GİRİŞ
Faşizm, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, Orta, Güney ve Doğu Avrupa’da siyasal sistemlere egemen olan, İkinci Dünya Savaşı’na neden olmuş ve 1944’te büyük bir yenilgiye uğramış yönelişin, kitle hareketinin adıdır. Bu tanım gereğince faşizmin etkisi kalmayan, sadece tarihsel önemi olan bir ideoloji olarak görülmesi gerekir. Ancak faşizm geçmişte kalan ve bugün sadece tarih sayfalarında karşılaştığımız bir ideoloji değildir. Her ne kadar bugün faşizmi adı konmuş bir rejim olarak açıkça uygulayan devletler olmasa da, faşist ruha sahip iktidarlar, siyasi gruplar ve partiler hala dünyanın birçok ülkesinde isim ve taktik değiştirerek etkin durumdadır ve insanlara benzer bir zulmü yaşatmaktadır.Gelecek yıllardafaşizmin daha da gelişmesine yol açacak sebeplerin oluşumu da söz konusudur. Bu nedenle faşizm hala dünya için bir tehlike teşkil etmektedir.
“Faşist “ sözcüğü bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelen Latince“fascis”sözcüğünden türetilmiştir [1]. Bu, Eski Roma’da birlikten güç doğduğunu gösteren bir semboldü. İtalya’da 1922-1944yılları arasında yönetimdeki Faşist Parti de bu sembolü amblem olarak kullanmıştı.
Bütün faşist hareketlerin ortak özelliği olarak ulus, ırk yada devlet gibi bütünsel kavramlara verilen aşırı önem, bu kavramın bütün tarih ve yaşamın merkezi ve düzenleyici gücü olarak görülüşü ve sarsılmaz bir birlik oluşmasını sağlayabileceği umuduyla bütün halkın çevresinde ve ardında toplanacağı bir önderin tartışılmaz otoritesi görülebilir [2]. Faşist yönetimlerde tüm halkın çıkarlarını gözettiğini savunan tek bir parti vardır fakat aslında sadece büyük işverenlerin ve toprak sahiplerininçıkarlarıyla ilgilenir.
Uzun yıllar Roma Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Prof. Gaetano Mosca “Siyasi Doktrinler Tarihi” adlı kitabında faşizmi şöyle tarif eder:
“Faşizme göre insanların hakları devletin onlara verdiklerinden ibarettir. Totaliter doktrininin özeti budur. Partinin kişileştirdiği devletbütün milletin ve onun her bir mensubunun hayatının tümünüyönetir. Onun ne maddi, ne de manevi hiçbir şansı yoktur. Vatandaşların malı da canı da onundur. Hiçbir hakka saygı göstermez. Hiçbir düşünce ve söz hürriyetini hoş görmez. Muhaifler hain ya da cani sayılır.”[3] Zira faşizmde kişiler devlet yararına çalışırlar ve idarede kişilerin temel hak ve özelliklerinden bahsedilmez. Prof. Dr. İlhan Akında Temel Hak ve Özgürlükler adlı eserinde kişisel özgürlüklerin devlete karşı ileri sürülebilecek haklar olmadığından, sadece devletin onlara verdiği imtiyazlar halini aldığından bahseder.
FAŞİZMİN FELSEFE AÇISINDAN TEMELİ
Faşizm temelde, 18. ve 19. yüzyılların, Amerikan ve Fransız devrimlerinin, bireyin özgürlüğü, insanların ve ırkların eşitliği olarak özetlenebilecek olan ve giderek sosyalist ideallerde, halk hareketleri, işçi sınıfı savaşımı ve sosyalist gelişim ve devrimlerde yansıyan “Ruhu”na üretmiş olan felsefe yöneliş ve akımlarını reddetmektedir [4]. Faşizm, bireyler biraraya gelerek bir “toplum” oluşturduklarında, bu topluluğun kendisini oluşturan bireylerin sayısal toplamından daha büyük ve değişik bir nitelik kazandığı gerçeğine dayanarak, “toplumun” soyut bir mutlak varlık olduğu düşüncesinden gelişmektedir. Soydan geçen bir kral yerine, toplumun istemi sonucu, bir tür göstermelik “demokrasi” ile gücü elinde tutan önderin varlığı söz konusudur. Faşizmin iddiası, eski kent devletlerinin, en başta da eski Sparta’nınruhunu canlandırmaktır. Böyle bir idarede bireyler, çoğunluğun lider olarak seçtiği kişinin ardından itaat ve disiplinle yürüyeceklerdir. Sorgusuz itaat ve etkin savaşçılıktan oluşan bu yaklaşım aynı zamanda hristiyanlığın “Barış” mesajına da karşıdır.
Başlangıçta bir programı olmayan faşizmin tek yöntemi, iktidara şiddet ve zorla ulaşmak, onu aynı yolla elde tutmaktı. Egemen olan eğilim, savaş,dövüş, acımasızlık ve askeri disiplini yüceltiyor, her türlü ahlak değerini zayıflık olarak nitelendiriyordu. Böylece faşizm, birey hak ve özgürlüklerini yok sayarak, yetki ve sınıf eşitsizliğini savunan ve “totaliter” sıfatını kazanan bir ideolojiye dönüşmüştür. Totaliter ve otoriter ideolojiler Roma Katolik Kilisesi ve Grek Ortodoks Kilisesi’nin doktrinleridir. Faşizmin bu inançların yaygın olduğu halklar arasında yayılmış olmasında bu inançların düşünmeden itaat alışkanlığını yerleştirmiş olması etken olabilir.
İktidar kavramı tüm siyasal sistemlerde temel amaç olmuştur. Floransalı Niccolo Machiavelli(1469-1527 )saf iktidarı amaç edinmiş ilk ve tek yazardır. Yöneticinin sahip olması gereken erdeme, hristiyanlık öncesi eski çağların insanlarının sahip olduğunu düşünüyordu. Yaşadığı dönemin olumsuzlukları nedeniyle tüm umudunu iktidarı acımasızca ama dürüstçe uygulayacak birine bağlamıştı. Ona göre iktidar devleti meşru kılardı ve iktidar sahibi, halkı yönlendirebilen ve orduyu kendi amaçları doğrultusunda yönetebilen kişi, gerçek“raison d’etat” idi.
16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin etkili yönetim için egemen ama sınırsız olmayan bir devletin önemini vurguluyordu. 17. yüzyıl İngiltere’sinde ise Thomas Hobbes, egemen iktidarın Tanrı’ya karşı sorumlu olması gerektiğini ileri sürüyordu. Bodin ve Hobbes için devlet, merkesdeki otoriteyi dinsel ve sivil tartışmaların üzerine çıkarabilecek akılcı bir düzen olmalıydı. Fakat devlet şu halde bile hala saygın bir varlık değildi.
Devlet bu niteliği ancak Fransız Devrimi sonrası, Johann Gottlieb Fichte ve Georg W, Friedrich Hegel’in katkılarıylakazanabilmiştir. Fichte, otoriter ve ekonomik olarak kendine yeten ütopik“Kapalı Devlet” i önermişti. Hegel için ise devlet, mutlak iktidar sahibi, ödün vermeksizin kendi çıkarları doğrultusunda ilerleyecek bir yapıydı.
19.yüzyılın sonlarına doğru liberalizm ve bireyciliğe karşı Fransa’da ortaya çıkan hareketin önderi Charles Maurras’dı. Kiliseye olan hayranlığının nedeni hiyerarşik düzen ve disiplin olan Maurras’a göre siyasal yaşamın ölçütü Fransa olmalıydı ve Fransa için harekete geçilmeliydi.
20. yüzyılın başlarında etkin olan Friedrich Nietzsche, faşizmin öncüsü sayılmaz. Bilakis kendisi Alman Milliyetçiliğini ve devlet otoritesini reddediyordu. Bireyciydi, sorgusuz itaatçiler ve takipçilerle savaş halindeydi. Büyük kişiliklere ve onların özel hakları olduğuna inanıyordu.
Oswald Spengler de Nietzsche gibi Batı Uygarlığı’nın çöktüğü görüşüne katılıyor, hristiyanlık ve demokrasiyi onun gibi yeriyor, aristokratik bir seçkinler kadrosu gereksinimini onun gibi belirtiyordu [5].
Bunların yanısıraFransız sosyalist Georges Sorel, kamu hukuk hocası LudwigGumplowicz veVilfredo Paretovb kişilerin de devlet ve iktidar kavramları hakkında faşizmin temeline etki edecek görüşleri mevcuttur.
Faşizm İtalya’da ortaya çıkmıştır ve bu ülkenin geçmişinde,kargaşalarında, insanlarının bu süreçteki eğilimlerinde yükselmiştir. Bu nedenle de İtalya ve İtalyanların geçmişine göz atmakta fayda vardır.
İTALYA VE İTALYANLARIN TARİHSEL SÜRECİ
İtalya tarih boyunca insanlığın yayılmasında ve gelişmesinde etkin roller oynamıştır. Ayrıca kendisi gibi Avrupa’nın Akdeniz’e uzanan diğer yarımadası olan Yunan topraklarıyla da karşılıklı etkileşim içinde kalmışlardır.
Roma’dan önceki İtalya’da Etrüksler ve İtaller başta olmak üzere, Apuller, Ligurlar, Venetler, Umbro-sabeller, Vestinlervb halklar bulunmaktaydı. Roma devletinin oluşumu ile beraber bu halklar birleşmeye başladılar sonunda Roma Latinlerini oluşturdular. İlk Latin yerleşim birimleri, Alba Longa, Tusculum, Lavinium gibi kentlerdi. Bu halk komşuları Etrüskler ve Umbrilerden farklılardı fakat Latin halkın bölgeye ve yarımadaya egemenliğinin nedeni aslında Etrüsk etkisiydi.
İtalya halkı Roma İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra Batı Roma olarak varlığı bir süre daha devam ettirmiş fakat barbar akınlarının da etkisiyle Roma dönemi kapanmış ve 448 de İtalya Ostragotlar tarafından istila edilmiştir. Bundan sonra İtalya topraklarına çeşitli halklar karışmaya başladı. 568 de başlayan Lombard egemenliği zayıflamaya başladığında, Karl Şarlman’nınRoma’da tacı giymesiyle İtalya’nın ayrı bir kralı olmuş oluyordu ve Lombard Krallığı Frank devletine bağlanıyordu.
Entrika dolu, feodal bir parçalanmış düzen yüzyıllarca sürüp gitti. Bu süreçte Venedik ve Floransa gibi kentler özgün sınıfsal yapılar oluşturmuş, 11. yüzyıl başında Norman istilası yaşanmış ve aynıdönemde Sicilya ve Sardinya’nın ise araplarca işgal edilmişti. 14. yüzyılda İtalyan Krallığı Venedik ve Floransa cumhuriyetleriyle Savoy, Milano, Siena ve Modena dükalıklarıyla Cenevizler arasında parçalanmış, İtalya’nın orta bölgesini Papalık ele geçirmişti. 16. ve 17. yüzyıllarda Avusturya ve İspanya Habsburg ile Fransız Bourbon hanedanının İtalya’ya egemen olduğu görülür. Fransız Devrimi’nden sonradevrimci Fransız ordularının İtalya’ya girmeleriyle bu işgaller İtalya’nın önemli bir sorunu halini almıştır.
1870 de son papalık egemenliğinin düşüşü ile birlikte İtalya birleşmiştir. Son birleşme günü 10 eylül 1870 olan İtalya ‘da bundan sonra politik ve ekonomik kargaşalardurmadan Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelmiştir.
FAŞİZME SEBEP OLAN ORTAM; BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÜNYA
Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya’da belirgin olansıkıntının kaynağı, savaş öncesi büyük sömürgelere sahip ve endüstrileşme yolundaki ülkelerin, Avrupa’da hammadde pazarını da ellerinde tutmak için sergiledikleri politikalardı. Aralarında Rusya, Polonya, Avusturya-Macaristan’nın da bulunduğu bu ülkeler, savaşa statülerini eşitleyebilmek ve büyük topraklar kazanmak gibi umutlarla girmişlerdi fakat sonuç umdukları gibi olmadı.
Almanya’nın feodal tarım sektörü ile yarı feodal siyasal yapısı alınan yenilgide etkin rol oynamıştı. Savaş sonrası güçlü bir duygusal milliyetçiliğin ortaya çıktığı Almanya’da, Bolşevik korkusu da geleneksel yapının korunması için bir destekti.
Savaşın galipleri arasındaki İtalya’da beklenen kazanımların olmaması ve her alandaki temelsizliklerin ortaya çıkışı ile liberal yapılanmaya olan güvensizliği arttırmıştı. Huzursuzluktan rahatsız olan toprak sahipleri, üst sınıflar ve kilise, reformlar düşünmek yerine, alt sınıfları, savaştan dönenleri ve işsizleri Bolşevik tehlikesine karşı sürükleyebilecek bir lider arıyorlardı. Bu nedenle faşizm, İtalya’nın çağdaş ve ileri bir düzeye gelmesini engelleyecek şekilde ortaya atıldı.
Japonya’da ortaya çıkan faşist hareketin temelinde de, Çin üzerine bir himaye kurabilme hayali yatıyordu. Böylece her üç ülkede de faşizmin ortaya çıkışı için gerekli olan duygusal zemin oluşmuş oluyordu.
Faşizme yol açan diğer bir etken, kitlelerin cehaletidir. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte eğitimde de büyük bir gerileme yaşanmış, pek çok eğitimli genç insan savaş alanlarında ölmüştür. Bu, toplumun genel kültür düzeyini düşürmüştür. İşte genelde faşizme destek verenler, onun adına mücadele edenler ve onun saldırgan politikalarına alet olanlar bu cahil insanlardır. Çünkü faşizmin temel fikri dayanakları olan yani ırkçılık, romantik milliyetçilik, şovenizm, hayalperestlik vs. ancak cahil insanlar tarafından geniş çapta kabul görebilecekbasit söylemlere dayanır. Kendilerini her yönden çıkmazda gören bu kitleler, basit bir çözüm olarak faşist liderlere sarılmışlardır. Faşizm öncesi koşulları incelediğimizde, gerçekten de halkların bu psikolojiye sahip olduğunu kavrayabiliriz.
FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKIŞINI KOLAYLAŞTIRAN KOŞULLAR
1.Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin uyguladıkları yanlış politikalar olmasa belki de Almanya’da ki iktidar daha farklı boyutlarda olurdu. Zaten Almanya’da faşizm, Alman Birliği’nin kuruluşunda, Prusya Devleti’nde önemli rol oynamış ve Alman orta sınıfları, aydınları ve askeri aristokrasi birbirleriyle sıkı bağlar kurmuştu. Bu bağlar endüstri toplumunun gereklerini karşılamasa da bazı sosyal çözümler getirebiliyordu.
İtalya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan gibi ülkelerde varolan tarıma dayalı ekonomiler ile geri endüstri üretimi, endüstri teknolojisine çok uzaktı ve bu durum da faşizm için uygun ortam yaratıyordu. Bu ülkelerden en iyi durumda olan İtalya’da bile gelir düzeyi ve yaşam standardı oldukça düşüktü.
Faşizm bu bağlamda ekonomik bakımdan geri olan ülkelerde ekonominin modernizasyonu için bireycilik karşıtlığı ve otoriterciliğin kullanılması çabası olarak da görülebilirdi [6].
Faşizmin gelişimi için öncelikle doğum yeri olan İtalya ve bu akımın yaratıcısı Benito Mussolini’ye bakmak faydalı olacaktır.
BENİTO MUSSOLINI VE İTALYA’DA FAŞİZM
İtalya’nın savaşa katılma kararı, ülkenin çoğunluğunun ve parlamentonun istememesine karşın, Salandra- Sonnino hükümetinin isteği ve hükümdar onayı ile alınmıştır. Almanya Fransa’ya savaş açar açmaz, Roma hükümeti yansızlığını ilan etti. İtalya bir yıl süreyle taraflardan birinde yada öbüründe yer almasını sağlamak isteyen İtilaf devletleri ile İttifak devletlerinin diplomasi savaşının dama taşı oldu [7] .
İtalya, Birinci Dünya Savaşı’na büyük ümitlerle katılmıştı. 1915 Londra ve 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşmaları, Adriyatik ve Doğu Akdeniz’de İtalya’ya geniş ufuklar açmıştı. Müttefiklerinin zaferi, ümitleri daha da kuvvetlendirmişti. Fakat Paris Barış Konferansı’nın ilk günlerinden itibaren İtalya hayal kırıklıklarını, zaferin meyvası olarak toplamak zorunda kaldı [8].İtalya, savaşın sonunda galip devletler arasındaydı fakat verdiği kayıplar İtalya ve halkını düş kırıklığına uğratmıştı. Alınan zaferin memnun etmemişti. Bu öfke ve ortaya çıkan istikrarsızlık ortamı faşizmin ve Benito Mussolini’nin ortaya çıkışını sağladı.
Mussolini, kişiliği çelişkilerle dolu bir insandı. “Korkak” olarak tanımlanan Mussolini’nin kararsız ve tutarsız bir yapısı vardı. Zaman ve olaylara göre değişme gösteren lider, ideolojisini de bu anlamda etkilemiştir.
Savaş ve doğurduğu sonuçlar, birliği tamamlayamamış İtalya’yı oldukça sarsmıştı. Büyüyen borçlar, savaş giderleri, artan vergiler ve kaybedilen pazarlar İtalya’nın kayıplarıydı. [9]. Birçok fikir akımı ortaya çıkmıştı. İtalya’nın liberal demokrasisinin yanında şimdi, sendikalizm, sosyalizm, komünizm gibi akımlar ortada görünüyordu. Bu akımların etkisi altında, işçiler de kaynaşmaya başlamıştı. Benito Mussolini’nin örgütlediği "fascio" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için harekete geçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921’de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda düzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu’nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar.
İç politikada istikrar kalmamıştı. 1919-1922 arasında iki defa seçim yapılmış ve dört hükümet değişmişti. Hükümetlerin otoritesi kalmamıştı. Bu durum Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Partisi’nin (Partito Nazionale Fascista) işine yaradı. 1919 Kasım seçimlerinde milletvekiliseçtiremeyen faşistler, 1921 seçimlerinde parlamentoya 35 milletvekili soktular. İtalya halkı, memleketin anarşik durumunda faşizmin disiplin ruhuna sarıldı. Solcu akımın da gittikçe kuvvetlenmesi, monarşi ile Vatikan’ı endişendiriyordu. 1922’de işçilerin genel grevle ekonomiyi felce uğratmaları ve durumun karışması üzerine Faşist Partisi’nin “Kara Gömlekliler”i Napoli’den Roma’ya bir yürüyüş yaparak hükümet darbesine hazırlanınca, Kral hükümeti Faşist Partisi’ne verdi. 30 Ekim 1922 de Mussolini başkanlığa getirildi. Bu, İtalya tarihinde Mussolini ve Faşist diktatörlüğünün başlangıcıdır. Bu diktatörlük 1943’e kadar devam edecektir. Mussolini, seçim yasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı.
Mussolini’nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan "fascio" adlı çeteleri ortadan kaldırmak istedi. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar. Üyelerin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Toplumsal yaşam giderek devletin mutlak denetimi altına girdi.Mussolini,"Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur” diyordu [10].
Faşizmi iktidara getiren sadece iç faktörler değildi. İtalyan milletinin milletlerarası planda karşı karşıya bırakıldığı hayal kırıklığı ve tatminsizlik, Faşizmin milliyetçi politika ve propagandasına kuvvetli bir destek oldu.
Mussolini, Akdeniz’de eski Roma İmparatorluğu’nu yaratmak istiyordu.İtalya’nın 1281’den beri gerçekleştirmek istediği sömügecilik emelleri, "Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşu" adı ile Mussolini’nin elinde bir milli ideal haline getirildi.
Mussolini, Akdeniz’e "bizim deniz" (mare nostrum) diyordu. Başbakan olduktan birkaç ay sonra 1923 Şubatı’nda İtalyan Senatosu’nda verdiği bir söylevde şöyle diyordu: "Şunu söylemek cesaretine sahip olmamız gerekir ki, İtalya bir tek denizde ebediyen kapanıp kalamaz, bu deniz Adriyatik olsa bile. Adriyatik’ten başka Akdeniz vardır.”[11]
Faşist dış politikanın bütün Doğu Akdeniz milletleri için rahatsızlık ve huzursuzluk doğurmuştur. Bu huzursuzluğu ilk duyan da Adriyatik bölgesi ile Yugoslavya’dır. Mussolini de iktidara geçer geçmez bu meseleyi ele aldı ve Yugoslavya üzerinde baskıda bulunarak Ocak 1924’te bu devletle yaptığı bir anlaşma ile Fiume’nin İtalya’ya katılmasını sağladı. İtalyaikinci olarak Yunanistan’a yöneldi. Yunanistan-Arnavutluk sınırını düzenlemek için kurulmuş bulunan milletlerarası komisyondaki İtalya temsilcisinin Yanya’da 1923 Ağustosunda öldürülmesi üzerine, İtalyan donanması Corfu Adası’nı bombardıman edip, arkasından adayı işgal etti. İstenilen tazminat ise Milletler Cemiyeti’nin devreye girmesiyle kazanıldı.
Faşist İtalya’nın, Yugoslavya ile Yunanistan’ı korkutan daha önemli faaliyeti ise, İtalya’nın Arnavutluk üzerinde günden güne artan nüfuzu oldu. Doğrusu Mussolini, Arnavutluk konusunda, eski İtalyan hükümetlerinden çok daha başarılı oldu. 1924 yılı sonunda, eski başbakanlardan Ahmet Zogo’nun Arnavutluk’ta iktidarı ele geçirmesi ve 1925 Ocak ayında da cumhuriyet ilan etmesi, İtalya’nın işini çok kolaylaştırdı. Zogo, kendi diktatörlüğünü korumak için İtalya’ya dayandı. 27 Kasım 1926 da İtalya ile Arnavutluk arasında bir Dostluk ve Güvenlik Paktı imzalandı. Bu anlaşma, Yugoslavya tarafından tepki ile karşılandı. Yugoslavya, bu pakta 1927 Kasımı’nda Fransa ile imzaladığı bir Dostluk ve İttifak Antlaşması ile cevap verdi.Yugoslavya, antlaşmayı İtalya ile bir savaş hali için imzaladığını açıklamaktan çekinmedi. Bunun üzerine İtalya 22 Kasım 1927 de Arnavutluk ile İkinci Tirana Antlaşması’nı imzaladı. 25 yıl için imzalanmış olan bu savunma ittifakı antlaşması ile Arnavutluk tamamen İtalya’nın kontrol ve himayesi altına girmiştir.
İtalya’nın Arnavutluk vasıtasiyle Balkanlara kol atması Yunanistan için de bir endişe kaynağı olmuştur. Öte yandan, Mussolini’nin Doğu Akdeniz ve Anadoluyu da yayılma alanları arasında saymaktan çekinmemesi, Türk-İtalyan ilişkilerine de soğukluğun egemen olmasına sebep olmuştur.
1934 Balkan Paktı da, İtalyan tehdidinin bir diğer göstergesiydi . Faşist İtalya’nın İngiltere ile münasebetleri, 1935’e kadar iyi bir çerçeve içindeydi. Fransa’nın savaş sonrası Avrupası’nda dengeyi kendi tarafına çekmesi ve bir üstünlük sağlaması İngiltere’yi, İtalya’da bir denge unsuru aramaya götürmüştür.
İtalya’nın bir deniz kuvveti olarak Akdeniz’de sivrilmesi Fransa’nın hiç hoşuna gitmemiştir. Özellikle İtalya’nın barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı cephe alması (revizyonizm) bu hoşnutsuzluğun temel sebeplerinden biridir. Bunun içindir ki İtalya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan gibi revizyonist devletlerle daima yakın münasebetler kurmaya çalışmıştır. Fransa ile İtalya arasındaki sürtüşme ve rekabet ise, İtalya’nın Almanya’da Fransa’ya karşı bir denge unsuru görmesini sağlamıştır.
İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini öldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi.
AVRUPA’DA FAŞİZM
VERSAILLES ANDLAŞMASI’NIN SONUÇLARI
Versailles Andlaşması’nın tek amacı sadece savaşa son vermek değil, Avrupa ve Dünya’ya yeni bir şekil vermek ve ülkeler ile iktidarlar dengesi kurmak, ayrıca oluşan Bolşevizme karşı önlem almaktı.
Andlaşmada savaş suçlusu olarak görülen ülkelerin yüksak tazminatlar ödemeleri öngörülüyordu. Öne sürülen bu sistem, Alman Komünist Partisi ile Bulgar Komünist Partisi’nin yenilgilerine sebep oldu. Dawes planı ile savaş tazminatları sorununa çözüm aranırken, bu plan Almanya’da milliyetçi muhalefetin artmasına sebep olmuştu. Buna karşılık borçların galipler arasında bölüşülmesi sorunu da devam ediyordu. Ayrıca Locarno Andlaşması ile Almanya’nın Fransa, Belçika ve İtalya ile olan sınırları güvence altın alınmıştı. Bu andlaşma ile Milletler Cemiyeti kapısı da Almanya’ya açılmıştı.
İspanya’da savaş sonrası anarşist hareketler başlamış, alınan ağır yenilgiler neticesinde yönetici sınıfı ve kralın etkisi azalmıştı. İspanya, Polonya, Yugoslavya ve Portekiz’de doğan dikta rejimleri yasama haklarını yürütmenin lehine olarak kısıtladılar. Hepsi bir ölçüye kadar liberal dünya görüşünün temsilcisi olan Versailles sistemi için yabancı cisimler gibiydiler [12]. Bu rejimlerin ortak özelliği hepsinin az gelişmiş ülkelerde olmasıydı.
ALMANYA’DA FAŞİZM
1.Dünya Savaşı’ndan sonraAlmanya da diğer yenik devletler gibi büyük sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. 1920-1930 yılları arasında enflasyon, işsizlik, ödenen büyük savaş tazminatları ekonomiyi ve toplumsal yaşamı etkilemişti. 1930 Büyük Dünya Bunalımı da işsizliği bir hayli arttırmıştı. Bunalımlardan yararlanan Naziler, Alman ırkının üstün bir ırk olduğunu ve yeniden güçlü bir Almanya yaratacaklarını söyleyerek umutsuz kitlelere bir ışık olarak göründüler. Adolf Hitler’in başında bulunduğu Nasyonal Sosyalist ( NAZİ ) Parti çeşitli siyasal manevralar ve zorba yöntemler de kullanarak yönetimi ele geçirdi [13].
Almanya’da Nazizm’in yerleşmesinde de sosyal, politik ve ekonomik bunalımlar başrolü oynadı. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’da, yenilginin getirdiği hayal kırıklığına işsizlik ve mali kriz de eklendi. Enflasyondünyatarihindeeşineaz rastlananbir rakama fırladı. Küçük çocuklar, milyonlarca Marklık destelerle oyun oynuyorlardı, çünkü değeri her saat düşen para işe yaramaz bir kağıt haline geliyordu. Almanlar kırılan onurlarını tamir etmek ve tekrar normal standartta bir hayat sürmek istiyorlardı. Nazizm bu vaatle ortaya çıkacak ve destek toplayacaktı.
1918’de savaştan yenik ayrılan Almanya’da imparatorun tahtan ayrılmasıyla, Almanların alışkın olmadıkları, demokratik bir sistem, cumhuriyet kuruldu. Yapılan seçimler sonrası farklı siyasal partiler parlamentoya girdiler. Bu sırada yaşanan ekonomik ve sosyal olumsuzluklar yanında bir de savaştan yenik ayrılmanın ezikliği vardı. Naziler tüm bunlara sebep olarak demokratik kurumlar, siyaset adamlarını ve Yahudileri gösteriyorlardı.
Eski bir asker olan Adolf Hitler, 1921 de Nazi Partisi’nin ( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ) önderi oldu. Bu parti aslında sosyalizme karşıydı ve yalnızca “Büyük Almanya” ülküsüne bağlıydı. Üyeler askeri üniforma giyerler ve Hitler’in askerleri gibi davranırlardı. Hitler’in 1921 de kurduğu ve 1925’te yeniden örgütlediği Fırtına Bölüğü ( Sturmabteilung-SA ) olarak adlandırılan çeteler kendilerinden olmayan herkesi sindirmek için zor kullandılar [14].
Hitler önderliğindeki Nazilerin Bavyera’yı ele geçirmek için olan ayaklanmaları başarısız oldu ve Hitler bir yıl hapiste kaldı. Bu sürede Nazilerin kutsal kitapları olarak benimsedikleri Kavgam adlı kitabını yazdı. Kitabında demokrasiyi küçümseyen Hitler, Alman ırkının üstünlüğü vurguluyor, Yahudi düşmanlığını pekiştiriyordu.
Gelişen ve durumu gittikçe düzelen Almanya’da Nazi düşünceleri etkisini kaybediyordu. Fakat 1929-1932 deki ekonomik bunalım sonucu büyüyen işsizlik Nazilerincanlanmasına neden oldu. Nazi partisi ilk büyük başarısını da 1930 seçimlerinde kazandı ama iktidarları için yeterli oyu toplayamamışlardı. Sonunda Nazi partisi parlamentonun önemli partilerinden biri haline geldi. Tabi bunu yaparken Naziler aynen İtalyan Faşist Partisi’nin yaptığı gibi yasa dışı yolları kullandılar. 30 Ocak 1933 günü Hitler şansölyeliğe (başbakanlığa) atandı. AtayanCumhurbaşkanı Hindenburg’du. Çünkü Nasyonal Sosyalist hareket tehlikeli bir biçimde kuvvetini artırıyordu. Bu durumun farkında olan Hindenburg bir iç savaşa yol açmamak için bu atamayı yaptı. Hitler, Mart ayında yeni bir seçime gitti. Bu seçimde Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvurdular. Böylece hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler’in eline geçmiş oldu. Ancak kısa bir süre sonra Hitler’in yetkileri daha da artacaktı. Nitekim 1934’deHindenburg’unölümü üzerine, Cumhurbaşkanlığı ve şansölyelik makamları birleştirildi. Ve her ikisini de Hitler üzerine aldı. Hitler, Mussolini’nin izlediği siyaseti takip ediyordu. Güç kullanmasının yanı sıra her türlü antidemokratik yönteme de başvurabiliyordu. Devlet bir polis devletine dönüştürüldü. SS ler ve Gestapo(Devlet Gizli Polisi)devlet terörü uygulayarak Almanya ve işgal edilen topraklarda kendilerine karşı çıkanları öldürdüler, işkence ettiler yada toplama kamplarına gönderdiler. Bunun yanında bütün muhalefet partileri kapatıldı, sendikalar yasa dışı ilan edildi, kişi özgürlükleri ise tamamıyla ortadan kaldırıldı. Üniversite hocalarının dahi Hitler’e bağlılık yemini etmesigerekiyordu. Nazi baskısı hayatın her alanında kendini hissettiriyordu.
Hitler dış politikada, üstünolarak nitelediği Alman ırkını bir araya toplamak ve bu ırkın rahatça yaşamasını sağlayacak “yaşam alanı”nı elde etmek amacıyla önce Avusturya’yı (1938 ) ardından Çekoslovakya’yı (1939)Alman topraklarına kattı [15]. Polonya’yı 1939’da işgal ederek Naziler 2. Dünya Savaşı’na yol açmış oldular.
İSPANYA’DA FAŞİZM
İspanya’daki faşizm öncesi zemin de diğerleriyle büyük benzerlikler gösteriyordu. 19. yüzyılın başlarında İspanya’nın, Amerika’nın her iki yakasındaki sömürgelerini kaybetmesi ülkede büyük bir moral bozukluğuna yol açmıştı. 20. yüzyılın başlarında ise İspanya yarı çökmüş bir devlet konumundaydı. Ekonomisi bitip tükenmişti, soylulara tanınan ayrıcalıklar ülkede büyük haksızlıklara yol açıyordu. İspanyol halkı da geçmişteki büyük ve güçlü İspanya’ya büyük özlem duyuyordu.
1931’de krallık yönetiminin sona ermesinin ardından, anarşistlerin de ilk olarak katıldıkları 1936 seçimleri birleşik sol partilere parlamentoda büyük bir çoğunluk sağladı. Bu durumda sağ direnmeye başladı. Kilise, büyük toprak sahipleri ve tüccarlar çıkarlarının ve ayrıcalıklarının tehlikeye düştüğünü görerek cumhuriyeti yıkmak için harekete geçerken, sağcı partiler Milliyetçi Cephe’de birleşti ve silahlı, faşist bir örgüt olan Falanj’ı destekledi. Aşırı şiddet hareketleri ülkeyi sarmıştı ve artık liberallerin sağa kayması ve faşist grupların hareketinin bir kitle hareketine dönüşmesi beklenirken, iç savaş başladı. Böylece laik İspanya ile katolik İspanya savaşmaya başlamış, sosyalist devrim beklentisi yok olmuştu. Milliyetçilerce devlet başkanı başkomutan seçilen Francisco Franco, tüm askeri, dinci ve tutucu siyasal güçleri çevresinde topladı. İç savaş sırasında Nazi Almanya’sından ve faşist İtalya’dan büyük destek gördü. [16]
Falanj’ı diğer faşist hareketlerden ayıran önemli yönü, İtalyan faşistlerinin ancak on yıl önce temsil ettikleri devrimci programı 30’lu yıllarda savunmakta oluşudur. [17] Ayrıcahiçbir faşist hareketin eline geçmemiş olan olanak; orduya egemen olma şansı Falanj’a verilmişti.
Franco açıkça Alman ve İtalyanlarca desteklenirken, Milletler Cemiyeti’nin karışmama andlaşması yüzünden cumhuriyetin hiçbir yerden destek alamaması, onu adım adım geri çekilmeye ve parçalanmaya mahkum etti.
İspanya’da hiçbir siyasi partiye yer yoktu. Franco 1937’de bir tür hükümet darbesiyle devlet başkanı olunca kendi başkanlığı altında Falanjist ve Carlistleri tek bir devlet partisi olarak birleştirdi. Böylece Falanj iki faşist özelliğe sahip olmuş oldu: kendi önderi ve ideolojisi. Buna karşılık cumhuriyet de yılmadan faşizme karşı savaşmaya çalışıyordu.
İspanya iç savaşı Avrupa’daki diğer faşist eğilimlerle sıkı bir işbirliği içinde olduğu gibi, komünistlerin de dahil olduğu sol ve liberal demokratik partiler arasında antifaşist bir cephe kurulmasını da sağlamıştır. Kilisenin müslümanlar sayesinde galip gelmesi, milliyetçilerin yabancı güçleri ülkeyi işgale davet etmesi, komünistlerin demokrasi için savaşa girmesi ve faşistlerin muhafazakar bir rejim için kendi çıkarları dışında savaşmaları, iç savaşın karşıt kavramlar arasında uzlaşma sağladığının göstergesidir.
Franco 1947’de krallık yönetimini getiren bir yasa çıkarttığında yükselen tepkiler sonucu 1966’da özgürlükleri genişletmek ve bir anayasa reformu yapmak zorunda kaldı. 1969’da Prens Juan Carlos’u veliaht ilan ederek 1973’de devlet ve geçici hükümet işlerini Carlos’a bıraktığını açıkladıysa da yaşamınınsonuna kadar yönetimde söz sahibi oldu ve faşist Falanjist rejim ülkenin tek egemeni olarak Franco’nun ölümüne kadar kesintisiz sürdü.
PORTEKİZ’DE FAŞİZM
Avrupa’nın doğu ve batı ucunda liberal sistemin tarihsel koşulların uygun olmamasına rağmen iktidara geldiği ülkelerden biri olan Portekiz’de, General Carmna hükümeti kurulduğunda Maliye Bakanlığı’na getirilen Antonio de Oliveira Salazar, kısa zamanda ülkeyi mali çıkmazdan kurtarmakla kalmadı, Portekiz’i otoriter bir yapıya soktu.
Salazar’da faşist bir önder tipi yoktu. Kiliseye sadıktı ama 1910 öncesi krallık dönemine dönmemek için ruhbanın baskılarına karşı koyuyordu. Liberalizmi ve marksizmi diğer faşistler gibi kınamaktaydı ama onlardaki antikonservativ eğilim Salazar’da bulunmuyordu.
Portekiz’de varolan tek parti Uniao Nacional’dan ayrı olarak 1932’de Portekiz Faşist Partisi kuruldu. Amaçları, işçi sınıfını ele geçirip hükümete yardımcı olmaktı. Bu hareketin bastırılmasının ardından, ülkede faşist görünümlü örgütlenmeler oluştu. Buna karşın Salazar totalitarizmden nefret ettiğini belirtiyordu.
Bu totaliter-muhafazakar sistem, İngiltere ile yapılan bir ittifak sayesinde 1945’den sonra da varlığını sürdürdü. Salazar’ın ölümünden sonra yerine geçen Marcello Caetano, aynı yönetimi sürdürmeye çalıştı fakat sömürgelerdeki ayaklanmaların da etkisi ile Portekiz yalnızlaşıyordu. Ordunun ayaklanması ve halk desteğiyle hükümetin devrilmesi sonucu General Spinola devlet başkanlığına getirildi ve demokrasi süreci başladı. Böylece kendine özgü ve en uzun yaşayan otoriter rejim, faşizmin özgün bir biçimi olarak sona erdi.
NORVEÇ
Eski Çiftçi Partisi yönetimi sırasında Savunma Bakanı olan Vidku Abraham Quisling, batı uygarlığına karşı olan tutumu nedeniyle Nazi yanlısı durumundaydı. Bunun nedeni, Batı ülkelerinde egemen olan plutokrasiye karşı oluşu ve ülkenin köylü geçmişi karşısındaki hayranlığıydı. Quisling 1933’de “Nasjonal Samling” Partisi’ni kurdu. Alman işgalinden sonra başbakan olan Quisling halkından hiç destek görmedi ve daha sonra vatan haini olarak yargılanıp idam edildi.
BELÇİKA
Flamanlar ve Volonlar arasında sürtüşme söz konusuydu fakat egemen olan Volonlardı. 1931’de Flamanlar “Felemenk Dayanışmacıları Birliği”’ni kurdular. Amaçları Alman Nasyonal Sosyalizmiyle yakınlaşmayı önlemekti. Çok daha önemli bir grup, “Leon Degrelle” nin önderi olan Degrelle, kurduğu örgüte “Rex” adını veriyor ve parlamenter sisteme şiddetle karşı çıkıyordu. Fakat Belçika’da, diğer pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi,parlamenter sistem böyle bir hareketin başarı kazanmasına izin vermeyecek kadar sağlamdı.
FRANSA
Eski komünistler ve sosyalistler tarafından yönlendirilen Proleter anti-komünistler Fransız faşizminin karakteristiğidir. Marcel Déat“Rassamblement National Populaire” i ve bir diğeri olan Jacques Doriot da“Parti Populaire Franças” i kurmuşlardır. Bu faşist gruplar, Fransız yaşamının hareketsizliğine tepki duymakta olan, devrim ve hareket isteyen aydınlar arasında da yandaş bulmuştur. Bu aydınlar arasında en ünlülerinden biri olan Pierre Drieu La Rochelle 1934’de yazdığı bir makalede, bütün faşist hareketler için karakteristik olan nihilizmi şöyle anlatmaktaydı:
“ Özgürlük bitmiştir. İnsan artık temel kara doğasında yeni bir güç aramalıdır. Bunu ebedi libeteryen olan ben, bir entellektüel olarak söylüyorum.” [18]
POLONYA
1921’de kendi deneyimsiz devletiyle egemen olamayacağı kadar geniş topraklara sahip olan Polonya’nın yüksek azınlık nüfusu nedeniyle, bir milliyetler devleti olması gerekiyordu.
Egemen partiler, Dmojski yönetimindeki “Ulusal Demokratlar” ile devletin kurucusu Pilsudski yönetimindeki “Sosyalist Parti” ydi. Dmojski Alman bölgelerine doğru yayılmaktan yanaydı ve kısa sürede faşist öğeleri benimsemişti. Ancak Almanların Polonya’ya saldırmasıyla bütün milliyetçi hareketler komünistlerle birleşerek direnç gösterdiler ve böylece nasyonal sosyalist hareket doğmadan sona ermiş oldu.
BALKANLARDA FAŞİZM
YUNANİSTAN
Yunanistan tıpkı İtalya’da olduğu gibi müdahaleciler ve nötralistler arasında bölünmüş durumdaydı. Büyük Yunanistancı Venizelos’un söylemleri Mussolini ile aynıydı fakat kendisi iktidarda olduğu için benzeri birmücadeleye gerek kalmamıştı. Girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığında bunun suçu nötral kalmak isteyen kral yüklendi ve 1923’de bir darbeyle cumhuriyet kuruldu. Venizelos’un çekilmez hale gelen yönetimi sonucu halkın ayaklanmasıyla Kral ve beraberinde General Metaksas geri geldi. Böylece bir kral-ordu diktatörlüğü işbaşına geçmiş oldu.
Ülkede birkaç birkaç grup vardı; Ethniki Enosis Ellados, bütün gücünü Anadolu’daki göçmenlerden alırdı.Yunan Milliyetçi Partisi, Sidera İrini ve Bütün Öğrenciler Birliğisözü geçen gruplardan birkaçı idi. Buna karşılık biranti-faşist bir birlik de vardı.
BULGARİSTAN
1923 darbesinden sonra Bulgar faşistlerin olayları dünya basınında oldukça yer edinmişti. Aslında küçük çiftçilerden oluşan bir nüfusa sahip ve azçok demokratik nitelikler taşıyan bu ülkenin neden kendi benzeri olan Yunanistan’dan daha fazla faşist eğilimler gösterdiği anlaşılamaz. Bulgaristan savaşı kaybetmiş, içinde Batı Trakya’nın da olduğu önemli topraklarını kaybetmişti. 1919’daki seçimlerde ülkeyi savaşa sokan Almanyamüttefiki parti kaybetmiş, seçimin galipleri Komünist Parti ile Alexander Stambulijski yönetimindeki Çiftçi Partisi olmuştu. Stambulijski ülkeyi küçük çiftçiler lehine bir sınıf savaşı politikasıyla yönetiyordu. Kendisi krallık ailesi ve Balkan komitacılarının en eski ve güçlü örgütü IMRO için “Bolşevik”ti. Bir yandan cumhuriyetten, diğer yandan Büyük Yugoslavya’dan bahseden Stambulijski hükümeti 1923’de devrildi. Bundan sonra yönetime gelen Zankoff ve Liapçev hükümetleri tam olarak faşist sayılmasalar da, onlara etki eden bir takım faşist gruplar vardı. Şkoinoff’un yönetimindeki “Rodna Saştita” (Vatan Koruma), çiftçi ve komünistlere karşı savaşta önemli rol oynuyordu. Dr. Alexander Stalyski yönetimindeki “Nasyonale Zadruga Fascisti”ise açık bir şekilde İtalya’yı taklit etmekteydi. Zankoff’un kurduğu “Sosyal Nasyonal Hareket” bunlardan en önemlisiydi. Bu partinin düzenleyeceği bir faşist darbenin yarattığı korkunun, 1934 darbesine sebep olduğu söylenebilir.
ARNAVUTLUK
İlkçağ koşullarında yaşayan halk için partiler değil aşiretler arası kargaşalar ve sadece dinsel inançlar söz konusuydu. 1924’de Milliyetçiler’in (kuzey ve güney hristiyanları) devirdiğimüslüman başkan Ahmet Zogo, Arnavutluk’a girerek Fan Noli başkanlığındaki hristiyan kabileler iktidarını devirdi. Fan Noli’nin açıkça faşist olduğu iddia ediliyordu.
YUGOSLAVYA
Yugoslavya, Sırp krallığında bulunan Alexander’ın başkaldırısından ve yerli politikacılarla kimi göçmenlerin çabaları sonucu ortaya çıkmıştı fakat Sırpların, Hırvatların, Slovenlerin isteklerine dayanmıyordu. Federatif bir devleti anımsatan Yugoslavya’da ana çatışma Hırvatlarla Sırplar arasında oluyordu. Hırvatların öncülüğünü Stjepan Radiç yapıyordu. Radiç’in ölümünden sonra halefi Maçek, Sırplarla her türlü işbirliğini reddetti. Fakat yaklaşan İtalyan tehlikesi karşısında, kendi anti-faşist eğilimleri doğrultusunda merkezi devlete yaklaştı. Bu girişimler sonucu 1939’da Yugoslav devleti iyice güçlenmişti ve İtalya yandaşı faşist bir görüş bulamazdı.
Bunun yanında Almanya’da ki faşist hareketler Yugoslavya’yı da etkiledi. Alman Nazizmine özenti apaçık ortadaydı. Ancak Simoviç’in darbesi ve Almanların Yugoslavya’ya saldırısı ile devlet parçalandı, Ante Paveliç önderliğindeki Ustaşa hareketinin Hırvatistan’da kurduğu balkanların tek kesin faşist devleti ortaya çıktı. Ulusal romantik söylemlere takılan Paveliç, devleti SS modeline göre, totaliter yapıda düzenledi. Paveliç Hırvatları biraraya getirirken, eski solcu ve çiftçileri de bünyesine almaya çalışıyordu ve bir katolik akım yaratıyordu. Böylece Ustaşa hareketi bir tür “Katolik Faşizm” olarak tanımlanabiliyordu[19]. Yugoslavya tüm bu yaşananlar neticesinde nüfusunun önemli bir oranını kaybetmiş ve faşizm yüzünden en büyük kayba uğrayan ülke olmuştur.
MACARİSTAN
Macaristan topraklarının 2/3’ünün kaybına yol açan ve 1920’de onaylanan Trianon Andlaşması, bütün ulusu birleştirmekteydi. “Ulus” kavramı asillerin egemenliğ anlamını taşıyordu. Kont Behlen 1922’de hükümeti kurduğunda asillerin oğullarından ibaret olan bürokrasi düzeni oluşmuştu. Böylece Macaristan’dafaşist akımların istedikleri sağlam ve otoriter bir yapı oluşmuş oluyordu.
Macaristan’da en önemli sorun olan yahudilerle uğraşılırken, bir yandan da Macar sağ radikalleri Turan fikriyle uğraşıyorlardı.
1932-1936 arasında başbakan olan Gömbös ile beraber devlet artık marksizme, liberalizme, feodalizme, kapitalizme karşı bir durum alıyordu, bu da faşist bir programı ortaya çıkarıyordu. Bundan başka, 1932’de ikinci bir sağ akım olan faşist grupların hareketleri söz konusuydu. Bunlardan biri, hedefleri yahudiler olan “Nasyonal Sosyalist Macar İşçi Partisi”’ydi. O yıllarda bütün nasyonal sosyalist gruplar arasında en güçlü etkiyi yapacak olan Ferenc Szalasi ortaya çıktı. İnanç bakımından “Macarcı” ve iyi bir katolikti. 1935’de “Nemzeti Akarat Partja”yı (NAP/ Ulusal İrade Partisi) kurdu. NAP’ın programında eski Macaristan’ın yeniden kurulması, yani Tuna havzası halklarının özgür bir federasyona sahip olması vardı. Partide anti-kapitalizm ve anti- feodalizm kavramları anti-semitizm şeklinde yürütülüyordu.
Alman işgaline rağmen, Macaristan hiçbir zaman Almanya’ya tam bağlanmadı ve bir eşgüdüm söz konusu olmadı.
ROMANYA
Büyük Romanya’nın en büyük sorunu, tarih boyunca geçirdiği köklü değişimler ile hiç değişmeyen egemenlik yapısıydı. Yönetimdeki liberaller katı merkezi bir yapı oluşturmuşlardı ve azınlıklara dostça davranmıyorlardı. Bu gerilimler dış politikaya da yansımıştı. Fakat bütün partiler revizyonizme karşıydı. Yugoslavya ve Çekoslovakya ittifakına ise sıcak bakıyorlardı.
Sadece yahudilerin azınlık olmaktan memnun olduğu Romanya’da, 1923 anayasasının Milletler Cemiyeti kurallarına uygun olarak azınlık haklarını düzenlemesi sonucu anti-semitist hareketler yeniden hız kazanmaya başlamıştı. Hareketin önderi de Alexander Cuza idi. 1927’den beri dikkati çeken hareket “Demir Muhafızlar”’ın önderi C.Z. Condreanu ise, bir Romen milliyetçisiydi. Avrupa’nın kendine özgü ilk faşist hareketi 1927’de Condreanu’nun kurduğu“Başmelek Cebrail Lejyonu” örgütüydü. Bu örgüt yahudilere ve yahudiliğe karşı amansız bir savaş veriyordu.
Demir Muhafızlar faşist hareketlerin en özgün olanıdır. Eylemlerinde diğer faşist sistemlere oranla çok daha fazla anarşist ve hristiyan öğeleri kullanmaktadır. Romanya’da asıl siyasal terörist olan devletin kendisidir [20].
AVRUPA DIŞINDA FAŞİZM
JAPONYA
1936’da ordunun darbesiyle, ulusal veya kabilesel mistisizmin gelişmeye başladı. Onlara göre Batı, liberalizm ve bireycilik geleneksel askerlik ruhunu ve imparatora bağlılığı tehlikeye sokuyordu. Milliyetçilik ve Japonluk ilkesi herşeyin üstünde olmalıydı.
Japonya’da ulusal düşünce bir önderde değil, imparatorda şekillenmiştir. İmparatorun iradesi doğrultusunda hareket edilebilir. 1939’ların sonunda Japon bilim adamları evrensel etik ve rasyonel düşüncenin reddedilmesini, antik tanrılara dönülmesini savunmuşlardır. Çin’e karşı açılan savaş da barış,doğruluk vb kavramlarla çevrili bir sistem amacıyla yapılan bir seferdi.
ARJANTİN
Arjantin, faşizmin bütün olanakları ortadan kalktıktan, Avrupa’daki faşist devletler yenilip yerlerine liberal hükümetler geçtikten sonra ortaya çıkan ve özgün bir rejim kurmuş olan bir ülkedir.
Hükümet lideri Hipelito Irigoyen, ekonomiyi İngiltere’den yana bir biçimde yönetiyordu. Ama İngiltere’nin ekonomisinin zayıflamasındanetkilenen Arjantin’de darbe ile pro-faşist bir rejim işbaşına geldi. Ülke, 2. Dünya Savaşı başında tarafsızlığını ilan etmiş, 1941’de ABD’nin savaşa girmesiyle bu tarafsızlık Castillo hükümetinin devrilmesine ve General Pedro Ramires’in yönetime gelmesine neden olmuştu.
1943’de Ramires’in darbesine katılan ve 1945’de de Harbiye Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı Yardımcısı olan Juan Domingo Peron, işsizler ve işçi sınıfı tarafından destekleniyordu. Eşi Eva’nın da yardımıyla 1946’da başkan seçildi.
Peron’un işçi hakları ve güdümlü ekonomiye dayalı sistemine göre, kapitalizm ve sosyalizm arasında bir yok bulunmaktaydı. 1954’den itibaren çeşitli kesimlerin muhalefetiyle karşılaştı ve 1955’de ülkeyi terketti. Eşi Eva’nın ölümünün, onun başarılarını önemli ölçüde etkilediği söylenir. Ülkeden ayrıldıktan sonra yandaşlarının tek bir parti altında birleşmelerini sağladı. 1973’de başkanlığa Peron, yardımcılığına da yeni eşi getirildi. Ölümünden sonra yönetimi eşi devraldıysa da, birkaç sene sonra ordu tarafından devrildi.
Peronculuk bütün faşist eğilimler içinde en özgün olanıdır. Faşist etik ve estetik anlayışını hiç üstlenmemiş, ülkede düzenli ordudan başka üniforma taşıyan çıkmamıştır. [21]
FAŞİST İDEOLOJİLERİN ORTAK VE FARKLI NOKTALARI
Gerek İtalyan faşizminde gerekse Nazi Almanyası’nda dikkat çeken belirgin bir özellik vardır: Faşizm, toplumun beynini yıkamayı amaçlayan bir sistemdir. Bunun iki temel yöntemi ise eğitim ve propagandadır. Naziler propaganda silahını etkili biçimde kullandılar. Propaganda amaçlı yayınlarda Hitler, kutsal bir kişi olarak gösteriliyor, topluma ise şiddet ve savaşçı ruh empoze ediliyordu. Faşist İtalya’da Mussolini’yi mükemmel göstermeye çalışan resim ve yazılar çok yaygındı. Mussolini’nin, tarlada çiftçilerle, fabrikada işçilerle, okulda çocuklarla çekilen resimleri her yerde yayınlanıyordu. Öte yandan propaganda posterleri ise faşist kültürü topluma empoze etmek amacıyla yapılıyordu.Faşizm, toplumu düşünmemeye yöneltir. Tek istenen, kışkırtılmış duygular eşliğinde faşist lidere itaat etmek, onun için savaşmak, kan dökmektir. Mussolini dönemine aitpropaganda posterlerine de bu temalar hakimdir.
Kitap yakmak faşist yönetimlerin en belirgin özelliklerinin bir göstergesidir: Faşist devlet sadece kendi ideolojisinin öğrenilmesine izin verir. Bunun dışında hiçbir insan herhangi bir başka fikre sahip olmamalıdır. Bu fikrinden dolayı ya cezalandırılır ya kitabı yakılır ya da kendisi bir şekilde susturulur. Her birey sadece devletin ideolojisine hizmet eden bir araç olarak görülür. Bu ideolojiyi benimsemeyenlere ise zor ve baskı yoluyla istenilenler yaptırılmaktadır.
Yine faşist rejimlerin uyguladıkları ortak taktiklerden biri de halkı ve de özellikle gençleri eğitimde aldatıcı bir politikayla yönlendirmeleriydi. Toplumdan gerçek tarihi gizliyor, bunun yerine kendileri tarafından düzenlenmiş hayali bir tarih öğretiyorlardı. Bundaki amaç ise halkı faşist idealler etrafında birleştirebilmek ve onları faşist politikalar konusunda şevklendirecek, faşizme daha da bağlanmalarını sağlayacak bir kültür oluşturmaktı. Öğrenim kademelerinde gerek tarih gerekse felsefe tamamen faşist devlet tarafından düzenleniyordu. Beyinler sezdirilmeden faşist ideoloji ile yıkanıyor, bunun dışındaki tüm fikirlere sansür uygulanıyordu.
Faşizmde en önemli unsur faşist liderdir ve her konuda en çok onun adı ön plana çıkar. Hitler, Mussolini veya Franco rejimleri bunun en açık örneğidir. Bu diktatörler için kullanılan "Führer", "Duce" ve "Caudillo" gibi sıfatlar, "yanılmaz lider" anlamına gelmektedir. Nitekim her üçü de iktidarı tamamen kendi inisiyatifleri ile yönetmiş, en yakınlarını ya da kıdemce en yüksek devlet görevlilerini dahi karar mekanizmasında etkisiz bırakmışlardır.Faşist liderlerin kutsal gösterilmesi için kullanılan yöntemlerden bir diğeri de ülkenin her yanında faşist liderin heykel ve dev posterlerinin bulunmasıydı. Bunun insanlar üzerinde büyük bir psikolojik etkisi oluyor, halk sürekli olarak faşist liderin güç ve kontrolünü üzerinde hissediyor, adeta her an onun tarafından izlendiği düşüncesine kapılıyordu.
Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir, tek şefindir. Bu tek şef, İtalya’da "Duçe" (Mussolini), Almanya’da "Führer" (Hitler), İspanya’da "Cadillo" (Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Faşizm kuşkusuz sadece liderden ve lider etrafında örgütlenen faşist partilerden ibaret değildir. Gerek Nazi Almanyası’nda gerekse İtalya’da, rejimlerin ardında büyük bir halk desteği olmuştur. Bu destek ise, faşist rejim tarafından çeşitli yöntemlerle üretilmiştir. Faşist rejimler, halklarını sadece baskıyla susturan "otoriter" rejimler değil, aynı zamanda onları belirli bir amaç uğrunda motive eden "totaliter" rejimlerdir. Bu totaliter sistemde kitleleri faşist ideolojinin etrafında toplayan en önemli unsur ise "aşırı duygusallık"tır. Çevrelerindeki ve tarihteki kavram ve olayları akılcılıktan son derece uzak bir biçimde, duygusal olarak değerlendiren insanlar, çok kolay yönlendirilir, provoke edilebilir ve suç işleyebilir yapıdadırlar. Bu kişiler şayet kendilerinden istenen zalimce eylemlerin "kendi ırklarının üstünlüğü" gibi sözde kutsal bir amaç için olduğuna ikna edilirlerse, her şeyi yapabilirler. Bunun farkında olan faşist rejim, kitlelerin duygusal bir coşku ve ajitasyon içinde tutulmasına gayret eder. Bu nedenle faşist rejimlerde kitlesel gösteri, yürüyüş, toplantı ve törenlere büyük önem verilmiştir. Hedef, sürü halinde tek tip bir topluluk oluşturmak ve bu topluluğa hükmetmektir. Semboller, heykeller, anma günleri, bayraklar, flamalar, üniformalar gibi unsurlarla insanlar hak dinden uzaklaştırılır ve bu duygusal coşkular onlara din gibi yaşatılır. Sanki İlahi bir güce ibadet eder gibi, bu insanlar büyük bir heyecan ve coşku ile faşist ideallere kendilerini adarlar. Yazılan, haykırılan, defalarca tekrarlanan sloganlar, çığlıklar, marşlar, selamlar faşist ayinlerin önemli bir bölümünü oluşturur.
Faşizmin bir diğer temel özelliği olan şiddet ve savaş da yine kutsal bir değer olarak gösterilmek istenen kavramlardır. İlahi dinlerde hedef şiddetten ve savaştan arındırılmış bir toplum ve dünya meydana getirmektir. Oysa faşizmde savaş başlı başına bir değerdir. Bir kabilenin, ırkın ya da halkın, şerefini ve gücünü yaptığı savaşlardan ve verdiği ölülerden aldığına inanılır. Bu inanç, doğal olarak yeni savaşlar açılmasını, yeni kanlar dökülmesini gerektirir.
Faşist devletin en belirgin özelliklerinden biri kendi halkına güvenmemesi ve şüpheli gördüğü herkesi öldürmeye kadar varan acımasız metodlarla saf dışı bırakmaya çalışmasıdır. Hemen her faşist düzende halkı kontrol etmeye ve muhalifleri ortadan kaldırmaya yönelik "gizli polis" örgütleri kurulur. Nazilerin ünlü Gestaposu faşist rejimin paranoyasının ne denli büyük işkence ve vahşetlere yol açtığının tarihsel bir kanıtıdır. Bu vahşetin kökeni faşizmin felsefesindedir. Bu felsefede halkın başıboş bırakıldığında hem rejime ihanet edeceğine hem de yozlaşacağına inanılır. Halkı dize getirmenin yolu ise baskı kullanılmasıdır. Faşizmin ideologları arasında yer alan ve özellikle Mussolini’nin üzerinde çok etkili olan Fransız filozof George Sorel (1847-1922) bu düşünceyi savunanların başında gelir. Sorel toplumların doğal olarak yozlaştığını ve düzensizleştiğini savunmuştur. Ona göre şiddet uygulayarak bu çürümenin önüne geçilmeli ve böylece totaliter bir düzen kurulmalıdır.
Faşizmin olmazsa olmaz şartlarından biri de diğer ülkelerin topraklarını ele geçirerek yayılma siyasetidir. Faşistler millet olarak gelişebilmeleri için daha zayıf olan diğer milletleri istila etmeleri ve onları yenerek büyümeleri gerektiğine inanırlar. Bu ideoloji uğruna Mussolini hem kendi halkına hem de işgal ettiği ülkelerin insanlarına büyük acılar yaşatmıştır. Faşizmin işgalci siyasetinin en belirgin örneği ise kuşkusuz Nazi Almanyası’dır. Naziler, sözde "üstün ırk" olan Almanların, Almanya sınırlarının çok daha ötesine taşan bir "hayat sahası"na ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüşler ve bu amaçla II. Dünya Savaşı’nı ateşlemişlerdir.
Faşizmin fazla dikkat çekmeyen, fakat büyük önem taşıyan bir yönü daha vardır: Faşizm, kadınlara karşı düşmanca bir tutum içindedir ve kadınları erkeklerden aşağı görür. Faşizm, kadınları sevgi, merhamet, şefkat gibi duygularla özdeşleştirmektedir ve kadınlara karşı olan antipatisinde bunun büyük rolü vardır. Öte yandan, savaşçılık, kan dökücülük, acımasızlık, sertlik gibi eğilimler ise "erkeksi" karakter olarak tarif edilmekte ve bu nedenle "erkeklik" adeta kutsal bir kavram gibi yüceltilmektedir
FAŞİZMİN DİĞER İDEOLOJİLERLE İLİŞKİSİ
Faşist karakteri analiz etmek için öncelikle incelenmesi gereken kişi, kuşkusuz "faşizm" teriminin sahibi olarak ortaya çıkan İtalyan diktatör Benito Mussolini’dir. Mussolini’nin yaşamına baktığımızda da, faşizmin gerçekte dine büyük bir düşmanlık besleyen, siyasi çıkarlar için gerektiğinde dindar gözüken ikiyüzlü karakterinin örneğini görürüz. Mussolini’nin hayatının bize gösterdiği bir diğer gerçek ise, faşizm ile komünizm arasındaki çizginin çok ince olduğudur. Faşizm ve komünizm birbirlerine çok zıt ideolojiler gibi görünürler. Oysa baskıcı, zalim ve totaliter karakterleriyle, azınlık iktidarına dayalısistemleriyle, dine olan düşmanlıklarıyla, aslında her iki ideoloji de birbirine çok benzer. Bundan dolayıdır ki, bir faşist ile bir komünist arasında gerçekte çok az fark vardır ve her ikisi de kolayca bir diğerine dönüşebilir.
Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış noktasında her iki ideoloji de eşitliksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, ülkücü veduygular üzerine kuruludur.
Faşizm, ikinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini İtalyası’nda somutlaştı. Hitler Almanyası’nda ise Nazizm adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve Salazar yönetiminde uzun ömürlü faşist eğilimli rejimler görüldü.
Marksizmin tersine, faşizm, bilimsel verilerden hareket eden, tutarlı ve kapsamlı bir inanç sistemi oluşturmaz. Çünkü, daha çıkış noktasında, kendisine esin kaynağı olmuş düşünürlerden başlayarak, insan aklının gücünü yadsır. Dış dünyanın ve özellikle de insan tarihinin anlaşılmaz olduğunu savunur.
Faşist düşüncenin temelinde; Descartes’dan Kant’a, Hegel’e kadar uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche’dir. O’na göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar gerçekten insancıl bir yaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu küçük seçkin kesim için çalışması ve ona boyun eğmesi zorunludur. Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan devlet ya da ulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir araçtır. Devlet her şeyin üstündedir ve her şeye karışır. Hiç bir şey devletin dışında ya da karşısında olamaz. Birey, bir hücre olarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır.
İnsanlar doğuştan eşit değildir. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için yaratılmıştır. Kötü ve yetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir seçkinin buyruklarına boyun eğmelidir. Eşit olmayan inanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizle bilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerine çıkamazlar. İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre, tartışmaya ve demokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e boyun eğme esastır, insanlar eşit yaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmeleri, onların ve tüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırka karşı şiddet kullanılması doğaldır. Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. "Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir.
SONSÖZ
Fransız Devrimi’nden bu yana uygar toplumlarda geçerli olan ve insanların yalnızca insan olmaktan doğan çoğu hakkını yok sayan faşist yönetimlerde, her şey devlet içindir. Devletin birliği ve üstünlüğü önder denilen diktatöre ve bayrağa bağlılık, üniforma ve ambleme saygı, savaşın ve toprak kazanımlarının yüceltilmesi, milliyetçilik ve ırkçılık önde gelen faşist değerlerdir.
Faşizm tek tek bireylerin ve bütün olarak toplumun düşünce ve davranışlarını aynı yönde biçimlendirmeyi amaçlar ve bu amaç doğrultusunda işkence, hapis cezası, sürgün ve ölüm cezasının da dahil olduğu çeşitli yöntemler kullanır.
Faşist yönetimler, büyük sermayenin ve toprak sahiplerinin çıkarlarına uygun politikalar yürütür. Devletin gösterdiği alanlara yatırım yapılır, onun çıkarlar gözetilir.
Toplum bir bütündür ve bu bütünleşmeyi sağlamak için korporasyonlar kurulmuştur. Birlik, topluluk anlamına gelen korporasyonlarda, aynı meslekteki tüm insanlar statülerine bakılmaksızın yer alırlar. Faşizm, işçi-işveren, sanayici-çiftçi gibi farklı çıkarları olan grupları korporasyonlarda örgütlemiştir.
Tüm bu özellikleri taşıyan hareket ve eğilimler dışında, yalnızca zaman zaman faşizmin de benimsediği totaliter rejimlere başvuran hareket ve eğilimleri faşist olarak nitelemek yanlış olur. Bu tarz hareketler genelde askeri darbelerden sonra geçici olarak bu rejimleri kabul etmişler ve yine de özgürlük ve demokrasiyi hedef olarak benimsemişlerdir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.