikrar için bir tehdit ortaya koyuyor” dedi.

“Geniş hareket edebildiği coğrafi konumundan dolayı sadece tek bir ülkenin Suriye ve Irak’ın istikrara kavuşmasında öncelikli çıkara sahip olduğu, yine konumundan dolayı, en azından bölgede sınırlı başarı kazanacağı ortaya çıkacak. Bu ülke Türkiye’dir. Bu noktada Türkiye Arap dünyası, Kafkaslar ve Karadeniz Havzası’ndaki çatışmalarla çevrilmiş durumda. Fakat Türkiye şu ana kadar risk almaktan sakındı.

“TÜRKİYE’NİN BAĞIMSIZ POLİTİKASI OLMAZ”

Türkiye ABD’nin siyasi ve askeri gerekçelerle müdahalesine ihtiyaç duymaya devam edecek. ABD üstlenebilir fakat bunun bir bedeli olacak: Rusya’nın çevrelenmesine katılma. ABD Türkiye’nin savaşta rol üstlenmesini ve kendi kendisi için savaşa girme niyetinde olduğunu düşünmüyor. Ancak bununla birlikte Karadeniz’in yönetiminde bir dereceye kadar işbirliği istiyor. Türkiye Orta Doğu’da tamamen bağımsız bir politika için hazır hale gelmeyecek ve ABD ilişkisi için bir bedel ödeyecek. Bu bedel çevreleme hattının Gürcistan ve Azerbaycan’a uzatılmasına bir yol açacak.”

Raporda Arap dünyasındaki istikrarsızlığın on yıl boyunca devam etmesinin beklendiği kaydedildi. Stratfor, “Türkiye’nin güneye çekileceğini bekliyoruz, savaşın sınırlarının çok yakınına gelmesi korkusu ve bu savaşın siyasi sonuçları onu müdahil olmaya zorlayacak. Mümkün olduğu kadar az ve yavaş karışacak fakat karışacak ve müdahalesi sonunda boyut ve genişlik olarak artacak. Ne kadar gönülsüz olsun, Türkiye sınırlarında kaosla yıllarca duramaz ve bu yükü çekecek başka bir ülke de yoktur” dedi.

İran ya da Suudi Arabistan’ın askeri ve coğrafi olarak bu görevi görebilecek bir konumda olmadığını iddia eden Stratfor, “Türkiye belki durumu istikrara kavuşturmak için sonunda Kuzey Afrika’ya ulaşacak değişken koalisyonlar oluşturmayı deneyecek. Türk-İran rekabeti zamanla artacak fakat Türkiye ihtiyaç olduğunda hem İran hem de Suudi Arabistan ile çalışmaya seçeneklerini hep açık tutacak. Dinamik ne olursa olsun Türkiye onun merkezinde bulunacak” iddiasında bulundu.

Türkiye’nin dikkatini çekecek tek bölgenin Orta Doğu olmayacağını iddia eden Stratfor, Rusya zayıflarken, Avrupa’nın etkisinin, Türkiye’nin tarihi çıkarlara sahip olduğu Karadeniz’in kuzey kıyıları gibi doğu bölgelerinde görülmeye başlayacağını tahmin etti.

TÜRKİYE BUNU YAPACAK TEK GÜÇ OLARAK BALKANLARDA GÜCÜNÜ ARTIRACAK

Stratfor “Türkiye’nin gücünü ticari ve siyasi olarak kuzeye yansıttığını elbette öngörebiliyoruz fakat potansiyel olarak bir ölçüde askeri yolla da olacak. Ayrıca AB parçalara ayrılır ve tek tek ekonomiler zayıflar ya da bazı ülkeler Doğu’ya yönelirken Türkiye bunu yapabilecek tek güç olarak kalarak Balkanlar’daki varlığını artıracak” tahmininde bulundu. Stratfor raporunda Türkiye ile ilgili kehanetler şöyle devam etti:

“Bunun gerçekleşmesinden önce Türkiye iç siyasi dengesini bulmalı. Burası hem seküler hem de Müslüman bir ülke. Şu andaki hükümet uçurumun üzerine bir köprü inşa etmeye girişti, fakat birçok yönden sekülaristlerin çoğundan ayrıldı. Gelecek yıllar boyunca yeni bir hükümet elbette ortaya çıkacak. Bu çağdaş Türkiye’de kalıcı bir fay hattı. Birçok ülke gibi Türkiye’nin gücü siyasi belirsizlik ortasında artacak. Bu iç siyasi çatışmanın yanında askeri, istihbari ve diplomatik hizmetin gelecek onyıl içinde boyut ve fonksiyon olarak evrime ihtiyacı olacak. Yani Türkiye’nin gelecek 10 yıl içinde büyük bölgesel güç olarak ortaya çıkışında bir hızlanma görmeyi bekliyoruz.”