TARİH : Nasreddin Hoca Kimdir ve Nerelidir ?

Son birkaç yıldır, ülkemizde Nasreddin Hoca’nın kimliği, kişiliği ve nereli olduğuyla ilgili önemli tartışmalar gündemi işgal etmektedir. Onun kimliği, milliyeti ve nereli olduğuyla ilgili tartışmaların kesin bir sonuca ulaşamamasında, çeşitli sebeplerin etkili olduğu görülmektedir: Acaba kavga, Nasreddin Hoca üzerinden yapılan şehirler arası bir “rant” kavgası mıdır? Nasreddin Hoca, “ferdî şahsiyet” ve “fıkra tipi” olmak üzere çift kimlikli midir? Türkiye’deki birçok il ve ilçenin paylaşamadıkları taraf, onun birinci veya ikinci kimliği ile mi ilgilidir? Bu husustaki soruları çoğaltmak elbette mümkündür.

Bu yazıyı kaleme almamıza sebep, aşağıda özetleyerek verilecek olan iddialardır. Önce, bu görüşleri mümkün olduğu kadar özetleyerek ortaya koyacak, daha sonra da, bir ’bilim’ adamı olarak meseleyi tartışıp bir sonuca ulaştırmaya çalışacağız.

1-Hoca Nasreddin, gerçekte ’Ahi Evren’dir. Ahi Evren’e günümüzde, Kırşehir sahip çıktığına göre, N. Hoca da ’Kırşehir’lidir:

Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Mikâil Bayram, 1975 yılında bu mesele hakkında ilk kitabını neşretmişti. Bu eserinde Ahi Evren-Mevlâna mücadelesini belgelere dayanarak ele almıştı. Ne yazık ki, kendisinin de belirttiği gibi, ilim âlemi yazdıklarıyla ilgilenmedi ve Prof. Bayram, “rakibi susarak öldürmek” şeklinde bir muameleye maruz kaldı.

Geçen yıllarda Hulki Cevizoğlu ’Mevlânâ’ hakkında ’Ceviz Kabuğu’nda iki program yapmıştı. Bu programlara telefonla katılan Prof. Bayram’ın ’Mevlânâ’nın kimliği, siyasî faaliyetleri ve kişiliği hakkındaki tespit ve değerlendirmeleri, özellikle Mevlânâ’nın “Moğol ajanı” olduğunu ileri sürmesi, Konya’da ve ülke çapında büyük bir infiale sebep olmuştu. Ceviz Kabuğu programlarının en can alıcı ifadesi, Hulki Cevizoğlu tarafından Mevlânâ’yı savunmak maksadıyla programa bağlananlara hitaben söylenmişti: “Allah’ın peygamberi Muhammed’i bu kadar savunamazdınız ama…

Daha sonra Prof. Bayram, bu alandaki çalışmalarını sonuçlandıracak mahiyette Sosyal ve Siyasî Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlânâ Mücadelesi (Nüve Kültür Merkezi, Konya 2005) isimli 263 sayfalık bir kitap daha kaleme aldı. Kitapta ’merkez’de (Konya) yaşayan Mevlânâ ile ’çevre’de (Kırşehir yöresinde) hayatını devam ettiren Ahi Evren arasındaki siyasî mücadele değerlendirilmektedir. Eserde ’ahîlik’ teşkilâtının “baş mimarı” ’Ahi Evren’ ile ’Nasreddin Hoca’ lâkaplı “Hace Nasirü’d-din Mahmud”un aynı kişi olduğu gösterilmek istenmiştir. Bu kitap merkezli olarak özellikle Konya’da büyük tartışmalar yaşandı Meselâ, Bayram’ın iddiaları, Mevlânâ Müzesi Müdürü tarafından “deli saçması” olarak nitelendirildi; Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü konuyla ilgili bir basın toplantısı tertip etti; Konya-Akşehir’de merkezi bulunan Nasreddin Hoca ve Turizm Derneği yöneticileri, N. Hoca’ya ve sembolü Akşehir’e “çamur atıldığı” için Prof. Bayram hakkında ’hakaret’ davası açacaklarını söylediler… (bk. www.maksimum.com-03.12.2004).

Onun yaptığı çalışmalar, bilimsel olarak halen çürütülemedi. Gerek Ceviz Kabuğu programına katıldıktan sonra ve gerekse 2005 yılı başlarında Prof. Bayram, yaşadığı ve görev yaptığı Konya’da pek çok sıkıntıyla karşılaştı.

2. Nasreddin Hoca Konya- ’Akşehir’li veya Eskişehir-’Sivrihisar’lıdır:

Hoca’nın Akşehirli olduğuna dair, rahmetli İ. Hakkı Konyalı’nın önemli çalışmaları vardır. Buna mukabil, onun Eskişehir-Sivrihisar’ın Hortu köyünden olduğuna dair de önemli belgeler yayınlanmıştır. N. Hoca’nın bu iki ilçemiz arasında bir türlü paylaşılamadığı biliniyor. O kadar ki, son yıllarda Eskişehir ve Konya illeri, birbirine alternatif olmak üzere Nasreddin Hoca şenlikleri düzenlemektedir.

Biz bu hususta herhangi bir görüş belirtmeyeceğiz. Bunun yerine önce Pertev N. Boratav’ın tespit ve değerlendirmelerini aktaracak, daha sonra da Akşehir gölünün bugünkü durumundan okurlarımızı haberdar edeceğiz:

“…Hoca’nın hikâyelerinde ’hazır-cevaplık, nükte, sağduyu’ ile ’saflık ve tuhaflık’ ögeleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar, ve bunlar tümüyle Nasreddin Hoca’nın halk bilgesi kişiliğini, yani onun fıkralarının ayırt edici niteliğini meydana getirirler. Epey eski bir tarihten, belki de Hoca’nın ölümünden az sonra başlayarak Sivrihisarlılar üzerine anlatılan hikâyelerle Hoca’ya mal edilen fıkralar birbiriyle kaynaşmış, ve giderek –Hoca’nın kişiliği ağır bastığı için- sade Sivrihisarlılar üzerine anlatılanlar değil, Türk mizah yaratmalarının büyük toplamı da onun ünlü adı etrafında çevrelenmiş olmalıdır.” (100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yay., İst. 1969, s. 97).

“Nasreddin Hoca’nın vatanı sayılan Sivrihisar’ın halkı, Saltuknâme’nin yazıldığı XV. yüzyıldan başlayarak, saflıkları, tuhaflıklarıyla ün almış insanlardı.” (Boratav, age, s. 96).

Temsilî N. Hoca, 5 Temmuz’da başlayan ’Uluslararası Nasrettin Hoca Şenlikleri’nde Akşehir gölüne, “ya tutarsa” diyerek maya çalmaktaydı. Maalesef gölün büyük bir bölümü kurumuştur. Göl kuruduğu için, bu yılın temsilî Nasreddin Hoca’sı Kadir Çöpdemir’in tankerlerle taşınan suyla doldurulan havuza maya çalacağı bildiriliyordu (bk. Zaman, 17.06.2006).

3. Nasreddin Hoca Kayserilidir:

Sayın Muhsin İlyas Subaşı, 2004 yılında kaleme aldığı ’deneme’sinin başlığını oldukça “kışkırtıcı” bir biçimde koymuştu: “Nasreddin Hoca Kayserilidir” (Erciyes, S. 318, Haziran 2004, s. 18). Okumakta olduğunuz yazı, biraz da bu sebeple kaleme alınmıştır.

Yazıdaki önemli gördüğümüz noktaları aktarmak istiyoruz:

“Nasreddin Hoca’nın memleketi konusunda yeni bir tartışma başlatıldı. Halit Erkiletlioğlu’nun Nasreddin Hoca’nın mezar taşının Kayseri’de olduğunu belirten bir yazısı bir yerel gazetede yayımlandıktan sonra, bunu, Anadolu Ajansı’nın haber yapması tartışmayı ülke gündemine taşıdı. Aslında Erkiletlioğlu’nun bahse konu yazısı bu alanda ilk değildi.” Kayseri’de müze müdürlüğü görevini ifa eden Naci Kum, hocanın mezar taşının Kayseri müzesinde bulunduğunu haber vermiş; eski müze müdürlerinden Mehmet Çayırdağ, bu konuda bir yazı yazmış ve “konuyu toplumun dikkatinde yenilemiş”tir. Ayrıca Abdullah Satoğlu da bu hususta bir yazı kaleme almıştır. “Biz bu yayınlardan hareket ederek araştırma yaptık. Ortaya çok çarpıcı sonuçlar çıktı. Meseleyi herhangi bir tartışma zeminine çekmen[m]. Şimdi bu belge ve bilgileri sahanın uzmanlarının dikkat ve tartışmasına sunmak istiyorum. Sanırım, kaynaklar taranırsa bu konuda daha çok bilgi ve belgeye ulaşılacaktır.”

Sayın Subaşı, yazısı şu cümlelerle bitiriyor:

“Toplumda yerleşmiş yanlış kanaatleri değiştirmek elbette çok güçtür. Ama realiteyle hayali de birbirinden ayırmak gerekmektedir. Halk bunu tefrik edemeyebilir. Zaten ondan da böyle bir dikkat beklenilmemektedir. Bu sorumluluk aydınlarımıza aittir. Bu yazı da onlara bir davetiyedir. Umarım davetiyemiz arzulanan adreslere ulaşacaktır.”

Görüldüğü gibi, N. Hoca’nın Kayseri’li olduğu konusunda en önemli delil, Kayseri Müzesi’nde bulunan mezar taşıdır. Sayın Mehmet Çayırdağ, “Kayseri’de Selçuklu ve Beylikler Dönemine Ait Bazı Kitabe ve Mezartaşları”, (Kayseri Tarihi Araştırmaları, Kayseri 2001, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Yayınları, s.148) isimli makalesinde, söz konusu mezar taşı hakkında şu bilgileri veriyor:

“XIII. YÜZYIL KİTABESİ (NASREDDİN HOCA):

Kayseri Müzesi’nde 1456 envanter numarasında kayıtlı.

Tercümesi: “Bu kabir merhum, mağfur, said, şehid Nasreddin Hoca’nındır. 611 yılının Safer ayında [M. 1214 Mayıs-Haziran) vefat etti.// Müzeye Kayseri’deki hangi türbe veya mezarlıktan geldiği belli olmayan mezar taşının meşhur Nasreddin Hoca’ya ait olduğu ileri sürülmüştür. Taşta Nasreddin Hoca’nın baba ismi yazılı olabilecek kısmı kaybolmuş olduğu gibi, isimden sonda ’Ço…’ diye başlayan kelimenin de ne olduğu belli değildir. Bu terkipteki isim, devrinin âdetine uymayacak şekilde dikkat çekicidir. Taşa ismin [isim] halk içindeki meşhur söylenişi ile yazılmıştır denilebilir. Eksik kelime onun esas isminin başlangıcı olabilir.”

Daha sonra, Dr. Mustafa Işık, ’’Kayseri’deki Mimarî Eserlerde Geçen Ayet ve Hadisler’’ isimli -daha sonra bastırdığı- ’doktora tezi’ni hazırlarken, söz konusu mezar taşını incelediğini belirterek şu bilgileri vermiştir: ’’Müzedeki mezar taşının, mezar sahibinin babasının isminin yazılmış olabileceği üst kısmı kırılmıştır. Mezar taşındaki iki satırlık kitabenin üst satırında (Bu kabir, rahmetli, günahları bağışlanmış, mutlu, öte dünyayı görmüş, Emirüddin Hace’nindir Yıl 611-1214) yazılıdır. Kitabenin ikinci satırında ise iki ayet ve sonradan uydurma bir hadis yer almaktadır. Bilimsel bir çalışma için okuduğumuz mezar taşındaki yazıya göre, bazı araştırmacılar tarafından Nasreddin Hoca olarak okunmasını anlayamadım.’’ (bk. www. haber7.com- 25 Ağustos 2005).

Böylece, N. Hoca’nın Kayserili olduğu iddiası, bir diğer Kayserili tarafından çürütülmüş olmaktadır. Ayrıca söz konusu mezar taşı, N. Hoca’nın Kayserili olduğunu ispat için kâfi değildir.

4. Nasreddin Hoca aslen Kastamonu’ludur:

11 Şubat 2005 tarihli Anadolu Ajansı kaynaklı bir haberde, Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Araştırma Görevlisi Cevdet Yakupoğlu’nun görüş ve iddiaları aktarılmıştır. Buna göre, Hoca Selçuklular döneminde Maliye Bakanlığı yapmıştır. Görüş yeni değildir; daha önce rahmetli Prof. Dr. Osman Turan da Selçuklular Zamanında Türkiye eserinin 604. sayfasında, bu bilgiyi kaydetmişti.. Asıl adı Müstevfi Hoca Nasreddin olan Hoca, 1280’li yıllarda Kastamonu’da yaşayan Çobanoğlu Beyi Yavlak Arslan’ın oğludur. Dolayısıyla, N. Hoca, Kastamonulu olabilir.

Yakupoğlu, “1999 yılından bu yana yaptığı bilimsel araştırmalar sonucunda bu verileri ortaya çıkar[dığını]” kaydediyor. N. Hoca fıkralarının doğuşunu ise şöyle açıklıyor: “Nasreddin Hoca ile ilgili fıkraların ortaya çıkmasının gerçek nedeni, O’nun İç Anadolu halkını Moğol baskısına karşı koruması, pratik zekâsı ve halkın dertlerine kısa sürede çözüm bulması. Selçuklu hükümdarlarının bile görüşemediği Moğol valileriyle istediği gibi görüşerek, halkın sıkıntılarını devlet katında kısa sürede çözmesidir.” (bk. AA, 11 Şubat 2005). Bu bilgi, kanaatimizce yetersizdir; N. Hoca’nın Kastamonulu olduğunu ispata kâfi değildir.

5. Nasreddin Hoca, Karadeniz’li Temel’in akrabasıdır:

Heyemola yayınları 51 kişinin katılımıyla, 2006 yılında Temel Kimdir isimli bir kitap yayınladı. Kitapta, Karadeniz fıkralarının temel tiplerinden birisi olan ’Temel’ okuyucuya sunulmuştur. “Karikatürcüler derneği Trabzon temsilciliği Temel’in doğum gününün tespiti için kampanya başlatıp, girişimlerde bulundu. Fıkra kahramanı Temel’e ait olmayan montaj, çeviri, kötü yakıştırmalar ve yanlış anlamaları azaltmaya yönelik başlatılan proje, temeli gerçek kimliği ile kamuoyuna tanıtmayı hedefliyor. Kitapta Nasreddin Hoca’nın Karadenizli, Temel’in akrabası, belki de Oflu hocaların atası olduğuna dair tezler yer alıyor. “(Zaman, 07.10.2006). Temel ile Nasreddin Hoca’nın ’fıkra tipi’ olma özellikleri dışında ortaklıkları olduğunu söylemek zordur.

6. Nasreddin Hoca, Arnavutluk’lu bir Arnavut’tur:

Balkanlarda yaşayan Arnavutlar, Hoca’nın Fatih Sultan Mehmet’ten sonra, bu yöreye geldiğine inanmaktadırlar. Tahir Alangu, ’folklor’un sınır tanımaması ve dinamiklik özelliğini anlatırken, şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Meselâ Arnavutlar Fatih’ten sonra Nasrettin Hoca’nın Arnavutluk’a gittiğine inanıyorlar. Çeşitli meslek gruplarının temsilcileriyle karşılıklı konuşmaları, nükteleri var. Hattâ bir de yayınlanmış kitap var, ’Nasretttin Hoca Arnavutluk’ta’ diye. Yani folklor katiyen sınır tanımıyor. Her yerde de değişiyor.” (Hüseyin Görür, “Görüş: Röportaj” [ Tahir Alangu ile], Folklor [İstanbul], c. II, S. 19-22 (1970-1971), s. 55-56).

7. Nasreddin Hoca, gurbetçilerimizle birlikte Almanya’da:

Halil Demirci, 1999 yılında Berlin’de Türkçe bir kitap yayınladı: Nasreddin Hoca Almanya’da, (Deutdsch-Türkischer Fotosatz).

Kitapta, Almanya’da geçen 323 fıkra yer almaktadır. Yazar, kitabın ’önsöz’ünde şunları yazıyor:

“İnsanlar bir yerden ayrılıp belli bir süre, ya da sürekli kalacakları yere giderlerken mutlaka yanlarında bir şeyleri de birlikte götürürler. Bu götürdükleri şeyler eşyalarıdır, giysileridir, anılarıdır. Daha geniş anlamda gelenek ve görenekleridir, inançlarıdır, kültürleridir. (…) Çağımızda güncelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan Nasreddin Hoca’yı da Anadolu’da bırakamazdık. Hoca farklıydı. Onu ne film kasetlerine ne de müzik kasetlerine sığdıramazdık, sığdıramadık. Hoca canlı kalmalıydı. Yaşamalıydı. O eşeği ile birlikte gelmeliydi Avrupa’ya. Hoca eşeksiz olamazdı. Hoca eşeğiyle trene binmeliydi. Bindirdik. Uçağa binmeliydi, bindirdik. Getirdik onu aramıza kattık. Onunla birlikte yaşadık. O bizleri yine güldürdü, yine iğneledi ve bizlere öncülük etti, bizleri fıkraları ile eğitti.” (Demirci 1999: 13).

8. Nasreddin Hoca Rus’tur:

Gazeteci Nuri Sefa Erdem, kaleme aldığı 12 Eylül’ün Yasama Organı-Haki Meclis (İst. 2005) isimli kitabında ’Nasrettin Hoca Hassasiyeti’ni şöyle anlatıyor:”O günlerde Millî Güvenlik Konseyi’nin gündemi yine Evren Paşa’nın bir emriyle bir anda değişiverdi. SSCB yetkililerinin ve SSCB’nin Ankara Büyükelçiliği’nin ’Nasrettin Hoca’nın aslında Rus olduğu’ yönünde açıklamalarda bulunduğu yolunda basında haberler çıkmıştı. Olaya Evren Paşa el koydu! Bu iddiayı yazan bir gazete kupürünün üzerine kırmızı kalemle ’Ruslar! Nasrettin Hoca’ya sahip çıkılsın’ emrini not düşerek, Meclis İhtisas Komisyonları Koordinatörlüğü’ne havale etti… Komisyon yerli ve yabancı kaynaklardan yararlanarak Nasrettin Hoca ile ilgili bir rapor hazırladı ve Konsey’e sundu. Nasrettin Hoca Türkiye’nindi.” (bk. Yeni Şafak, 21.06.2005, s. 11).

**

Nasreddin Hoca’nın kimliği, nereli olduğu ve kişiliğiyle ilgili -bir kısmı yeni ortaya çıkmış- belli başlı görüşleri yukarıda özetleyerek sıralamaya gayret ettik. Meselenin değerlendirilmesi, “Nasreddin Hoca Gerçeği” başlıklı diğer bir yazının konusu olacaktır.

Prof. Dr. İsmail GÖRKEM

Nasreddin Hoca Gerçeği

Önceki yazımızda Nasreddin Hoca’nın kimliği ve nereli olduğu meselesi üzerinde durmuştuk. Türkiye’nin pek çok şehir ve beldesinde yüzlerce festival düzenleniyor. Her şehir ve kasaba, kendini en çok tanınan bir tarafıyla (tarihî şahsiyet, ürün, gelenek vs.) kamuoyuna duyurma ihtiyacını hissediyor.

Konu tarihî şahsiyet olunca ister istemez N. Hoca da gündeme geliveriyor. Sivrihisarlılar (Eskişehir) ile Akşehirliler (Konya) arasındaki N. Hoca’yı sahiplenme mücadelesi yıllardır devam ediyor. Son zamanlarda bu iki şehrimize maalesef yenileri de eklendi. Dikkat edilecek olursa yapılan şey, N. Hoca’yı mümkün olduğu kadar mikro düzeyde yerelleştirmektir. Bu davranış doğru, tutarlı ve bilimsel değildir. Çünkü N. Hoca Doğu Türkistan’dan kıt’a Avrupası içlerine, Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya kadar Türk dünyasında ‘ortak temsil’ yeteneği kazanmış bir ‘tip’tir.

Öncelikle şu hususu belirtmemiz gerekiyor: Fıkra, bir sözlü edebiyat türüdür. Fıkralarda ifade edilen gerçeklik, tarihî hakikatlerle örtüşmeyebilir. Onun için fıkralarda yer alan bazı bilgilerden hareketle, bu edebiyat eserlerini birici dereceden birer tarihî belge gibi kabul etmek yanlıştır.

Fıkra tipleri, ’fıkra türü’ denilen edebî metinlerin ana tipleridir. N. Hoca fıkralarında, ana tip olan N. Hoca sabittir. Bu fıkralarda Hoca, hazırcevap, nüktedan, sağduyulu, aynı zamanda

da saflık ve tuhaflığıyla öne çıkan bir tip olarak görünür. Bu özellikler onun bir halk filozofu olduğunu gösterir mahiyettedir.

N. Hoca’nın bir fıkra tipi olma meselesini daha iyi anlatabilmek için, edebî metinlerde var olan ‘tip’ kavramına bakmakta yarar vardır. Bu hususta öncelikle rahmetli Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ‘şahsiyet’ ile ‘tip’ arasındaki ilişkiyi değerlendiren görüşleri önemlidir.

Tipler, genellikle “şahsiyetleri aynı kalan kişiler”dir; bunlar, “basit ve sabit karakterli kişiler”dir. ‘Şahsiyet’ yegâne olduğu halde ‘tip’ler “küçük farklarla, başka eserlerde de karşımıza çıkar”. Tipler, “sosyal bakımdan mânâlıdır. Onlar muayyen bir devirde toplumun inandığı temel kıymetleri temsil ederler. Bunların arasında toplumun sevmediği, küçük gördüğü, alay ettiği tipler de vardır.”. Tipler toplum içerisinde birtakım ‘sosyal değerleri temsil ederler’. Tipler çoğu kez, “edebî eserlerin anahtarı vazifesi”ni görür (Mehmet Kaplan, “Önsöz”, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar-3: Tip Tahlilleri, 4. baskı, Dergâh Yay., İst. 2001, s. 5).

Türk edebiyatında ‘fıkralar’ konusunda çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Dursun Yıldırım’dır. Yıldırım’ın bu husustaki değerlendirmeleri, bilim dünyasında ‘tartışmasız’ kabul edilecek değerdedir. Yıldırım “Fıkra Türü” (Türk Bitiği, Akçağ Yay., Ank. 1988) isimli incelemesinde, fıkra tiplerinin iki şekilde ‘fıkra’ metinlerinde ortaya çıktığını kaydediyor: 1. [Y]aşamış bir insanın özelliklerinin gerekli biçimde zenginleştirilmesi, ona istenen temsil gücü yüklemek suretiyle”, 2. “[E]tnik, dinî, kültürel özelliklerin gerekli seviyelerde insan gömleği içine yerleştirilmesiyle” (Yıldırım 1998: 228). N. Hoca fıkra tipinin, birincisiyle ilişkili olduğu görülüyor.

Yıldırım, Türk Edebiyatında Bektaşi Fıkraları (Akçağ Yay., Ank. 1999) isimli doktora tezinde Türk fıkraları içerisinde ‘fıkra tipi’ bakımından N. Hoca’yı “ortak şahsiyeti temsil yeteneği kazanan ferdî tipler” içerisinde “Türkçenin konuşulduğu coğrafî alan içinde ve dünyada ünü kabul edilen tipler”den en birincisi olarak kabul eder. Hiç tereddütsüz şu tespiti yapabiliriz: Nerede Türkçe iletişim dili ise, orada N. Hoca fıkralarının anlatıldığını görürüz. Bu durum da Türk sözlü kültürünün ‘tarihî’ ve ‘sürekli’ olduğunun en önemli delili olsa gerektir. “Kendisi hem bir halk bilgesi olarak hem de fıkra tipi olarak, Türk milletinin yarattığı en büyük mizah temsilcisidir. Tarihî bir hüviyete sahip olması itibarıyla kendisini ferdî zekânın ve yaratıcığın en büyük temsilcisi sayan görüşe iştirak etmek mümkün değildir. Çünkü o, halkın ortak yaratıcılığını, zekâsını, aklını, sağduyusunu temsil eden bir fıkra-tipidir. Öyle olduğu için sevilmiştir, büyümüştür ve ölümsüzlüğe ulaşmıştır.” (Yıldırım 1999: 25). Yıldırım’ın da işaret ettiği gibi N. Hoca’nın “tarihî bir kimliğinin olması”, onu “ferdî zekânın ve yaratıcığın en büyük temsilcisi” saymamızı gerektirmeyecektir.

Sadece N. Hoca değil, bütün fıkra tipleri, sözlü gelenek içerisinde bireysel kimlikleri unutulmuş ve bu kimliklerinden “kurtulmuş” şahıslar arasından yaratılmıştır. “Doğduğu ve yaşadığı cemiyetin ortak yönlerini temsil ettiği ölçüde de tip, yayılma, tanınma ve kabul edilme alanını genişletmiştir.(…) … hiçbir fıkra-tipi, ferdî bir şahsiyet olarak ifade edilemez. Tipin şahsiyeti cemiyetin ve bu cemiyette yaşayan insanların ortak eğilimlerinden şekillendiğine göre, bu tip hiçbir zaman ferdî tip olarak değil, ortak şahsiyeti temsil eden ‘fıkra-tipi’ olarak açıklanabilir.” (Yıldırım 1999: 18).

N. Hoca’nın Türk dünyasında ortak şahsiyeti temsil yeteneği hâlen artarak devam etmektedir. Bu durumu, N. Hoca’nın Almanya maceralarının anlatıldığı fıkralarda görmek mümkündür. Bize göre fıkra tipi N. Hoca, Türk dünyasında çok eski dönemlerde elbette bir ‘fert’ kimliğinde idi. Bu ilk N. Hoca’nın özellikleri, Türk sözlü kültür geleneğinde Türk insanı tarafından gerekli biçimde zenginleştirilmiş ve ona istenen ve arzu edilen temsil gücü verilmiştir. Yani Türk milletinin toplumsal hafızasında zaman içerisinde N. Hoca fıkra tipi yaygınlaşarak yerleşmiştir. Daha sonra da Türklerin yaşadığı farklı coğrafyalarda, ortaya çıkan bazı komik şahsiyetlerin –veya o yörelerin- maceraları, milletin sözel belleğinde var olan bu tipin işlev ve maceralarıyla yeniden kurgulanarak (=re-construction) yeniden üretilmiş (=re-production) olmalıdır.

Bu görüşümüzü doğrular mahiyetteki örnekleri Pertev N. Boratav’ın tespitlerinden özetle aktarmak istiyoruz (bk. 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, Gerçek Yay., İst. 1969, s. 96-97): XV. yüzyılda kaleme alınan Saltuknâme isimli eserde Sivrihisar (Eskişehir) halkının “saflıkları” ve “tuhaflıklarıyla ün almış insanlar” oldukları kayıtlıdır. “Sivrihisarlıların bu ünleri içlerinden Nasreddin Hoca’nın çıkmış olmasından mı geliyor? Yoksa Nasreddin Hoca tuhaf hikâyelerin kahramanı olarak yaygın ününü bu tuhaf insanların yurdu olan kasabada doğmuş olmasına mı borçludur? Biz her iki yönden açıklamada da birer gerçek payı bulunduğu kanısındayız.” Boratav’ın Akşehir (Konya) ile ilgili değerlendirmesi ise şöyledir: “[G]elenekten gelme bir bölük anlatmalarla türbesinin canlı tanıklığında büyük bir gerçeklik payı bulunması ve Nasreddin Hoca’nın XIIIüncü yüzyılda Sivrihisar’da doğmuş, Akşehir’de yaşamış ve ölmüş bir kişi olması gerektiği sonucu çıkar kanısındayız. (…) Epey eski bir tarihten, belki de Hoca’nın ölümünden az sonra başlayarak Sivrihisarlılar üzerine anlatılan hikâyelerle Hoca’ya mal edilen fıkralar birbirine kaynaşmış, ve giderek –Hoca’nın kişiliği ağır bastığı için- sade Sivrihisarlılar üzerine anlatılanlar değil, Türk mizah yaratmalarının büyük toplamı da onun ünlü adı etrafında çevrelenmiş olmalıdır.”

Sözlerimizi Prof. Yıldırım’ın şu cümleleriyle bitirmek istiyoruz: “…Nasreddin Hoca’nın temsil ettiği şahsiyet, asla ‘fert’ olarak ifade edilemez. Zaten aksi olmuş olsa idi, tipleşmesi söz konusu bile olamazdı. Nasreddin Hoca’nın durumu tıpkı Yunus Emre’ye benzer. Yani, tarihî, yaşadığı bilinen Yunus Emre değil, halkın gözünde şahsiyet kazanan Yunus Emre gerçek olanıdır.” (Yıldırım 1999: 26). Şunu unutmayalım: Folklor, tek tek ‘olay’larla değil, ‘olgu’larla ilgilenir. Onun amacı sonuçta bir ‘sentez’e varmaktır. ‘Analiz’ yapmak folklorun amacı olmamalıdır. Küreselleşmenin ‘rüzgâr’ına kapılarak, bir takım anlamsız ve kısır çekişmelerle vakit kaybetmemeliyiz!..

Prof. Dr. İsmail GÖRKEM

İLGİLİ YAZI: http://www.yenidenergenekon.com/662-nasreddin-hocanin-mezari-bulundu/

Etiketlendi:,

Yorum bırakın