MİZAH : MİT’İN TEKNİK TAKİP KATALOĞUNDAN BİR KARE :)))))) MİT HERŞEYİ BİLİR HERŞEYİ GÖRÜR !!!!

AK PARTİ DOSYASI : BİR DİKTATÖRÜN RÖNTGENİNİ ÇEKTİK /// İSTEYEN OKUYABİLİR (AKP’LİLE R OKUMASIN :)))

Said Sefa

Bürokrasiden yargıya, yargıdan askere, askerden medyaya her yerde benim adamlarım olacak.

Sermaye sadece benim kontrolümde olacak.

Devletin hazinesi gönlümce kullanılacak, sınırsız örtülü ödeneğim olacak. Bunlar bazen örtülü bazen de açıktan kullanılacak. Herkes haddini bilecek, bütçeme dil uzatılmayacak.

Kime istersem ona hazineden pay verilecek.

Her dönem zengin sınıfı oluşturuldu, benim için de bir sermaye sınıfı oluşturulacak.

Zenginler analarını, babalarını, evlat ve eşlerini bana feda etmek için fedakarlık yarışına girecek.

Kucağım sıcak ve geniş olacak, ihale verdiklerim istisnasız ve sorgulamaksızın kucağıma oturacak.

Teamüllerin dışına çıktığımda yadırgayan olmayacak aksine herkes alkış tutacak, "Yaptıysa bir bildiği var" diyecek.

Teamül mü dedim? Ne teamülü ya, devletin bekası adına gerekirse suç işleyeceğim, gören, duyan, bilen olmayacak.

Memleketin ekonomisi için kara para aklanmışsa, silah ticareti yapılmışsa yapılmış, yapanlar hayır sever işadamı olarak görülecek ve sır küplerim olarak alkışlanacak.

Bunlarla ilgili hukuk, yasa, kanun diyen hakim, savcı, polis kim varsa tayin edilecek, görevden alınacak sonra tutuklanacak.

Yargı bağımsızlığı olmayacak.

Ne demek yargı bağımsızlığı.

Ben emredeceğim HSYK şak diye uygulayacak, talimatımı uygulamada gecikmiş olabilir ama özür dilemede gecikmeyecek.

Keyfime göre yapılan kanunlara itiraz edenler, vatan haini ilan edilecek. Hukusuzluğa maruz kalanlara destek veren iş adamları olursa en ağır vergilerle cezalandırılacak destek verenler gazeteciyse, işlerine derhal son verilecek.

Benim medyam hukuksuzluklarımı alkışlarken ötekiler de en azından hukuksuzlukları görmezden gelecek.

Medyamda her akşam her programda bana muhalif olanlar ‘dış mihrakların maşası, üst aklın uşağı ‘ ilan edilecek.

Kimden eleştirel bir ses çıkarsa ‘Kasedi var, ahlaksızdır, eli kolu bağlıdır, mahkumdur’denilecek.

Onlarca gazetenin manşetini ben atacağım o da olmadı oğlumun dedikleri manşetlik olacak.

Devlet başkanı dediğinin milyon dolarlık uçakları bin yüz elli odalı Saray’ları, Saray’ın at ve bıldırcın çiftlikleri olacak.

Urla’da beş on villam, Kısıklı’da evlerim elbet olacak.

İsrail düşman ilan edilecek sadece ama sadece benim gemilerim İsrail’le ticaret yapabilecek.

Bu arada ticaretimi sağlıklı yapabilmem adına on-on beş gemim de haliyle olacak.

Peygamberin üç beş hurma yediğinden dem vurduğumda şatafatım ve israfım unutulacak. Bu minvaldeki her cümlem alkışlanacak.

Benim yüksek memurlarımın milyon dolarlık arabalarına ve lükslerine dokunulmayacak.

Bunu ağzına dolayan olursa en üst perdeden hadleri bildirilecek.

Her işin fıtratında iş kazaları vardır, iş kazalarında "Üç yüz beş yüz işçi öldü" diye ağıtlar yakılmayacak, fıtrata itiraz edilmeyecek.

İtiraz edenler veya protesto etmeye kalkanlar yanımdakiler tarafından tekmelenecek.

Seçime girilirken halkın oylarıyla seçilmiş olan bir cumhurbaşkanından kimse tarafsız olunmasını beklemeyecek.

Ülkenin gidişatı hakkında olumsuz beyan da bulunulmayacak.

Anayasa ve parlamenter sistem askıya alınacak.

Devlet benim devletim, millet benim milletim olacak millet de devlette ben olacağım.

Kısaca biat etmeyen yok olacak.

Ha bu arada unutmadan hatırlatayım, bunlara asla ama asla diktatörlük denmeyecek.

SAİD SEFA / HABERDAR

KIRIM DOSYASI /// Lütfü Şehsuvaroğlu : KIRIM SÜRGÜNÜ

Lütfü Şehsuvaroğlu

Bir 18 Mayıs gecesiydi…

Ansızın çalan kapılar ve karşınıza dikilen Sovyet askerleri…

Sert ve acımasız, Stalin’in talimatını aktarıyorlar.

Hemen evlerinizi boşaltın.

Önce eşya alabilecekleri bildiriliyor ama sonra o da yok…

Öylece çıkacaksınız, evinizden, yurdunuzdan…

Her şeyi ama her şeyi bırakacaksınız geride…

18 Mayıs’ta evlerinden sökülen Kırımlılar 1 Haziran’a kadar sürgün edilmiş olacaklar…

Talimat böyleydi.

Yüzbinlerin sürgünü başladı böylece… 18 gün sürdü…

Ama acısı yarım asırdan fazla…

Kırım bizim B planı şehzademiz.

Malumaliniz Osmanlı’nın başına bir şey gelecek olsa, mesela nesebi kurusa devam ettirecek olanlar Kırım hanlarıdır.

Osmanlının bir nevi B planı şehzadesi Kırım hanlığıdır.

Kırım Türk âleminin en nadide köşelerinden biridir.

Nadidedir, zira Bahçesaray gerçekten dünyanın en harika şehirlerinden ve kültür merkezlerinden biridir.

Nadidedir, zira Kırım’ın acıklı tarihi onu merhamet, hörmet ve şefkatle kucaklamamızı icap ettirir. Kristal gibidir, el’an kırılgan bir yapısı vardır..

Kırım Tatar Türklerinin başına gelenler Osmanlı mirası üzerinde oturanlara büyük sorumluluklar ve yönetim bilinci verir. Milli şuur uyanıklığı ile tarih ve devlet bilinci Kırım’a sahip çıkmamızı Ankara’ya veya İstanbul’a sahip çıkma kadar ehemmiyetli kılmaktadır.

Kırımlıların Stalin dönemindeki acımasız sürgününün bir sene-i devriyesini daha idrak ediyoruz.

Mayıs ayı gelende 1944 yılından beri Kırımlıların yürekleri dağlanır.

Evlerinden barklarından gece vakti sökülüp alınan Kırımlılar bir gece vakti hayvan vagonlarından mürekkep bir trene doldurulur ve Özbekistan’a sürgün edilirler.

Bu öyle bir sürgündür ki, 180 bin Kırımlıdan ancak yarısı sağ çıkabilmiştir.

Bu rakam sadece Özbekistan’a sürgün edilen Kırımlılarla ilgilidir. Bir de Sibirya gibi Rusya’nın başka bölgelerine yapılan sürgün var. Mari, Kazakistan ve başka oblastlara… Oralarda da on binlerce Kırımlı hayatını kaybetti.

Kaybolup gittiler.

Tren vagonları havasız ve bunaltıcı. Nefes alacak deliği yok. Düşünebiliyor musunuz, namusunu her şeyin üstünde tutan Kırımlı kadınlar büyük abdestleri gelende kimseye bir şey diyemeden çatlayıp gittiler. Vagonlarda tuvalet yoktu. Yüzlerce kişi bir vagona sıkıştırılmıştı.

18 gün sürdü bu acımasız yolculuk…

Hiçbir günahları yoktu oysa…

Hatta Kırımlıların şanlı evlatları Sovyet cephesinde Almanlara karşı savaşmıştı da…

Kimi madalya ile döndü ülkesine.

Fakat gelince ne görsün… Ne ana var, ne baba, ne bacı…

Hepsi yurtlarından sökülüp atılmıştı.

Evlerinde şimdi Ruslar oturuyordu.

Stalin’in iskân politikası acımasız komünizm rejimi ile birleşince Kırımlıların başına gelmedik kalmadı. Ayrıca etnik düşmanlık da cabası idi. Zira Kırım tatarları tarih boyunca Ruslara kök söktürmüştü. Şimdi belki de onun intikamı alınıyordu.

Henüz Rus knezliği rüştünü ispat edememişken, Rus derebeyleri bir araya gelememişken gerek kazan tatarları, gerek Kırım tatarları gerekse diğer Türk boyları tarih boyunca Moskova’yı hâkimiyetleri altında tutmuşlardı.

Derin bir intikam söz konusu idi.

Mayıs’ta başlayan ve evlerinden hiçbir eşyalarını bile alamadan hayvan katarlarına kondurulup götürülen ve yolda kimi öldürülen; kimi açlık, susuzluk ve hastalıklardan kırılan Kırımlılar nihayet Abdülcemil Kırımoğlu’nun 70’lı yılların sonlarına doğru başlattığı açlık grevleri ile dünyaya seslerini duyurdular. Sonunda da ülkelerine zor da olsa döndüler.

Ukrayna ile Rusya arasındaki çekişme ve çatışma sayesinde dönüş biraz kolay oldu. Ama şimdi Rusya’nın işgali ve AB’nin Ukrayna’yı kışkırtması sonucu oluşan zor zamanda Kırımlıların hali daha kötü.

Bugün Kırım Tatar Türklerinin sürgününün yıldönümünü yaşıyoruz.

1 Haziran demek Stalin’in emrinin Kırım’a yönelik soykırım ve sürgün politikasının nihayetlendirileceği kesin tarih demek.

Kararlılıkla uygulanan bu politika bugün de modern zamanların başka veçhesiyle yaşatılıyor.

Kendi ülkesinde Kırımlılar toparlanmaya tekrar vatanlarına ısınmaya başlarken tarihin acımasız döngüsü yine başlarına çöktü.

Türkiye Suriye, Irak, Mısır, Libya, İran, Afrika ve topyekün Ortadoğu bataklığında politika üretmeye çalışırken Kırım’ı unutmamalıdır.

Kırım bizim kuzey kapımızdır.

Sadece Kırımlının başına geleni anmakla olmaz.

İsmail Gaspıralı unutulmamalıdır. Onun dilde fikirde işte birlik stratejisi de…

Kitapçı: Cengiz Dağcı’nın Kitapları

Kırım’ı ve Kırımlıların nasıl insanlar olduklarını öğrenmek istiyorsanız Cengiz Dağcı’nin romanlarını okumalısınız.

KORKUNÇ YILLAR, 1956

YURDUNU KAYBEDEN ADAM, 1957

ONLAR DA İNSANDI, 1958

ÖLÜM VE KORKU GÜNLERİ, 1962

O TOPRAKLAR BİZİMDİ,1966

DÖNÜŞ, 1968

GENÇ TEMOÇİN 1969

BADEM DALINA ASILI BEBEKLER, 1970

ÜŞÜYEN SOKAK, 1972

ANNEME MEKTUPLAR 1988

VE HATIRALARI yani YANSILAR 1, 1988

Yansılar 2 1 990

Yansılar 3, 1991

Yansılar 4, 1993

Benim başkanlığım zamanında Türkiye Yazarlar Birliği olarak Cengiz Dağcı’ya büyük ödülü vermiştik. İngiltere’den gelmesi için hayli uğraşmıştık ama hanımı izin vermemişti. Çok gelmek istemişti, olmadı.

1960’lı yılların ortalarından beridir Cengiz Dağcı okuyorum. Varlık Yayınlarının o küçük el kitapları arasında basılırdı ilk romanları… O Topraklar Bizimdi, Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam elimden hiç düşürmediğim romanlarıydı. Yine Varlık’tan çıkan bir başka Cengiz romanı ile… Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana’sı ile…

Böylece Anadolu dışında da bir biz olduğunu öğreniyorduk. Onların toprağa olan ünsiyeti ve fakat bizim gibi bağımsız olamayışları kendi vatanlarında gurbeti yaşamaları, çektikleri ıstıraplar genç dimağımı Türklük dünyası ile yoğurdu.

Bir Beyit?

YURDUMUN DIŞINDA DA
BAŞKA TÜRKLER YAŞARMIŞ

ASIRLARDAN BERİDİR
TÜRK KALMAYI BAŞARMIŞ

GIDA DOSYASI /// ERDAL AKALIN : GDO Dedikleri !..

GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), son yıllar günlük kullanıma girmiş bir terimdir. Gıda tüketimimiz ile ilgili, henüz hakkında yeterli bilgimiz olmayan, bazılarına göre yaşamsal önemi olan ama bazılarına göre de yaşamımızı olumsuz etkileyecek bir gelişmedir.

Bu yazımız, Prof. Dr. Selim Çetiner’in bir bilimsel makalesinden ilham alınarak hazırlanmış ve kişisel görüşlerimizde araya sıkıştırılmıştır.

İnsanoğlunun birincil dürtülerinden en önemlisi beslenme eylemidir. Avcılık ve toplayıcılık dönemini izleyen dönemlerde de gıda seçimi sırasında seçicilik duygusu dikkati çekmiştir. İnsanlar, avladıkları ve topladıkları gıda ürünlerinde kendilerince bir değerlendirme yaparak türler arası tercihlerde bulunmuşlardır.

İlerleyen yüzyıllar boyunca artan nüfus sayısı bir açlık endişesini de beraberinde getirmiştir. Özellikle Malthus, insanoğlunun sonunun açlıkla geleceğini vurgulaması belki de uyarıcı olmuş ve XX. yy ile birlikte adına ‘yeşil devrim’ denen bir yeni gıda harekâtı başlatılmıştır. Burada etkili olan etmenler tarım ve hayvancılıkta mekanizasyon, türlerin ıslahı, ilaçların hastalıklara karşı koruyuculuğu ve modern gübreleme teknikleri olmuştur. Ki, bu çalışmalar ile gıda ürünlerinin üretiminde % 100’e varan artış sağlamıştır.

Ülkemizde de yeşil devrimin etkileri olmuştur. 1950’li yıllarla başlayan çalışmalar sonrası sulak alanlar ve bazı göller (örneğin Amik Gölü gibi) kurutulmuş ve bozulan otlaklarla birlikte tarım alanları genişletilmiştir. Keza tohum ve hayvan seçimi dikkate alınarak türler arası ıslah çalışmaları yapılmıştır. Ancak bu başarıların bir faturası da çıkmış, tarım için gereken su kaynakları azalmaya başlamış ve doğanın ekolojik dengesi yanlış uygulamalar ile kısmen bozulmuştur.

2025 yılında dünya nüfusu 8 milyarı aşacak görülmektedir. Özellikle buğday ve mısır üretiminin % 80 oranda artması gerekli görülmektedir. İşte bu noktadan hareketle yeni bir atak yapılması kararlaştırılmış ve adına ‘biyoteknoloji’ denen gelişmelerle gen ıslahına başlanılmıştır.

Bu yeni gelişme moleküler teknikler kullanılarak genleri oluşturan DNA dizinlerinin transferine kadar varmıştır (transgenik teknoloji). Burada amaç; daha bol ürün elde etmek, hastalıklara dayanıklı türler geliştirmek, nispeten suyu az kullanarak tarımsal üretim yapmak fikrini öne çıkarmıştır. Bu gelişmeleri günümüzde kısaca ‘GDO’ olarak tanıyoruz.

Bunun ilk örneği raf ömrü uzatılmış domatestir. FlavrSavr adı verilen bu tür, pazarlama yanlışları nedeni ile arzu edilen başarıyı yakalayamamıştır.

Sonra ki adım ise mısır, kolza ve patates üzerinde gelişmiştir. Keza pamuk türleri de geliştirilmiş ekimi başlanmıştır. A.B.D., Arjantin, Kanada ve Çin bu konuda öncü olmuşlardır.

Güneydoğu ve doğu Asya için çok önemli olan çeltik üretimi de unutulmamıştır. Adına ‘Altın Pirinç’ denen yeni tür ekimi için yapılan seri çalışmalar sonrası halen 70 kadar türün patenti alınmıştır ve 170 milyonu aşkın insanı besler duruma getirilmiştir. Altın pirinç ile verim artmış, hastalıklar azalmış ve su kullanımı asgariye inmiş, en önemlisi de pirincin içerdiği A vitamini düzeyi yükseltilmiştir.

Bitki ve hayvanların genleri ile oynanması, insanlarda da genetik bozulmaların ön nedeni olabilir mi sorusunu gündeme taşımaktadır. Bu amaçla ‘biyogüvenlik’ çalışmalarına hız verilmiştir. A.B.D.’nin yüksek güvenirlikli kurumlarının onayları olmakla birlikte (FDA, Tarım Bakanlığı ve Çevre Koruma Komisyonu), endişeler yok sayılamamaktadır. Bu amaçla Uluslararası Biyogüvenlik Protokolü devreye sokulmuştur.

Yeşil devrimden biyoteknoloji devrimine geçiş, ülkemizde de sorgulamaları beraberinde taşımaktadır. GDO’lu ürünlerin insan sağlığına olumsuz etkilerinin neler olabileceği halen ülkemizde de tartışılmaktadır. Henüz adı kesin olarak konabilmiş bulgulardan yoksun olmamızla birlikte kuşkularımızı zamana yayarak gözlemlere devam etmek fikri ağır basmış görünmektedir. Buna karşın, bir şekilde piyasaya GDO’lu ürünlerin sürülmekte olduğunu da bilmekteyiz. Muhtemelen ilerleyen yıllarla birlikte dünyanın sahip olacağı bilgilere bizler de ortak olacak ve yolumuzu bir şekilde çizeceğiz!..

Erdal Akalın (20.05.2015)

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Yrd. Doç. Dr. İbrahim TELLİOĞLU : OSMANLI HAKİMİYETİNE KADAR DOĞU KARADENİ Z BÖLGESİNDE TÜRKLER

Samsun’dan Artvin’e uzanan ve güneyde Gümüşhane-Bayburt’u içine alan saha, tarih öncesi dönemden itibaren insanoğlunun yerleşim alanları içerisinde yer almaktadır. Arkeolojik buluntulardan, Artvin ve Rize dışındaki merkezlerde, tarih öncesi döneme ait önemli veriler elde edilmiştir. Tarih dönemlerine ait buluntulara göre ise bölgenin tamamındaki yerleşim birimlerinin sayısında artış olduğu gibi kırsal alanın da yerleşime açıldığı görülmektedir.

Tarihî kayıtlarda Doğu Karadeniz bölgesindeki varlığı sabit olan ve ismi bilinen ilk topluluk Gaşkalardır. Hititlerin çağdaşı olan bu topluluk, M. Ö. VIII. yüzyıl başlarında bölgeden çekilmiştir. Gaşkaları takip eden dönemde, bahse konu olan saha, M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren Türkistan menşeli iki topluluk olan Kimmer ve İskitlerin hakimiyetine girmiştir.

İskitlerin sıkıştırması ile Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler, M.Ö. 695 civarında Frig devletini yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz bölgesine yayılmaya başlamış, Karadeniz Ereğlisinden Trabzon’a kadar olan sahayı yaklaşık bir asır boyunca hakimiyeti altında bulundurmuştur. M.Ö. 585’ten itibaren İskit baskısı sebebi yeniden göç eden Kimmerler, Karadeniz’in kuzeyine çıkarak bölgeyi terk etmişlerdir. Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler ise, M.Ö. 665’ten itibaren Kür nehrinin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. M.Ö. 401 civarında bölgedeki İskit hakimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmış, bu zaman zarfı içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir. Diğer taraftan, M.Ö. 336 yılına ait Gürcü kayıtlarından, Makedonyalı İskender’in orduları Çoruh boylarına ulaştığında, Hazar denizinden bu bölgeye kadar olan sahada Kıpçak Türklerinin bulunduğu görülmektedir.

İlkçağda Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen bu Türk ve Türklere akraba topluluklar, daha sonra aynı coğrafyaya yerleşen unsurlar içerisinde eriyip gitmişlerdir. M.Ö. VII. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede Yunan kolonileri kurulmaya başlanmış, sonra Büyük İskender ve O’nun ölümünden sonra da İran kökenli Mihridates hanedanı Sinop’tan Trabzon’a kadar olan kısmı elinde tutmuştur. Mihridates hanedanının ortadan kalkmasından sonra ise, Roma ve XI. yüzyılın son çeyreğine kadar da Bizans İmparatorluğu bölgeye hakim olmuştur.

Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen ikinci Türk unsuru, bölge Bizans hakimiyetinde iken Çoruh boylarına yerleştirilen Bulgarlardır. VI. yüzyılın başlarında Bizans İmparatorluğunu Balkanlarda uzun süre meşgul eden Bulgarlar, kontrol altına alındıktan sonra 530’dan itibaren Trabzon havalisi ile Çoruh boylarına yerleştirilmiştir.

Bulgar iskânından sonra, Çağrı Bey’in 1018 keşif akını ile başlayan Oğuz göçü neticesinde, Doğu Karadeniz bölgesinin siyasî ve etnik çehresi baştan sona değişmiştir. 1048’de Hasankale zaferinden sonra İbrahim Yınal’a bağlı kuvvetlerin Trabzon civarına akınlar düzenlemesi ile, Oğuzlar ilk defa Karadeniz bölgesinin içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı. 1054 yılında ise, Tuğrul Bey’e bağlı kuvvetler, Çoruh boylarından Samsun civarına kadar olan bölgeye akınlar düzenlemiş, dört yıl boyunca devam eden baskı sonucunda, 1058’de Şarkî Karahisar Selçukluların eline geçmiştir. Sultan Alp Arslan’ın 1064 Gürcistan seferi esnasında ise, Şavşat ve Artvin Selçukluların kontrolüne girmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra ise, Türkler Anadolu’nun pek çok yerine olduğu gibi Doğu Karadeniz bölgesinin de büyük kısmına yayılmıştı. Kırsal alanın önemli bir kısmı Türkmenlerin eline geçtiği gibi, Bayburt ve Trabzon Selçuklu hakimiyetine girmiştir. Ancak Trabzon’daki Türk hakimiyeti uzun süreli olmamış, yörenin önde gelenlerinin de desteğini alan Bizans’ın bölge valisi Theodore Gabras, 1075’te şehri tekrar ele geçirdiği gibi, batıda Sinop’a kadar uzanan sahil şeridi ile iç kesimde Şarkî Karahisar’ı Türklerden geri almıştır.

Malazgirt Savaşı’nın akabinde kurulan Türk beylikleri içerisinde, Danişmendliler, Saltuklular ve Mengücekoğulları Doğu Karadeniz bölgesinin belirli bölgelerini kontrol altına almıştır. Niksar merkez olmak üzere Yeşilırmak havzasını ele geçirerek kuzeye doğru yayılmaya çalışan Danişmendliler, Samsun’a kadar olan bölgeye hakim olmuştur. Erzurum ve çevresinde kurulan Saltuklu beyliği ise, Bayburt’u elinde bulundurduğu gibi, bölgeye yayılmaya çalışan Gürcülerle mücadele etmiştir. Çoruh havzasını elinde tutan bu beylik, Rize ve çevresindeki kalelerden de haraç almıştır. Erzincan ve çevresinde kurulan Mengücekoğulları ise, Şarkî Karahisar’ı denetimi altında bulundurmuş, Trabzon üzerine akınlar düzenlemiştir.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin yukarıda ismi geçen Türk beyliklerini ilhak etmesinden sonra, Doğu Karadeniz bölgesindeki Türk hakimiyeti pekişmeye başlamıştır. 1173/1174’te Danişmendlileri, 1202’de Saltukluları, 1227/1228’de ise Mengücekoğullarını ortadan kaldıran Türkiye Selçuklu Devleti, bölgedeki Türkleri bir siyasî çatı altında toplamayı başarmıştır. Öyle ki, II. Kılıç Arslan (1155-1192) devrinde, Samsun-Trabzon civarındaki kırsal alan Selçukluların denetimine girmişti. Akabinde 1194’te Samsun’u ele geçiren Selçuklu kuvvetleri, 1204 yılına kadar şehre hakim olmuştur. 1214’te Sinop’un fethedilmesi ile Trabzon ve çevresine hakim olan Komnenoslar Selçuklu tabiiyetine girmiş, bu sayede, bölgede Türklere karşı çıkabilecek en önemli güç kontrol altına alınmıştır. 1228’de ise Sinop-Ünye arası Rumlardan alınmış, Trabzon üzerine baskı kurulmuştur.

Kösedağ savaşından sonra Selçukluların Anadolu’daki idaresi zayıflamaya başlamış, bununla birlikte, Doğu Karadeniz bölgesine Türk akışı devam etmiştir. Bir Gürcü kaynaklarındaki bilgiye bakılırsa, 1247 civarında, Moğolların önünden kaçan ve o tarih için oldukça kalabalık sayılabilecek altmış bin kişilik bir Türkmen grubu, arasında Şavşat ve Artvin’in de bulunduğu bölgeyi yurt tutmuştur. Bu yoğunluğun bir neticesi olarak, bir Bizans kaynağında ifade edildiği üzere XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Helenistik kültür, Trabzon şehri dışında bölgedeki varlığını tamamen yitirmiştir. Aynı dönemde, 1277’de Sinop’u kuşatan Rumları püskürten Çepniler, doğuya ilerlemek suretiyle Trabzon Rumlarını baskı altına almış, XIV. yüzyılın başlarına kadar Harşit boylarını ele geçirmişlerdir.

Çepniler Sinop’tan doğuya doğru ilerleyerek Rumları Trabzon’a çekilmeye mecbur bıraktığı yıllarda, Trabzon’un doğusundaki durum da pek farklı değildir. Zira, çevresindeki kırsal alanı ele geçiren Türkmenleri temizlemeye çalışan Kral Georgios (1266-1280), bu sefer esnasında esir düşmüş, yerine, kardeşi Ioannes tahta geçmiştir. Aynı tarihlerde, yaklaşık yüz yıldır Gürcistan’da bulunan Kıpçaklar ile Gürcüler arasında ihtilaf çıkmıştı. Papa Sargis liderliğindeki Ortodoks Kıpçaklar, Gürcü saflarından ayrılarak İlhanlılarla birlikte hareket etmeye başlamışlar, 1267’de Ahıska bölgesini ikta alarak batıda Ardeşen’e kadar olan bölgeyi ele geçirmişler, 1479’da Osmanlı hakimiyetini kabul edene kadar Doğu Karadeniz’de adı geçen sahaya hakim olmuşlardır. Diğer taraftan, bölgenin Çoruh vadisi kısmında 1124’ten beri Gürcüler tarafından yerleştirilen Kıpçaklar bulunmakta idi. Sargis’e bağlı Kıpçaklar ve Çoruh boylarına yaklaşık bir asırdır yerleşmiş bulunan Kıpçakların yanı sıra, Kubasar ailesi gibi bazı oymakların da Gürcistan’dan ayrılarak batıya göç etmesi ile, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu’ya önemli bir Kıpçak kitlesi yerleşmiştir. Sarışın, mavi gözlü, çengel burunlu, açık tenli antropolojik özelliklere sahip bu Türk topluluğu, bölgenin bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli bir rol üstlendiği gibi, yukarıda sınırları tarif edilen yerleşim sahalarının etnik yapısında baskın unsur olmuştur.

XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da Selçuklu hakimiyetinin sonlandığı dönemde, Grek kaynaklarındaki bilgilere bakılırsa Doğu Karadeniz bölgesinde yaklaşık beş yüz kilometreyi bulan kırsal alan Türkmenlerin eline geçmiştir. Kovanlar, Gümüşhane, Torul ile Maçka-Hamsiköy, Türklerle Grekler arasındaki sınırı oluştururken, Trabzonluların bu bölgelerdeki gücü de oldukça zayıflamıştı. Moğolların Anadolu’dan çekilmesi ile birlikte, Samsun ve civarı ile Bayburt Eretnalıların eline geçmiştir. Güneyde ise, 1348’den itibaren Eretnalıların Bayburt valisi Ahi Ayna Bey’in yanı sıra Akkoyunlu ve Çepnilerin de arasında bulunduğu Türk grupları Trabzon’a akınlar düzenlemeye başlamıştı. Ancak, Samsun ve çevresinde kurulan Canik beylikleri, bölgenin siyasî ve etnik yapısını Türkler lehine değiştirme bakımından çok önemli çalışmalar yürütmüşlerdir. XIV. yüzyılın ortalarında Trabzon’da altı bin civarında insan yaşar iken, Canik beyliklerinden bazılarının daha fazla asker çıkarabilecek güçte olması, bölgedeki nüfus yapısını açık bir biçimde göstermektedir.

Canik beylikleri içerisinde en önemli olanı, Ordu ve çevresinde kurulan Hacı Emiroğulları beyliğidir. XIII. yüzyılın sonlarına doğru Ordu bölgesini ele geçiren Sinop Çepnileri tarafından kurulmuştur. 1347’de Fatsa ve Ünye’yi ele geçirerek, bu bölgenin doğusundaki mıntıkada Trabzon Rumları aleyhine büyük bir nüfus boşluğu meydana getiren Hacı Emiroğulları, 1396 yılında Giresun’u da fethetmiştir. Yaklaşık yedi yıl sonra bölgeye gelen İspanyol elçisi Clavijo, on bin askeri olan Hacı Emiroğullarının topraklarını Tirebolu’ya kadar genişlettiğini haber vermektedir.

Niksar merkez olmak üzere Samsun’un güneyine kadar yayılan Taceddinoğulları, Moğol sonrası dönemde Doğu Karadeniz bölgesinde ortaya çıkan ikinci büyük Türk beyliğidir. Kısa süre sonra Trabzon Rumları üzerine harekete geçen Taceddinoğulları, 1379’da Yeşilırmağın denize ulaştığı sahayı Ünye’ye kadar ele geçirmiştir. 1386 tarihli bir kayda göre, Taceddinoğullarının on iki bin askeri bulunmaktadır.

Bu iki beylik dışında, Samsun, Kavak ve Ladik bölgelerinde hüküm süren Kubadoğulları, Vezirköprü, Havza ve Merzifon’u elinde tutan Taşanoğulları, Bafra ve çevresine hakim olan Bafra Beyleri, Osmanlı öncesi dönemde Canik bölgesine hakim olan diğer Türk siyasî teşekkülleridir. Osmanlı Devleti’nin bu bölgeyi XV. yüzyılın ilk yarısında ele geçirmeye başlamış, 1419/1420’de Bafra beyleri, 1427-1428’de Hacı Emiroğulları ve Taceddinoğulları, 1419’da Kubadoğulları, 1430’da ise Taşanoğulları beyliği ortadan kaldırılmıştır.

Trabzon’un batısında Canik beylikleri ortaya çıkarken, güneyindeki sahada ise, Eretna’nın ölümünden sonra Erzincan’ı ele geçiren Mutahharten, 1379’dan sonra Bayburt ve Şarkî Karahisar’ı da ele geçirmiş, Trabzon Rumlarından haraç almaya başlamıştı. Mutahharten’in ölümünden sonra Erzincan ve çevresini, bu arada Bayburt’u da ele geçiren Akkoyunlular, 1341’den beri Trabzon Rumları üzerine akınlar düzenlemiştir. Komnenoslar, 1352’de prenses Maria’yı Kutlu Bey’e gelin olarak göndermek sureti ile iki taraf arasında iyi ilişkiler kurmuştu. Bu dostane ilişki Uzun Hasan döneminde de devam etmiş, 1458’de yapılan antlaşma ile prenses Theodora’yı gelin olarak veren Komnenoslar, Akkoyunluları en yakın müttefiki haline getirmeyi başarmışlardır. Aynı yıl Uzun Hasan Şarkî Karahisar’ı alarak Doğu Karadeniz bölgesindeki topraklarını genişletmiştir. Ancak doğu sınırlarında olup bitenler Fatih Sultan Mehmed’i harekete geçirmiş, Amasra, Kastamonu ve Sinop’u ele geçiren Osmanlı Sultanı, Koyulhisar zapt ettikten sonra Trabzon üzerine ilerlemiştir. Uzun Hasan büyük çaba göstermesine rağmen, Osmanlıların 1461’de Trabzon’u ele geçirmesini önleyememiştir. 1473’te Akkoyunluların elindeki Bayburt ile Şarkî Karahisar’ı, 1481’de Kabasitas ailesinin alindeki Torul’u ele geçiren Osmanlı Devleti, böylece bölgedeki siyasî bütünlüğü sağlamıştır.

Osmanlı Devleti, Trabzon ve Torul dışında Doğu Karadeniz bölgesinde hakim olduğu yerlerin tamamını Türk beylik ve devletlerinin elinden almıştır. Malazgirt Savaşı’nı takip eden dönemde bölgeye yerleşen Türk toplulukları, düzenli bir şekilde Karadeniz bölgesine yayılmış, ilk olarak kırsal alana yayılan göçebe Türkmenler, Türkiye Selçuklu Devleti ortadan kalktığı sırada beş yüz kilometreyi bulan bir sahayı ele geçirmiştir. Şehir merkezleri itibariyle Bayburt, Şarkî Karahisar gibi güneydeki yerleşim birimlerini Malazgirt savaşının hemen ertesinde zapt eden Türkler, Türkiye Selçukluları zamanında Samsun’u, Hacı Emiroğulları beyliği döneminde Ordu ve Giresun’u ele geçirmişti. Bu sebeple, XV. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti hakimiyetine girdiğinde, Doğu Karadeniz bölgesinin büyük kısmı, yaklaşık dört asırdır bir Türk vatanı idi.

TÜRKİYE’DEKİ HALKLAR /// Prof.Dr. Mehmet Şahingöz : TÜRKİYE’DE ETNİK DAĞILIMLAR

Merkezi Amerika’da olan Ethnologue data from : Languages of the World kuruluşunun P.A. Andrews tarafından hazırlanan raporu kaynak alınmıştır. BU YAZI 2007 TARİHLİ BİR HABERDEN ALINTILANMIŞTIR VE GÜNCEL DEĞİLDİR.

Türkiyede Etnik Dağılımlar…

Türk % 86.21 60.347.000 kişi
Diğer % 13.79 9.653.000 kişi
Kürtler % 8.36 5.852.000 kişi
Zazalar % 0.53 371.000 kişi
Çerkezler % 2.14 1.520.000 kişi
Araplar % 1.63 1.141.000 kişi
Lazlar % 0.02 14.000 kişi
Diğer % 1 700.000 kişi
Toplam % 13.79

Kürt KÖKENLİ nüfusun %8 olarak kabul edilmesi, Kürtlerin 15-20 milyon olduklarını savunan çevrelerin tepkisine yol açabilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, yerli yabancı hiç bir ciddi araştırmacı ya da kurum Kürt nüfusu böylesine abartılı rakamlarla ifade etmemektedir. Ayrıca çok sayıda ciddi veri %8’lik oranı doğrulamaktadır…

Türkiye’deki Kürt nüfusu gerçek dışı göstermenin maksat dışında hiç bir anlamı yoktur.

Türkiye’deki Kürt kökenli nüfusun 6-7 milyon olması hiç bir şekilde Kürt kimliğini inkar için bir gerekçe teşkil etmediği gibi, Kürtlüğe en ufak bir saygısızlık göstergesi olarak da algılanamaz…

1985 nüfus sayımındaki belirlemeye göre Doğu ve Güney-doğudaki halkın (9.903.000 kişi) sadece 2.766.000ı Anadil olarak Kürtçe’yi bildirmiştir. Kalan %72lik bölümün anadili Türkçe’dir.

Örneğin,

a) Konda A.Ş.’nin İstanbul araştırmasında ana-baba tarafından Kürdüm diyenlerin oranı %7.6 dır. Akraba ilişkileri dahil edildiğinde bu oran %13.1 olmaktadır. Ancak bunların sadece %4′ lük bir bölümü hissen-kalben Kürdüm demektedirler.

b) 1993 de TÜSES’in yaptığı araştırmada Kürt olarak belirlediği gurubun genel seçmen sayısı içindeki oranı %9.8 dir

c) Tarafgir verilerin etkisinde olduğu bilinen M.M.Van Bruinessen’e göre dünyadaki Kürt sayısı 15-16 milyon Türkiye’deki Kürtlerin sayısı 7-8 milyondur.

d) Javed Ensari’ye göre dünyadaki Kürtlerin nüfusu 15 milyon civarındadır ve bunların %25’i, 3.375.000’i Türkiye’dedir.

e) Doktora çalışmasında Kürtlerle ilgili nüfus tahminlerini karşılaştırmalı olarak değerlendirmiş olan M.Fany’nin 1930 yılı için Türkiye’de belirlediği Kürt sayısı 1 milyondur. Bu sayısının o günkü Türkiye nüfusu içindeki payı %6.6 dır

f) Almanya’da yayınlanan uluslararası nitelikli "Der Fisher Weltalmanach 95" adlı eserde dünyadaki Kürt nüfusu yaklaşık 16 milyon olarak verilmiş, Türkiye’de ki Kürt sayısı 6.2 milyon olarak gösterilmiştir.

g) 1985 nüfus sayımındaki belirlemeye göre Doğu ve Güney-doğudaki halkın (9.903.000 kişi) sadece 2.766.000’ı Anadil olarak Kürtçe’yi bildirmiştir. Kalan %72’lik bölümün anadili Türkçe’dir.

Ağaç işinin toplumsal bir meslek olarak yaygın olduğu Tahtacılar, aşiret organizasyonu itibariyle farklı bir toplumsal yapıya ve özgün bir yaşam tarzına sahip Yörükler Türklerin alt gurupları olarak tasnif edilebilirler.

Güney Doğu ve Doğu Anadolu’da bir çok yörede aşiret mensubiyeti, Türk, Kürt, ya da Arap olmaktan önce gelir.

Ülkemizde Çerkez olarak tanımlanan gurubu oluşturan unsurları bu üst kimlikte birleştiren etken, çarlık Rusyasınca 1864te topluca sürgün edilmiş olmalarının yarattığı büyük acı ve dayanışma duygusudur.

Türkiye deki Çerkezler esasen dilleri ve soyları tamamen farklı çok sayıda Kuzey Kafkas topluluklarıdır. Bu yüzden 64 farklı Kafkas derneği vardır.

Çerkezistan esasen küçük bir bölgeyi kapsamasına karşın Türk hükümeti gelen herkesi Çerkez kabul etmiştir.

İSTANBUL

1993 yılında Konda özel araştırma şirketinin İstanbulda 15.500 kişi üzerinde yaptığı araştırma. Soru " "siz kendinizi ne hissediyorsunuz?"

İstanbul nüfusunun %61.4’nün kendisini Türk, %18.44’ünün ise "farklı" kökenden kabul etmiştir.% 21.11′ lık gurup ise "karışık" kökenlidir. Bu gurubun akrabalık ilişkileri büyük çoğunlukla Türklerledir.

% 61.40 Türk

% 13.30 Kürt

% 6..81 Balkan Kökenli

% 5..75 Kafkas kökenli

% 8..77 Laz

% 1..39 Hıristiyan Azınlıklar

% 2..57 Arap

Etik Bakış

Etik bakış, dışındaki bir gurubun, bir başka gurubu tanımlamasıdır. Örneğin: Türkiyede büyük çoğunluk bütün Karadenizlileri Laz, ( KOCAMAN BİR YANLIŞ )

Doğuluların büyük bölümünü Kürt olarak tanımlar. (KOCAMAN BİR YANLIŞ)

Bu etik bakıştır.

Etik bakış, bilimsel temelden uzak, genelleme şeklinde kaba bir görüştür. Bu nedenle, emik bakış gibi geçerli ölçülere dayanmaz. Ülkenin etnik yapısının değerlendirilmesinde fazlaca bir önem taşımaz.

Etik bakış, genellikle çoğunluk egemen unsurun önemsemediği azınlık gurupların kimliklerine ilişkin görüşüdür. Etik bakış, ülkenin etnik yapısının değerlendirilme- sinde önem taşımasa da, çoğunluğun bakışı olarak etnik guruplar arası ilişkilerde etkindir.

Özellikle, devlet politikalarının belirlenmesinde etkin olabilen etik bakış, ayrıca gurupların kimlik değişiminde de rol oynayabilir.

Etik bakış ve Lazlar

Aşağıdaki iki örnek emik ve etik bakış farklılığını ve de etik bakışın gurup kimliği değişimindeki rolünü açıklayıcıdır.

Bugün, ülkenin bir çok yöresinde Laz olarak tanımlanan insanlar mevcuttur.

Ancak yerli kavramı içinde Laz sadece Rizenin Pazar, Arhavi ve Hopa üçgeni içinde küçük bir guruptur. Oysa toplum her Karadenizliyi Laz olarak görür.

Toplumun Laz olarak tanımladığı halkın büyük çoğunluğu Laz yakıştırmasını reddeder. Konunun uzmanı yabancı bilim adamları da yaptıkları kapsamlı araştırmalar sonucunda Karadeniz bölgesi halkının Pazar, Arhavi, Hopa yöresi dışında Lazlığı kabul etmediklerini ve Laz olmadıklarını ortaya koymuşlardır.

Bennighaus, Meeker Zonguldak Ereğlisinden başlayarak, Rizenin Pazar ilçesine gelinceye kadar her yörenin kendisinin bir doğusundaki yöreyi işaretle, kendilerinin Laz olmadıklarım belirttiklerini tespit etmişlerdir.

Dolayısıyla etik bakışla kalabalık bir gurup olarak görülen Lazlar, gurubun kendi tanımıyla küçük bir etnik guruptur.

Etik bakış ve Zazalar

Zazaların durumu daha ilginçtir. Zazalar tarih boyunca kendi kimliklerinde onurla direnmiş, ne Türklüğü ne de Kürtlüğü benimsememiş bir topluluktur.

Zazaları inceleyen ciddi bütün bilim adamlarının ortak görüşü; Zazaların Kürt ve Zazacanın Kürtçe’nin bir lehçesi OLMADIĞI yolundadır. Bu görüşü paylaşanlar arasında Kürdolojinin babası kabul edilen V.Minorsky, O.Mann, David Mc Kenzie, Sasuni, Haddank, Prof.Goichie Kojima gibi otoriteler de mevcuttur..

Ancak Zazaların önemli bir bölümü bugün Kürt üst kimliğini benimsemektedirler. Dillerinin Kürtçe’den farklı olmasına ve kökenlerinin Kürt olmadığı bilim adamlarınca ortaya konmasına ve daha önemlisi tarihte Kürtlüğe karşı kimliklerini duyarlı bir şekilde savunmuş olmalarına rağmen; Zazaları Kürt kimliğine iten, kendilerini kuşatan toplulukların etik bakışı ve devletin bu bakış doğrultusundaki tavrı olmuştur.

Osmanlıdan bu yana Devlet ve toplum Zazaları Kürt olarak tanımlamıştır.

Toplumsal ilişkiler sürekli olarak Zazalara Kürtlüğü empoze etmiştir.

Osmanlı’dan günümüze devletin padişahı, tımar beyi, paşası, kadısı, kaymakamı, jandarması, tahsildarı, öğretmeni,hakimi, savcısı Zazaları Kürt olarak görmüştür. Sonuç olarak daha 50 yıl öncesine kadar Kürtlüğü reddeden Zazaların büyük bir bölümü bugün üst kimlik olara Kürtlüğü benimsemişlerdir.

Ancak Zazalıklarını Kürtlükle eşdeğer bir kimlik olarak sürdürmektedirler.

Etnik Kimliğin Değişkenliği:

Etnik kimlik pek çok nedene bağlı olarak süreç içinde değişkendir. Tarih içinde, kendi dönemlerine damgasını vurmuş sayısız etnik gurup bugün "kimlik" olarak silinmiştir. Hunlar, Hititler, Sümerler, İskitler, bugün hiç bir etnik gurubu tanımlayan kimlikler değildir. Bu isimlerle anılmış olan topluluklar elbette toptan yok olmadılar. Başka topluluklara karışmış olarak ırki nitelikleri bugünkü toplumlar içinde devam etmekte ise de etnik gurup nitelikleri kaybolmuştur.

Günümüz Türkiye’sinde bile, yakın bir geçmişe dayanan etnik kimlik değişiminin pek çok örneği mevcuttur. Araştırmalarla kanıtlanmıştır ki, bir çok öz be öz Türk unsur Kürtleşmiştir.

24 Oğuz boyundan biri olan Avşarlar’ın bir bölümünün yanı sıra, Döğerler, Kalaçlar, Kikiler, Türkanlar, Karakeçililer Kürtleşmişlerdir.

Bunların içinde Urfa Karakeçilileri, bugün Batı Anadolu’daki akrabalarının da çabalarıyla Türk kimliklerini yeniden keşfetmekte ve Türklüğe dönmektedirler. İbrahim Paşa’nın zorla Milli Aşiretine bağlayarak Kürtleştirdiği Türkanlar da kimlik değişimine bir başka örnektir.

ürtleşen Zazalar kimlik değişiminin bir başka günümüz örneğidir. Svanberg’in belirttiği gibi "bir etnik gurubun NE OLDUĞUNDAN çok, NE ZAMAN, yani NE GİBİ KOŞULLAR ALTINDA var olduğu" önemlidir.

ÜST KİMLİK

Üst kimlik çoğu kez yanlış tanımlanmakta ve kavram kargaşasına yol açmaktadır. Doğru tanımın iyi anlaşılabilmesi için aşağıdaki örneklerin iyi değerlendirilmesi gerekir.

Kendi kökenine, geleneklerine bağlı, etnik kimliğiyle onur duyan bir Çerkez çağdaş vatandaşlık bilincinin ve toplumla bütünleşme ihtiyacının gereği olarak kendisini Türk olarak tanımlamakta hiç bir sakınca görmeyebilir..

Egemen unsurun kimliğinin temsili önemini benimser. Bu durumda Türklük bu Çerkez için bir "üst" kimliktir. Bir başka Çerkez köken bilincine ve onuruna sahip olmakla birlikte, kuşaklardır bu topraklarda yetişmenin, egemen kültürle yoğrulmanın sonucu olarak kendini Türk olarak duyumsayabilir ve Türk kimliğini üstün tutabilir.

Bu anlamda Türklük bu Çerkez için artık "üst" kimlik değildir. Üst kimliği tartışanların sık sık düştükleri yanlış üst kimliğin değişik "algılanma" düzeylerini, ve kişilerin kendi tercihlerini göz ardı ederek, insanlara kendi ölçüleriyle kimlik biçme yanılgılarıdır.

Bazı köşe yazarları ise bu yanlışa ek olarak bir de "yerli", "sonradan gelme" yani otoktonluk gibi bilim dışı ölçüler ekleyerek kendi kafalarına göre "üst" kimlikler yaratmaktadırlar.

Üst kimliğin, ne "azlık", "çoklukla" ve ne de "yerli" "göçmen" olmakla ilgisi yoktur. Üst kimlik tamamıyla gurubun kendine bakışı, egemen unsuru algılayışıyla ilgili bir tanımlamadır.

Üst kimlik, en kısa tanımıyla "rıza ile kabul edilen ortak temsili"kimliktir.

Çerkezler

1965 Genel Nüfus Sayımında anadili Çerkez dillerinden olanların oranı %0.19, ikinci dili Çerkez dili olanların oranı %0.15 dir. Bu sayım esas alındığında Çerkez kökenli nüfusun genel nüfüs içindeki payı %0.34 olarak görülmektedir.

Aynı oran bugünkü nüfusa uygulanırsa Çerkezlerin nüfusu yaklaşık 200.000 olmaktadır.

Ancak değişik kaynaklardaki verilerle birleştirildiğinde Çerkez kökenli nüfusu 1.000.000’un üzerinde kabul etmek gerekir.

Çerkez kökenli nüfusa ilişkin olarak ÖZBEK’in tespiti 1984 yılı için 1.100.000 dir.

Bu arada tarihi veriler incelendiğinde Türkiye’deki Çerkez kökenli nüfusu 1.5 milyon civarında kabul etmek mümkün olmaktadır. Kuzey Kafkas ülkelerinin Çarlık Rusya’sına karşı verdikleri destansı bağımsızlık savaşı 1864’te büyük bir kırıma dönüşen yenilgiyle sonuçlanmış ve Ruslar Çerkezleri sürmüşlerdîr. O günkü verilere göre sürülen nüfus farklı kaynaklara göre 600.000 ile 1.500.000 arasında değişmektedir. Ancak büyük sefalet içinde gerçekleşen göç sonucu Osmanlı topraklarına ayak basabilenler 400.000 civarında gösterilmektedir. Osmanlı topraklarına gelen Çerkezler; Balkanlar, Suriye , Mısır, Filistin, ve Anadolu da iskan edilmişlerdir. Anadolu’ya iskan edilen nüfus 150-200.000 olarak tahmin edilmektedir.

Bunların büyük çoğunluğu Adigeler sonra Abhazlar ve 20.000 civarında Ubık’la, 3000 aile Çeçen-İnguş, Türk asıllı Bolkar ve Karaçaylardır. Asetinler ve Dağıstanlılar da diğer küçük guruplardır.

Çerkezler, kendi soylarından oluşan köyler kurmuşlar ve doğal asimilasyona uzun süre direnmişlerdir. Ancak Müslüman olmaları ve kentleşmenin hızlanması sonucu büyük ölçüde dillerini unutmuşlar ve Türk toplumuyla bütünleşmişlerdir.

Yapılan araştırmaların hemen hemen tamamı göstermektedir ki Çerkez kökenli unsurlar için Türk kimliği köken kimliklerinden önde gelmektedir. 1993 yılında İstanbul’da yapılan araştırmada ana ve baba tarafından Kafkas kökenliyim diyenlerin oranı %2.19’dur. Ancak bunların sadece %0.46 si kimlik olarak Çerkezliğe bağlı olduklarını belirtmişlerdir.

Etnik mozaik kavramı ve Fransa Örneği

Uluslararası bir örnek olarak Fransa’ya bakmak yeterlidir. 1978 istatistiklerine göre Fransa’da 17 etnik gurup mevcuttur. Üstelik bu sayı Andrews’ün yaklaşımıyla 80’ni aşmaktadır.

Söz konusu 17 gurubun genel nüfus içindeki oranı %19’dur ve bu guruplardan 16’sının nüfusu 100.000’in üzerindedir. (Türkiye’de etnik gurupların toplam nüfus oranı % 11.87 ve nüfusları 100.000 üzerindeki gurup sayısı sadece 5 tir..) Böyle bir tabloya rağmen Fransa’da ne mozaik sözü edilir, ne de Fransa için "mozaik" nitelemesi yapılır.

Fransa haklı olarak mozaik nitelemesini reddettiği gibi, milli azınlık kavramını da benimsememektedir. Fransa 1992 yılında anayasasının 2nci maddesini "Fransızca Cumhuriyetin anadilidir." şeklinde değiştirmiştir.

Avrupa Konseyi çerçevesinde oluşturulan ve 11 üye ülkenin imzaladığı "Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı"na taraf olmamıştır. Fransa Anayasa Kurulu 1991 deki kararında Fransa halkının unsuru Korsika halkı ifadesini anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir. Üniter bir devlet olarak milli bütünlüğünü 100 yıla aşkın bir süre önce pekiştirmiş olan Fransa’nın etnik guruplara bakışı hiç değişmemiştir.

1925 yılında devrin Milli Eğitim Bakanı A de Monzie bu bakışı şu sözleriyle özetlemiştir.

"Fransa’nın tarihsel birliği için, Brötanca’nın ortadan kalkması gerekmektedir."

Bu yapıda bir Fransa etnik bir mozaik olarak tanımlanmaz, bu zihniyette bir Fransa eleştirilmezken, Türkiye’yi mozaik olarak nitelemek sadece bilimi inkar değil, insafsızlıktır.

http://www.circassiancanada.com/tr/arastirma/turkiyede_etnik_dagilimlar.htm

ARAŞTIRMA DOSYASI : Ayşe Arman’ın LAZLAR hakkında ki yazısı

Meğer Lazların bir kısmı Paskalya’yı kutlarmış, yumurtalarla. Bu da çok eski bir gelenekleriymiş.

Lazların, geçmiş zamanlarda Ortodoks olduklarını da o arada öğreniyorum. Ben Lazca’nın Ingilizce, Fransızca gibi tamamen ayrı bir dil olduğunu da bilmiyordum.

Ya da Anadolu’da Müslümanlığı en son kabul eden topluluk olduklarını…

Şu Lazca isimlerin güzelliğine bakar mısınız: Şana, Tanura, Loya, Irden, Tenda, Tutaste, Gubaz , Evro, Teona

Doğu Karadeniz’den sadece izlenim yazısıyla dönmedim. 3 tane de röportaj vardı elimde, biri Lazlarla, diğer ikisi de bölgenin Rum Pontus ve Ermeni geçmişiyle ilgili.

Bugün Ismail Avcı ile başlıyoruz. Lazuri.com’un kurucusu. Lazca-Türkçe sözcüğün yaratıcısı. Işine tutkuyla bağlı biri. Bugünlerde Chivi Yayınları’ndan piyasaya çıkan 25 bin kelimelik sözlüğü oluşturabilmek için, 17 yıldır saha çalışması yapıyor. Köy köy, dağ dağ, mahalle mahalle geziyor. Şahane bir adam. Ondan öğrendiklerimi sizinle paylaşıyorum…

Lazlar neden farklıdır?

– Çünkü genetikleri farklı.

Genetikleri neden farklı?

– Yağışlı iklim, hırçın deniz ve aşırı engebeli coğrafya yüzünden. Bunlar ruh hallerimizi, becerilerimizi ve zekámızı fazlasıyla biçimlendiriyor. Zaten bu coğrafyada; pratik zekáya, çevikliğe ve çabuk karar alma becerisine sahip olmayan birinin neslini devam ettirmesi pek mümkün değil.

Burnu kemerli olmayan Laz yok mudur?

– Vardır elbette. Mesela, yeni doğan Laz bebekler! Işin esprisi bir yana, karikatürleştirilmiş Laz burnu, gerçeği yansıtmıyor. Bütün Lazların burnu kemerli değil. Çünkü Lazların tamamı tek bir etnik kökene sahip değil.

Peki bütün Lazlar, açık tenli ve mavi gözlü müdür?

– Evet. Kafkas halklarının belirgin fiziksel özelliklerini taşıyoruz, çoğunlukla açık tenli, açık renk gözlü, uzun boylu ve ince yapılıyız.

Karadeniz’in tamamı Laz mıdır?

– Yok hayır. Ama özellikle Doğu Karadeniz yerli halkının kökenini Lazlarla ilişkilendirmek tarihsel bir hata olmaz. Bir tarihçi der ki, "Doğu Karadeniz’in tarihi Bizans döneminde Hıristiyanlıkla birlikte Rumlaşmış, Osmanlı döneminde Müslümanlaşıp Türkleşmiş Lazların tarihidir."

Lazca bir lisan mıdır, lehçe midir, nedir?

– Lazca Ingilizce, Fransızca gibi kendi başına bir dildir. Ne başka bir dilin lehçesi ne de birçok dilin karışımıdır. Dilbilimciler, Lazca’nın kökenini binlerce yıl geriye götürüyor. Alfabesi, sözlüğü, grameri, masalı, edebiyatı olan bir dil. Ama ne yazık ki, Lazca’nın apayrı bir dil olduğunu bilmeyen pek çok insan var Türkiye’de.

"Celdum, cittum, cezdum" bunlar Lazca değil mi yani?

– Değil. Bu, Türkçe’nin Karadeniz şivesindeki konuşma biçimi. Bir Laz, Lazca konuşurken ‘celdum, cittum’ demez. Çünkü Lazca’da gel, ‘moxti’ demek. Geldim, ‘komopti’ demek. Gittim, ‘mendapti’, gezdim ise ‘kogopti.’ Gördüğünüz gibi, alakası yok…

Türkiye’de yaşayan Lazların her birinin Lazca adı, soyadı var mı?

– Var. Ama kimliklerinde yazılı değil. Müslüman olduktan sonra isimleri değiştiği için, artık bu soyadlar pek bilinmiyor, duyulmuyor. Ama yer isimlerinde, Lazca isim çok var. Fakat bu isimleri Lazca’nın fonetiği farklı olduğundan, Türkçe alfabeyle yazmak problemli. Bu yüzden pek çok Laz, son zamanlarda Türkçe alfabeyle yazılabilen kendi ürettikleri Lazca isimleri çocuklarına vermeye başladılar. Mesela ben ve eşim oğlumuza "bir ışık" anlamına gelen "Arte" adını verdik. Bir sürü güzel Laz ismi var: Şana (mutluluk tanrıçası, aynı zamanda alyans), Tanura (gün doğumu), Loya (tatlı), Irden (büyüyor), Tenda (ışığın kız kardeşi), Tutaste (ay ışığı), Gubaz (bir Laz kral adı), Evro (sıcak rüzgar) Teona (ışıklı yer) gibi…

Olağanüstü güzel isimler bunlar. Lazca’nın şu andaki durumu nedir?

– Ne yazık ki, yok olma tehlikesi altında. Son yıllarda Laz anne babalar "Türkçesi bozulmasın, okul yaşamlarında, iş hayatlarında sıkıntı çekmesin" düşüncesiyle, çocuklarına anadillerini öğretmiyorlar. Bu Lazlar arasında gönüllü, sistemli ve yaygın bir tutum. Asimilasyonun içselleştirilmesi de diyebilirsiniz.

Türkiye’de kaç kişi kaldı Lazca konuşabilen?

– 500 bin kişi. Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka’da yaşayanlar. Sadece 5 ilçe. Bir de Marmara Bölgesi’nde yaşayan 93 Harbi muhacirleri var.

Bir de Gürcistan’ın batısında yaşayan Hıristiyan Lazlar. Oradakilere Megrel deniliyor. Eğer anne babalar çocuklarına bu dili öğretmezse, birkaç nesil sonra dil ölümü kaçınılmaz olacak.

Lazların en belirgin özellikleri neler?

– Dik başlı, gururlu, pratik zekalı, yaratıcı ve çalışkandırlar. Yönetilmekten ve emir almaktan hoşlanmazlar.

Peki kompleksli bir millet midir?

– Tam tersine, hareketli, konuşkan, esprili ve çabuk düşünebilen hazırcevap insanlardır. Farklılığa çabuk adapte olurlar. Özgüvenleri yüksektir ve kendileriyle dalga geçerler…

Bu yüzden mi, başkaları hakkında değil de, hep Lazlar hakkında fıkralar üretiliyor?

– Bence öyle. Laz’a sormuşlar, "Laz olmasaydın ne olurdun?" diye. Düşünmüş, düşünmüş, "Vallahi, çok mahcup olurdum!" demiş…

ARAŞTIRMA DOSYASI /// DÜNYAYA KAN KUSTURAN REJİM : EMPERYALİZM

EK’TEKİ SLAYT SHOW’U MUTLAKA İNCELEYİNİZ

Emperyalizm yüzyıllardır dünyaya kan kusturuyor! Ancak her geçen gün bu uğursuzluğa karşı örgütlenme ve ortak hareket etme gereği tüm vicdanlarda ve tüm duyarlı kesimlerde derinden hissediliyor.

Çünkü emperyalizm, varlığını sürdürmek için sürekli saldırıyor; saldırdıkça maskesi de hızla düşüyor. O saldırdıkça, insanlık ayağa kalkıyor, Antiemperyalist dalga çığ gibi büyüyor.

Dünya tarihsel bir kırılmanın eşiğinden geçiyor; ve tarihsel sorumluluklarımız emperyalizme karşı olan herkesi ortak bir cephede buluşmaya çağırıyor.

Son 25 yılda, dünya daha yaşanmaz bir hale geldi. Ekonomik ve toplumsal dengesizlikler giderek artıyor; emperyalist (merkez) ülkeler dünyayı istikrarsızlaştırma ve çatıştırma politikalarını gün be gün uyguluyor, zayıf halkların ve devletlerin üzerine azgınca saldırıyor, onların topraklarını işgal ediyor ve sömürüyor. Başlıca politikaları ise böl/parçala/yönet.

Emperyalistler kendilerini haklı göstermek, olası dirençleri yok etmek ve işbirlikçilerini iktidarda tutmak için kendilerine uygun bir dil ve söylem yaratıyorlar. Öyle ki, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlık ve zulüm karşısında susmayıp onurunu korumak isteyenlerin insanlık tarihi boyunca ürettiği her türlü değer ve ilkeyi kendilerine maske yapacak kadar yüzsüzleşiyorlar. Eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi ezilenlerin binlerce yıldır sesi, çığlığı, umudu olan tüm kazanımları kendilerinin ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuyorlar. Bu değerleri kirletiyor, araçsallaştırıyor ve utanmadan ezilenlere karşı kullanıyorlar.

Emperyalistler kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için sürekli yeni mekanizmalar üretiyorlar. Gün geliyor dünyayı, insanlığı, varlığı, toplumları sınıflandırıyor, kamplara ayırıyor. Gün geliyor insanları renklerine göre hiyerarşiye diziyor, çıkarları için köleliği ve ırkçılığı yaratıyor. Gün geliyor modernleşme teorilerini üretiyor, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip kendisi gibi olmayanları aşağılıyor, kendisine bir köle gibi hizmet etmenin diğerleri için erdem olduğu propagandasını yapıyor. Gün geliyor, ortaçağı, feodalizmi çıkarları için ortadan kaldırıyor; bunun için mutlakıyeti ve zorba yönetimi iş başına getiriyor, devletle oynuyor, çıkarları için onu dönüştürüyor; devleti her zaman bir hizmetçi konumunda tutuyor.

Gün geliyor bugün olduğu gibi, küreselleşme adı altında toplumsal farklılıkları, çokkültürlülüğü, etnisiteyi yeniden keşfediyor, sosyal devleti bir rant aygıtı olarak tanımlayıp yeniden ortaçağa dönüşün yollarını arıyor. Kendisine hizmet etmeyi reddedenleri düşman olarak damgalıyor. Masum halkları acımasızca katletmekten, birbirine düşürmekten bir an geri durmuyor; kısacası emperyalistlerin bilinen her türlü hilesine başvuruyor ve yenilerini de sürekli üretiyor.

Emperyalistler sömürü ağlarını gizlemek, çok uluslu şirketlerinin kârlarını kan ve göz yaşı üzerine artırmak ve tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre dönüştürmek, parçalamak ve yönetmek için bugün adına küreselleşme dedikleri bir ucubeye sığınıyorlar. Bu süreçte tüm aktörlerin kazandığı ileri sürülüyor; “kazan-kazan” diyerek sömüren ve sömürülenler arasındaki iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve dengesizlikler gizlenmeye çalışılıyor. Sivil toplum örgütlerinde, kamu kurumlarında, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, kısacası tüm dünyada toplumların farklı kesimlerinde küreselleşmeyi savunanlar apaçık bir biçimde emperyalizmi savunduklarını ya bilmiyorlar ya da küçük hesaplardan dolayı bilerek sömürüye payanda olmayı tercih ediyorlar. Albenili ve bir o kadar da iğrenç “söylemler” sakız gibi birçok ağızda çiğneniyor.

Halbuki, emperyalist sömürü, saldırı ve tahakkümün en üst düzeye ulaştığı günümüzde dünyanın yarısı, yaklaşık 3 milyar insan, günlük 1-2 dolardan daha az bir gelir ile yaşamını sürdürme mücadelesi veriyor. Öyle ki, en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılası dünyanın üç büyük zengininin toplam servetinden çok daha az. Dünyanın % 5’ini oluşturan “mutlu azınlık” genişleyen ticaretin % 82’sinden ve yatırımların % 68’inden yararlanıyor, alttakiler ise ölüm-kalım mücadelesi veriyor. En zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki fark, adına küreselleşme denilen yeni emperyalist süreçte giderek açılıyor. Öyle ki, 1820’de bu fark 3 iken; 1913’te 11; 1950’de 35; 1973’te 44; 1992’de 72; 1997’de 74 ve günümüzde 100 katı aşmıştır. Emperyalist ülkelerdeki nüfusun % 20’si dünyadaki tüm mal, kaynak ve ürünlerin % 86’sını tüketmektedir.

Dolayısıyla emperyalist ülkelerdeki birkaç milyoner 2.5 milyarlık dünya nüfusundan daha fazla bir servete sahiptir. Hiç kimse bunun bir rastlantı olduğunu ya da o kişilerin daha akıllı olduğunu söyleyerek bu eşitsizliği ve dengesizliği maskeleyemez. Çünkü bir taraftan da biliyoruz ki, İMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü vb emperyalist sömürüye hizmet eden kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeler borç veya kredi olarak aldıkları her 1 $ için 13 $ borç ödemek zorunda bırakılmakta, yoksulluk ve borçlanma el ele gitmekte ve daha da vahimi bu borçlar veya krediler, o borçlardan haberi olmayan ya da bu borçlardan hiçbir şekilde yararlanmamış olan ezilen halkın sırtına yüklenmektedir. Yoksul ülkelerdeki halk inim inim inlerken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin soysuzca mutlu yaşamalarının sırrı da budur. Bir de utanmadan, bu ilişkilerden tüm insanların yararlandığını söylemektedirler.

Dolayısıyla, bugün insan hakları ihlallerinin en şiddetlisi ve yaygını ekonomik ve sosyal alanda ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar sömürülmüş, posası çıkarılmış ya da halen sömürülmekte olan ülkelerde yaklaşık 800 milyon insan kronik bir şekilde eksik beslenmektedir. Bunların çoğu, Afrika’da, Asya-pasifikte ve Ortadoğu’dadır. Her yıl 7 milyon çocuk yalnızca borç krizlerinden dolayı ölmektedir. 1 Ocak 2000-24 Mart 2001 tarihlerinde sadece borç ödemesi dolayısıyla 9 milyon çocuk tüm dünyanın gözleri önünde ölmüştür. Milyonlarca insan da bugün ve yarın aynı nedenlerle ölüme mahkum edilmiş durumda. 1980’den bu yana dünyada ve Türkiye’de yaşam beklentileri küçük bir azınlıkta artmış geri kalanlarda hızla azalmıştır. Bebek ölümleri, eğitim ve okur yazarlık konusu da küreselleşme denilen yeni emperyalist çağda kronik sorunlar olarak varlığını sürdürmüştür.

Diğer yandan, dünya nüfusunun sadece % 12’si dünya su kaynaklarının % 85’ini kullanmaktadır; ve bu % 12’lik mutlu azınlık elbette sömürülen ülkelerde yaşamıyor. Öte yandan 1998’deki harcamalar dünyadaki önceliklerine bakıldığında ise çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılmaktadır:

Tüm dünyada temel eğitim için 6 milyar, emperyalist ABD’de kozmetik için 8 milyar, tüm dünyada su ve sağlık için 9 milyar, emperyalist Avrupa’da dondurma için 11 milyar, tüm dünyada kadın doğum sağlığı için 12 milyar, emperyalist AB ve ABD’de parfüm için 12 milyar, tüm dünyada temel sağlık ve beslenme için 13 milyar, Avrupa ve ABD’de evcil hayvan için 17 milyar, Japonya’da iş eğlenceleri için 35 milyar, Avrupa’da sigara için 50 milyar, alkollü içecekler için 105 milyar, dünyada uyuşturucu ve bağımlılık yapan madde ve ilaçlar için 400 milyar ve tüm dünyada bu çarpık manzarayı sürdürmek için ise silah vb askeri harcamalara 780 milyar dolar harcanmıştır.

Günümüzde dünyadaki çocuk sayısı 2.2 milyar; yoksulluk içindeki çocuk sayısı ise 1 milyardır (her iki çocuktan biri). Sömürülen dünyadaki 1.9 milyar çocuk arasında 640 milyonu yeterli barınmadan mahrumdur (her üçünden biri). 400 milyon çocuk kullanılabilir sudan mahrumdur (beşte biri). 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerinden mahrumdur (yedide biri). Dünya çapında eğitimden mahrum bırakılan çocuk sayısı ise 121 milyondur. Dünya ölçeğinde 2003’te 5 yaşına ulaşmadan ölen çocuk sayısı 10.6 milyondur (Fransa, Almanya, Yunanistan ve İtalya’daki çocuk sayısına denk). Her yıl 1.4 milyon çocuk sadece sağlıklı içme suyu ve yeterli sağlıktan mahrum olduğu için ölüyor. Dünya ölçeğinde aşı olamadıkları için her yıl 2.2 milyon çocuk ölüyor; 15 milyon çocuk ise sadece HIV/AİDS nedeniyle öksüz kalıyor.

Tüm bunların emperyalistlerin sömürü mekanizmalarıyla ilgisinin olmadığı söylenebilir mi? Halbuki emperyalist merkezlerin yerel işbirlikçileri tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı ve efendilerini memnun edecek politikaları uygulamayı yeğliyorlar. Çanak yalayıcılığı bir kurtuluş olarak görüyorlar. Bilmiyorlar mı ki, dünya tarihi sömüren ve sömürülenlerin çatışmasının tarihidir; bilmiyorlar mı ki, bu tarih içinde nice işbirlikçiler çıktı, niceleri kişisel çıkarları için emperyalistlerin ve zalimlerin yanında yer aldı. Bilmiyorlar mı ki, dünyada sömürü ve zulüm sürdükçe bunlara karşı çıkan, aklını, vicdanını, kalemini, enerjisini zalimin, haksızın karşısında kullanan ve onurunu yitirmektense yaşamını yitirmeyi tercih eden insanlar hep varolmuştur ve olacaktır. Ve bilmiyorlar mı ki, emperyalistlere köleliği, hizmetkarlığı ve uşaklığı tercih edenler dün olduğu gibi, bugün ve yarın da lanetle anılacaklar; emperyalistler ve işbirlikçileri mutlaka bir gün bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

Emperyalist Sömürü Mekanizmalarının Kuruluşu ve İşleyişi: Dünya ve Türkiye Üzerine Bazı Saptamalar

16. Yüzyıl ile birlikte dünya önce ulusal, daha sonra ise iç mantığı ve işleyişi gereği uluslararasılaşan kapitalizmin, sermaye birikiminin kıskacındadır. Dolayısıyla Türkiye de yüzyıllardır emperyalist (merkez-metropoliten) ülkelerin bir çevresi (uydusu) konumundadır.

Merkez ve çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikçi dolayısıyla sömürüye dayanan ilişki dünyada ve Türkiye’de zaman zaman kırılmaya çalışılmış ancak büyük kazanımlar elde edilememiştir.

Bunun esas nedeni, emperyalist (merkez) ülkelerin kendi içlerinde ve arasında sıkı ve merkezi örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. BM, DTÖ, İMF, Dünya Bankası, NATO, NAFTA, AB vb. gibi yapılanmaların emperyalistler arasındaki örgütlenmeler olduğunu kim inkar edebilir?

Buna karşın, çevre ülkeler sömürülmelerinin de bir sonucu olarak zayıf bırakılmış, örgütlenememişlerdir. Sürekli sömürüye ve tahakküme maruz kalmışlardır. Öyle ki, hem kendi içlerindeki farklılıkların sürekli çatışmaya dönüştürülmesi hem de merkezin kutuplaştırıcı ve çatıştırıcı politikalarının bir sonucu olarak hiçbir zaman bir araya gelememişlerdir. Sömürülen (çevre) ülkeler ne kendi içlerinde, ne de kendi aralarında örgütlenmeyi ve birlikte hareket etmeyi başarabilmişlerdir. Dolayısı ile, çevre ülkelerin kendi içlerinde ve arasındaki çatışmalar emperyalist sömürü mekanizmaların hem bir sonucu olmuş, hem de emperyalist politikaların uygulanmasına ve sömürünün sürmesine olanak sağlamıştır.

Emperyalist (Merkez) ülke(ler) çevre ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmak için yüzyıllardan beri sömürülen ülkelerde işbirlikçi bir elit bulundurmuş, böylece iktidarı denetleyerek tüm toplumu denetim altına almıştır.

Bu çerçevede dünyanın her bir köşesinde sivil ve askeri darbeler düzenlemişler; toplumları denetim altında tutmak ve sömürüye açık bir hale getirmek için toplumsal grup ve dinamikleri çatıştırarak zayıf bırakmışlardır.

Sovyetler Birliğinin çökertilmesi ile birlikte, emperyalist ABD ve AB Soğuk Savaş döneminde uygulamak zorunda kaldıkları refah devleti (sosyal devlet) uygulamasını derhal askıya almışlar; tüm ülkelerde neoliberal olarak adlandırılan uluslararası sermaye yanlısı politikalar devreye sokulmuştur.

Buna paralel olarak, emperyalistler dünyayı istikrarsızlaştırarak sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek amacıyla gerçekte yoksul ülkelerle kendileri arasındaki ekonomik temelli kuzey-güney çatışmasının eksenini kültürel temelli doğu-batı çatışmasına kaydırmışlardır. Bu doğrultuda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaları etkisizleştirebilmek ve gözlerden uzak tutabilmek amacıyla medeniyetler çatışması tezini geliştirmişler, bu tezlerini destekleyebilmek ve tüm dünyada kabul görmesini sağlamak amacıyla da 11 Eylül senaryosunu uygulamaya koymuşlardır. Bir anlamda 2’nci bin yıla nasıl ki adına reform dedikleri Hıristiyanlık içindeki kanlı hesaplaşmayla girmiş ve sonuçta kapitalizmin ve ona eşlik eden Protestanlığın zaferiyle çıkmışlarsa, 3’üncü bin yıla girerken de yine Protestanlığı yedeklerine alarak İslam’ı düşman olarak seçmişlerdir. Bu senaryoda emperyalistler arasındaki çatışmalar da belirginleşmiştir.

Çünkü emperyalist ABD 1990’larla birlikte AB ülkeleri tarafından artık gereksiz olduğu ileri sürülen NATO’yu korumanın telaşına düşmüştür. 11 Eylül her şeyden önce emperyalist ABD’nin diğer bir emperyalist ülkeler topluluğu olan AB ve her ikisinin sömürüsü altındaki ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürecek çok temel bir işlev görmüştür. 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde yeni üsler kurduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. 11 Eylül ayrıca BM gibi örgütlerin emperyalist ülkelerin taşeronu olarak rol oynadığını iyice açığa çıkarmıştır.

Türkiye’nin kendine özgü tarihi de merkez-çevre çatışmasının tarihi olagelmiştir. Bir çevre ya da uydu ülkesi haline sokulan Türkiye’nin kendi içindeki merkez-çevre çatışması sağ-sol, Müslüman-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt eksenlerinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.

Özellikle son zamanlarda Türk-Kürt ve Müslüman-laik şeklinde sahte ayrım ve çatışmalar körüklenmektedir; böylece bir yandan yukarıda belirtilen senaryo doğrultusunda esas çatışmanın ekonomik temelde yani kapitalist üretim tarzına bağlı olarak sömürenler (elit) ve sömürülenler (halk) arasında olduğu gizlenmektedir. Türkiye’de merkez böylece sahte bir biçimde ikiye bölünmekte, iktidarda kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için çok kolaylıkla emperyalistlerle işbirliğine gitmektedirler. Merkez içindeki sahte çatışmalarla gerçek çatışmaların üzeri kapatılmakta, halkın farklı kesimleri arasında çatışma yaratılarak halkın bir araya gelmesi önlenmektedir. Böl ve yönet ilkesi bütün açıklığıyla Türkiye’de uygulanmaktadır.

Tüm bu sahte çatışmalara karşı, biliyoruz ki, hem Türkler içinde hem Kürtler içinde merkezde ve çevrede olanlar var, hem Sünniler içinde hem Aleviler içinde merkezde ve çevrede olanlar var; hem Müslümanlar hem laikler arasında merkezde olanlar kadar çevrede olanlar var. Öyleyse sorun kişinin kökeninin ne olduğu değil, nerede durduğu ve kime hizmet ettiğidir. Dolayısıyla bu tür ayrışma ve çatışmaların sahte olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, gerçek ayrım merkez ve çevre ya da elit ve halk arasında yapılmak durumundadır. Çünkü sermayenin kırmızısı, mavisi, yeşili olamayacağı gibi, sömürü de Türk, Kürt, Müslüman, Laik, Alevi, Sünni tanımıyor.

Sonuçta, emperyalist ABD ve AB menşeli damızlık siyasetçiler halkın gündemini belirliyor ve zihinleri kirletiyor. Bugün de emperyalist merkezlere hizmet edecek iktidarlar üretilmeye devam ediliyor. Aynı oyun farklı zamanlarda farklı aktörlerle ve küçük kurgusal değişikliklerle yeniden sahneleniyor.

Tüm bu oyunları bozmak için ciddi bir paradigma değişikliğine, antiemperyalist bir halk cephesinin kurulmasına acil ihtiyaç bulunuyor.

Antiemperyalist Bir Program Neleri Kapsar?

Antiemperyalist bir program, her şeyden önce emperyalizmin bütün yapılarıyla ve boyutlarıyla çözümlenmesini gerektirir. Bu yolla emperyalizmin görünür ve görünmez tüm mekanizmaları açığa çıkarılarak etkisizleştirilebilir.

Emperyalizm tüm insanlara ve halklara refah, özgürlük, haklar ve demokrasi vaat eder, ancak sömürü, eşitsizlik ve kölelikten başka bir şey vermez. Buna karşı, Antiemperyalist program sömürü, eşitsizlik ve köleliği ortadan kaldırarak tüm insanların ve halkların refah ve mutluluk içinde özgür ve onurlu yaşayacağı, böylece, dünya görüşü, etnik köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet gibi farklılıklarımızın bir çatışma konusu olmadığı, tam aksine her türlü bireysel ve toplumsal farklılığın karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde kendisini ifade edeceği ve yaşama alanı bulacağı demokratik bir ortamının kurulmasını amaçlar.

Emperyalizm insanlar ve toplumlar arasında her türlü farklılığın değerli olduğu propagandasını yaparak yurttaşları ve halkları parçalayacak ve çatıştıracak politikalar uygular; kendisine uygun bir dil yaratır. Etnik ve dinsel farklıkları artırmaya ve çatıştırmaya çalışır. Politikalarına karşı çıkanları düşman olarak damgalar ve ayrıştırır. Antiemperyalist cephenin oluşmasını özellikle önlemeye çalışır ve bu doğrultuda antiemperyalist cepheyi kâh milliyetçilikle, kâh şovenizmle, kâh sosyalizmle ve gericilikle itham eder. Böylece yurttaşlar ve halklar arasında kin ve nefret tohumları eker; şövenist, faşist tutumların tüm taraflarda gelişmesi için her türlü yola başvurur.

Buna karşın Antiemperyalist program tüm yurttaşlar arasında ortaklıkları ve asgari müşterekleri merkeze alır. Evrensel değerleri ve demokratik-sosyal yurttaşlığı ön plana alan bir toplum sözleşmesinin gerçekleşmesini amaçlar. Hiçbir etnik, dinsel ayrım ve ayrımcılık yapmadan Türk’ün, Kürt’ün, Çerkez’in, Abhaz’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kısacası tüm yurttaşların her türlü demokratik haklarını kullanacağı barış ve kardeşlik ortamının sağlanmasını amaçlar.

Emperyalizm küresel kapitalizmi enternasyonalizm gibi sunmaya ve yutturmaya çalışır, böylece tüm dünyada ve Türkiye’de sosyalistleri kapitalizmin uşakları konumuna getirmeye çalışır. Küresel kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak gördüğü sosyal ve üniter devletleri etkisizleştirmeye çalışır. Küreselleşmeyle küresel düzeyde mücadele etmek gerektiğini söyleyenler farkında olarak veya olmayarak küresel sermayeye hizmet ederler. Antiemperyalist program modern devletle sanayi kapitalizmi arasındaki tarihsel ilişkilerin farkında olarak, modern devletin sosyal boyutunun geliştirilmesini ve modern devletin gerçek anlamda demokratik bir yurttaşlar topluluğu haline gelmesini öngörür.

Bu yolla evrensel değerlerin korunacağını ve geliştirileceğini, küresel sermaye ile mücadele edilebilecek bir ortamın oluşabileceğini düşünür.

Emperyalizm dünyada barış çığlıkları atar, ancak insanlara kan, göz yaşı ve savaştan başka bir şey getirmez. Emperyalizm dünya barışı adına tüm dünyanın kaynaklarını sömürür, tüm dünyayı pazar haline getirir ve tüm dünyayı ve insanlığı metalaştırır. Özelleştirmelerle, tekelci zihniyetle insanları işsizleştirir, yoksullaştırır. Buna karşı, Antiemperyalist program yurttaşların kendi kaynaklarına sahip çıkması gerektiğini, herkesin yeteneğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacının karşılandığı bir toplumsal yapının kurulabileceğini, emperyalist sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla işsizlik ve yoksulluğun da ortadan kalkacağını öngörür. Üretim ve tüketimde hakça uygulamaların gerçekleşmesiyle hem yurtta hem de dünyada barışın gerçekleşeceğine inanır.

Emperyalizm tüm dünyayı, evreni, canlıları ve insanları sömürülecek birer meta olarak görür; kendi varlığını sürdürmek ve sınırsız kâr dürtüsünü tatmin edebilmek amacıyla tüm dünyaya saldırır ve yayılır. Aleyhine işleyebilecek her türlü düzenlemeyi deregülasyon politikaları ile ortadan kaldırır; çalışma yaşamında önünde engel gördüğü tüm kazanımları birer birer yıkar geçer. Çalışanların her türlü haklarını kısıtlar ve örgütlü gücünü paramparça eder. Bu doğrultuda, kamu yönetimini ve devleti de bir rant aygıtı olarak tanımlar; kaynakların etkili ve verimli kullanımını savunarak küresel sermayeye hizmet eden bir kamu yönetimi yaratır. Böylece “özerklik” adı altında kamu kurumlarını ve kamu yönetimini demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarır.

Buna karşı, Antiemperyalist program kamu kaynaklarının tüm yurttaşların ortak malı olduğu bilinciyle hareket eder ve bu yönde kamu yönetiminin halkın ortak yararını gözetecek şekilde düzenlenmesini ve demokratikleşmesini öngörür. Dolayısıyla, Son on yılda denetleme ve düzenleme gibi adlar altında kurulan her türlü üst kurulun halkın ortak yararını gözetecek doğrultuda yeniden düzenlenmesini ya da ortadan kaldırılmasını öngörür. Halkın iradesini hiçe sayan ve egemenliğini gölgeleyen uluslararası tahkim gibi amacı sadece sömürenlere ve emperyalistlere hizmet etmek olan her türlü düzenlemeyi kaldırır.

Emperyalizm tüm mekanizmalarıyla insanları mülksüzleştirir, evsizleştirir, topraksızlaştırır. Mortgage sistemiyle insanları borçlandırır ve mülkiyetlerini ipotek altına alarak onları ömür boyu kiracı, serf durumuna düşürür. Buna karşı Antiemperyalist program insanların barınma, yaşama ve çalışma alanlarını güvence altına alır; bu doğrultuda insanca yaşayacakları ve üretecekleri bir konut politikası ile atıl toprakların işlenmesi için halktan yana bir toprak politikası izler.

Emperyalizm çevreye ve doğaya saygıdan söz eder; ehlileştirilmiş ve kendisine hizmet edecek çevreci hareketler üretir; ancak gerçekte sınırsız kâr dürtüsüyle hareket eder, yaşamın tüm alanlarını vahşi bir üretim ve tüketim ilişkisi üzerine inşa ederek ekolojik kirliliğe, dünya ölçeğinde ısınmaya, birçok canlı türünün yok edilmesine yol açar. Dünyayı hunharca sömürerek küresel bir çöplüğe çevirir. Buna karşı, Antiemperyalist programda, üretim ve tüketim ilişkilerinde insan ihtiyaçları merkeze alınır; üretim tarzının insancıllaştırılması sağlanarak doğanın sömürüsü ve çevre kirliliği önlenir, hiçbir şekilde dünyanın bir çöplüğe çevrilmesine izin verilmez.

Emperyalizm insan hakları havariliği yapar; ancak tahakküm mekanizmalarıyla insanlara baskı, işkence ve katliamdan başka bir şey vermez. Emperyalizm kadın haklarından söz eder; ancak kadınlara yönelik sömürü, şiddet ve cinsiyetçiliğin kendisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası olduğunu gizler. Tüm mekanizmaları ile kadını sömürülecek ve kullanılacak bir metaya dönüştürür. Siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda kadına ikincil bir rol tanınması, dayak, işkence veya cinsiyetçilik ile kadının ötekileştirilmesi ve aşağılanması emperyalizmin tüm dünyada öngördüğü makro sömürü düzenlemelerinin ve köle-efendi ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, Antiemperyalist program her türlü tahakkümün ve baskının karşında yer alarak temel insan haklarını korumanın ötesinde her türlü sosyal ve ekonomik hakları geliştirir. Her türlü köle-efendi ilişkisini ortadan kaldırarak tüm insanların özgürleşmesine olanak sağlar. Herkesin kendi kimliğini özgürce yaşayacağı ve yaşatacağı bir ortam oluşturur.

Emperyalizm demokrasiyi elitler arasındaki bir oyuna dönüştürür ve bu yolla onu biçimselleştirir ve seçimlere indirger. Halkın gündemini belirlemek için milletvekili dokunulmazlığı gibi sudan-sabundan konuları sürekli işler; böylece hem iktidarı hem de sözde muhalefeti kendi paradigması ve yörüngesinde tutar. Demokrasi adı altında oligarşik ve aristokratik yapılar kurar. Halbuki Antiemperyalist program demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak kavrar ve tüm yurttaşların gelişiminin bir parçası olarak tanımlar ve katılımı sürekli kılacak mekanizmaları öngörür. Yurttaşların tüm karar ve uygulamalara katılmasını öngörür. Emredici vekalet yolu ile tüm karar ve uygulamaların yurttaşların ortak yararını gözetecek şekilde oluşmasını ve uygulanmasını sağlar. Bu doğrultuda yurttaşların talebine ve onayına dayanmayan hiçbir siyasal, ekonomik, toplumsal, eğitsel vb. düzenleme ve uygulama geçerli ve meşru sayılmaz. Ayrıca, emredici vekaletin ayrılmaz bir parçası olarak halkın taleplerine göre hareket etmeyen temsilciler halk tarafından geri çağrılarak (azledilerek) halkın iradesi kayıtsız şartsız egemen kılınır.

Emperyalizm İMF, Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla ekonomik ve sosyal gelişmenin ve refahın sağlanacağından söz eder; ancak bu yolla sadece çevre ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırır, bu ülkeleri borç sarmalına sokarak zayıflatır ve sürekli sömürülecek bir durumda tutar. Antiemperyalist program bu sömürü yapılarını ve mekanizmalarını ortadan kaldırarak toplumsal barışı ve adaleti sağlar. Bu nedenle, emperyalist mekanizmalar içinde ustaca gizlenen iç ve dış borçlanmanın kaynaklarını tespit eder ve kurutur.

Emperyalizm çevre ülkelerle uluslararası bağımlılık, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma adları altında kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan ilişkiler geliştirir, açık ve gizli kültürel, askeri, ekonomik andlaşmalar yapar. Antiemperyalist program yurttaşların ve halkların ortak yararına aykırı her türlü açık veya gizli askeri, siyasal, ekonomik anlaşmayı halka açıklar ve iptal eder. Böylece, ulusal, bölgesel ve dünya ölçeklerinde barış, kardeşlik ve dayanışmanın yolunu açar. Her koşulda, emperyalizme direnen çevre ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesini savunur, mazlum halkların yanında yer alır ve ezilen halkaların kardeşliğine, birlikteliğine ve özgürleşmesine katkıda bulunur. Dünyayı istikrarsızlaştıran ve hegemonik güçlere hizmet eden NATO gibi saldırı paktlarından ayrılır, her türlü üsleri kapatır.

Emperyalistler Ortadoğu ve Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve bu doğrultuda BOP gibi emperyalist projelerden söz ederler. Avrupa’nın yüksek değerlerinden söz ederek Türkiye’yi AB’nin kapı bekçisi ve jandarması konumunda tutmaya çalışırlar. Toplumun çok farklı kesimlerinden yandaş bulabilmek ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmek için AB projeleri, hibeleri vs adı altında dağıttıkları fonlarla insanları üretmemeye, çalışmamaya yönlendirir, kendi ellerine bakan birer dilenci durumuna düşürürler. Bu nedenle, Antiemperyalist program Türkiye’nin ABD ve AB ile olan tüm ilişkilerini, AB üyeliği gibi halka sorulmaksızın uygulanan ve dolayısıyla hiçbir meşru zemini bulunmayan her türlü tepeden inmeci dayatmaları ve düzenlemeleri gözden geçirmeyi amaçlar.

Emperyalistler toplumlararası etkileşimden ve halkların birbirini anlamasından söz ederler; bu doğrultuda bilimsel, kültürel, sanatsal, eğitsel programlar uygularlar; ancak gerçekleşen sadece emperyalist kültürün, dilin ve yaşam biçiminin çevre ülkelere ve toplumlara yayılması ve buna alternatif olabilecek düşüncelerin ve tutumların yok edilmesidir. Buna karşın, Antiemperyalist program öncelikle kendi insan gücüne dayanarak evrensel değerleri dikkate alan bir eğitim, dil, kültür, sanat ve bilim anlayışının gerekleşmesini amaçlar. Her alanda Antiemperyalist tutumun gelişmesini özendirir ve emperyalistlerin her türlü sahte bilimi ile başa çıkabilecek eleştirel bilimin temellerini atar. Dolayısıyla bilimsel ve eğitsel maskeler altında emperyalistlere devşirme yetiştirmeyi amaçlayan her türlü politika terk edilir; bu amaçlarla halkın kaynaklarıyla yurtdışına gönderilenler geri çağrılır. Ayrıca tüm kurumlardaki emperyalistlerin hizmetçileri açığa çıkarılır ve halka açıklanır.

Emperyalistler küreselleşme dedikleri heyulaya dayanarak sınırların kaldırılmasından ya da açılmasından söz ederler; ancak gerçekleşen sadece zayıf toplumların sınırlarının açılmasıdır. Emperyalistlerin çalışanlara ve mültecilere yönelik politikaları dikkate alındığında, merkezileşmekten ve yoğunlaşmaktan dolayı patlama noktasına gelen küresel sermayelerinin rahatlaması, yeni pazarlara ulaşması ve yeni alanlarda işlem görmesi için sınırların açılmasından söz ettikleri gün gibi ortaya çıkar. Dahası, kendi sınırlarını sıkı sıkıya kapatırken, sömürülen ülkelerin kamusal görevler dahil tüm çalışma alanlarını dahi kendilerine açmalarını talep etmeleri bu niyetlerini apaçık ortaya koyar. Dolayısıyla, Antiemperyalist program bu tür iki yüzlü uygulamaları tamamen ortadan kaldırmayı ve kurumların emperyalistlerin işgaline uğramasına izin vermemeyi öngörür.

Aynı şekilde, Emperyalizm yaşayabilmek amacıyla yeni sömürgeler elde etmek ve koloni hareketlerine girişmek durumundadır. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sürekli tarım ve köylülük üzerinde durmaları ve kırsal nüfusu % 5’e düşürme planları toprakların emperyalistlerin eline geçmesini ve tarım alanlarının büyük sermayeye entegrasyonu amaçlar. Kuş gribi gibi hayali tehlikelerle, tohum yasası gibi düzenlemelerle, Dünya Bankası’nın tarımla uğraşan köylüleri hibe ve yardım adı altında üretmek yerine kendilerine bağımlı kılmaya çalışan politikalarıyla kırda yaşayan insanlar sefalete alıştırılmakta, topraklarını terk etmeye ve mülksüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde toprakların büyük bir kısmı işlenmez bir hale getirilmiştir ve ucuza satılacak durumdadır. O halde, Antiemperyalist program emperyalistlerin söylediğinin ve uyguladığının tam aksini yapmak durumundadır. Antiemperyalist program Türkiye’nin kolonileştirilmesinin önünü alır, tüm ülkede yerleşim ve yaşam koşullarını yeniden düzenler, kentlerde oluşan işsizlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma, değersizleşme, suç, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, intihar gibi patolojik olguların önüne geçmek amacıyla hiç zaman kaybetmeden tam istihdam politikası uygular. Bu amaçla tüm yurttaşların enerjilerini harekete geçirir ve çalışma hakkını içi boş bir söylem olmaktan çıkarıp uygulamaya koyar; bu anlayışla ormanları, nehirleri, madenleri, toprakları tüm halkın ortak kaynakları olarak dengeli bir biçimde değerlendirmeyi amaçlar.

Çağrımız Tüm Yurttaşlara,

Çağrımız tüm Yurtseverlere, Atatürkçülere, Sosyalistlere, Milliyetçilere, Muhafazakarlara, Sosyal Demokratlara, Liberallere, Anarşistlere, Feministlere,

Çağrımız Laiklere; Müslümanlara, Alevilere, Şiilere, Sünnilere, Hıristiyanlara, Yahudilere,

Çağrımız Türklere, Kürtlere, Lazlara, Zazalara, Gürcülere, Çerkezlere, Abhazlara, Tatarlara,

Çağrımız Kadınlara, Erkeklere, Gençlere, Yaşlılara,

Çağrımız İşçiye, İşsize, Memura, Esnafa, Üretene, Çalışana,

Çağrımız öğrenciye, öğretmene, akademisyene, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, siyasal partilere, aydınlara, yazarlara,

Çağrımız Kentliye, Köylüye,

Çağrımız Tüm Antiemperyalistlere,

Çağrımız Onurundan Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan Tüm Duyarlı İnsanlara,

Türkiye çok ciddî bir çaresizliğin içinde ve giderek derinleşen bir bunalımın eşiğindedir. Toplumu toplum yapan değerler her geçen gün yıpranmakta, ülkemiz hızla yoksulluğa, kutuplaşmaya, dağılma ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Halbuki, herhangi bir toplumdan söz etmek için insanların biyolojik ve fiziksel varlığını sürdürmesi gerekir; dolayısıyla fiziksel ve coğrafi bir alana, diğer bir deyişle ülkeye ihtiyaç bulunur.

Bugün toplumu bir arada tutacak ve o toplumu oluşturan üyelerin bir arada insanca ve onurlu yaşam sürmesini sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç duyuluyor. Mevcut koşullarda “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır/milletindir” ilkesinin tam anlamıyla teoriden pratiğe geçmesi olanaksız görünüyor. Seçimlere az bir süre kala, ABD ve AB’nin desteğini kazanabilmek amacıyla her türlü taviz veriliyor; öte yandan yapay gerilimler ve tartışmalarla Türkiye derin bir uçuruma doğru itiliyor. Alternatif olarak sunulan veya sunulmaya hazırlanan sözde hareketler veya siyasi oluşumlar da meşruiyetlerini halkta değil, her zamanki gibi emperyalistlere dalkavuklukta görüyorlar.

Halbuki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hepimizin sorunlarıdır, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüzyıllardır tüm dünyanın ve bizlerin başına sardığı belalardır. Tüm sorunların üstesinden gelinebilir. İhtiyacımız olan tek şey kendimize ve birbirimize güvenmemiz, inanmamızdır. Unutmamalıyız ki, umutsuzluğa düşmemizi, toplumsal yaşamdan ve mücadeleden kendimizi tecrit etmemizi isteyenler bizlerin ortak yararını gözetenler değil, emperyalistlerdir. Yapmamız gereken tek şey, her birimizde varolan gücü ve enerjiyi bir araya getirmektir. Yapmamız gereken ilk iş, her birimizin ortak sorunlar üzerinde, ortak çözümler üretebileceği bir zeminde ve ortak paydada buluşmaktır. Böyle bir zeminde ortaya çıkacak doğrular hepimizin ortak doğruları, belirlenecek yollar hepimizin takip etmek isteyeceği yollar, üretilecek politikalar hepimizin onayını alan politikalar olacaktır. Unutmamalıyız ki, örgütlü hareket edemediğimiz takdirde emperyalistler ve işbirlikçileri aynı oyunlarını yeniden yeniden oynayacaklardır.

Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.

Eğer ki siyasetin ve toplumsal yaşamın amacı, filozofların bilgece ifade ettikleri gibi, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaksa, gelin el ele verelim. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı, hepimizin ortak katılımıyla, birlikte inşa edelim.

Yukarıdaki nedenler ve ilkeler doğrultusunda;

1. Halkın ortak yararını düşünen tüm siyasal partileri, sendikaları, ulusal ve yerel dernekleri, vakıfları, meslek kuruluşlarını, inisiyatif ve platformları, ulusal ve yerel medyayı, internet öbeklerini ortak bir cephede buluşmaya,

2. Tüm duyarlı yurttaşları; her türlü meşru zeminde, üyesi bulundukları siyasal partilerde, sendikalarda, ulusal ve yerel derneklerde, vakıflarda, meslek kuruluşlarında, inisiyatif ve platformlarda, ulusal ve yerel medyada, internet öbeklerinde antiemperyalist bir ortak cephe bilincinin gelişmesine katkıda bulunmaya;

3. Tüm duyarlı yurttaşları; bireysel veya kolektif olarak her türlü meşru zeminde ulusal ve yerel düzeyde Türkiye’nin her bir köşesinde, her bir ilde, her bir ilçede, her bir kasaba ve köyde antiemperyalist bir cephenin kurulmasında veya gelişmesinde inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye;

Çağırıyoruz.

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin umutlarımızı ve geleceğimizi yok etmelerine izin vermeyelim.

Anti Emperyalist Halk Cephesi

http://www.halkcephesi.net/imza/default.htm

EMPERYALZM.pps

TARİH : Yunan oyuncak olunca…

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Rus Çariçesi 2. Katerina muhteris bir kadındır. Osmanlı’nın başına gaileler açmak için Bizans’ı hortlatmaya, Yunanistan meselesini kaşımaya başlar. O yıl doğan torununa "Konstantin" adını koyar, aklı sıra müstakbel Roma İmparatorluğuna ipotek koyar.

Ancak bütün bu tasavvurlarını gerçekleştirecek kadar güçlü değildir. Tutar eteğini müttefik aramaya çıkar ve gidip Avusturya İmparatoru 2. Jozef’i peşine takar. Oturup bir anlaşma imzalar (1781-Petesburg) kağıt üzerinde Osmanlı’yı paylaşırlar. Üzerinde çift başlı kartal olan bayraklar yaptırır, İmparator tahtından, zafer taklarına kadar her ayrıntıyı konuşurlar. Ancak hesapta olmayan işler olur. İsveçliler bu ittifaka çok bozulur ve ansızın Rusya’ya saldırırlar. Neredeyse Çariçeyi ele geçirecek kadar ilerler Moskof’u dağıtırlar. İngiltere ve Prusya da bizim safımızda yer alır ve maceraperestlerin hevesini kursaklarında koyarlar.

Katiller yola çıkınca…

Ancak Yunanlılar "Magelo İdea" hayali ile ayağa kalkar ve oyuna getirildiklerini bir türlü anlayamazlar.

Ruslar 1820 yılında tekrar faaliyete geçer, bu kez İpsilanti Kardeşleri kullanırlar.

Plana göre Çar müşaviri Aleksandr İpsilanti, Romanya üzerinden güneye inecek, kardeşi Dimitrios da Mora’dan yola çıkacak ve Sofya’da birleşip İstanbul’a saldıracaklardır. Aleksandr, Moskova’dan yola çıkar, ancak Eflak-Buğdan halkı bunlara yanaşmaz. İşler sarpa sarınca Çar yan çizmeye başlar. Buna rağmen Batı Trakya’da 15 bin Müslümanı katleder, zemini al kanlara boyar. Bu seri cinayetler Atina, Teselya ve adalara yayılır "Etniki Eterya" çok ocak söndürür, çok can yakar…

2. Mahmud Han isyancıların alayını kıracak güce ve gerekçelere sahiptir ama o sadece elebaşılarını yakalar. Halka dokunmaz lakin Patrik Gregoryüs’ü Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında sallandırmaktan da kaçınmaz.

Avrupalı mutaassıp Hıristiyanlar, liberaller, özentiler, platonik Grek hayranları Yunanlıların yanında durur, Lord Byron ve Viktor Hügo gibi ünlü isimler Helen’e destek olurlar.

Yunanlılar tekrar ayaklanır. Osmanlı bu kez isyanla direkt ilgilenmez zira Fransız İhtilalini takiben milliyetçilik rüzgarları sert esmeye başlar. Bu işi Mısır Valisine havale eder. Hıdiv Mehmed Ali Paşa, oğlunu 20 bin asker ve 60 gemiyle Mora’ya yollar.

Dört günde süt liman

Bunlar Rodos’ta "Donanma-yı aliye" ile buluşurlar, Girit, Mora derken dört yıldır süren yılan hikayesini 4 haftada bitirir, militanları ayıklar, sükuneti sağlarlar.

Rum liderleri bakarlar bu iş Rusya’yla olacak gibi değil ikiyüzlü siyaset güden dalavereci İngilizler’e sığınırlar. Kraliçe sırf bu iş için General Wellington’u vazifelendirir. Ardından Babıali’ye bir nota verir "Yunanistan’a muhtariyet verilmesini" arzularlar.

Hariciyecilerimiz de aynı gerekçelerle "İrlanda meselesini kaşıyabileceklerini" ima eder, saniyen (ikinci olarak) imzalanan anlaşmayı hatırlatır "ihtilal ve isyanları gayri meşru ilan etmemiş miydik" diye sorarlar.

Ama İngiliz İngiliz’dir, işine gelmeyeni duymaz, anlaşmalara uymaz. Sadece Yunanlıları değil imparatorluk içindeki bütün azınlıkları ayaklandırmaya bakar…

TARİH : Adsız kahramanlar /// Hacı Çalık Ali Paşa VE PADİŞAH 2. AHMED

İrfan Özfatura

irfan.ozfatura

Hacı Çalık Ali Paşa, Merzifon’dan çıkan ikinci büyük sadrazamdır. Serdar-ı Ekrem sıfatıyla Avrupa içlerine sefere çıkar, birçok işi yoluna koyar. Görünen o ki bu korkusuz ve gayretli paşa hayırlı işlere ön ayak olacak, İmparatorluğu özlenen günlere taşıyacaktır.

Değerli sadrazam, çalıştırdığı insanlara da sahip çıkar. Hatta koca Padişahla karşı karşıya gelmeyi göze alacak kadar.

Bir ara Sultan, Başdefterdarı azletmesini ister ama bunu yapmaz. Böyle bir suç, mevkiinden olmasına, zindana düşmesine, hatta cellada yollanmasına sebep olabilir ama geri adım atmaz.

Padişah onu huzuruna çağırtıp sorar: "Biz bu defterdarı azletmeyi murad etmişiz. Üç kere müstakim bir bendeyi naspedesin diye hattışerif yolladık, fermanımızı niye duymazdan gelirsin!

Mührü iade edince…

-Defterdar ne cürm ile müttehem oldu ki (suçlandı ki) azli icab ede?

-Bilmez misin, Edirneliler ondan şikayette bulunurlar.

-Ahaliye yaranmak kolay mı? Hem defterdar kendi başına iş yapmaya muktedir olmayan bir hıdmetkarınızdır. Ortada bir suç varsa benden sorula!

Buraya kadar iyidir de, tutup mührü sultana uzatınca iş kopar. Padişah bu doğru sözlü paşayı takdir etmekle birlikte "sen bilirsin" der, "var biraz da taşrada oyalan!"

Ancak Devlet-i aliyye Çalık Ali Paşa gibi mevki kaygısı taşımayan dürüst insanlarla doludur. Nitekim Bozoklu Mustafa Paşa, Çalık Ali Paşa’ya saygısından dolayı kendisine yollanan Mührü Hümayunu kabul etmez, "tehlikeli" bir iş yapar.

Padişahın (2. Ahmed) hem hoşuna gider, hem de çok kızar. Bir yandan "ikisini de cezalandırmazsam eğer" diye efkarlanırken, sohbet arkadaşlarına "pes vallahi, devletimizin ne yaman adamları varmış" diye söz açar.

Aradan ne kadar zaman geçer bilemiyoruz, Sultan, Çalık Ali Paşayı çağırtır "N’apayım Paşa" der, "bu işi kendin eyledin. Şimdi söyle bana hangi vilayeti istersin, ihsanım ola!"

-Siz sağ olun yeter. Bize ihsan, mansıb gerekmez.

-Olmaz. Bir yer söyle diyorsam söyleyeceksin. Bak bu kez itiraz istemem.

-Öyleyse Mihalıç hassı olsun.

-Bu hasların derdi çok, geliri azdır.

-Böylesi sefer vakitlerinde kanaat gerektür Sultanım. Hazinenin akçaya olan ihtiyacı benden fazladır.

Padişah acı acı güler, böyle bir adama ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünmeye başlar. Bir sene sonra, iki sene sonra… Neticede ne yapıp yapacak, onu tekrar Sedarete atayacaktır ama…

Çok geçmeden Paşanın vefatını işitir ve oturup içli içli ağlar…

Mürüvvet denilince…

Bir ara Mısır Beylerbeyi Vezir Hasan Paşa’ya divandan bir emir gelir. O günlerde sürgün olan Kızlaraağası Yusuf Ağanın bütün malının mülkünün satılıp dersaadete yollanması istenir. Hasan Paşa bu noktalara Yusuf Ağanın himayesiyle gelmiştir ve velinimetini üzmekten çok çekinir. Araştırır soruşturur Yusuf Ağanın 900 yük akça kadar serveti olduğunu öğrenir. Hiç tereddüt etmeden kendi malını mülkünü satar ve 900 yük akçayı toparlayıp İstanbul’a yollar.

Dersaadetin olup bitenden haberi olur, usulsüz bir iş yaptığı için ona 150 yük akça ceza yazarlar. Hasan Paşa çok zorlanır ama istenilen bedeli de hazırlar. Yoksul kalsa da akçaları Asitaneye yollayıp rahatlar.

Padişah (4. Mehmed Han) vakayı işitince Hasan Paşayı İstanbul’a çağırtır. Vezirler paşalar "sen bittin aslanım" derler, "bu işi kesin zindan paklar!.."

Peki Sultan n’apsa beğenirsiniz?

Onu öz kızıyla (Hatice Sultanla) evlendirir, kendine damat yapar…