Etiket arşivi: ARAŞTIRMA DOSYASI

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Mehmet BİLGİN : RİZE BÖLGESİNDE ETNİK GRUPLAR OLUŞTURMA PROJELERİ ÜZER İNE

Rize, tarih ve kültür yönünden üzerinde en az araştırma ve yayın yapılmış bölgelerimizden biridir. Altmışlı yıllara kadar ekonomik yönden yurdumuzun en fakir yörelerden birisi olan Rize, çay tarımının yaygınlaşmasından sonra çok kısa bir sürede ekonomik olarak ülkemizin en iyi illeri arasında yerini aldı. Bölge ekonomik olarak bu değişim sürecini yaşarken kültürel alanda kayda değer hiçbir gelişme olmadı.

Geçmişte ekonomik şartlara ve coğrafi yapıya bağlanan kültürel çalışmalardaki verimsizlik, ekonomik alandaki düzelmeye rağmen pek değişmemiştir. Bu dönemde ve özellikle altmışlı yıllarda, bir çok yabancı araştırmacı bölgede çeşitli konularda araştırma ve çalışmalar yapmaya başlamış, bu çalışmaların sonucu elde edilen bilgilerle, bölge üzerinde milli birlik ve beraberliği sarsmaya yönelik bir takım projeler oluşturulmuştu. Bu projelerde, bölge insanının sahip olduğu ve kültürel zenginlik ögesi olan bazı özellikler öne çıkartılarak, etnik parçalanmaya yol açılması amaçlanmaktaydı.

Altmışlı yıllarda bölgede faaliyet gösteren yabancı araştırmacıların çalışmalarıyla şekillendirilen projelerle, ülkemizin diğer bölgelerinin yanı sıra Rize’nin de içinde bulunduğu Doğu Karadeniz bölgesinde Laz, Hemşenli, Gürcü, Poşa ve Pontoslu Rum (ya da Müslüman Yunanlılar) gibi etnik parçalar tanımlanmaya veya oluşturulmaya çalışılmaktaydı.

Doğu Karadeniz Bölgesi ile ilgili bu projeler hazırlanırken, aynı zamanda etnik grupların arka planını oluşturacak olan , bölgenin Bizans ve Hıristiyan geçmişinin ortaya konması çalışmaları da yapılmıştır. Bu proje kapsamında elde edilen bulgular, günümüzde gündeme getirilen bazı iddialara da dayanak olmaktadır. Bu proje kapsamında bölgede yabancı araştırmacılar tarafında yapılan arkeoloji ve tarih çalışmalarının amacı, bazı yabancı yazarların bu çalışmalar hakkında yazdığı kitap ve makalelerde " bölge halkının hafızasından silinmiş olan Hıristiyan geçmişe ait kanıtları ortaya çıkarmak " şeklinde ifade edilmektedir.

Bu çalışmalarla yeni bir bilinç yaratılmış, Karadeniz bölgesinde yaşayan insanların çoğu artık yerleşim birimlerinin içinde, yakınında veya yolunun

üzerindeki herhangi bir taş yığınının geçmişte bir kiliseye ait olduğunu, köyün eski isminin Türkçe olmadığını ve bu Hıristiyan geçmişin kendi geçmişi olabileceğini düşünmektedir. Çünkü bundan farklı bir şey düşünebilmesi için elinde herhangi bir bilgi de yoktur.

Çok sistemli bir şekilde ve iç içe geçmiş projeler çerçevesinde, bölgenin Bizans / Hıristiyan geçmişini ortaya çıkartmak için İngiltere de Birmingham Üniversitesine bağlı Bizans, Osmanlı ve Modern Yunan Çalışmaları Kürsüsü’nde, Bizans ve Trabzon’daki Komnenos Rum Krallığı tarihi uzmanı Prof. Dr. Anthony Bryer ve ekibi tarafından, bazı vakıfların yanı sıra Yunan Hükümetinin ve Kıbrıs Rum kesiminin parasal olarak desteklediği ve ısmarladığı çalışmalar yapılmıştır.

Bu çalışmalar kapsamında Doğu Karadeniz Bölgesi taranmış, Hıristiyanlık dönemine ait olan ve yerleri tespit edilen tüm kalıntılar kazılarla ortaya çıkarılıp, planları çizilmiş mevcut kalıntılar fotoğraflanarak, sanat öğesi taşıyan bezemeler, eserlerin mimari özellikleri ve kitabeleri incelenmiş,bölge tarihi ile ilgili kaynaklarda yer alan tarihi bilgiler derlenerek yeni yayınlar yapılmıştır.

Bu çalışmaların ileride bölge ile ilgili siyasi iddialara zemin oluşturacağı düşüncesi başlangıçta komplo teorisi olarak algılanmışsa da, yeni etnik gruplar yaratılması çalışmaları ile boğuştuğumuz günümüzde bunun Türk toplumunu küçük parçalara bölerek etkisizleştirme ve bu etnik grupları arka planda Hıristiyanlığa bağlama çalışmalarının temel projelerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

25 – 30 yıl kesintisiz süren ve yüzlerce öğrencinin katılıp eğitildiği bu proje sonucunda Bryer’in ( David Winfield ile beraber yazılmış) "The Byzantine Monuments and Topography of the Pontos 2 cilt ve "The Post-Byzantine Monuments of the Pontos","Peoples and Settlement in Anatolia and the Caucaus 800-1900 " ,The Empire of Trebizond and the Pontos" adlı kitapları ile bu projelerde çalışanlar tarafından yazılmış, bölgedeki kilise ve manastır kalıntıları ile bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili yüzlerce makale yazılıp ve yayınlandı.

Bu projeyi yapan ve yürüten Anthony Bryer ile çalışmalara katılan çeşitli kişilerce, Doğu Karadeniz bölgesinin Hıristiyan / Rum geçmişi ve bu geçmişin günümüze yansımaları hakkında , bölgede yaratılmak istenen etnik parçaların geçmişine yönelik açıklamalara, Hıristiyan bir arka plan olacak çok önemli bir literatür oluşturulmuştur.

Anthony Bryer, bölgede Hıristiyanlığa ait kalıntıların tamamını ortaya çıkartan arkeolojik çalışmalarının yanı sıra bölgenin Hıristiyan – Bizans – Rum geçmişinin günümüze yansımaları hakkında da çalışmalar yapmış, Pontuslu Rumlarla ilgili bir yazısında "Pontuslu Rumlar bütün kalıntıların en şaşırtıcı olanları ama bazıları yurt arıyor, bazıları tarih, bazıları da ikisini birden" diyerek çalışmalarının ilgi ve amacını ortaya koymaktadır.Çalışma arkadaşlarından D.Winfield’in tarihi eser kaçakçılığı suçlamaları ile yurt dışında yargılanması bu projenin başka boyutları olduğunu da düşündürmektedir.

Bölge ile ilgili projeler hiç şüphesiz bunlardan ibaret değildir. Fakat bölge ile ilgili tüm projelerin yayınlarını izleme ve değerlendirme olanağına sahip değilim.Yine de ilgili yayınlardan değerlendirme yapacak kadar izleme imkanı bulduğum bir projeden bahsederek konuyu açıklamaya çalışacağım.

Altmışlı yıllarda bölgeye gelen yabancı araştırmacılardan sadece birisi olan Wolfgang Feurstein adlı bir Alman,1960’larda bölge köylerinde dolaşarak Lazlar üzerinde çalışmaya başlamıştır.Sözlü kültürde yaşayan dil, folklor özellikleri ve masallar derlemiş, bol miktarda fotoğraflar çekerek, izin alırken belirttiği amacın dışında çalışmalar yapmıştır.Bölgede yürüttüğü çalışmalar o dönem yetkililerin dikkatini çektiği için bölgede dolaşarak çalışma izni verilmemiştir.Amaç dışı faaliyet gösterdiği için yasal yollardan engellenen Wolfgang Feurstein daha sonra Almanya’nın Karaorman bölgesindeki Schopfloch köyünde "Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamındaki çalışmaları için bir merkez oluşturmuş, çalışmalarına burada devam etmiştir.

Kendini Laz Ulusu yaratmaya adadığını söyleyen Feurstein, önce Lazca yazı dili oluşturmak için Laz Alfabesi düzenlemiş, ardından bu Laz Alfabesi ile ilkokul seviyesinde metinler hazırlamış ve Lazca gramer bilgileri ile sözlük çalışmaları yapmıştır. Hiçbir üniversitede öğretim üyesi olmayan bu kişi, sadece Laz kültürünü ve Laz tarihini araştırmakla kalmamış amacına hizmet edecek örgütler de kurmuştur.

Feurstein, çalışmalarına kattığı insanları, bu şekilde dıştan aktiviteler olmazsa Laz kültürünün yakın bir gelecekte sonsuza kadar yok olacağına inandırarak örgütlediği Laz kökenli Türk vatandaşlarını Laz kültürünü ve kimliğini yaşatmak için,Laz Alfabesi ile Lazca metinler oluşturmak ve bunu Laz topluluklarına benimsetmek gerektiğine inandırmış, bilimsel çalışma olarak algılanabilecek faaliyetlerini Lazları hedef alan örgütsel faaliyetlere dönüştürmüştür. Bu çerçevede kurduğu Lazebura ve daha sonra Kaçkar Kültür Çevresi (Kaçkar Kulturkreis) örgütü onun oluşturup ve yönlendirdiği çalışmalardır.

Feurstein’in Laz kökenli yurttaşlarımızı etkisi altına alarak çalışmalarına dahil etmek için kullandığı "Birşeyler yapılmazsa sonsuza kadar yok olma" motifi, benzer bir şekilde bölgede Pontoslu (Müslüman Yunanlı ) etnik grubu yaratma projesinin aktörleri tarafından da kullanılmaktadır.Buna bir örnek olarak Yunanistan’da yaptığı çalışmalar ve Yunanlı dostlarının yardımı ile hazırladığı ve bir Yunanlı profesörün önsözüyle yayınladığı "Pontos Kültürü" adlı eseri nedeniyle Pontoscu faaliyetlerde adı geçen Ömer Asan’ın Lazlarla ilgili yayın yapanlar tarafından çıkartılan bir dergide yer alan "Yok Oluyoruz Ya Siz" başlıklı yazısını gösterebiliriz.

Lazlarla ilgili yayınlar incelendiği zaman, Lazların eski Yunan mitolojisi ile var olduğu iddia edilen bağlarından bahsedildiği görülür. Fakat, Feurstein ve çalışmalarından bahseden yabancı yazarlar bir başka düşünceyi açıkca yazarlar. Bu yazılarda yer alan "..mitolojide cennetten harfleri getiren tanrılardır." şeklindeki ifadelerle O’nun Lazlara alfabeyi getiren mitolojik tanrı olduğu ima edilir.İleride onun sayesinde sevgililerin birbirlerine Lazca aşk mektupları yazabileceği anlatılarak faaliyetleri, efsanevi bir figürün Lazlar adına yaptığı hümanistik aktiviteler olarak sunulur.Böylece faaliyetlerinin batı kamu oyu tarafından desteklenmesi sağlanılır.Oysa yaptıklarının 18 ve 19. yüzyıl sömürgecilerinin rehberi Oryantalistlerin yaptıklarından hiçbir farkı yoktur.

Feurstein’in oluşturduğu Lazca Alfabe bu konuda yapılan çalışmaların ilki değildir. Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri kullanılarak bir Laz Alfabesi oluşturulmuştu. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin ilk dönemlerinde kısa bir süre Lazca yayın ve eğitim yapılmış,daha sonra Lazların Gürcü asimilasyonuna uğramasının daha uygun olacağına karar verilerek bundan vazgeçilmişti.

Feurstein’in hazırladığı alfabe ise, Latin Alfabesindeki harflerle oluşturulmaya çalışılan bir alfabedir. Feurstein, 1983 yılında hazırladığı ilk Laz Alfabesi ile yaptığı çalışmalar esnasında, Lazlara yabancı bir alfabe ile yazıyı öğretmenin güçlüğünü ve bu çalışmalarının başarısızlıkla sonuçlanacağını görmüş, alfabesinde bazı değişiklikler yaparak, Türklerin kullandığı alfabeye yakın bir alfabeyi yeniden oluşturmuştur. 1992’de son şeklini alan alfabesi, Fahri Lazoğlu Türkçe takma adıyla yayınlanmış ve Feurstein’in örgütü tarafından Lazların arasında yayılmaya ve eğitim çalışmaları bu yeni alfabe ile yapılmaya başlanmıştır.

Aslında Laz dili üzerinde ilk çalışmayı yapan Rosen adlı bir Almandır.Ayrıca Lazca da ilk defa Osmanlı Alfabesini oluşturan Arap harfleri ile yazılmıştır.Prof. Karl Koch adlı Avusturyalı bir botanikçinin heyeti ile birlikte 1843 yılında Doğu Karadeniz bölgesine gelen Rosen, Trabzon ve Rize bölgelerinde bitki toplamak amacıyla dolaşan Koch’un heyeti ile yaptığı seyahat sırasında, Trabzon valisi Abdullah Paşa’nın Kavası olan ve valinin heyete rehberlik yapmakla görevlendirdiği İbrahim Efendinin yardımıyla Laz dili hakkında araştırmalar yapmıştır.

Medrese eğitimi görmüş bir Laz olan İbrahim Efendi’nin yardımı ile kelimeler derleyen ve küçük bir sözlük oluşturan Rosen, ülkesine dönünce bunu yayınlamıştır. Laz dili hakkında çalışma yapan ilk batılı bilim adamı Rosen olmasına rağmen, Bugün oynanmak istenen oyun "Harfleri cennetten getiren tanrı" miti üzerinde kurulduğu için, konuya Feurstain’in açtığı pencereden bakanlar tarafından sadece adı zikredilerek adeta görmezlikten gelinmiştir.Kendilerine Laz aydını sıfatını yakıştıranlar, Feurstain’in çizdiği çizgiden biraz ileri gidip Rosen’in çalışmasını Türkçeye çevirip yayınlamaktansa, Feurstain’in sunduklarını aktarmakla yetinerek aydın olduklarını zannetmişlerdir.

Daha önce Gürcü alfabesinin harfleri ile oluşturulan Laz Alfabesi hazırlayanlar, Lazları Gürcü soyu ve kültürü çerçevesinde görmek ve göstermek ve Lazları Gürcü kültür çevresine bağlayıp, asimilasyona tabi tutmak amacıyla bu çalışmaları yaptıkları için, Feurstein daha önce oluşturulan bu alfabeyi ve bu alfabe ile oluşturulan Lazca metinleri kendi projesinin amaçları için doğru kabul etmemiştir. Lazca’nın Latin alfabesi harflerinden oluşan bir alfabe ile yazılmasına çalışarak , gerçekte Lazları, batının her türlü operasyonunda kullanılabilecek, batı kültürünün etki alanında olan bir halk haline getirmeyi amaçlamıştır.

Lazları hedef alan bu iki merkezin Lazlar üzerindeki çalışma ve çekişmeleri günümüzde de devam etmektedir.Gürcistan merkezli hareket içinde, bir Gürcü profesör doksanlı yılların başında, ‘bilimsel çalışma’ maskesi ile bütün Laz köylerini dolaşmıştır. Gürcü kültürünün etki alanında bir Laz şuuru uyandırmayı amaçlayan bu faaliyetler ve Gürcü merkezlerde hazırlanan "Lazların Tarihi" adlı eserin yayınlanması,hedef kitlenin Feurstein’e bağlı örgütün çalışmaları ile Gürcü merkezlerin çalışmalarını karıştırılmasına ve Lazlar üzerindeki bütün faaliyetlerin parsasının Gürcüler tarafından toplanmasına yol açmıştı. Fakat 1992’de İstanbul’da yayınlanan Ogni dergisi hedef kitle arasındaki bu yanlış anlamayı ortadan kaldırdığı gibi Gürcü faaliyetleri ile uyandırılan Laz şuurundan Feurstein’in örgütünün yararlanmasına da vesile olmuştur.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli kısmı, Lazcayı yazı dili haline getirme çalışmalarıdır.Feurstein, oluşturduğu alfabe ile Lazlar için ilkokul seviyesinde metinler, gramer kitapçıkları ve sözlükler hazırlamış, bazı çalışmaları Türkçe takma adlarla yayınlamıştır. Bu yayınlar Almanya’ya çalışmak için giden gurbetçilerimiz arasından," Laz Ulusu Yaratma Projesi" kapsamında Feurstein tarafından örgütlenen kişiler vasıtası ile Türkiye’ye ulaştırıp, Lazların oturduğu İstanbul, Adapazarı, Rize ve Artvin gibi yörelerde dağıtılmıştır. Yine bu kişiler tarafından, yayınlar fotokopi yolu ile çoğaltılmış, gayrı resmi kurslarda halkın öğrenmesini sağlamak amacıyla kullanılmış, yapılan organizasyonlarla Türkçe alfabeden başka alfabe ile okuyup,yazmayı bilmeyen vatandaşlarımızın Laz Alfabesi ile yazılmış metinleri okuyup, yazması yaygınlaştırılmak istenmiştir.

Bu çalışmalar sürdürülürken bir yandan da Laz tarihini oluşturmak için araştırmalar yapılmakta. Bu yolla geçmişte Hıristiyan olduklarını bile hatırlamayan Laz kökenli yurttaşlarımızın belleklerine Hıristiyan geçmişlerini canlandıracak tarihi bilgiler aktarılmaya başlanmıştır.

Feurstein, çalışmalarının ilk aşamasında Laz ailelerinin, özellikle orta yaşlı ve yaşlı kuşağın bu tür faaliyetlerden etkilenmediğini, ait oldukları toplumun içinde ve birlikte yaşanılan tarihi sürecin oluşturduğu geleneksel uyum halinde yaşama yolunu tercih ettiğini görerek, çalışmalarını gençlere yöneltmeyi uygun görmüştür. Başlangıçta Kaçkar Kültür Çevresi’nin folklor çalışmaları ile bir arada tutulan gençler derneğin damgasını taşıyan broşür şeklindeki yayınlarla eğitilmiş, daha sonra bu yayınların gençler ve aileleri vasıtası ile Türkiye’de yayılması temin edilmiştir. Almanya’da genç nesil folklor ve benzeri faaliyetlerle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" ne dahil edilip eğitilirken, aynı zamanda bu yolla örgütsel faaliyetlere de yöneltiliyorlar.

30-40 yıllık çalışmanın sonunda üretilen Laz Alfabesi ile sözlük ve folklorik araştırma metinlerine ilave olarak bu Laz Alfabesi ile yazılmış roman, şiir, tiyatro eserleri, edebi çeviriler, doğum ve ölüm ilanları, haber metinleri, mektuplar oluşturulmuş,bu metinler Almanya’dan izine gelen veya bu iş için gönderilen işçi pasaportlu kişiler vasıtası ile yurda sokulmaya başlanmıştır.Bu materyaller Lazların yaşadıkları bölge ve köylerde dağıtılıyor ve Wolfgang Feurstein’in "Laz Ulusu Yaratma Projesi" hayata geçirilmeye çalışılıyor.

İlk aşaması bu şekilde yürütülen ve finansorü belli olmayan bu çalışmaları, daha sonra Laz tarihi ve kültürü için hazırlanan kaynak kitaplar ve Ogni gibi Lazca metinlerin yayınlandığı dergilerinin yayınlanması takip etti.Bu yayınlarda halktan derlenen, sözlü edebiyat ürünü şarkılar ve masallara ilave olarak, Feurstain’in bir ulus yaratma organizasyonu çerçevesinde yetiştirilen genç kadroların ürettiği Lazca şiir ve diğer edebiyat ürünleri yer almaya başladı.

"Laz Ulusu Yaratma Projesi", projeyi oluşturarak yürüten Feurstein’in yanı sıra, diğer Alman kuruluşları ve bazı Alman ilim adamları tarafından da desteklenmektedir. Bu projenin, Türkiye’nin etnik parçalara bölünerek, çözülmesini amaçlayan büyük projenin bir parçası olduğunu söylememiz için bir çok neden vardır. Örnek olarak, Almanya’da bazı kuruluşlar tarafından hazırlanan ve hafta sonlarında Türk işçi derneklerinin yönetici ve üyelerine, mensup oldukları etnik grup ve kültürü hakkında Alman ilim adamları tarafından verilen eğitim seminerlerini gösterebiliriz. "Megreller","Lazlar ", "Hemşenliler ","Pontos Kültürü "nün anlatıldığı bu seminerlerde ayrıca, konularla ilgili önceden hazırlanan Almanca ve Türkçe metinler dağıtılmaktadır.

Fakat, bunlar bu yazının konusu değildir. Bu nedenle sadece bir örnek vermekle yetineceğiz. Almanya’da Hür Üniversite tarafından yayınlanan ve Türkiye’de 47 etnik grup tanımlayan "Türkiye’deki Etnik Gruplar" adlı kitabın yazarlarından olan ve kitapta etnik grup olarak tanımlanmış fakat, henüz etnik grup şuuru oluşmamış insanlarda da bu şuurun uyanması için, yukarıda örnek verilen şekilde çalışmalar yapan Rüdiger Benninghaus da, diğer etnik grupların yanı sıra Lazlar ve Hemşenlileri konu alan seminerleri, yayınları ve çeşitli faaliyetleri ile dikkati çekiyor.

Türkiye’de yaratılmaya çalışılan Laz şuurunda Alman Irkçılığının bazı yansımalarını görmek mümkündür, örneğin, bazı hayvan ve bitkilerin (laz kuşu,laz çiçeği gibi) Laz olduğunu ya da Lazlara ait olduğunu ısrarla iddia ve beyan ederek, bu şekilde benimsenmesi için kimi yayınlarda sürekli yinelenmesini gösterebiliriz.

Batılı araştırmacıların, Lazlar üzerinde çalışmaya başladıklarında, Lazların Hıristiyan geçmişlerini hiç hatırlamadıklarını ve Laz diye tanımlanan toplumun hafızasında bu geçmişe ait hiç bir iz kalmadığını görerek, bunu hayretle karşıladıklarını yazmaktadırlar. Bu nedenle "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin en önemli çalışmalarından birinin Lazlara Hıristiyan geçmişlerini hatırlatmak olduğunu söyleyebiliriz. Aşırı dindar bir Hıristiyan olan Feurstein’in kişiliği bu konuda da belirleyici olmuştur. Başka bir merkezde bölgenin Hıristiyan geçmişi ile ilgili bir proje yürüten Bryer’in, Lazlarla ilgilenmesi de daha çok bu bağlamdadır.

Hıristiyan geçmiş kadar, kesin ve net olan bir diğer unsuru ise Türk düşmanlığıdır. Fakat hitap edilen toplum, böyle bir görüşe yatkın değildir. Böyle düşünülmesine neden olacak bir çatışma tarihte yaşanmadığı için, eğitilmiş kadroların dışındaki kişiler bu görüşe karşı çıkmaktadır. Bu nedenle başlangıçta çeşitli yayınlarda göze çarpan Türk düşmanlığının bu aşamada işlenmesinden vazgeçilmiştir.

Daha çok Gürcü menşeli Lazcılık faaliyetlerinde kaba bir şekilde işlenmeye devam eden bu unsur, Alman menşeli faaliyetlerde Laz kültürünün, Türk Kültürü ve Kemalist Türk Devlet yönetiminin baskısı ve tehdidi altında olduğu şeklinde ifade edilmekte, ancak Laz dilinin yazılı hale getirilmesi ile buna karşı direnebileceği belirtilmektedir.Konu ile ilgili yayınlar izlendiği zaman Osmanlı ve Kemalist yönetimler suçlanırken, Foşa, Hemşenli, Gürcü ve Türk gibi gruplardan sadece Türklerin Lazlara karşı bir tehdit oluşturduğunu düşündüren ifadelere rastlamak mümkündür. Oysa bu ifadeler, tarihi süreçte, Lazların Gürcülerle çatışma, Hemşenli diye tanımlanan komşuları ile çekişme,Türklerle dayanışma halinde olduğu gerçeği ile çelişmektedir.

Yaratılmak istenen Laz şuurunda, Lazlara Hıristiyan geçmişlerinde bir millet olarak var oldukları ve Müslüman olduktan sonra sadece Hıristiyan geçmişi değil millet oldukları gerçeğini de unuttukları düşündürülmeye çalışılmaktadır.Oysa, geçmişe bakıldığında, Bizans’ın, Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan diğer toplulukların yanı sıra, Laz topluluğunun da önemli bir bölümünü Hıristiyanlık yolu ile Rumlaştırdığını bu asimilasyondan sadece Rize’nin doğusunda Bizans sınırındaki tampon bölgede kalan Lazların kurtulabildiklerini, bu topluluğun Osmanlı döneminde gönüllü bir şekilde din değiştirerek Müslüman olduğunu, Bizansın bölgede etkinliğini yitirdikten sonraki dönemlerde artan Gürcü saldırıları ve asimilasyonuna Türklerin ve Osmanlıların sayesinde karşı koyarak, varlıklarını koruduklarını, dil ve kültürlerini günümüze kadar yaşatabildiklerini görebiliriz. Bizans sınırının doğusundaki bu tampon bölgenin Kafkasya sahillerine uzanan bölümünde ise Gürcülerin etki ve baskılarını bu gün bile tespit etmek mümkündür.Gürcüler bu bölgede, kilisenin faaliyetleri ile Lazlarla birlikte diğer halkları da Gürcüleştirmeye çalışmıştır.

Kafkasya sahillerinde yaşayan topluluklara yönelik Gürcü iddiaları da geçmişte Gürcü Kilisesinin bu bölgedeki asimilasyon uygulamalarının sonuçlarına dayandırılmaya çalışılmaktadır.

Rize bölgesinde Lazlarla ilgili yürütülen ve yukarıda özetle açıklamaya çalıştığımız "Laz Ulusu Yaratma Projesi" nin benzeri çalışmalar, Hemşenli,Karaçadırlı, Poşa ve Pontos -Rum Kökenli Karadenizliler (Pontoslu Müslüman Yunanlılar) olarak tanımlanan grupları da oluşturmak için yürütülmektedir.

Türkiye’yi hedef olarak alan Emperyalist merkezler, Doğu Karadeniz Bölgesi’nin kültürel zenginliği olan bu ögeleri, amaçları doğrultusunda tanımlamakta ve kullanmaktadır.Türkiye’nin en küçük toprak alana sahip illerinden biri olan Rize vilayetinde yeni uluslar, farklı etnik gruplar yaratılmaya çalışılırken, Türkiye bu gelişmeleri doğru algılayamadığı için sadece seyretmekle kalmıyor, gözlerini kapatarak görmemezlikten geliyor. Emperyalistlerin amaçlarına hizmet etmeyi aydın olmanın bir gereği olarak algılayan bazı aydınlar, bu güçlere kulluk etmeyi, eleştirel yaklaşıma tercih ediyor.

Daha önce illegal şekilde yürütülen bu faaliyetler bugün, Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme sürecinde, dış güçlerin dikte ederek oluşturduğu yapı çerçevesinde serbestçe ve Avrupa Birliğinin fonlarından desteklenen faaliyetler olarak yürütülmeye başlanmıştır.Daha önce Almanya’da çalışan işçilerle başlayan "Laz Ulusu Yaratma Projesi" tezgahında yetiştirilmiş kişiler, bu yeni süreçte, Almanya’dan Türkiye’ye dönüş yapmış, başta İstanbul olmak üzere Laz kökenli vatandaşlarımızın bulunduğu bölgelere yerleşerek organize faaliyetler sürdürmeye başlamıştır.

Lazlara ve bölgede tanımlanmaya çalışılan diğer etnik gruplara yönelik faaliyetler birbiri ile bağlantılı internet sitelerinde, müzik sektöründe, yerel radyo ve televizyon kanallarında, kitap ve dergi yayıncılığı sektörlerinde, projenin devamı olarak Lazca ve Laz kültürünü esas alan çalışmalar serbestçe sürdürülmekte, Lazca müzik albümleri, sözlükler, gramer kitapları ve Laz tarihi ve kültürü ile ilgili kitaplar artık serbestçe, ardı ardına yayınlanmaktadır.Son yıllarda bölgede Lazca işyeri isimlerinin çoğalmaya başlaması ,"Laz Ulusu Yaratma Projesinin" 40 yıldan fazla bir süredir uyandırmaya çalıştığı Lazlık şuurunun uyanmaya başladığını ve hedef aldığı kitlenin, tek taraflı bir yönlendirmeye uymaktan başka bir şansı kalmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Kaynakça:

Aksamaz, Ali İhsan. Dil–Tarih–Kültür–Gelenekleriyle Lazlar. Sorun Yayınları.İstanbul. 2000

Aksamaz, Ali İhsan. Kafkasya’dan Karadeniz’e Lazların Tarihsel Yolculuğu. Çiviyazıları. İstanbul.1997

Andrews.Peter Alford. (ed.) Ethnic Groups in the Republic of Turkey.Wiesbaden 1989

Ascherson,Neal. Karadeniz. Çev.Kudret Emiroğlu .İşbankası Kültür Yayınları.İstanbul 2001.

Benninghaus,Rudriger.The Laz:An Example of Multiple Identification Ethnic Groups in the Republic of Turkey. (ed) Peter Alford Andrews.Wiesbaden 1989 s. 497-502

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan I .Bedi Kartlisa.Vol.21-22 s 174-195

Bryer,Anthony.Some notes on the Laz and Tzan II .Bedi Kartlisa.Vol 23-24 s 161-168

Bryer,Anthony.The Toukokratia in the Pontos.Some Problems and preliminary conclusions.Neo – Hellenika Austin I (1970) 30-54

Bucaklişi,İsmail.Laz Alfabesi Üzerine.Kafkasya Yazıları.Yıl.1 Sayı.4 Yaz/1998 İstanbul s 72-73

Feurstein,Wolfgang.Bir Alman Gözü İle Lazlar.Ogni. (1994) s 19-22

Hann,Ildiko Beller.Doğu Karadeniz’de Efsane Tarih ve Kültür.Çev.Ali İhsan Aksamaz. Çiviyazıları / Mjora İstanbul 1999

Önder,Ali Tayyar.Türkiye’nin Etnik Yapısı.Halkımızın Kökenleri ve Gerçekler. 4.bs.Pozitif.İstanbul 2002

Özgün,M.Recai.Lazlar.Çiviyazıları. İstanbul 1996

Rosen,G. Über die Sprache der Lazen.Akademie der Wissenschaften zu Berlin aus dem Jahre 1843

Vanilişi, Muhammed–Ali Tandilava.Lazların Tarihi. Çev.Hayri Hayrioğlu. Ant Yayınları İstanbul.1992

Yazarın bu makalesi, Müdafaa-i Hukuk Dergisi’nin 50. sayısında (Ekim 2002) yayınlanmıştır.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Yrd. Doç. Dr. İbrahim TELLİOĞLU : OSMANLI HAKİMİYETİNE KADAR DOĞU KARADENİ Z BÖLGESİNDE TÜRKLER

Samsun’dan Artvin’e uzanan ve güneyde Gümüşhane-Bayburt’u içine alan saha, tarih öncesi dönemden itibaren insanoğlunun yerleşim alanları içerisinde yer almaktadır. Arkeolojik buluntulardan, Artvin ve Rize dışındaki merkezlerde, tarih öncesi döneme ait önemli veriler elde edilmiştir. Tarih dönemlerine ait buluntulara göre ise bölgenin tamamındaki yerleşim birimlerinin sayısında artış olduğu gibi kırsal alanın da yerleşime açıldığı görülmektedir.

Tarihî kayıtlarda Doğu Karadeniz bölgesindeki varlığı sabit olan ve ismi bilinen ilk topluluk Gaşkalardır. Hititlerin çağdaşı olan bu topluluk, M. Ö. VIII. yüzyıl başlarında bölgeden çekilmiştir. Gaşkaları takip eden dönemde, bahse konu olan saha, M.Ö. VIII. yüzyıldan itibaren Türkistan menşeli iki topluluk olan Kimmer ve İskitlerin hakimiyetine girmiştir.

İskitlerin sıkıştırması ile Gürcistan’dan Doğu Anadolu’ya, oradan da İç Anadolu’ya gelen Kimmerler, M.Ö. 695 civarında Frig devletini yıkarak bölgede bozkır-göçebe geleneklerini devam ettiren bir devlet kurmuşlardı. Bu sırada bir kısım Kimmer boyları da kuzeye çıkarak Karadeniz bölgesine yayılmaya başlamış, Karadeniz Ereğlisinden Trabzon’a kadar olan sahayı yaklaşık bir asır boyunca hakimiyeti altında bulundurmuştur. M.Ö. 585’ten itibaren İskit baskısı sebebi yeniden göç eden Kimmerler, Karadeniz’in kuzeyine çıkarak bölgeyi terk etmişlerdir. Kimmerleri takiben Anadolu’ya giren İskitler ise, M.Ö. 665’ten itibaren Kür nehrinin sağ yakasına yerleşmeye başlamışlardır. M.Ö. 401 civarında bölgedeki İskit hakimiyet sahası Çoruh boylarına ulaşmış, bu zaman zarfı içerisinde, Sinop’tan Trabzon’a kadar olan sahil şeridi de bazı İskit boylarının eline geçmiştir. Diğer taraftan, M.Ö. 336 yılına ait Gürcü kayıtlarından, Makedonyalı İskender’in orduları Çoruh boylarına ulaştığında, Hazar denizinden bu bölgeye kadar olan sahada Kıpçak Türklerinin bulunduğu görülmektedir.

İlkçağda Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen bu Türk ve Türklere akraba topluluklar, daha sonra aynı coğrafyaya yerleşen unsurlar içerisinde eriyip gitmişlerdir. M.Ö. VII. yüzyılın sonlarından itibaren bölgede Yunan kolonileri kurulmaya başlanmış, sonra Büyük İskender ve O’nun ölümünden sonra da İran kökenli Mihridates hanedanı Sinop’tan Trabzon’a kadar olan kısmı elinde tutmuştur. Mihridates hanedanının ortadan kalkmasından sonra ise, Roma ve XI. yüzyılın son çeyreğine kadar da Bizans İmparatorluğu bölgeye hakim olmuştur.

Doğu Karadeniz bölgesine yerleşen ikinci Türk unsuru, bölge Bizans hakimiyetinde iken Çoruh boylarına yerleştirilen Bulgarlardır. VI. yüzyılın başlarında Bizans İmparatorluğunu Balkanlarda uzun süre meşgul eden Bulgarlar, kontrol altına alındıktan sonra 530’dan itibaren Trabzon havalisi ile Çoruh boylarına yerleştirilmiştir.

Bulgar iskânından sonra, Çağrı Bey’in 1018 keşif akını ile başlayan Oğuz göçü neticesinde, Doğu Karadeniz bölgesinin siyasî ve etnik çehresi baştan sona değişmiştir. 1048’de Hasankale zaferinden sonra İbrahim Yınal’a bağlı kuvvetlerin Trabzon civarına akınlar düzenlemesi ile, Oğuzlar ilk defa Karadeniz bölgesinin içlerine doğru ilerlemeye başlamıştı. 1054 yılında ise, Tuğrul Bey’e bağlı kuvvetler, Çoruh boylarından Samsun civarına kadar olan bölgeye akınlar düzenlemiş, dört yıl boyunca devam eden baskı sonucunda, 1058’de Şarkî Karahisar Selçukluların eline geçmiştir. Sultan Alp Arslan’ın 1064 Gürcistan seferi esnasında ise, Şavşat ve Artvin Selçukluların kontrolüne girmiştir. Malazgirt Zaferi’nden sonra ise, Türkler Anadolu’nun pek çok yerine olduğu gibi Doğu Karadeniz bölgesinin de büyük kısmına yayılmıştı. Kırsal alanın önemli bir kısmı Türkmenlerin eline geçtiği gibi, Bayburt ve Trabzon Selçuklu hakimiyetine girmiştir. Ancak Trabzon’daki Türk hakimiyeti uzun süreli olmamış, yörenin önde gelenlerinin de desteğini alan Bizans’ın bölge valisi Theodore Gabras, 1075’te şehri tekrar ele geçirdiği gibi, batıda Sinop’a kadar uzanan sahil şeridi ile iç kesimde Şarkî Karahisar’ı Türklerden geri almıştır.

Malazgirt Savaşı’nın akabinde kurulan Türk beylikleri içerisinde, Danişmendliler, Saltuklular ve Mengücekoğulları Doğu Karadeniz bölgesinin belirli bölgelerini kontrol altına almıştır. Niksar merkez olmak üzere Yeşilırmak havzasını ele geçirerek kuzeye doğru yayılmaya çalışan Danişmendliler, Samsun’a kadar olan bölgeye hakim olmuştur. Erzurum ve çevresinde kurulan Saltuklu beyliği ise, Bayburt’u elinde bulundurduğu gibi, bölgeye yayılmaya çalışan Gürcülerle mücadele etmiştir. Çoruh havzasını elinde tutan bu beylik, Rize ve çevresindeki kalelerden de haraç almıştır. Erzincan ve çevresinde kurulan Mengücekoğulları ise, Şarkî Karahisar’ı denetimi altında bulundurmuş, Trabzon üzerine akınlar düzenlemiştir.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin yukarıda ismi geçen Türk beyliklerini ilhak etmesinden sonra, Doğu Karadeniz bölgesindeki Türk hakimiyeti pekişmeye başlamıştır. 1173/1174’te Danişmendlileri, 1202’de Saltukluları, 1227/1228’de ise Mengücekoğullarını ortadan kaldıran Türkiye Selçuklu Devleti, bölgedeki Türkleri bir siyasî çatı altında toplamayı başarmıştır. Öyle ki, II. Kılıç Arslan (1155-1192) devrinde, Samsun-Trabzon civarındaki kırsal alan Selçukluların denetimine girmişti. Akabinde 1194’te Samsun’u ele geçiren Selçuklu kuvvetleri, 1204 yılına kadar şehre hakim olmuştur. 1214’te Sinop’un fethedilmesi ile Trabzon ve çevresine hakim olan Komnenoslar Selçuklu tabiiyetine girmiş, bu sayede, bölgede Türklere karşı çıkabilecek en önemli güç kontrol altına alınmıştır. 1228’de ise Sinop-Ünye arası Rumlardan alınmış, Trabzon üzerine baskı kurulmuştur.

Kösedağ savaşından sonra Selçukluların Anadolu’daki idaresi zayıflamaya başlamış, bununla birlikte, Doğu Karadeniz bölgesine Türk akışı devam etmiştir. Bir Gürcü kaynaklarındaki bilgiye bakılırsa, 1247 civarında, Moğolların önünden kaçan ve o tarih için oldukça kalabalık sayılabilecek altmış bin kişilik bir Türkmen grubu, arasında Şavşat ve Artvin’in de bulunduğu bölgeyi yurt tutmuştur. Bu yoğunluğun bir neticesi olarak, bir Bizans kaynağında ifade edildiği üzere XIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Helenistik kültür, Trabzon şehri dışında bölgedeki varlığını tamamen yitirmiştir. Aynı dönemde, 1277’de Sinop’u kuşatan Rumları püskürten Çepniler, doğuya ilerlemek suretiyle Trabzon Rumlarını baskı altına almış, XIV. yüzyılın başlarına kadar Harşit boylarını ele geçirmişlerdir.

Çepniler Sinop’tan doğuya doğru ilerleyerek Rumları Trabzon’a çekilmeye mecbur bıraktığı yıllarda, Trabzon’un doğusundaki durum da pek farklı değildir. Zira, çevresindeki kırsal alanı ele geçiren Türkmenleri temizlemeye çalışan Kral Georgios (1266-1280), bu sefer esnasında esir düşmüş, yerine, kardeşi Ioannes tahta geçmiştir. Aynı tarihlerde, yaklaşık yüz yıldır Gürcistan’da bulunan Kıpçaklar ile Gürcüler arasında ihtilaf çıkmıştı. Papa Sargis liderliğindeki Ortodoks Kıpçaklar, Gürcü saflarından ayrılarak İlhanlılarla birlikte hareket etmeye başlamışlar, 1267’de Ahıska bölgesini ikta alarak batıda Ardeşen’e kadar olan bölgeyi ele geçirmişler, 1479’da Osmanlı hakimiyetini kabul edene kadar Doğu Karadeniz’de adı geçen sahaya hakim olmuşlardır. Diğer taraftan, bölgenin Çoruh vadisi kısmında 1124’ten beri Gürcüler tarafından yerleştirilen Kıpçaklar bulunmakta idi. Sargis’e bağlı Kıpçaklar ve Çoruh boylarına yaklaşık bir asırdır yerleşmiş bulunan Kıpçakların yanı sıra, Kubasar ailesi gibi bazı oymakların da Gürcistan’dan ayrılarak batıya göç etmesi ile, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu’ya önemli bir Kıpçak kitlesi yerleşmiştir. Sarışın, mavi gözlü, çengel burunlu, açık tenli antropolojik özelliklere sahip bu Türk topluluğu, bölgenin bir Türk yurdu haline gelmesinde önemli bir rol üstlendiği gibi, yukarıda sınırları tarif edilen yerleşim sahalarının etnik yapısında baskın unsur olmuştur.

XIV. yüzyıl başlarında Anadolu’da Selçuklu hakimiyetinin sonlandığı dönemde, Grek kaynaklarındaki bilgilere bakılırsa Doğu Karadeniz bölgesinde yaklaşık beş yüz kilometreyi bulan kırsal alan Türkmenlerin eline geçmiştir. Kovanlar, Gümüşhane, Torul ile Maçka-Hamsiköy, Türklerle Grekler arasındaki sınırı oluştururken, Trabzonluların bu bölgelerdeki gücü de oldukça zayıflamıştı. Moğolların Anadolu’dan çekilmesi ile birlikte, Samsun ve civarı ile Bayburt Eretnalıların eline geçmiştir. Güneyde ise, 1348’den itibaren Eretnalıların Bayburt valisi Ahi Ayna Bey’in yanı sıra Akkoyunlu ve Çepnilerin de arasında bulunduğu Türk grupları Trabzon’a akınlar düzenlemeye başlamıştı. Ancak, Samsun ve çevresinde kurulan Canik beylikleri, bölgenin siyasî ve etnik yapısını Türkler lehine değiştirme bakımından çok önemli çalışmalar yürütmüşlerdir. XIV. yüzyılın ortalarında Trabzon’da altı bin civarında insan yaşar iken, Canik beyliklerinden bazılarının daha fazla asker çıkarabilecek güçte olması, bölgedeki nüfus yapısını açık bir biçimde göstermektedir.

Canik beylikleri içerisinde en önemli olanı, Ordu ve çevresinde kurulan Hacı Emiroğulları beyliğidir. XIII. yüzyılın sonlarına doğru Ordu bölgesini ele geçiren Sinop Çepnileri tarafından kurulmuştur. 1347’de Fatsa ve Ünye’yi ele geçirerek, bu bölgenin doğusundaki mıntıkada Trabzon Rumları aleyhine büyük bir nüfus boşluğu meydana getiren Hacı Emiroğulları, 1396 yılında Giresun’u da fethetmiştir. Yaklaşık yedi yıl sonra bölgeye gelen İspanyol elçisi Clavijo, on bin askeri olan Hacı Emiroğullarının topraklarını Tirebolu’ya kadar genişlettiğini haber vermektedir.

Niksar merkez olmak üzere Samsun’un güneyine kadar yayılan Taceddinoğulları, Moğol sonrası dönemde Doğu Karadeniz bölgesinde ortaya çıkan ikinci büyük Türk beyliğidir. Kısa süre sonra Trabzon Rumları üzerine harekete geçen Taceddinoğulları, 1379’da Yeşilırmağın denize ulaştığı sahayı Ünye’ye kadar ele geçirmiştir. 1386 tarihli bir kayda göre, Taceddinoğullarının on iki bin askeri bulunmaktadır.

Bu iki beylik dışında, Samsun, Kavak ve Ladik bölgelerinde hüküm süren Kubadoğulları, Vezirköprü, Havza ve Merzifon’u elinde tutan Taşanoğulları, Bafra ve çevresine hakim olan Bafra Beyleri, Osmanlı öncesi dönemde Canik bölgesine hakim olan diğer Türk siyasî teşekkülleridir. Osmanlı Devleti’nin bu bölgeyi XV. yüzyılın ilk yarısında ele geçirmeye başlamış, 1419/1420’de Bafra beyleri, 1427-1428’de Hacı Emiroğulları ve Taceddinoğulları, 1419’da Kubadoğulları, 1430’da ise Taşanoğulları beyliği ortadan kaldırılmıştır.

Trabzon’un batısında Canik beylikleri ortaya çıkarken, güneyindeki sahada ise, Eretna’nın ölümünden sonra Erzincan’ı ele geçiren Mutahharten, 1379’dan sonra Bayburt ve Şarkî Karahisar’ı da ele geçirmiş, Trabzon Rumlarından haraç almaya başlamıştı. Mutahharten’in ölümünden sonra Erzincan ve çevresini, bu arada Bayburt’u da ele geçiren Akkoyunlular, 1341’den beri Trabzon Rumları üzerine akınlar düzenlemiştir. Komnenoslar, 1352’de prenses Maria’yı Kutlu Bey’e gelin olarak göndermek sureti ile iki taraf arasında iyi ilişkiler kurmuştu. Bu dostane ilişki Uzun Hasan döneminde de devam etmiş, 1458’de yapılan antlaşma ile prenses Theodora’yı gelin olarak veren Komnenoslar, Akkoyunluları en yakın müttefiki haline getirmeyi başarmışlardır. Aynı yıl Uzun Hasan Şarkî Karahisar’ı alarak Doğu Karadeniz bölgesindeki topraklarını genişletmiştir. Ancak doğu sınırlarında olup bitenler Fatih Sultan Mehmed’i harekete geçirmiş, Amasra, Kastamonu ve Sinop’u ele geçiren Osmanlı Sultanı, Koyulhisar zapt ettikten sonra Trabzon üzerine ilerlemiştir. Uzun Hasan büyük çaba göstermesine rağmen, Osmanlıların 1461’de Trabzon’u ele geçirmesini önleyememiştir. 1473’te Akkoyunluların elindeki Bayburt ile Şarkî Karahisar’ı, 1481’de Kabasitas ailesinin alindeki Torul’u ele geçiren Osmanlı Devleti, böylece bölgedeki siyasî bütünlüğü sağlamıştır.

Osmanlı Devleti, Trabzon ve Torul dışında Doğu Karadeniz bölgesinde hakim olduğu yerlerin tamamını Türk beylik ve devletlerinin elinden almıştır. Malazgirt Savaşı’nı takip eden dönemde bölgeye yerleşen Türk toplulukları, düzenli bir şekilde Karadeniz bölgesine yayılmış, ilk olarak kırsal alana yayılan göçebe Türkmenler, Türkiye Selçuklu Devleti ortadan kalktığı sırada beş yüz kilometreyi bulan bir sahayı ele geçirmiştir. Şehir merkezleri itibariyle Bayburt, Şarkî Karahisar gibi güneydeki yerleşim birimlerini Malazgirt savaşının hemen ertesinde zapt eden Türkler, Türkiye Selçukluları zamanında Samsun’u, Hacı Emiroğulları beyliği döneminde Ordu ve Giresun’u ele geçirmişti. Bu sebeple, XV. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti hakimiyetine girdiğinde, Doğu Karadeniz bölgesinin büyük kısmı, yaklaşık dört asırdır bir Türk vatanı idi.

ARAŞTIRMA DOSYASI : Ayşe Arman’ın LAZLAR hakkında ki yazısı

Meğer Lazların bir kısmı Paskalya’yı kutlarmış, yumurtalarla. Bu da çok eski bir gelenekleriymiş.

Lazların, geçmiş zamanlarda Ortodoks olduklarını da o arada öğreniyorum. Ben Lazca’nın Ingilizce, Fransızca gibi tamamen ayrı bir dil olduğunu da bilmiyordum.

Ya da Anadolu’da Müslümanlığı en son kabul eden topluluk olduklarını…

Şu Lazca isimlerin güzelliğine bakar mısınız: Şana, Tanura, Loya, Irden, Tenda, Tutaste, Gubaz , Evro, Teona

Doğu Karadeniz’den sadece izlenim yazısıyla dönmedim. 3 tane de röportaj vardı elimde, biri Lazlarla, diğer ikisi de bölgenin Rum Pontus ve Ermeni geçmişiyle ilgili.

Bugün Ismail Avcı ile başlıyoruz. Lazuri.com’un kurucusu. Lazca-Türkçe sözcüğün yaratıcısı. Işine tutkuyla bağlı biri. Bugünlerde Chivi Yayınları’ndan piyasaya çıkan 25 bin kelimelik sözlüğü oluşturabilmek için, 17 yıldır saha çalışması yapıyor. Köy köy, dağ dağ, mahalle mahalle geziyor. Şahane bir adam. Ondan öğrendiklerimi sizinle paylaşıyorum…

Lazlar neden farklıdır?

– Çünkü genetikleri farklı.

Genetikleri neden farklı?

– Yağışlı iklim, hırçın deniz ve aşırı engebeli coğrafya yüzünden. Bunlar ruh hallerimizi, becerilerimizi ve zekámızı fazlasıyla biçimlendiriyor. Zaten bu coğrafyada; pratik zekáya, çevikliğe ve çabuk karar alma becerisine sahip olmayan birinin neslini devam ettirmesi pek mümkün değil.

Burnu kemerli olmayan Laz yok mudur?

– Vardır elbette. Mesela, yeni doğan Laz bebekler! Işin esprisi bir yana, karikatürleştirilmiş Laz burnu, gerçeği yansıtmıyor. Bütün Lazların burnu kemerli değil. Çünkü Lazların tamamı tek bir etnik kökene sahip değil.

Peki bütün Lazlar, açık tenli ve mavi gözlü müdür?

– Evet. Kafkas halklarının belirgin fiziksel özelliklerini taşıyoruz, çoğunlukla açık tenli, açık renk gözlü, uzun boylu ve ince yapılıyız.

Karadeniz’in tamamı Laz mıdır?

– Yok hayır. Ama özellikle Doğu Karadeniz yerli halkının kökenini Lazlarla ilişkilendirmek tarihsel bir hata olmaz. Bir tarihçi der ki, "Doğu Karadeniz’in tarihi Bizans döneminde Hıristiyanlıkla birlikte Rumlaşmış, Osmanlı döneminde Müslümanlaşıp Türkleşmiş Lazların tarihidir."

Lazca bir lisan mıdır, lehçe midir, nedir?

– Lazca Ingilizce, Fransızca gibi kendi başına bir dildir. Ne başka bir dilin lehçesi ne de birçok dilin karışımıdır. Dilbilimciler, Lazca’nın kökenini binlerce yıl geriye götürüyor. Alfabesi, sözlüğü, grameri, masalı, edebiyatı olan bir dil. Ama ne yazık ki, Lazca’nın apayrı bir dil olduğunu bilmeyen pek çok insan var Türkiye’de.

"Celdum, cittum, cezdum" bunlar Lazca değil mi yani?

– Değil. Bu, Türkçe’nin Karadeniz şivesindeki konuşma biçimi. Bir Laz, Lazca konuşurken ‘celdum, cittum’ demez. Çünkü Lazca’da gel, ‘moxti’ demek. Geldim, ‘komopti’ demek. Gittim, ‘mendapti’, gezdim ise ‘kogopti.’ Gördüğünüz gibi, alakası yok…

Türkiye’de yaşayan Lazların her birinin Lazca adı, soyadı var mı?

– Var. Ama kimliklerinde yazılı değil. Müslüman olduktan sonra isimleri değiştiği için, artık bu soyadlar pek bilinmiyor, duyulmuyor. Ama yer isimlerinde, Lazca isim çok var. Fakat bu isimleri Lazca’nın fonetiği farklı olduğundan, Türkçe alfabeyle yazmak problemli. Bu yüzden pek çok Laz, son zamanlarda Türkçe alfabeyle yazılabilen kendi ürettikleri Lazca isimleri çocuklarına vermeye başladılar. Mesela ben ve eşim oğlumuza "bir ışık" anlamına gelen "Arte" adını verdik. Bir sürü güzel Laz ismi var: Şana (mutluluk tanrıçası, aynı zamanda alyans), Tanura (gün doğumu), Loya (tatlı), Irden (büyüyor), Tenda (ışığın kız kardeşi), Tutaste (ay ışığı), Gubaz (bir Laz kral adı), Evro (sıcak rüzgar) Teona (ışıklı yer) gibi…

Olağanüstü güzel isimler bunlar. Lazca’nın şu andaki durumu nedir?

– Ne yazık ki, yok olma tehlikesi altında. Son yıllarda Laz anne babalar "Türkçesi bozulmasın, okul yaşamlarında, iş hayatlarında sıkıntı çekmesin" düşüncesiyle, çocuklarına anadillerini öğretmiyorlar. Bu Lazlar arasında gönüllü, sistemli ve yaygın bir tutum. Asimilasyonun içselleştirilmesi de diyebilirsiniz.

Türkiye’de kaç kişi kaldı Lazca konuşabilen?

– 500 bin kişi. Pazar, Ardeşen, Çamlıhemşin, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka’da yaşayanlar. Sadece 5 ilçe. Bir de Marmara Bölgesi’nde yaşayan 93 Harbi muhacirleri var.

Bir de Gürcistan’ın batısında yaşayan Hıristiyan Lazlar. Oradakilere Megrel deniliyor. Eğer anne babalar çocuklarına bu dili öğretmezse, birkaç nesil sonra dil ölümü kaçınılmaz olacak.

Lazların en belirgin özellikleri neler?

– Dik başlı, gururlu, pratik zekalı, yaratıcı ve çalışkandırlar. Yönetilmekten ve emir almaktan hoşlanmazlar.

Peki kompleksli bir millet midir?

– Tam tersine, hareketli, konuşkan, esprili ve çabuk düşünebilen hazırcevap insanlardır. Farklılığa çabuk adapte olurlar. Özgüvenleri yüksektir ve kendileriyle dalga geçerler…

Bu yüzden mi, başkaları hakkında değil de, hep Lazlar hakkında fıkralar üretiliyor?

– Bence öyle. Laz’a sormuşlar, "Laz olmasaydın ne olurdun?" diye. Düşünmüş, düşünmüş, "Vallahi, çok mahcup olurdum!" demiş…

ARAŞTIRMA DOSYASI /// DÜNYAYA KAN KUSTURAN REJİM : EMPERYALİZM

EK’TEKİ SLAYT SHOW’U MUTLAKA İNCELEYİNİZ

Emperyalizm yüzyıllardır dünyaya kan kusturuyor! Ancak her geçen gün bu uğursuzluğa karşı örgütlenme ve ortak hareket etme gereği tüm vicdanlarda ve tüm duyarlı kesimlerde derinden hissediliyor.

Çünkü emperyalizm, varlığını sürdürmek için sürekli saldırıyor; saldırdıkça maskesi de hızla düşüyor. O saldırdıkça, insanlık ayağa kalkıyor, Antiemperyalist dalga çığ gibi büyüyor.

Dünya tarihsel bir kırılmanın eşiğinden geçiyor; ve tarihsel sorumluluklarımız emperyalizme karşı olan herkesi ortak bir cephede buluşmaya çağırıyor.

Son 25 yılda, dünya daha yaşanmaz bir hale geldi. Ekonomik ve toplumsal dengesizlikler giderek artıyor; emperyalist (merkez) ülkeler dünyayı istikrarsızlaştırma ve çatıştırma politikalarını gün be gün uyguluyor, zayıf halkların ve devletlerin üzerine azgınca saldırıyor, onların topraklarını işgal ediyor ve sömürüyor. Başlıca politikaları ise böl/parçala/yönet.

Emperyalistler kendilerini haklı göstermek, olası dirençleri yok etmek ve işbirlikçilerini iktidarda tutmak için kendilerine uygun bir dil ve söylem yaratıyorlar. Öyle ki, ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlık ve zulüm karşısında susmayıp onurunu korumak isteyenlerin insanlık tarihi boyunca ürettiği her türlü değer ve ilkeyi kendilerine maske yapacak kadar yüzsüzleşiyorlar. Eşitlik, özgürlük, insan hakları ve demokrasi gibi ezilenlerin binlerce yıldır sesi, çığlığı, umudu olan tüm kazanımları kendilerinin ayrılmaz bir parçasıymış gibi sunuyorlar. Bu değerleri kirletiyor, araçsallaştırıyor ve utanmadan ezilenlere karşı kullanıyorlar.

Emperyalistler kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve sömürü ilişkilerini sürdürmek için sürekli yeni mekanizmalar üretiyorlar. Gün geliyor dünyayı, insanlığı, varlığı, toplumları sınıflandırıyor, kamplara ayırıyor. Gün geliyor insanları renklerine göre hiyerarşiye diziyor, çıkarları için köleliği ve ırkçılığı yaratıyor. Gün geliyor modernleşme teorilerini üretiyor, kendisini dünyanın merkezine yerleştirip kendisi gibi olmayanları aşağılıyor, kendisine bir köle gibi hizmet etmenin diğerleri için erdem olduğu propagandasını yapıyor. Gün geliyor, ortaçağı, feodalizmi çıkarları için ortadan kaldırıyor; bunun için mutlakıyeti ve zorba yönetimi iş başına getiriyor, devletle oynuyor, çıkarları için onu dönüştürüyor; devleti her zaman bir hizmetçi konumunda tutuyor.

Gün geliyor bugün olduğu gibi, küreselleşme adı altında toplumsal farklılıkları, çokkültürlülüğü, etnisiteyi yeniden keşfediyor, sosyal devleti bir rant aygıtı olarak tanımlayıp yeniden ortaçağa dönüşün yollarını arıyor. Kendisine hizmet etmeyi reddedenleri düşman olarak damgalıyor. Masum halkları acımasızca katletmekten, birbirine düşürmekten bir an geri durmuyor; kısacası emperyalistlerin bilinen her türlü hilesine başvuruyor ve yenilerini de sürekli üretiyor.

Emperyalistler sömürü ağlarını gizlemek, çok uluslu şirketlerinin kârlarını kan ve göz yaşı üzerine artırmak ve tüm dünyayı kendi çıkarlarına göre dönüştürmek, parçalamak ve yönetmek için bugün adına küreselleşme dedikleri bir ucubeye sığınıyorlar. Bu süreçte tüm aktörlerin kazandığı ileri sürülüyor; “kazan-kazan” diyerek sömüren ve sömürülenler arasındaki iktisadi ve toplumsal eşitsizlikler ve dengesizlikler gizlenmeye çalışılıyor. Sivil toplum örgütlerinde, kamu kurumlarında, meslek örgütlerinde, üniversitelerde, kısacası tüm dünyada toplumların farklı kesimlerinde küreselleşmeyi savunanlar apaçık bir biçimde emperyalizmi savunduklarını ya bilmiyorlar ya da küçük hesaplardan dolayı bilerek sömürüye payanda olmayı tercih ediyorlar. Albenili ve bir o kadar da iğrenç “söylemler” sakız gibi birçok ağızda çiğneniyor.

Halbuki, emperyalist sömürü, saldırı ve tahakkümün en üst düzeye ulaştığı günümüzde dünyanın yarısı, yaklaşık 3 milyar insan, günlük 1-2 dolardan daha az bir gelir ile yaşamını sürdürme mücadelesi veriyor. Öyle ki, en yoksul 48 ülkenin gayri safi milli hasılası dünyanın üç büyük zengininin toplam servetinden çok daha az. Dünyanın % 5’ini oluşturan “mutlu azınlık” genişleyen ticaretin % 82’sinden ve yatırımların % 68’inden yararlanıyor, alttakiler ise ölüm-kalım mücadelesi veriyor. En zengin ve en yoksul ülkeler arasındaki fark, adına küreselleşme denilen yeni emperyalist süreçte giderek açılıyor. Öyle ki, 1820’de bu fark 3 iken; 1913’te 11; 1950’de 35; 1973’te 44; 1992’de 72; 1997’de 74 ve günümüzde 100 katı aşmıştır. Emperyalist ülkelerdeki nüfusun % 20’si dünyadaki tüm mal, kaynak ve ürünlerin % 86’sını tüketmektedir.

Dolayısıyla emperyalist ülkelerdeki birkaç milyoner 2.5 milyarlık dünya nüfusundan daha fazla bir servete sahiptir. Hiç kimse bunun bir rastlantı olduğunu ya da o kişilerin daha akıllı olduğunu söyleyerek bu eşitsizliği ve dengesizliği maskeleyemez. Çünkü bir taraftan da biliyoruz ki, İMF, Dünya Bankası, BM, Dünya Ticaret Örgütü vb emperyalist sömürüye hizmet eden kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeler borç veya kredi olarak aldıkları her 1 $ için 13 $ borç ödemek zorunda bırakılmakta, yoksulluk ve borçlanma el ele gitmekte ve daha da vahimi bu borçlar veya krediler, o borçlardan haberi olmayan ya da bu borçlardan hiçbir şekilde yararlanmamış olan ezilen halkın sırtına yüklenmektedir. Yoksul ülkelerdeki halk inim inim inlerken, emperyalistlerin ve işbirlikçilerin soysuzca mutlu yaşamalarının sırrı da budur. Bir de utanmadan, bu ilişkilerden tüm insanların yararlandığını söylemektedirler.

Dolayısıyla, bugün insan hakları ihlallerinin en şiddetlisi ve yaygını ekonomik ve sosyal alanda ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar sömürülmüş, posası çıkarılmış ya da halen sömürülmekte olan ülkelerde yaklaşık 800 milyon insan kronik bir şekilde eksik beslenmektedir. Bunların çoğu, Afrika’da, Asya-pasifikte ve Ortadoğu’dadır. Her yıl 7 milyon çocuk yalnızca borç krizlerinden dolayı ölmektedir. 1 Ocak 2000-24 Mart 2001 tarihlerinde sadece borç ödemesi dolayısıyla 9 milyon çocuk tüm dünyanın gözleri önünde ölmüştür. Milyonlarca insan da bugün ve yarın aynı nedenlerle ölüme mahkum edilmiş durumda. 1980’den bu yana dünyada ve Türkiye’de yaşam beklentileri küçük bir azınlıkta artmış geri kalanlarda hızla azalmıştır. Bebek ölümleri, eğitim ve okur yazarlık konusu da küreselleşme denilen yeni emperyalist çağda kronik sorunlar olarak varlığını sürdürmüştür.

Diğer yandan, dünya nüfusunun sadece % 12’si dünya su kaynaklarının % 85’ini kullanmaktadır; ve bu % 12’lik mutlu azınlık elbette sömürülen ülkelerde yaşamıyor. Öte yandan 1998’deki harcamalar dünyadaki önceliklerine bakıldığında ise çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılmaktadır:

Tüm dünyada temel eğitim için 6 milyar, emperyalist ABD’de kozmetik için 8 milyar, tüm dünyada su ve sağlık için 9 milyar, emperyalist Avrupa’da dondurma için 11 milyar, tüm dünyada kadın doğum sağlığı için 12 milyar, emperyalist AB ve ABD’de parfüm için 12 milyar, tüm dünyada temel sağlık ve beslenme için 13 milyar, Avrupa ve ABD’de evcil hayvan için 17 milyar, Japonya’da iş eğlenceleri için 35 milyar, Avrupa’da sigara için 50 milyar, alkollü içecekler için 105 milyar, dünyada uyuşturucu ve bağımlılık yapan madde ve ilaçlar için 400 milyar ve tüm dünyada bu çarpık manzarayı sürdürmek için ise silah vb askeri harcamalara 780 milyar dolar harcanmıştır.

Günümüzde dünyadaki çocuk sayısı 2.2 milyar; yoksulluk içindeki çocuk sayısı ise 1 milyardır (her iki çocuktan biri). Sömürülen dünyadaki 1.9 milyar çocuk arasında 640 milyonu yeterli barınmadan mahrumdur (her üçünden biri). 400 milyon çocuk kullanılabilir sudan mahrumdur (beşte biri). 270 milyon çocuk sağlık hizmetlerinden mahrumdur (yedide biri). Dünya çapında eğitimden mahrum bırakılan çocuk sayısı ise 121 milyondur. Dünya ölçeğinde 2003’te 5 yaşına ulaşmadan ölen çocuk sayısı 10.6 milyondur (Fransa, Almanya, Yunanistan ve İtalya’daki çocuk sayısına denk). Her yıl 1.4 milyon çocuk sadece sağlıklı içme suyu ve yeterli sağlıktan mahrum olduğu için ölüyor. Dünya ölçeğinde aşı olamadıkları için her yıl 2.2 milyon çocuk ölüyor; 15 milyon çocuk ise sadece HIV/AİDS nedeniyle öksüz kalıyor.

Tüm bunların emperyalistlerin sömürü mekanizmalarıyla ilgisinin olmadığı söylenebilir mi? Halbuki emperyalist merkezlerin yerel işbirlikçileri tüm bu olup bitenler karşısında sessiz kalmayı ve efendilerini memnun edecek politikaları uygulamayı yeğliyorlar. Çanak yalayıcılığı bir kurtuluş olarak görüyorlar. Bilmiyorlar mı ki, dünya tarihi sömüren ve sömürülenlerin çatışmasının tarihidir; bilmiyorlar mı ki, bu tarih içinde nice işbirlikçiler çıktı, niceleri kişisel çıkarları için emperyalistlerin ve zalimlerin yanında yer aldı. Bilmiyorlar mı ki, dünyada sömürü ve zulüm sürdükçe bunlara karşı çıkan, aklını, vicdanını, kalemini, enerjisini zalimin, haksızın karşısında kullanan ve onurunu yitirmektense yaşamını yitirmeyi tercih eden insanlar hep varolmuştur ve olacaktır. Ve bilmiyorlar mı ki, emperyalistlere köleliği, hizmetkarlığı ve uşaklığı tercih edenler dün olduğu gibi, bugün ve yarın da lanetle anılacaklar; emperyalistler ve işbirlikçileri mutlaka bir gün bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir.

Emperyalist Sömürü Mekanizmalarının Kuruluşu ve İşleyişi: Dünya ve Türkiye Üzerine Bazı Saptamalar

16. Yüzyıl ile birlikte dünya önce ulusal, daha sonra ise iç mantığı ve işleyişi gereği uluslararasılaşan kapitalizmin, sermaye birikiminin kıskacındadır. Dolayısıyla Türkiye de yüzyıllardır emperyalist (merkez-metropoliten) ülkelerin bir çevresi (uydusu) konumundadır.

Merkez ve çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikçi dolayısıyla sömürüye dayanan ilişki dünyada ve Türkiye’de zaman zaman kırılmaya çalışılmış ancak büyük kazanımlar elde edilememiştir.

Bunun esas nedeni, emperyalist (merkez) ülkelerin kendi içlerinde ve arasında sıkı ve merkezi örgütlenmeleri gerçekleştirmiş olmalarıdır. BM, DTÖ, İMF, Dünya Bankası, NATO, NAFTA, AB vb. gibi yapılanmaların emperyalistler arasındaki örgütlenmeler olduğunu kim inkar edebilir?

Buna karşın, çevre ülkeler sömürülmelerinin de bir sonucu olarak zayıf bırakılmış, örgütlenememişlerdir. Sürekli sömürüye ve tahakküme maruz kalmışlardır. Öyle ki, hem kendi içlerindeki farklılıkların sürekli çatışmaya dönüştürülmesi hem de merkezin kutuplaştırıcı ve çatıştırıcı politikalarının bir sonucu olarak hiçbir zaman bir araya gelememişlerdir. Sömürülen (çevre) ülkeler ne kendi içlerinde, ne de kendi aralarında örgütlenmeyi ve birlikte hareket etmeyi başarabilmişlerdir. Dolayısı ile, çevre ülkelerin kendi içlerinde ve arasındaki çatışmalar emperyalist sömürü mekanizmaların hem bir sonucu olmuş, hem de emperyalist politikaların uygulanmasına ve sömürünün sürmesine olanak sağlamıştır.

Emperyalist (Merkez) ülke(ler) çevre ülkeleri kendi yörüngelerinde tutmak için yüzyıllardan beri sömürülen ülkelerde işbirlikçi bir elit bulundurmuş, böylece iktidarı denetleyerek tüm toplumu denetim altına almıştır.

Bu çerçevede dünyanın her bir köşesinde sivil ve askeri darbeler düzenlemişler; toplumları denetim altında tutmak ve sömürüye açık bir hale getirmek için toplumsal grup ve dinamikleri çatıştırarak zayıf bırakmışlardır.

Sovyetler Birliğinin çökertilmesi ile birlikte, emperyalist ABD ve AB Soğuk Savaş döneminde uygulamak zorunda kaldıkları refah devleti (sosyal devlet) uygulamasını derhal askıya almışlar; tüm ülkelerde neoliberal olarak adlandırılan uluslararası sermaye yanlısı politikalar devreye sokulmuştur.

Buna paralel olarak, emperyalistler dünyayı istikrarsızlaştırarak sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek amacıyla gerçekte yoksul ülkelerle kendileri arasındaki ekonomik temelli kuzey-güney çatışmasının eksenini kültürel temelli doğu-batı çatışmasına kaydırmışlardır. Bu doğrultuda ekonomik ve sosyal eşitsizliklerden kaynaklanan çatışmaları etkisizleştirebilmek ve gözlerden uzak tutabilmek amacıyla medeniyetler çatışması tezini geliştirmişler, bu tezlerini destekleyebilmek ve tüm dünyada kabul görmesini sağlamak amacıyla da 11 Eylül senaryosunu uygulamaya koymuşlardır. Bir anlamda 2’nci bin yıla nasıl ki adına reform dedikleri Hıristiyanlık içindeki kanlı hesaplaşmayla girmiş ve sonuçta kapitalizmin ve ona eşlik eden Protestanlığın zaferiyle çıkmışlarsa, 3’üncü bin yıla girerken de yine Protestanlığı yedeklerine alarak İslam’ı düşman olarak seçmişlerdir. Bu senaryoda emperyalistler arasındaki çatışmalar da belirginleşmiştir.

Çünkü emperyalist ABD 1990’larla birlikte AB ülkeleri tarafından artık gereksiz olduğu ileri sürülen NATO’yu korumanın telaşına düşmüştür. 11 Eylül her şeyden önce emperyalist ABD’nin diğer bir emperyalist ülkeler topluluğu olan AB ve her ikisinin sömürüsü altındaki ülkeler üzerindeki hegemonyasını sürdürecek çok temel bir işlev görmüştür. 11 Eylül sonrasında ABD’nin dünyanın farklı yerlerinde yeni üsler kurduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. 11 Eylül ayrıca BM gibi örgütlerin emperyalist ülkelerin taşeronu olarak rol oynadığını iyice açığa çıkarmıştır.

Türkiye’nin kendine özgü tarihi de merkez-çevre çatışmasının tarihi olagelmiştir. Bir çevre ya da uydu ülkesi haline sokulan Türkiye’nin kendi içindeki merkez-çevre çatışması sağ-sol, Müslüman-laik, Alevi-Sünni, Türk-Kürt eksenlerinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.

Özellikle son zamanlarda Türk-Kürt ve Müslüman-laik şeklinde sahte ayrım ve çatışmalar körüklenmektedir; böylece bir yandan yukarıda belirtilen senaryo doğrultusunda esas çatışmanın ekonomik temelde yani kapitalist üretim tarzına bağlı olarak sömürenler (elit) ve sömürülenler (halk) arasında olduğu gizlenmektedir. Türkiye’de merkez böylece sahte bir biçimde ikiye bölünmekte, iktidarda kalabilmek ya da iktidara gelebilmek için çok kolaylıkla emperyalistlerle işbirliğine gitmektedirler. Merkez içindeki sahte çatışmalarla gerçek çatışmaların üzeri kapatılmakta, halkın farklı kesimleri arasında çatışma yaratılarak halkın bir araya gelmesi önlenmektedir. Böl ve yönet ilkesi bütün açıklığıyla Türkiye’de uygulanmaktadır.

Tüm bu sahte çatışmalara karşı, biliyoruz ki, hem Türkler içinde hem Kürtler içinde merkezde ve çevrede olanlar var, hem Sünniler içinde hem Aleviler içinde merkezde ve çevrede olanlar var; hem Müslümanlar hem laikler arasında merkezde olanlar kadar çevrede olanlar var. Öyleyse sorun kişinin kökeninin ne olduğu değil, nerede durduğu ve kime hizmet ettiğidir. Dolayısıyla bu tür ayrışma ve çatışmaların sahte olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, gerçek ayrım merkez ve çevre ya da elit ve halk arasında yapılmak durumundadır. Çünkü sermayenin kırmızısı, mavisi, yeşili olamayacağı gibi, sömürü de Türk, Kürt, Müslüman, Laik, Alevi, Sünni tanımıyor.

Sonuçta, emperyalist ABD ve AB menşeli damızlık siyasetçiler halkın gündemini belirliyor ve zihinleri kirletiyor. Bugün de emperyalist merkezlere hizmet edecek iktidarlar üretilmeye devam ediliyor. Aynı oyun farklı zamanlarda farklı aktörlerle ve küçük kurgusal değişikliklerle yeniden sahneleniyor.

Tüm bu oyunları bozmak için ciddi bir paradigma değişikliğine, antiemperyalist bir halk cephesinin kurulmasına acil ihtiyaç bulunuyor.

Antiemperyalist Bir Program Neleri Kapsar?

Antiemperyalist bir program, her şeyden önce emperyalizmin bütün yapılarıyla ve boyutlarıyla çözümlenmesini gerektirir. Bu yolla emperyalizmin görünür ve görünmez tüm mekanizmaları açığa çıkarılarak etkisizleştirilebilir.

Emperyalizm tüm insanlara ve halklara refah, özgürlük, haklar ve demokrasi vaat eder, ancak sömürü, eşitsizlik ve kölelikten başka bir şey vermez. Buna karşı, Antiemperyalist program sömürü, eşitsizlik ve köleliği ortadan kaldırarak tüm insanların ve halkların refah ve mutluluk içinde özgür ve onurlu yaşayacağı, böylece, dünya görüşü, etnik köken, dil, din, mezhep ve cinsiyet gibi farklılıklarımızın bir çatışma konusu olmadığı, tam aksine her türlü bireysel ve toplumsal farklılığın karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde kendisini ifade edeceği ve yaşama alanı bulacağı demokratik bir ortamının kurulmasını amaçlar.

Emperyalizm insanlar ve toplumlar arasında her türlü farklılığın değerli olduğu propagandasını yaparak yurttaşları ve halkları parçalayacak ve çatıştıracak politikalar uygular; kendisine uygun bir dil yaratır. Etnik ve dinsel farklıkları artırmaya ve çatıştırmaya çalışır. Politikalarına karşı çıkanları düşman olarak damgalar ve ayrıştırır. Antiemperyalist cephenin oluşmasını özellikle önlemeye çalışır ve bu doğrultuda antiemperyalist cepheyi kâh milliyetçilikle, kâh şovenizmle, kâh sosyalizmle ve gericilikle itham eder. Böylece yurttaşlar ve halklar arasında kin ve nefret tohumları eker; şövenist, faşist tutumların tüm taraflarda gelişmesi için her türlü yola başvurur.

Buna karşın Antiemperyalist program tüm yurttaşlar arasında ortaklıkları ve asgari müşterekleri merkeze alır. Evrensel değerleri ve demokratik-sosyal yurttaşlığı ön plana alan bir toplum sözleşmesinin gerçekleşmesini amaçlar. Hiçbir etnik, dinsel ayrım ve ayrımcılık yapmadan Türk’ün, Kürt’ün, Çerkez’in, Abhaz’ın, Alevi’nin, Sünni’nin kısacası tüm yurttaşların her türlü demokratik haklarını kullanacağı barış ve kardeşlik ortamının sağlanmasını amaçlar.

Emperyalizm küresel kapitalizmi enternasyonalizm gibi sunmaya ve yutturmaya çalışır, böylece tüm dünyada ve Türkiye’de sosyalistleri kapitalizmin uşakları konumuna getirmeye çalışır. Küresel kapitalizmin önündeki en büyük engel olarak gördüğü sosyal ve üniter devletleri etkisizleştirmeye çalışır. Küreselleşmeyle küresel düzeyde mücadele etmek gerektiğini söyleyenler farkında olarak veya olmayarak küresel sermayeye hizmet ederler. Antiemperyalist program modern devletle sanayi kapitalizmi arasındaki tarihsel ilişkilerin farkında olarak, modern devletin sosyal boyutunun geliştirilmesini ve modern devletin gerçek anlamda demokratik bir yurttaşlar topluluğu haline gelmesini öngörür.

Bu yolla evrensel değerlerin korunacağını ve geliştirileceğini, küresel sermaye ile mücadele edilebilecek bir ortamın oluşabileceğini düşünür.

Emperyalizm dünyada barış çığlıkları atar, ancak insanlara kan, göz yaşı ve savaştan başka bir şey getirmez. Emperyalizm dünya barışı adına tüm dünyanın kaynaklarını sömürür, tüm dünyayı pazar haline getirir ve tüm dünyayı ve insanlığı metalaştırır. Özelleştirmelerle, tekelci zihniyetle insanları işsizleştirir, yoksullaştırır. Buna karşı, Antiemperyalist program yurttaşların kendi kaynaklarına sahip çıkması gerektiğini, herkesin yeteneğine göre üretime katıldığı, herkesin ihtiyacının karşılandığı bir toplumsal yapının kurulabileceğini, emperyalist sömürü mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla işsizlik ve yoksulluğun da ortadan kalkacağını öngörür. Üretim ve tüketimde hakça uygulamaların gerçekleşmesiyle hem yurtta hem de dünyada barışın gerçekleşeceğine inanır.

Emperyalizm tüm dünyayı, evreni, canlıları ve insanları sömürülecek birer meta olarak görür; kendi varlığını sürdürmek ve sınırsız kâr dürtüsünü tatmin edebilmek amacıyla tüm dünyaya saldırır ve yayılır. Aleyhine işleyebilecek her türlü düzenlemeyi deregülasyon politikaları ile ortadan kaldırır; çalışma yaşamında önünde engel gördüğü tüm kazanımları birer birer yıkar geçer. Çalışanların her türlü haklarını kısıtlar ve örgütlü gücünü paramparça eder. Bu doğrultuda, kamu yönetimini ve devleti de bir rant aygıtı olarak tanımlar; kaynakların etkili ve verimli kullanımını savunarak küresel sermayeye hizmet eden bir kamu yönetimi yaratır. Böylece “özerklik” adı altında kamu kurumlarını ve kamu yönetimini demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarır.

Buna karşı, Antiemperyalist program kamu kaynaklarının tüm yurttaşların ortak malı olduğu bilinciyle hareket eder ve bu yönde kamu yönetiminin halkın ortak yararını gözetecek şekilde düzenlenmesini ve demokratikleşmesini öngörür. Dolayısıyla, Son on yılda denetleme ve düzenleme gibi adlar altında kurulan her türlü üst kurulun halkın ortak yararını gözetecek doğrultuda yeniden düzenlenmesini ya da ortadan kaldırılmasını öngörür. Halkın iradesini hiçe sayan ve egemenliğini gölgeleyen uluslararası tahkim gibi amacı sadece sömürenlere ve emperyalistlere hizmet etmek olan her türlü düzenlemeyi kaldırır.

Emperyalizm tüm mekanizmalarıyla insanları mülksüzleştirir, evsizleştirir, topraksızlaştırır. Mortgage sistemiyle insanları borçlandırır ve mülkiyetlerini ipotek altına alarak onları ömür boyu kiracı, serf durumuna düşürür. Buna karşı Antiemperyalist program insanların barınma, yaşama ve çalışma alanlarını güvence altına alır; bu doğrultuda insanca yaşayacakları ve üretecekleri bir konut politikası ile atıl toprakların işlenmesi için halktan yana bir toprak politikası izler.

Emperyalizm çevreye ve doğaya saygıdan söz eder; ehlileştirilmiş ve kendisine hizmet edecek çevreci hareketler üretir; ancak gerçekte sınırsız kâr dürtüsüyle hareket eder, yaşamın tüm alanlarını vahşi bir üretim ve tüketim ilişkisi üzerine inşa ederek ekolojik kirliliğe, dünya ölçeğinde ısınmaya, birçok canlı türünün yok edilmesine yol açar. Dünyayı hunharca sömürerek küresel bir çöplüğe çevirir. Buna karşı, Antiemperyalist programda, üretim ve tüketim ilişkilerinde insan ihtiyaçları merkeze alınır; üretim tarzının insancıllaştırılması sağlanarak doğanın sömürüsü ve çevre kirliliği önlenir, hiçbir şekilde dünyanın bir çöplüğe çevrilmesine izin verilmez.

Emperyalizm insan hakları havariliği yapar; ancak tahakküm mekanizmalarıyla insanlara baskı, işkence ve katliamdan başka bir şey vermez. Emperyalizm kadın haklarından söz eder; ancak kadınlara yönelik sömürü, şiddet ve cinsiyetçiliğin kendisinin siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısının ayrılmaz bir parçası olduğunu gizler. Tüm mekanizmaları ile kadını sömürülecek ve kullanılacak bir metaya dönüştürür. Siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda kadına ikincil bir rol tanınması, dayak, işkence veya cinsiyetçilik ile kadının ötekileştirilmesi ve aşağılanması emperyalizmin tüm dünyada öngördüğü makro sömürü düzenlemelerinin ve köle-efendi ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dolayısıyla, Antiemperyalist program her türlü tahakkümün ve baskının karşında yer alarak temel insan haklarını korumanın ötesinde her türlü sosyal ve ekonomik hakları geliştirir. Her türlü köle-efendi ilişkisini ortadan kaldırarak tüm insanların özgürleşmesine olanak sağlar. Herkesin kendi kimliğini özgürce yaşayacağı ve yaşatacağı bir ortam oluşturur.

Emperyalizm demokrasiyi elitler arasındaki bir oyuna dönüştürür ve bu yolla onu biçimselleştirir ve seçimlere indirger. Halkın gündemini belirlemek için milletvekili dokunulmazlığı gibi sudan-sabundan konuları sürekli işler; böylece hem iktidarı hem de sözde muhalefeti kendi paradigması ve yörüngesinde tutar. Demokrasi adı altında oligarşik ve aristokratik yapılar kurar. Halbuki Antiemperyalist program demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak kavrar ve tüm yurttaşların gelişiminin bir parçası olarak tanımlar ve katılımı sürekli kılacak mekanizmaları öngörür. Yurttaşların tüm karar ve uygulamalara katılmasını öngörür. Emredici vekalet yolu ile tüm karar ve uygulamaların yurttaşların ortak yararını gözetecek şekilde oluşmasını ve uygulanmasını sağlar. Bu doğrultuda yurttaşların talebine ve onayına dayanmayan hiçbir siyasal, ekonomik, toplumsal, eğitsel vb. düzenleme ve uygulama geçerli ve meşru sayılmaz. Ayrıca, emredici vekaletin ayrılmaz bir parçası olarak halkın taleplerine göre hareket etmeyen temsilciler halk tarafından geri çağrılarak (azledilerek) halkın iradesi kayıtsız şartsız egemen kılınır.

Emperyalizm İMF, Dünya Bankası gibi örgütler aracılığıyla ekonomik ve sosyal gelişmenin ve refahın sağlanacağından söz eder; ancak bu yolla sadece çevre ülkeleri ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırır, bu ülkeleri borç sarmalına sokarak zayıflatır ve sürekli sömürülecek bir durumda tutar. Antiemperyalist program bu sömürü yapılarını ve mekanizmalarını ortadan kaldırarak toplumsal barışı ve adaleti sağlar. Bu nedenle, emperyalist mekanizmalar içinde ustaca gizlenen iç ve dış borçlanmanın kaynaklarını tespit eder ve kurutur.

Emperyalizm çevre ülkelerle uluslararası bağımlılık, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma adları altında kendi çıkarlarını koruyan ve kollayan ilişkiler geliştirir, açık ve gizli kültürel, askeri, ekonomik andlaşmalar yapar. Antiemperyalist program yurttaşların ve halkların ortak yararına aykırı her türlü açık veya gizli askeri, siyasal, ekonomik anlaşmayı halka açıklar ve iptal eder. Böylece, ulusal, bölgesel ve dünya ölçeklerinde barış, kardeşlik ve dayanışmanın yolunu açar. Her koşulda, emperyalizme direnen çevre ülkelerle ilişkilerin geliştirilmesini savunur, mazlum halkların yanında yer alır ve ezilen halkaların kardeşliğine, birlikteliğine ve özgürleşmesine katkıda bulunur. Dünyayı istikrarsızlaştıran ve hegemonik güçlere hizmet eden NATO gibi saldırı paktlarından ayrılır, her türlü üsleri kapatır.

Emperyalistler Ortadoğu ve Türkiye’yi demokratikleştirmekten ve bu doğrultuda BOP gibi emperyalist projelerden söz ederler. Avrupa’nın yüksek değerlerinden söz ederek Türkiye’yi AB’nin kapı bekçisi ve jandarması konumunda tutmaya çalışırlar. Toplumun çok farklı kesimlerinden yandaş bulabilmek ve emperyalist amaçlarını gerçekleştirebilmek için AB projeleri, hibeleri vs adı altında dağıttıkları fonlarla insanları üretmemeye, çalışmamaya yönlendirir, kendi ellerine bakan birer dilenci durumuna düşürürler. Bu nedenle, Antiemperyalist program Türkiye’nin ABD ve AB ile olan tüm ilişkilerini, AB üyeliği gibi halka sorulmaksızın uygulanan ve dolayısıyla hiçbir meşru zemini bulunmayan her türlü tepeden inmeci dayatmaları ve düzenlemeleri gözden geçirmeyi amaçlar.

Emperyalistler toplumlararası etkileşimden ve halkların birbirini anlamasından söz ederler; bu doğrultuda bilimsel, kültürel, sanatsal, eğitsel programlar uygularlar; ancak gerçekleşen sadece emperyalist kültürün, dilin ve yaşam biçiminin çevre ülkelere ve toplumlara yayılması ve buna alternatif olabilecek düşüncelerin ve tutumların yok edilmesidir. Buna karşın, Antiemperyalist program öncelikle kendi insan gücüne dayanarak evrensel değerleri dikkate alan bir eğitim, dil, kültür, sanat ve bilim anlayışının gerekleşmesini amaçlar. Her alanda Antiemperyalist tutumun gelişmesini özendirir ve emperyalistlerin her türlü sahte bilimi ile başa çıkabilecek eleştirel bilimin temellerini atar. Dolayısıyla bilimsel ve eğitsel maskeler altında emperyalistlere devşirme yetiştirmeyi amaçlayan her türlü politika terk edilir; bu amaçlarla halkın kaynaklarıyla yurtdışına gönderilenler geri çağrılır. Ayrıca tüm kurumlardaki emperyalistlerin hizmetçileri açığa çıkarılır ve halka açıklanır.

Emperyalistler küreselleşme dedikleri heyulaya dayanarak sınırların kaldırılmasından ya da açılmasından söz ederler; ancak gerçekleşen sadece zayıf toplumların sınırlarının açılmasıdır. Emperyalistlerin çalışanlara ve mültecilere yönelik politikaları dikkate alındığında, merkezileşmekten ve yoğunlaşmaktan dolayı patlama noktasına gelen küresel sermayelerinin rahatlaması, yeni pazarlara ulaşması ve yeni alanlarda işlem görmesi için sınırların açılmasından söz ettikleri gün gibi ortaya çıkar. Dahası, kendi sınırlarını sıkı sıkıya kapatırken, sömürülen ülkelerin kamusal görevler dahil tüm çalışma alanlarını dahi kendilerine açmalarını talep etmeleri bu niyetlerini apaçık ortaya koyar. Dolayısıyla, Antiemperyalist program bu tür iki yüzlü uygulamaları tamamen ortadan kaldırmayı ve kurumların emperyalistlerin işgaline uğramasına izin vermemeyi öngörür.

Aynı şekilde, Emperyalizm yaşayabilmek amacıyla yeni sömürgeler elde etmek ve koloni hareketlerine girişmek durumundadır. Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin sürekli tarım ve köylülük üzerinde durmaları ve kırsal nüfusu % 5’e düşürme planları toprakların emperyalistlerin eline geçmesini ve tarım alanlarının büyük sermayeye entegrasyonu amaçlar. Kuş gribi gibi hayali tehlikelerle, tohum yasası gibi düzenlemelerle, Dünya Bankası’nın tarımla uğraşan köylüleri hibe ve yardım adı altında üretmek yerine kendilerine bağımlı kılmaya çalışan politikalarıyla kırda yaşayan insanlar sefalete alıştırılmakta, topraklarını terk etmeye ve mülksüzleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu şekilde toprakların büyük bir kısmı işlenmez bir hale getirilmiştir ve ucuza satılacak durumdadır. O halde, Antiemperyalist program emperyalistlerin söylediğinin ve uyguladığının tam aksini yapmak durumundadır. Antiemperyalist program Türkiye’nin kolonileştirilmesinin önünü alır, tüm ülkede yerleşim ve yaşam koşullarını yeniden düzenler, kentlerde oluşan işsizlik ve bunun sonucunda ortaya çıkan yabancılaşma, değersizleşme, suç, fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, intihar gibi patolojik olguların önüne geçmek amacıyla hiç zaman kaybetmeden tam istihdam politikası uygular. Bu amaçla tüm yurttaşların enerjilerini harekete geçirir ve çalışma hakkını içi boş bir söylem olmaktan çıkarıp uygulamaya koyar; bu anlayışla ormanları, nehirleri, madenleri, toprakları tüm halkın ortak kaynakları olarak dengeli bir biçimde değerlendirmeyi amaçlar.

Çağrımız Tüm Yurttaşlara,

Çağrımız tüm Yurtseverlere, Atatürkçülere, Sosyalistlere, Milliyetçilere, Muhafazakarlara, Sosyal Demokratlara, Liberallere, Anarşistlere, Feministlere,

Çağrımız Laiklere; Müslümanlara, Alevilere, Şiilere, Sünnilere, Hıristiyanlara, Yahudilere,

Çağrımız Türklere, Kürtlere, Lazlara, Zazalara, Gürcülere, Çerkezlere, Abhazlara, Tatarlara,

Çağrımız Kadınlara, Erkeklere, Gençlere, Yaşlılara,

Çağrımız İşçiye, İşsize, Memura, Esnafa, Üretene, Çalışana,

Çağrımız öğrenciye, öğretmene, akademisyene, meslek örgütlerine, demokratik kitle örgütlerine, siyasal partilere, aydınlara, yazarlara,

Çağrımız Kentliye, Köylüye,

Çağrımız Tüm Antiemperyalistlere,

Çağrımız Onurundan Başka Kaybedecek Bir Şeyi Olmayan Tüm Duyarlı İnsanlara,

Türkiye çok ciddî bir çaresizliğin içinde ve giderek derinleşen bir bunalımın eşiğindedir. Toplumu toplum yapan değerler her geçen gün yıpranmakta, ülkemiz hızla yoksulluğa, kutuplaşmaya, dağılma ve parçalanmaya doğru gitmektedir. Halbuki, herhangi bir toplumdan söz etmek için insanların biyolojik ve fiziksel varlığını sürdürmesi gerekir; dolayısıyla fiziksel ve coğrafi bir alana, diğer bir deyişle ülkeye ihtiyaç bulunur.

Bugün toplumu bir arada tutacak ve o toplumu oluşturan üyelerin bir arada insanca ve onurlu yaşam sürmesini sağlayacak düzenlemelere acil ihtiyaç duyuluyor. Mevcut koşullarda “Egemenlik kayıtsız şartsız halkındır/milletindir” ilkesinin tam anlamıyla teoriden pratiğe geçmesi olanaksız görünüyor. Seçimlere az bir süre kala, ABD ve AB’nin desteğini kazanabilmek amacıyla her türlü taviz veriliyor; öte yandan yapay gerilimler ve tartışmalarla Türkiye derin bir uçuruma doğru itiliyor. Alternatif olarak sunulan veya sunulmaya hazırlanan sözde hareketler veya siyasi oluşumlar da meşruiyetlerini halkta değil, her zamanki gibi emperyalistlere dalkavuklukta görüyorlar.

Halbuki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar hepimizin sorunlarıdır, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin yüzyıllardır tüm dünyanın ve bizlerin başına sardığı belalardır. Tüm sorunların üstesinden gelinebilir. İhtiyacımız olan tek şey kendimize ve birbirimize güvenmemiz, inanmamızdır. Unutmamalıyız ki, umutsuzluğa düşmemizi, toplumsal yaşamdan ve mücadeleden kendimizi tecrit etmemizi isteyenler bizlerin ortak yararını gözetenler değil, emperyalistlerdir. Yapmamız gereken tek şey, her birimizde varolan gücü ve enerjiyi bir araya getirmektir. Yapmamız gereken ilk iş, her birimizin ortak sorunlar üzerinde, ortak çözümler üretebileceği bir zeminde ve ortak paydada buluşmaktır. Böyle bir zeminde ortaya çıkacak doğrular hepimizin ortak doğruları, belirlenecek yollar hepimizin takip etmek isteyeceği yollar, üretilecek politikalar hepimizin onayını alan politikalar olacaktır. Unutmamalıyız ki, örgütlü hareket edemediğimiz takdirde emperyalistler ve işbirlikçileri aynı oyunlarını yeniden yeniden oynayacaklardır.

Bu ülke bizim, bu ülke hepimizin.

Eğer ki siyasetin ve toplumsal yaşamın amacı, filozofların bilgece ifade ettikleri gibi, yalnızca yaşamayı olanaklı kılmak değil, yaşanmaya değer bir yaşamı kurmaksa, gelin el ele verelim. İçinde yaşamak isteyeceğimiz bir dünyayı, hepimizin ortak katılımıyla, birlikte inşa edelim.

Yukarıdaki nedenler ve ilkeler doğrultusunda;

1. Halkın ortak yararını düşünen tüm siyasal partileri, sendikaları, ulusal ve yerel dernekleri, vakıfları, meslek kuruluşlarını, inisiyatif ve platformları, ulusal ve yerel medyayı, internet öbeklerini ortak bir cephede buluşmaya,

2. Tüm duyarlı yurttaşları; her türlü meşru zeminde, üyesi bulundukları siyasal partilerde, sendikalarda, ulusal ve yerel derneklerde, vakıflarda, meslek kuruluşlarında, inisiyatif ve platformlarda, ulusal ve yerel medyada, internet öbeklerinde antiemperyalist bir ortak cephe bilincinin gelişmesine katkıda bulunmaya;

3. Tüm duyarlı yurttaşları; bireysel veya kolektif olarak her türlü meşru zeminde ulusal ve yerel düzeyde Türkiye’nin her bir köşesinde, her bir ilde, her bir ilçede, her bir kasaba ve köyde antiemperyalist bir cephenin kurulmasında veya gelişmesinde inisiyatif ve sorumluluk üstlenmeye;

Çağırıyoruz.

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin umutlarımızı ve geleceğimizi yok etmelerine izin vermeyelim.

Anti Emperyalist Halk Cephesi

http://www.halkcephesi.net/imza/default.htm

EMPERYALZM.pps

ARAŞTIRMA DOSYASI /// YAKUP MUSA : KÜRECİK RADARI İSRAİL İÇİN ÇALIŞIYOR !

NATO Müttefik Harekat Komutanı James STAVRİDİS, MALATYA Kürecik Füze Kalkanı’nda İsrail ile bilgi paylaşımı yaptıklarını açıkladı. ABD ile Ortak Füze Kalkanı Tatbikatı’na katılan SİTAVRİDİS, Akdeniz’de seyreden Amerikan AEGIS Gemilerinden bilgi aldıklarını söylemiş, kendisi KASIM 2013 ayı içerisinde icra edilen tatbikatı bizzat komuta etmişti. İcra edilen tatbikatta İsrail’in güvenliği için oluşturulan “Füze kalkanı Sistemi’nin” denendiği belirlendi.

“Tatbikatın esas amacının hedefinde ‘İRAN ve SURİYE’ vardır.”

Tatbikatta Kürecik Radarları ile AEGIS Gemileri ortak istihbarat alışverişini gerçekleştirmişlerdir. Bu bilgiyi NATO Komutanı internette yayınlamıştır.

EKİM 2013 ayında ABD ve İsrail arasında gerçekleştirilen Ortak Hava Savunma Tatbikatı’nda MALATYA Kürecik’teki Füze Kalkanı kullanılmıştır.

2012 yılında kurulan Kürecik Füze Kalkanı Radarı, AEGIS Gemi Füzesavar füzeleriyle bağlantılıdır. Radar verilerinin NATO’dan önce ABD Komuta Kontrol Merkezi’ne gittiği elde edilen bu verilerin İsrail’e aktarılıp aktarılmadığı kesin olarak belirlenememektedir.

ABD’li yetkililer, “Füze Kalkanı Sisteminin ABD’ye ait olduğunu, sistemden elde edilen verileri müttefikleriyle paylaşma konusunda karar yetkilerinin kendilerinde olduğunu belirtmeleri” TÜRKİYE’ye kurulan “füze kalkanının İsrail’i İRAN füzelerinden korumak için olduğu kesinleşmiştir.”

ABD’de bu konuda bir brifing verilmiş, brifing şu üç madde başlığında toplanmıştır:

1. TÜRKİYE’nin talebinin kabul görülmediği, ABD’nin radarı İsrail ile paylaşacağı,

2. “Radarın ABD’ye ait olduğu”, kalkanın hedefi “RUSYA değil İRAN olduğu,”

3. Bunun bir al-ver pazarlığı olmadığı, PKK ve Predator meselesinin ise ayrıca görüşüldüğü vurgulandı. (Radarın PKK’yı da korumak için de düşünüldüğü, görüşmelerin şaşırtıcı olmadığıdır. Y.M.)

Geçmişi incelersek, 1997-1998 yılları arasında bu konu yine ortaya çıkmıştı. İsrail o zamanlar da TÜRKİYE’ye radar konuşlandırmak için girişimlerde bulunmuş, Genelkurmay Strateji Daire Başkanlığı bu girişime karşı çıkmış, sonradan bu görüş tüm Genelkurmay’ı kapsayacak şekilde kabul edilmişti. Siyonist İsrail’in istediği; TÜRKİYE ve ÜRDÜN’e birer radar konulması, İRAN’ın atacağı füzeleri (İRAN; Ortadoğu’da yayılmacı, işgalci, sömürü düzeni sürdürmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir!) konuşlandırılmış iki kadar sayesinde önceden almış olduğu verilerle tespit edebilmekti.

ABD Savunma Dergisi olarak bilinen Defense News’in İsrail’in Demir Kubbe Hava Savunma Sistemi’ni test ettiğini bu testler sonucunda sistemin TÜRKİYE’de bulunan Kürecik Radar Üssü ile entegre halde çalıştığını yazmış, bu bizim “radar sisteminin tamamen İsrail’in güvenliği için kurulduğu” tezimizi doğrulamaktadır.

MALATYA, Kürecik’te İsrail askerleri olduğu da iddialar arasındadır! Kürecik Radar Üssü’nün İsrail’in güvenliğini sağladığı, ulaştığımız bilgilerine ilaveten Kürecik’te NATO Üssü’nde İsrailli askerlerin olduğu Mili Gazete tarafından da gündeme getirilmişti.

Kürecik Radar Üssü hakkında bir önemli iddia da, RAKKA’da konuşlanmış IŞİD Terör Örgütü’ne karşı SURİYE’nin fırlattığı füzelere karşı üs’ten İsrail’e erken uyarı mesajları iletildiği, yine üs’ten fırlatılan füzeler ile ‘SURİYE füzelerinin düşürüldüğü’ ileri sürülmektedir.

Kürecik Radarının kurulma amacı, “Siyonist İsrail’i korumak, İsrail’in güvenliğine hizmet etmek içindir.” Kesinlikle TÜRKİYE’nin güvenliği, koruma amaçlı değildir. Siyonist İsrail’i ve destekçileri emperyalistleri koruma amacına hizmet ettikleri kesindir.

NATO (ABD) menşeli bir silahı dahi PKK, Yunanistan, batılı emperyalist ya da ABD (İsrail/NATO)nin tasvip etmediği bir ülke ya da TÜRKİYE’nin güvenliğini içeren harekat için kullanma izni vermezken, TÜRKİYE’nin güvenliği için bir koruma sistem/silahı vermesi, kullandırması elbette düşünülemez!

Özetle, MALATYA Kürecik Hava Radar Sistemi “İsrail’in güvenliği için kurulmuş, TÜRKİYE topraklarında konuşlandırılmış, kesinlikle TÜRKİYE’nin güvenliği için tesis edilmemiş, izlenen her dış siyasette olduğu gibi Siyonist İsrail’in güvenliğine yöneliktir.”

Selam ve saygılarımla.

Yakup MUSA

19.05.2015

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Gazanfer ERYÜKSEL : “Bir Garip ölmüş diyel er…” Harun Taner’i Kaybettik…

Öğle suları telefon… Romancı Pembe arıyor… “Duydun mu Harun Taner ölmüş?”

“Nasıl?” diye soruyorum.” Kasım ağabey internette görmüş…” diyor.

“Cenazesi ne zaman kalkacak? Burada kimi kimsesi yoktu…” der demez Pembe, derin bir of çekerek, “Haldun Taner’in torunu, Güneş Taner’in yeğeni, Seyyal Taner’in kuzeni, satranç şampiyonu…” diye hayıflanıyor.

“Kimsesi yok burada cenazeyi belediye mi kaldırır acaba? En iyisi ben Kasım ağabeyden daha fazla bilgi alayım…” diyerek telefonu kapatıyorum.

Kasım ağabeyde de faza bir bilgi yok…” İnternette gördüm…” diyor, “ Geçen hafta Perşembe günü ölmüş, cenazesini belediye kaldırmış, kimsesizler mezarlığına gömmüşler…” diye ekliyor.

Kelimelerin kifayetsizliği bütün dehşetiyle sükûtu getiriyor. Tam anlamıyla “Bir garip ölmüş diyeler, üç gün sonra duyalar…” ifadesi Yunus’un…

Vefa, İstanbul’un bozası ile ünlü semti olarak bilinmeye devam ediyor. Hepsi bu…

Harun Taner’in kaç kez görmüştüm, diye düşünüyorum. Arkadaşlarla çay içerken rastlaşmış ve tanışmıştık. Geçin sıkıntısı içinde olduğunu duymuştum dada sonraları…

İnternet araması yaptığımda Harun Taner adına bir kitap çıkıyor. Salname "İzlendiğini Bilmeyen Sinek" Kitap Babıâli Kitaplığı Edebiyat Dizisi’nden çıkmış ve mevcudu yok. Tanıtım amaçlı şu ifadeler var kitap hakkında.

“Yaşamı boyutlandırabilmemizin önündeki yegâne engel aslında öncelikle kendimiziz. Ve önümüzde bilmemiz gereken yaşamasal bir gerçek var ki kendimizi aşamadığımız sürece diğer hayat boyutlarını algılayabilecek ve anlayabileceğiz.

Harun Taner bu çalışmasıyla, kendisinden yola çıkarak yaratmaya çalıştığı "özgün dünya”da, başka değerler, başka yargılar, başka ışıklar aramanın yanı sıra, hayatı algılamanın diğer boyutlarını sunuyor bizlere.

Kitap, genellikle hiç üzerinde durmadan statik bir biçimde yaşadığımız hayatın "diğer" boyutlarını gözümüzün önünden kayıp gittiğine dair veriler içermekle birlikte, zaman zaman bu statik yapının sorgulanmasına dair doneler de içeriyor.”

Türkiye Satranç şampiyonu da olan Harun Taner için şöyle bir kayıt buldum. “Harun Taner kendisine ait rekoru geliştirmek için Dresden Olimpiyatları’nı kullandı ve bir günde 100’den fazla yorum yazarak yepyeni bir rekor kırdı.”

Kendi ifadesiyle yaşam öyküsü…

“Soğuk bir sonbahar gece yarısı 3 Ekim 1966’da dünyaya gelmişim. İlkokulu Kastamonu’da Abana Atatürk İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi Abana İnönü Lisesi’nde bitirdim. Liseden birinci olarak mezun oldum. 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Gemi İnşaatı ve Deniz Bilimleri Fakültesi Gemi İnşaat Bölümü’nü lise birinci kontenjanından kazandım. 1988 yılında mezun oldum. Aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi’nde araştırma görevlisi sınavlarına girip kazandım, atamam yapıldı ve yüksek tahsilime başladım. 1990’da, Gemi İnşaatı İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü’nden Yüksek Mühendis unvanımı aldım. Aynı yıl İ.T.Ü.’de doktora çalışmama başladım. Üniversitenin görevlendirmesiyle 1993-1998 yılları arasında Berlin Teknik Üniversitesi’nde araştırmalar yaptım.

Askerlik görevimi 1999-2000 yılları arasında yedek subay olarak yaptım ve tamamladım. Temmuz 2000’den bu yana çalışmıyorum ve para kazanmıyorum.”

http://www.turkishnews.com adresinde okurlarına yazdığı bir mektupta ise şunları söylemektedir.

“Değerli okuyucular, Turkishforum.com ve Turkishnews.com sitelerinde, daha önce okuduğum ve bazı güncel kitaplar ile sinema ve filmlerin tanıtımlarını yaptığım Haftanın Kitabı köşesini, bundan sonra, Antalya ve Akdeniz bölgesinden yazarların kitapları ile bazı sanatsal etkinliklerin tanıtımlarını yapacağım, Antalya Mektubu adı altında sürdüreceğim. Haftanın Kitabı köşesinde yazdığım yazıları, genişleterek, 4 cilt halinde yayına hazırladığımı eklemek isterim.

Öncelikle kendimi kısaca tanıtmak istiyorum. Harun Taner kimdir?

1999 Gölcük Depremi depremzedesidir. 2014 yılında, geçen yıl depremin 15. yıldönümünde, depremin episantır merkezinin, o gece bulunduğu yerin on metre uzağında olduğunu öğrenmiştir. 2000 yılından bu yana genelağda, satranç konulu Şahname, Chess Post, Satranç Postası, Satrançtan Esintiler, Chess Engines Testing, Schach im Schwarzen Schloss, Antalya Chess Express, Antalya Literary Express gibi adlarla çok dilli bülten, grup, liste, blog, e-dergi yayınladı. Boş zamanlarında, Bilgisayar Satrancı ve Yazışmalı Satranç alanlarında çalışmıştır. Geniş bir Satranç Periyodikleri koleksiyonu mevcuttur. Türkiye’de satranç konusunda en fazla yazı yazan kişilerden biridir: forum yazılarının sayısı yirmi bini (rakamla 20 000), yayınladığı e-dergilerin toplam sayfa sayısı on bini (rakamla 10 000) aşmıştır. 2013 yılı başından bu yana, klasik polisiye, casusluk, macera, gerilim, bilim kurgu türlerinde, İngilizce ve Almancadan çevirilerini; yakın tarih konulu kitap düzenleme ve yayına hazırlama çalışmalarını sürdürmektedir. Türk tarihi araştırmacısı ve emekli kamu yöneticisi A. Hayrettin Kalkandelen’in külliyatını yayına hazırlamaktadır. Birkaç genelağ sitesinde kitap tanıtım yazıları yazmaktadır. Bekârdır ve Antalya’da yalnız yaşamaktadır. Yazışmak üzere. 13 Ocak 2015, Antalya”

Turkish Forum ise Harun Taner’in vefatını derin bir üzüntüyle okurlarına duyurmuştur.

“Turkish Forum’da e-dergi (http://www.turkishnews.com/content/e-dergi/) üretiminden sorumlu aynı zamanda editörlüğünü de yapan Ruhi Taner’in Oğlu, Haldun Taner‘in torunu HARUN TANER (1966) Antalya’da öldü. Harun Taner’in ölümünün kendisine ulaşamayan satranç arkadaşlarının polisi araması ile ortaya çıktığı saptandı. Harun Taner, emekli olduktan sonra Antalya’da oturuyordu. Yakınlarına başsağlığı dileriz. Turkish Forum olarak derin üzüntü içindeyiz.”

Harun Taner’in, Antalya Kültür sanat Gönüllüleri Vakfı’nın etkinliklerini düzenli olarak izlemeye çalıştığını Vakıf Başkanı Mehmet Çınar ile yaptığım görüşmeden öğrendim. Geçen günlerde yapılan Vakıflar Haftası etkinliklerini duyurarak davet eden Mehmet Çınar etkinliklerden iki gün önce daveti hatırlatmak için aradığında telefona bir yabancı çıkar. Harun Taner’in vefat ettiğini söyler.

Uzun sözün kısası, Antalya Kültür Sanat Gönüllüleri Vakfı Başkanı Mehmet Çınar’dan bir tüzel kişiliğin temsilcisi olarak bir ricamız oldu, Harun Taner’in yaptığı çalışmaların ve arşivinin heba olup gitmemesi için Vakıf olarak sahip çıkılmasını istedim. Umarım bu değerli insanımızın çalışmaları kaybolup gitmez.

Yazılarını ise aşağıdaki adresten okumanız mümkündür. http://www.turkishnews.com/tr/content/category/yazarlar/harun-taner/

Vefa, İstanbul’un bozası ile ünlü semti olarak bilinmeye devam ediyor, demiştik ya yukarıda, bir aydınımızın arşivine sahip çıkmak ve korumak umarım mümkün olur.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// ÖMER YILDIZ : Türkiye’nin yakın tarihini yordamak (BÖLÜM 1-2)

İsterseniz önce “yordamak” nedir ondan bahsedelim.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde “ yordamak ”kelimesi şöyle açıklanmıştır.

Yordamak; -i Bilinen veya gözlenen durumlardan yola çıkarak bilinmeyen veya gözlenmeyen durumlar hakkında tahminde bulunmak

Anlam bu kadar net ve açıkken ayrıca bir izaha gerek var mı?
Gelin şimdi, Türkiye’nin yakın zamanlarında yaşadıklarını yordayalım.

*****

Televizyonları açınca ekranda sadece kimleri görüyorsunuz?
AKP’li Sayın Davutoğlu’nu,
AKP adına dolaştığı bilinen Sayın Cumhurbaşkanını…
Amerikalı seçim firmasının sizlere alkışlattığı neoliberal YENİ CHP’yi.
YENİ CHP’nin yönetim kadrolarının desteklediği HDP’yi.
Birde, siyaseten uzak duran siyasetçi, Sayın Devlet Bahçeli’yi görüyorsunuz değil mi?

*****

Türkiye’nin 1999 -2015 yılları arasında yaşadığı siyasi ve sosyal olayları yordamak isterken, olayların daha iyi daha iyi anlaşılması içinde o yılları evrelere ayırarak izah etmenin daha faydalı olacağını umuyorum.

1- 1999- 2002 evresi,
2- 2003-2009 evresi,
3- 2010- 2013 evresi,
4- 2014 – 7 Haziran 2015 evresi
5- Haziran 2015 sonrası evre

1999-2002 EVRESİ

Vatan Partisinin Marmara bölge toplantısında Sayın Yaşar Okuyan, çok enteresan şeyler anlatmıştı.
“Keşke şimdi üç ekranı olsa da sahneye yerleştirsem ve ANAP- MHP-DSP koalisyon hükümeti üzerine ve Türkiye üzerine oynanan oyunları eş zamanlı olarak sizlere gösterebilsem.” Demişti.
ABD tarafından Türkiye üzerine oynanan oyunları birinci ağızdan öğrenmek, bizler için adeta tarihe tanıklık etmek oluyordu.
Yaşar Okuyan yorulmadan bıkmadan saatlerce;
Kemal Derviş’in yapıp ettiklerini,
AKP’nin kuruluş sürecini,
Bahçeli’nin hükümeti dağıtışını anlattı durdu.

Bize anlattıklarını daha sonra Aydınlık Gazetesine röportaj olarak da verdi. Zaman zaman TV kanallarında da anlatı.

Bildiklerimizle okuduklarımız arasındaki boşlukları, Yaşar Okuyan’ın anlattıkları doluyor, Türkiye üzerinde oynanan oyunları öğrendikçe de tüylerimiz diken diken oluyordu.

Gazetelerden, televizyonlardan, kitaplardan öğrendiklerimizle,
Siyasetin, medyanın, ticaretin ve devletin içine sızan odakların yaptıklarını, pazılın azılı parçası gibi birleştirdikçe, Türkiye üzeri oynanan oyların vahametini bütün çıplaklığı ile kavrıyor ve görüyorduk.

CHP’nin başından uzaklaştırılan Deniz Baykal’ın yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun getirilişi,
Devlet Bahçeli etrafındaki kadroların kasetlerle görevden uzaklaştırılmasının tesadüfi olmadığını görüyor ve düşünüyorduk.

Sayın Yaşar Okuyan kendi hükümet dönemini bizlere anlatıyordu.

Türkiye’de, Mayıs 1999 tarihinde DSP-MHP-ANAP üçlü koalisyonu hükümeti ile tanışırken aynı tarihlerde ABD’lilerin organize ettiği, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gazetecilerinde içinde olduğu bir grupun, Türkiye üzerine politikalar geliştirdiklerini söylüyordu.
Politik oyunu adı sonradan öğrenmiştik ve adı Büyük Orta Doğu Projesi idi. Yani BOP’du.
Sanırım aynı tarihlerde ABD’nin BOP planı hazırdı ve Türkiye’ye el atmak üzere siyasi sondajlara başlamıştı.
Oyun büyük oyundu.
Ulusalcı ve Atatürkçülerle bu oyun yürümezdi ve ABD BOP planını hayata geçiremezdi.
ABD’nin Türkiye planı çok basitti. Planın istekleri masum görünüyordu.
ABD muhataplarına “Siz iktidar olun, biz sizi destekleyelim.” Diyordu. Ama esas tehlike, ABD’nin vereceği destekte gizliydi.

Büyük emperyalist ABD’nin teklif önce Rahmeti Necmettin Erbakan’a iletildi, ancak kabul görmedi. Ardından rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na sunuldu, oradan da kabul görmedi. Çünkü teklifler Türk Devletinin ve Türk Milletinin aleyhineydi. İki liderinde millici damarları olduğu için, ABD’nin teklif ve isteklerini derhal reddedildi.

Ancak ABD pes edemezdi. Önerilerini kabul edecek birileri mutlaka vardı. ABD’nin gerçek niyetini perdeleyecek üç maddelik destek vaadi vardı.

ABD, Türkiye’yi düzenlemek istiyordu. Milli ordusunu ve Atatürkçü damarı kesmek istiyordu.

ABD’nin üç isteği şunlardı.

1- İsrail’in güvenliğine titizlik gösterilmesi,
2- ABD aleyhtarlığına son verilmesi,
3-Şiddete dayanan İslam yerine, Radikal İslam’dan uzaklaşarak ılımlı İslam’a yönelme önerisiydi.

Eğer bu teklifler kabul edilirse karşılığında şu üç destek verilecektir.

1- Uluslararası alanda her türlü destek,
2- Türkiye’de ve dünyada siyasi itibarlarının artması için her türlü basın desteği,
3- Desteklediği siyasetçilerin ve ekibinin önüne çıkacak ve engelleyecek her türlü unsurun bertaraf edilmesi.

ABD, aradığı siyasetçileri bulduğunda üçlü koalisyon devam ediyordu.
ABD, harekete geçmek için aradığı fırsatı bulmakta da gecikmedi. Türkiye, binlerce can kaybının yanı sıra, 18 milyar dolar civarında bir zarara uğradı. Devletin ekonomisi depremle sarsılırken, hemen ardından da Güney Amerika Ekonomik krizi patlak verdi. Üçlü koalisyon hükümeti iyice sarsıldı ve ekonomik gidişatı düzeltmek için IMF’den yardım talebinde bulundu ve stand-by anlaşması imzalamak istedi.

Bu sırada APO Türkiye’ye teslim edildi.

ABD derhal harekete geçti ve planını uygulamaya başladı. Stan-by nlaşma için bin dereden su getiren IMF, dilinin altındaki baklayı çıkarı verdi. Birileri hükümete (sanki IMF alacaklarını tahsil etmek üzere gelmiş) Kemal Derviş’i Türkiye Merkez Bankası başkanı olarak önerdi. Merkez Bankası Başkanı olmak için Türkiye’ye gelen Derviş, basın tarafından adım adım izlenmekte ve adeta övgülerle göklere çıkarılmaktadır. Hükümet üzerinde kamuoyu baskısı oluşturulurken ,Kemal Derviş adeta bir kurtarıcı olarak piyasaya sürülmüştür.

İyice cilalanıp köpürtülen Kemal Derviş hedef büyütmüş, hükümetle görüşme esnasında Ekonomi bakanı olmak istediğini söylemiştir. Çaresizlik içindeki hükümet , Derviş’i ekonomi bakanı olarak atamak zorunda kalmıştır.
Aslında o tarihten itibaren de 57 hükümet, Derviş’inde katılımı ile dörtlü koalisyona dönüşmüştür. Ülke ekonomik darboğazdan çıkmaya çalışırken kemerler iyice sıkılır. Zam yağmurları başlar.

Ekonomi Bakanı Kemal Derviş, bir ara ortadan görünmez, kaybolur. Türk Hükümeti kripto mesajlarla tüm elçiliklerine Kemal Derviş’i sormaktadır. Koca Türkiye Cumhuriyetinin bir bakanı kayıptır ve devlet, bakanını bulamamaktadır.

Kemal Derviş tam on dört gün sonra ortaya çıkar. Ecevit’e ortadan kaybolmasının nedenini “aile sıkıntılar” olarak bildirir. Aslında Ecevit, Derviş’i bakan yaptığı için pişmandır.
57. hükümet ekonomiyi düzeltmek için dokuz kanun çıkarır. Sonra bu kanunlar on üçe tamamlanır.

Kemal Derviş, Yaşar Okuyan’ın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olduğu bakanlığa, Ekonomiden Sorumlu Bakanı olarak bir yazı gönderir ve hazinede para olmadığı için emekli maaşlarını ödeyemeyeceğini bildirir.
Yazıdan ne hükümetin, ne de Başbakan Ecevit’in haber yoktur. Bu haber kamuoyunda duyulursa koalisyon hükümeti düşecek ve ülke ikinci bir ekonomik krize girecektir.
Konu gizlenir ve kapatılır. Ancak Derviş hükümeti yıkmakta kararlıdır. Rahat durmaz ve hükümeti zora sokacak açıklamasını yapar. “Hükümet erken seçime gitmelidir.” Der.

Hükümet karışır. Yaşar Okuyan, Bahçeli de dahil, üç parti liderine ekonomik veri dosyaları hazırlayarak görüşür. Hükümetin önünde daha bir buçuk sene vardır ve ekonomide toparlanmaya başlamıştır. Erken seçime gerek yoktur.

Ama bu girişimleri nafiledir. Devlet Bahçeli hiçbir gerekçe yokken Derviş’i destekler ve Kasım 2002 de erken seçim tarihini ilan eder.

Acaba Devlet Bahçeli’ye birileri bir şey mi fısıldamıştır?

Çaresiz kalan hükümet erken seçim kararı alır.
Derviş, resmen hükümeti yıkmayı başarmıştır. Türk siyaseti Kemal Derviş’in elinde oradan oraya savrulmaktadır. Derviş, İsmail Cem’e parti kurdurtur ancak katılmaz gider CHP’ye katılır.
DSP seçimlerde darmadağın olur. Son derece düşük oy alır. MHP meclis dışı kalır. ANAP dağılır. Fazilet Partisi Anayasa Mahkemesince 2001 yılında kapatılır.

Meclise CHP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını yaptığı AKP isminde yeni bir parti meclise girer.

CHP’den milletvekili seçilen Derviş 2005 yılında CHP’den de istifa ederek ABD’ye döner.

Dervişin gelmesi ile gitmesi arasında,

1- Hükümet istifaya zorlanmış ve başarılı olunmuş,
2- İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan DSP’den istifa ettirilerek yeni bir parti kurdurulmuş ve fakat Derviş bu partiye katılmamıştır.
3- ANAP dağıtılmış,
4- MHP meclis dışı kalmış.
5- DSP çökertilmiş,
6- Fazilet partisi Anayasa mahkemesince kapatılmış.
7- Faziletten ayrılanlar Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında AKP isminde bir parti kurmuş ve iktidar olmuştur.
8- Dervişli Baykal’ın yönettiği CHP puan kaybederek de olsa meclise girmiştir.

Kemal Derviş şimdilerde yine CHP ile flört etmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu, ile baş başa görüşmüş ve Kılıçdaroğlu tarafından bakanlığa getirileceği sözünü almıştır. Kemal Kılıçdaroğlu ile, CHP programındaki yenilemeleri de görüşen Kemal Derviş’in devreye girmesi sizce neye delalettir? Varın siz düşünün.

Bir sonraki yazıda 2002- 2013 Evresini değerlendireceğim.

Bir önceki yazımızda 1999-2002’li yıllarda Türkiye üzerine oynanan oyunları sizlere aktarmıştım. Bugün de 2003 – 2009 yıllarını yordamaya devam edeceğim.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) planı çerçevesinde hareket eden ABD ve diğer emperyalist devletler, planlarını hayata geçirmek için istihbarat örgütleri ve Sivil Toplum Örgütü görünümlü “HÜKÜMET DIŞI KURULUŞLARI” yani (NGO)’ları Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da harekete geçirdikleri yıllar, sanırım 1990’lı yılların sonları olması gerekir… Aynı örgütlerin Türkiye uzantılarının faaliyete geçtiklerini de söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.

Türkiye açısından baktığımızda;

1999’da kurulan üçlü koalisyon hükümetini Kemal Derviş’le ekarte eden irade, 2001 yılında yeni kurulan AKP’nin iktidar olmasının önünü açmıştır.

2002 – 2009’lu yıllarda ABD ve diğer emperyalist devletler Irak’a savaş açmış ve Irak’ın işgal için ABD askerlerini Türkiye üzerinden Irak’a sokmak istemiştir. Geçiş müsaadesi alacağını düşünerek askerlerini Doğu Akdeniz’e yığmıştır. Ancak Türk kamuoyunun yoğun muhalefeti etkili olmuş, TBMM hükümet teskeresini 1 Mart 2003 tarihinde reddedilmiştir. Günlerdir gemilerde bekleyen ABD ordusu güneyden Irak’ giriş yapmak zorunda kalmışlardı.

Geçen zaman içinde ABD ve müttefiklerinin Irak’ı işgal için öne sürdükleri “ Irak El Kaide bağlantısı ve kitle imha silahları” bahaneleri tamamen düzmece olduğu ortaya çıkmıştır.

ABD ve diğer emperyalist devletlerce Irak baştan sona yağmalanmış, yakılıp yıkılmış ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devletçiğinin nüveleri oluşturulmuştur.

ABD desteği ile Irak Kürtleri Irak’ta egemen güç haline gelmişlerdir.

Tarih bize emperyalistlerle iş birliği yapan halkların, devletlerin ve devlet adamlarının sonunu iyi olmadığını birçok kereler göstermiştir.

Yüzbinlerce Iraklı, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin ihaneti ile öldürülmüş, sakat bırakılmış, tecavüze uğramış, çocuklar yetim kalmıştır. Irak’ın tarihi ve kültürel değerleri de dahil olmak üzere yer altı ve yer üstü zenginliklerine el konulmuş ve Irak dışına taşınmıştır.

Dünyayı petrolle doyuran Iraklının karnı açtır. Iraklı işsizdir ve yoksulluk içinde zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedir. Bu insanların günahı, yerli işbirlikçilerle emperyalist ABD’yi destekleyenlerdedir. Irak devletini yönetenlerdedir.

ABD, Irak işgal planının sekteye uğratan 1 Mart 2003 teskeresini unutmamıştır. Türkiye üzerinde yeteri kadar hâkimiyet kuramadığına karar vererek, BOP planının tehlikeye girdiğini anlamış ve Türkiye’de operasyonlara karar vermiştir.

Çünkü Türkiye’de Irak’ın işgali ve İsrail’in Filistinlilere zulmü ile birlikte yoğun bir ABD ve İsrail aleyhtarlığı yükselişe geçmiştir.

Bu duruma bir son vermek isteyen ABD, (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ne istedilerse verdik dediği ve yıllar sonra Harp Akademilerinde söylediği "Bu operasyonlarla şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı. Kurumlarımızın içinde örgütlenmiş, güçlü medya desteğiyle teçhiz edilmiş bir yapının, Türkiye’yi ele geçirmek için yürüttüğü bir kumpasa, bir darbe teşebbüsüne hep birlikte maruz kaldık.” dediği ve emniyetin Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ilan ettiği örgüt.) liderini misafir ettiği cemaati harekete geçirmeye karar vermiştir.

“Kasaptaki ete soğan doğramam” diyenin, Türkiye üzerine oynan oyunları öngöremeyen generallerin, Dışişlerinin, MİT’in, AKP hükümetlerinin ve hatta devlettin diğer birimlerinin ABD oyunu kumpaslarını fark etmemeleri de düşündürücüdür.

ABD, FETÖ ve diğer işbirlikçilerini kullanarak yurtseverler darbeci, kumpasçı, casus gibi bin bir türlü yalan ve iftira ile itham ederek tutuklatıyor ve hapislere tıktırıyordu… ABD’nin büyük kıyımı, büyük operasyonu Irak’tan sonra Türkiye’de başlamıştı.

*****

Aslında ABD’nin 1999’lu yıllarda masum(!) istek olarak sunduğu maddeler esasında Türkiye’de yapacağı operasyonları perdelemekten öte bir şey değildi. ABD’nin isteklerini kabul edecek bir hükümetin, ABD tarafından Türk topraklarında yapacağı tutuklama ve cezalandırma operasyonlarına göz yumacağı bir malumun ilanıydı…

FETÖ’ye biat eden devletteki elemanları bilerek veya bilmeyerek ABD emrinde hareket ediyorlardı. Cumhurbaşkanı’nın da ifade ettiği gibi Haşhaşiler, devlet içine sızmış şakirtler Türk devletine karşı Türk topraklarında acımasız bir operasyona başlamışlardı.

Operasyonların ana hedefi, ABD karşıtı ve tam bağımsızlık yanlısı düşünce sahibi Atatürkçü yurtseverler, iş adamları, sanayici ve akademisyenler , gazeteciler, aydınlardı. Bu insanlar iftira ve şantaj yöntemleri ile FETÖ polislerince tutuklanıyor, yargıya sızdırılmış hakimleri ve savcıları vasıtası ile de mahkum ediliyorlardı.

Bugün itira ve beyanlar incelendiğinde, AKP hükümetinin , AKP yöneticilerinin ve yandaşlarının, FETÖ tarafından yoğun şekilde kullanılmış olduğu gözükmektedir.

Acaba Türk Devleti o günlerde AKP hükümetlerini bu kumpaslar hakkında uyarmış mıdır?

Devletin, FETÖ’nün arkasında ABD’nin olduğunu bilmemesi mümkün müdür?

Esasında bu süreçte en çok aldatılanlar, aldatılma saflığının arkasına sığınanlar sadece AKP’liler değildir. Tarih boyunca asla esir edilemeyecek kadar çok subayını ve generalini bu kumpaslara kurban veren TSK’nın komuta ve kurmay heyeti de büyük hata ve gaflet içine düşmüştür. O günün yüksek komutanları ve yüksek karargah heyeti ürkmüş, mahiyetine güvenmemiş ve personeline sahip çıkmamış ve adeta sırtını dönmüştür.

Oyunun tutuklama boyutu kadar birde maddi boyutu olduğunu düşünüyorum. FETÖ’nün sadece orduya kumpasla, üniversitelere kumpasla, aydın ve iş adamlarına kumpasla yetindiğini sanmıyorum. Parayı da bulma adına baskı yapıyor, kumpaslar kuruyor muydu dersiniz?

Türkiye, 1999 depremi ve dünya ekonomik krizleri ile, ABD’nin Türkiye üzerindeki oyunları nedeniyle 2002 -2009 yılları arasına ağır buhranlı günlere sürüklenmiştir. Bu yıllarda nice insanın emeği ve geleceği karartılmıştır.

Bu dönemde Türk Ordusunun gözbebeği bordo berelilerin başına çuval geçirilmiştir. Çuvalı geçiren ABD, neyi, niçin yaptığını çok iyi bilmektedirler.

Ne yazık ki Türk ordusunun başına geçirilen çuval, hala takılı olarak durmaktadır.

Bu çuval ancak TSK içine sızan cemaatçi kadroların deşifresi ile mümkün olacaktır. ABD’nin oyunlarının ifşa edilmesi ile mümkün olacaktır.

Son günlerde Türkiye, dolayısı ile Hükümet ve devlet yanlıştan dönmeye başlamış, en azından FETÖ’nü anlamış ve tespit etmiştir.

Şimdilerde kumpasçılar yargı önüne dizilmeye başlanmıştır.

Her şeye rağmen Türk Milleti ve Türk aydını zalim değildir, zalimlere karşı gelir. Yargılanan zalim de olsa adalet mutlaka işlemelidir.

Fethullahçı Terör Örgütü mensupları en adil yargılamaya maruz kalmalı, en adil şekilde savunmaları da dikkate alınarak karar verilmelidir.

Eğer bizler aydın insanlarsak, demokrat insanlarsak adaleti savunmak aldığımız terbiyenin gereğidir.

2002 – 2009 yıllar, ABD’nin BOP projesinin final sahnesi için Türkiye’yi hazırlamaya çalıştığı ikinci hazırlık evresi yıllarıdır.

Türkiye üçüncü evre olan 2010 – 2013 yıllarını çok daha sancılı, çok daha acı verici olaylara şahit olarak geçirecek, çok daha fazla masum insanın ocağında ağıtlar yakılacaktır.

Ömer Yıldız

Ulusalkanal.com.tr

ARAŞTIRMA DOSYASI /// KUDRET HARMANDA : TÜRK ÇOCUKLARI NEREDE ?

Sosyal medya denilen internet paylaşım ağları insanımızın vazgeçilmezleri oldular. Sayelerinde bilmediklerimizi biliyor, görmediklerimizi görüyoruz. Öyle ki bunların yüzünden akıllı(!) telefonlara bakalım derken kazaya kurban gidenlerimiz bile var. Neyse, konumuz sosyal medyanın faydası yada zararını ölçüp biçmek değil. Bu satırların yazarı olan kişi de sosyal medyadan asgari biçimde yararlanmaya çalışan birisidir.

Sayfama düşen bir paylaşımda “Selçuklu Torunları” diye bir gruptan bahsediyordu. İlgimi çekti, biraz bakayım dedim. Kimdir bu Selçuki yiğitler, dertleri nedir, kimdir, ne yer, ne içer, kimi sever, kimi döver diye… Bir başka paylaşımda da “Osmanlı Oğulları” vardı. Dur bakalım daha neler çıkacak diyerek araştırmalarım devam ettim. Karşıma bu sefer “Karaman Oğulları” çıktı. Ardından “Germiyan Oğulları”… İşte budur dedim. İşte budur! Sosyal medyada bir oğul furyası almış yürümüş. İnanın çok alındım bu hale. Kızdım kendime. Neden Kudret Oğulları yok diye!

Kim yada ne oldukları aslında hiç önemli değil bunların. Kendilerine göre sosyal medyada veya başka yerlerde öne çıkmaya çalışan birkaç heyecanlı genç olarak görüyorum ben bunları dememi beklemeyin! Kim olduklarından ziyade kime hizmet ettikleri önemli. Belki farkındalar, belki değil. Kime hizmet ettiklerinin bilincindeler mi bilmiyorum ama, kökü dışarıda yerlere hizmet ettikleri açık!

İnterneti faal olarak kullanan birisiyim. Attığım adımıma dikkat ederim. Çünkü vereceğim yanlış bir bilgi, yazacağım yanlış bir yorum birilerinin vebalini üstüme yükleyebilir!

Osmanlı, Selçuklu, Germiyan, Karaman, Gazneli, Oğuz Yabgu, Kırgız, Sülemiş, Alka Evli… Hepside Türk devletlerinin yada boylarının ismi. İçlerinde bir tane Farsi var mı? Ya bir tane Çinli? Veya Nemçeli? Hepsi de Türk boyu ve devleti. Bizim insanımız belki farkında, belki de değil ama bu şekilde kendilerine isim verip hava atacağım derken, bin yıldır birilerinin yapamadığı mikro milliyetçiliği yaparak Türk Milletinin ayrışmasına neden olduklarını bilmeleri gerekiyor.

Öncelikle millet neye denir, bodun, boy neye denir, sülale, aile neye denir bilmeden ortalık yerde arzı endam ederseniz, cehaletinize gülerler. Oğuş (aile), Uruk (sülale), Boy

( klan), Budun (Ulus, boylar birliği) ve en nihayetinde Millet (Bodun, ulus birliği) ve bunların oluşturduğu il yani devlet Türk Milletinin tabandan tavana yapısını anlatır. Eğer siz bunları bilmeden Osmanlıcılık, Selçukluculuk yapacağız derseniz kargalar bile güler!

Asıl dikkat edilmesi gereken sorun; birilerinin özellikle çıkardığı bu gibi uydurma akımların binlerce senedir millet birliğini sağlamış olan aziz milletimizin parçalanmasına yönelik çalışmalara verdiği üstü örtülü destektir ki, tehlikenin büyüğü buradadır.

İlk olarak 28 inci Amerikan başkanı Thomas Woodrow Wilson (1856-1924) tarafından ilan edilen meşhur Wilson Prensipleri güya milletlere (özellikle Osmanlı içindeki Gayrı Müslim unsurlara) self determinasyon hakkı verilmesini öngörmekteydi. İşin garip ve bir o kadar da acı tarafı şudur ki, Wilson Prensipleri olarak dünyaya deklare edilen bu on dört madde ne hikmetse Rusya, Fransa, Avusturya ile alakalı maddeler bu devletlerin toprak bütünlüklerinden bahsederken mesele Osmanlı yani Türkiye’ye gelince bir anda "İnsan Hakları Havarisi" kesilmekte, Osmanlı yani Türk ülkesinin parçalanması için harita çizmektedir. İşin garip ve acı olan tarafı şudur ki, millet olarak adı bile geçmeyenler yada bir milletin boyu durumundakiler bile ülkenin parçalanması için teşvik edilmektedir!

Wilson Prensipleri olarsak dünyaya ilan edilen ve gerçekte Amerika Birleşik Devletlerinin kurmak istediği "Yeni Dünya Düzeninin" bir ayağı olan bu doktrin Anadolu bozkırında yanan İstiklal ateşi ile tarihin karanlık koridorlarında tıpkı Sevrés Antlaşması gibi kaybolup gidecektir. Ama ne Amerika Birleşik Devletleri, nede büyük ağabeyi Britanya İmparatorluğu Türk Milleti üzerindeki emellerinden vazgeçmeyeceklerdir!

Truman Doktrini ve Marshall planları ile ülkemize yerleşen, güya yardım eden müttefik ABD Nixon ve Kissinger doktrinleri ile yeni bir dünya düzeni kurmak adına gerek orta doğuda ve gerekse dünyanın başka bölgelerinde aktif olarak faaliyete geçmiştir. Özellikle dış işleri bakanı Henry Alfred Kissinger Amerikanın dünya gücü olması için kendi adını taşıyan bir doktrin ortaya koymuştur ki bu doktrinin en can alıcı yeri "Bölgesel yada devletler içerisinde mikro milliyetçiliğin ön plana çıkartılmasına yardımcı olunarak ulusların kendi kaderini tayin haklarının olduğu bilincinin oluşturulması gerektiği" hususudur ki, bu sadece federal yada çok uluslu devletleri değil ulus-devlet esasına dayanan devletleri bile tehdit etmektedir. Bunun en bariz örneklerini adı bahar ama aslında cehennem ateşi olan Arap ülkelerindeki ayaklanmalarda gayet açık bir şekilde görülmüştür.

Saddam Hüseyin’i Kuveyt’i işgale gönderen güç ile, Irak’ı paramparça eden güç aynıydı. Libya’da Kaddafi’yi ortadan kaldıran güç, bu gün aynı ülkede iç savaşı destekleyen güçtür. Yemen’i kabileler boyutunda parçalayanlar acaba oradaki bir kaç kabile şefimidir? Tunus, Fas ve Cezayir’de ortaya çıkan aşiret savaşları acaba hangi düşüncenin mahsulüdür? Daha dün Cemal Abdül Nasır, Muammer Muhammad Abu Minyar el-Kaddafi, Hafız Esed, Saddam Hüseyin Abdülmecid El-Tikriti gibi Arap milliyetçisi liderlerin önderlik ettiği ülkeler bu gün parçalanmanın eşiğinde, hatta Libya ve Irak parçalanmış durumda. Neden mi? Onlarda birileri bir kabilenin, öbürleri öbür kabilenin derdine düşüp asli unsur olan millet kavramını unuttukları için! Bu gün Libya, Suriye, Yemen gibi ülkelerde meydana gelen bütün ayaklanmaları dikta rejimlerine karşı gelindi anlamında yorumlamak yanlıştır. Bu ayaklanmaların temelinde daha kolay yönetilebilir coğrafyalar ve uydu devletçikler yaratmaya çalışan “Büyük Patron” tarafından 95 yıl önce sahneye konulan oyun yatmaktadır.

Bu kanlı ve sıcak coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti adeta barış ve istikrar adası konumunda iken, özellikle birileri 2 inci paylaşım savaşından sonra bu adanın ortadan kaldırılması için yoğun bir çaba sarf etmişler, bunun için türlü senaryoları sahnelemekten geri durmamışlardır. Masum öğrenci hareketleri olarak başlayan üniversite olaylarının nasıl bir anda ülkeyi kaosa götürecek derecede anarşi ve terör havasına soktuğunu hatırlayın. Ülkeye ne zaman tam demokrasi geldi denildiği anda paletler altında ezilen hak, hukuk ve adalet kavramlarını hatırlayın. İnançları nedeniyle öldürülen insanlarımızı, yakılan aydınlarımızı hatırlayın. Ziverbey, Zihni Paşa köşklerinde neler yaşandığını hatırlayın. Elbette bunlar kendiliğinden ortaya çıkmış olaylar değildir.

Emperyalistlerin tek bir isteği vardır; daha çok kazanım, daha çok köle! Bunun için küçücük kıvılcımları söndürülemez yangına çevirmekten asla kaçınmazlar!

1994 Ruanda örneği hala karşımızda duruyor. Her ikisi de aynı kökten gelen Hutu ve Tutsi kabilelerinin arasında ortaya çıkartılan husumetin bilançosu çok ağır olmuştur. Birbirini boğazlayan aslında aynı köklere sahip ama sadece birisi iyi tarım yapar, öbürü iyi hayvan yetiştirir diye emperyalist Belçika tarafından aralarına ayrılık tohumları ekilen iki kabileden hayatını kaybeden insan sayısı 1 milyon 74 bin17 kişidir. Peki neydi bu insanların sorunu? Hangi ırki ayrılıklara gerekçeydi bunca insanın ölümü? Cevap çok basit; siz ne kadar aynı kökten gelirseniz gelin, hürriyetin kıymetini bilmiyorsanız, sizden korkanlar sizin için yeni düşmanlıklar bulmaktan geri kalmayacaktır! Öyle ki aynı soydan geldiğiniz insanları karşınıza düşman diyerek dikmekten çekinmeyecektir!

Mikro milliyetçilik çok tehlikelidir ve tıpkı pimi çekilmiş el bombasına benzer. Fazla oynadığınız taktirde elinizde patlar! Sırf ebedi önder Atatürk ve kurduğu Cumhuriyetten intikam almak gayesi ile birilerinin ekmeğine yağ sürerseniz, gün gelir başınıza PEŞTAMAL oğulları gelir ki; öz yurdunuzda garip, öz yurdunuzda parya olursunuz! Buna benzer uydurma oğul, uşak, torunlara şunu söylemek istiyorum; Selçuklu Devletini kuran boyun adı KINIK, Osmanlı Devletini kuran boyun adı da KAYI boyudur. Bir kez daha düşünmenizi salık veririm!

Son sözüm de şudur; siz kimin oğlu, evladı, torunu olursunuz bilemem ama biz adı Türk olan Oğuz Atanın soyundan, ebedi önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatları ve Türkiye Cumhuriyetinin bekçileriyiz!

Ne mutlu TÜRKÜM diyene!

ARAŞTIRMA DOSYASI : LİDER KİMDİR ??? VE BEDEVİNİN HİKAYESİ

İngiliz gazeteci, Sina dağında karşılaştığı bir Bedevi’ye sorar:

"Sence lider kimdir?.."

Bedevi;

"Bir tanım yapmak yerine, bir öykü ile sorunuza cevap verebilir miyim" der Gazeteci; "Elbette, anlat öykünü" diye yanıtlar.

Bedevi anlatır;

"Benim gibi bir Bedevi, devesinin üstünde ve kızgın güneşin altında, Sina Çölü’nde yol almaktadır. Birden ufuk çizgisi kararır, gökyüzünde nadiren tek tük görülen kuşlar, bu kez toplu halde, karanlığın aksi istikametine doğru, telaşla kanat çırpmaktadır. Çölün mutlak sessizliği, daha da yoğunlaşır sanki. Deneyimli Bedevi; bu alametlerin, şiddetli bir kum fırtınasının habercisi olduğunu hemen anlar.

Devesini çökertir, üstünden iner. Heybeden aldığı sağlam bir kazığı, kızgın kumlara çakar ve devesini sıkıca bu kazığa bağlar. Sonra yine heybelerden, katlanmış parçalar halinde çıkardığı küçük çadırını alelacele kurup, içine girer ve kapı örtüsünü her iliğinden düğümler.

Son düğümü henüz atmıştır ki; fırtına bulundukları bölgeye ulaşır. Küçük çadır havalanacakmış gibi sallanmakta, rügarın oluşturduğu kum sağnağı, neredeyse delip geçecek bir hızda, çadır yüzeyine çarpmaktadır. Her kum tanesinin, boyları küçük fakat verdikleri acı büyük oklar gibi bedenine saplandığı deve, dile gelir:

‘Efendi, canım çok acıyor. Hiç olmazsa başımı çadıra sokmama izin verir misin’ der. Dışarıda olmanın ne kadar zor olduğunu iyi bilen Bedevi, zavallı devenin bu dileğini kabul eder ve ‘Pekii, başını çadıra sokabilirsin’ diyerek, kapıyı bağlayan düğümleri boşaltır.

Durmak bir yana, fırtına giderek daha da gemi azıya almaktadır. Deve, sahibine tekrar yalvarır; ‘Efendi, derimin en ince olduğu yer boynumdur ve şu an çok acıyor. İzin ver, boynumu da çadıra sokayım.’ Biraz ikirciklenmeyle, bu isteğe de ‘Pekii’ der Bedevi.

Fırtına, sanki sonsuza dek sürecek gibidir. Deve bu kez, ilk ikisinden daha acıklı bir sesle yalvarır; ‘Efendi, ne olur, hörgücümü de çadıra sokmama izin ver…’ Bedevi bu son isteği de kerhen kabul eder. Ancak, hörgücün de içeri girmesiyle, küçücük çadırda, artık kımıldayacak yer kalmamıştır. Bu duruma, Bedevi’den önce, deve tepki gösterir; ‘Efendi, bu çadır ikimize dar geliyor. Sen dışarı çıkıp, başının çaresine baksan…’

‘Lider kimdir?’ demiştiniz; bu hikayeyi mesnet alarak cevap vereyim;

Lider; devenin başını dahi, çadıra sokmasına izin vermeyen insandır… "

Atatürk’ten sonraki lider İsmet İnönü; Köy Enstitüleri’ni kapatarak, cumhuriyet devrimlerinin kırsala uzanan kollarını kopardı.

Sonraki lider Menderes, dini politik bir enstrüman olarak kullanma geleneğini başlattı. Dini; hurafelerden, siyasi spekülasyonlardan arınmış bir şekilde halka öğretecek aydın din adamları yetiştirmek üzere kurulan İmam Hatip liselerinin misyonunu ters çevirdi.

Sonraki lider Demirel; Menderes’ten de baskın çıktı. Tarikatlar üzerinden siyasi ikbal aramaktan çekinmedi.

Arada gelen ve çoğumuz tarafından, Cumhuriyet devrimlerinin, laisizmin ve demokrasinin seçkin temsilcisi olarak gördüğümüz bir başka lider, Fethullah Gülen ile muhabbetli olmaktan sonuç bekledi.

Sonraki lider Sayın Özal; zaten muhibban-ı tarikat olduğunu, gizlemeye gerek bile duymadı.

Sonraki lider Erbakan döneminde, tarikat şeyhleri, başbakanlık protokülünün liste başındaydılar.

Modern Türk Kadını imajını güçlü bir rüzgar gibi arkasına ve oy portföyüne alıp, Başbakan olan Çiller, nabzını tarikatlara tutturdu.

Ecevit, Bahçeli, Yılmaz’lı hükümet, tarikatların ve dipten gelen dalganın sırtını sıvazlamaya devam etti.

Sonuc olarak;

Atatürk’ten sonra gelen bütün liderler; devenin çadıra girmesine izin verdiler. İzin vermenin ötesinde, teşvik ettiler.

Özetle;

Biz de Bedevi’nin öyküsünü mesnet alırsak; ortaya şu sonuçlar çıkıyor:

1). Türkiye; ’10 Kasım 1938’den beri, varlık nedeni olan Cumhuriyeti, gerçek anlamda savunan bir liderden yoksun olarak, 69 yıl geçirmiştir.

2) Bu dönemde gelen istisnasız tüm liderler, kendi siyasi pazarlamalarını, Cumhuriyete ve Cumhuriyet Devrimlerine ‘vurmak’ üstüne kurulmuş stratejilerle yapmışlardır.

3) Yaklaşık üç kuşağa tekabül eden bu zaman zarfında, Türkiye’nin milli eğitim politikası ‘teokratikleştirilmiştir’ ve ‘teokratikleştirilmekte’dir.

4) 29 Ekim 1923’te gerçekleştirilen ‘devrim’, bila fasıla tam 84 yıl süren bir ‘karşı devrim’ ile tasfiyenin son aşamasına gelmiştir.

Son söz: "Başını rica ile çadıra sokan deve, artık sahibini dışarı davet etmektedir…"

‘Deve’ deyip geçmeyin; kini çok derindir. Sizi çadırın dışına atacak kadar…

Fikri Nazif AYYILDIZ

ARAŞTIRMA DOSYASI : FAŞİZM NEDİR ??? DÜNYADA FAŞİZM (KAPSAMLI BİR ANALİZ)

GİRİŞ

Faşizm, Birinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, Orta, Güney ve Doğu Avrupa’da siyasal sistemlere egemen olan, İkinci Dünya Savaşı’na neden olmuş ve 1944’te büyük bir yenilgiye uğramış yönelişin, kitle hareketinin adıdır. Bu tanım gereğince faşizmin etkisi kalmayan, sadece tarihsel önemi olan bir ideoloji olarak görülmesi gerekir. Ancak faşizm geçmişte kalan ve bugün sadece tarih sayfalarında karşılaştığımız bir ideoloji değildir. Her ne kadar bugün faşizmi adı konmuş bir rejim olarak açıkça uygulayan devletler olmasa da, faşist ruha sahip iktidarlar, siyasi gruplar ve partiler hala dünyanın birçok ülkesinde isim ve taktik değiştirerek etkin durumdadır ve insanlara benzer bir zulmü yaşatmaktadır.Gelecek yıllardafaşizmin daha da gelişmesine yol açacak sebeplerin oluşumu da söz konusudur. Bu nedenle faşizm hala dünya için bir tehlike teşkil etmektedir.

“Faşist “ sözcüğü bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelen Latince“fascis”sözcüğünden türetilmiştir [1]. Bu, Eski Roma’da birlikten güç doğduğunu gösteren bir semboldü. İtalya’da 1922-1944yılları arasında yönetimdeki Faşist Parti de bu sembolü amblem olarak kullanmıştı.

Bütün faşist hareketlerin ortak özelliği olarak ulus, ırk yada devlet gibi bütünsel kavramlara verilen aşırı önem, bu kavramın bütün tarih ve yaşamın merkezi ve düzenleyici gücü olarak görülüşü ve sarsılmaz bir birlik oluşmasını sağlayabileceği umuduyla bütün halkın çevresinde ve ardında toplanacağı bir önderin tartışılmaz otoritesi görülebilir [2]. Faşist yönetimlerde tüm halkın çıkarlarını gözettiğini savunan tek bir parti vardır fakat aslında sadece büyük işverenlerin ve toprak sahiplerininçıkarlarıyla ilgilenir.

Uzun yıllar Roma Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Prof. Gaetano Mosca “Siyasi Doktrinler Tarihi” adlı kitabında faşizmi şöyle tarif eder:

“Faşizme göre insanların hakları devletin onlara verdiklerinden ibarettir. Totaliter doktrininin özeti budur. Partinin kişileştirdiği devletbütün milletin ve onun her bir mensubunun hayatının tümünüyönetir. Onun ne maddi, ne de manevi hiçbir şansı yoktur. Vatandaşların malı da canı da onundur. Hiçbir hakka saygı göstermez. Hiçbir düşünce ve söz hürriyetini hoş görmez. Muhaifler hain ya da cani sayılır.”[3] Zira faşizmde kişiler devlet yararına çalışırlar ve idarede kişilerin temel hak ve özelliklerinden bahsedilmez. Prof. Dr. İlhan Akında Temel Hak ve Özgürlükler adlı eserinde kişisel özgürlüklerin devlete karşı ileri sürülebilecek haklar olmadığından, sadece devletin onlara verdiği imtiyazlar halini aldığından bahseder.

FAŞİZMİN FELSEFE AÇISINDAN TEMELİ

Faşizm temelde, 18. ve 19. yüzyılların, Amerikan ve Fransız devrimlerinin, bireyin özgürlüğü, insanların ve ırkların eşitliği olarak özetlenebilecek olan ve giderek sosyalist ideallerde, halk hareketleri, işçi sınıfı savaşımı ve sosyalist gelişim ve devrimlerde yansıyan “Ruhu”na üretmiş olan felsefe yöneliş ve akımlarını reddetmektedir [4]. Faşizm, bireyler biraraya gelerek bir “toplum” oluşturduklarında, bu topluluğun kendisini oluşturan bireylerin sayısal toplamından daha büyük ve değişik bir nitelik kazandığı gerçeğine dayanarak, “toplumun” soyut bir mutlak varlık olduğu düşüncesinden gelişmektedir. Soydan geçen bir kral yerine, toplumun istemi sonucu, bir tür göstermelik “demokrasi” ile gücü elinde tutan önderin varlığı söz konusudur. Faşizmin iddiası, eski kent devletlerinin, en başta da eski Sparta’nınruhunu canlandırmaktır. Böyle bir idarede bireyler, çoğunluğun lider olarak seçtiği kişinin ardından itaat ve disiplinle yürüyeceklerdir. Sorgusuz itaat ve etkin savaşçılıktan oluşan bu yaklaşım aynı zamanda hristiyanlığın “Barış” mesajına da karşıdır.

Başlangıçta bir programı olmayan faşizmin tek yöntemi, iktidara şiddet ve zorla ulaşmak, onu aynı yolla elde tutmaktı. Egemen olan eğilim, savaş,dövüş, acımasızlık ve askeri disiplini yüceltiyor, her türlü ahlak değerini zayıflık olarak nitelendiriyordu. Böylece faşizm, birey hak ve özgürlüklerini yok sayarak, yetki ve sınıf eşitsizliğini savunan ve “totaliter” sıfatını kazanan bir ideolojiye dönüşmüştür. Totaliter ve otoriter ideolojiler Roma Katolik Kilisesi ve Grek Ortodoks Kilisesi’nin doktrinleridir. Faşizmin bu inançların yaygın olduğu halklar arasında yayılmış olmasında bu inançların düşünmeden itaat alışkanlığını yerleştirmiş olması etken olabilir.

İktidar kavramı tüm siyasal sistemlerde temel amaç olmuştur. Floransalı Niccolo Machiavelli(1469-1527 )saf iktidarı amaç edinmiş ilk ve tek yazardır. Yöneticinin sahip olması gereken erdeme, hristiyanlık öncesi eski çağların insanlarının sahip olduğunu düşünüyordu. Yaşadığı dönemin olumsuzlukları nedeniyle tüm umudunu iktidarı acımasızca ama dürüstçe uygulayacak birine bağlamıştı. Ona göre iktidar devleti meşru kılardı ve iktidar sahibi, halkı yönlendirebilen ve orduyu kendi amaçları doğrultusunda yönetebilen kişi, gerçek“raison d’etat” idi.

16. yüzyıl Fransa’sında Jean Bodin etkili yönetim için egemen ama sınırsız olmayan bir devletin önemini vurguluyordu. 17. yüzyıl İngiltere’sinde ise Thomas Hobbes, egemen iktidarın Tanrı’ya karşı sorumlu olması gerektiğini ileri sürüyordu. Bodin ve Hobbes için devlet, merkesdeki otoriteyi dinsel ve sivil tartışmaların üzerine çıkarabilecek akılcı bir düzen olmalıydı. Fakat devlet şu halde bile hala saygın bir varlık değildi.

Devlet bu niteliği ancak Fransız Devrimi sonrası, Johann Gottlieb Fichte ve Georg W, Friedrich Hegel’in katkılarıylakazanabilmiştir. Fichte, otoriter ve ekonomik olarak kendine yeten ütopik“Kapalı Devlet” i önermişti. Hegel için ise devlet, mutlak iktidar sahibi, ödün vermeksizin kendi çıkarları doğrultusunda ilerleyecek bir yapıydı.

19.yüzyılın sonlarına doğru liberalizm ve bireyciliğe karşı Fransa’da ortaya çıkan hareketin önderi Charles Maurras’dı. Kiliseye olan hayranlığının nedeni hiyerarşik düzen ve disiplin olan Maurras’a göre siyasal yaşamın ölçütü Fransa olmalıydı ve Fransa için harekete geçilmeliydi.

20. yüzyılın başlarında etkin olan Friedrich Nietzsche, faşizmin öncüsü sayılmaz. Bilakis kendisi Alman Milliyetçiliğini ve devlet otoritesini reddediyordu. Bireyciydi, sorgusuz itaatçiler ve takipçilerle savaş halindeydi. Büyük kişiliklere ve onların özel hakları olduğuna inanıyordu.

Oswald Spengler de Nietzsche gibi Batı Uygarlığı’nın çöktüğü görüşüne katılıyor, hristiyanlık ve demokrasiyi onun gibi yeriyor, aristokratik bir seçkinler kadrosu gereksinimini onun gibi belirtiyordu [5].

Bunların yanısıraFransız sosyalist Georges Sorel, kamu hukuk hocası LudwigGumplowicz veVilfredo Paretovb kişilerin de devlet ve iktidar kavramları hakkında faşizmin temeline etki edecek görüşleri mevcuttur.

Faşizm İtalya’da ortaya çıkmıştır ve bu ülkenin geçmişinde,kargaşalarında, insanlarının bu süreçteki eğilimlerinde yükselmiştir. Bu nedenle de İtalya ve İtalyanların geçmişine göz atmakta fayda vardır.

İTALYA VE İTALYANLARIN TARİHSEL SÜRECİ

İtalya tarih boyunca insanlığın yayılmasında ve gelişmesinde etkin roller oynamıştır. Ayrıca kendisi gibi Avrupa’nın Akdeniz’e uzanan diğer yarımadası olan Yunan topraklarıyla da karşılıklı etkileşim içinde kalmışlardır.

Roma’dan önceki İtalya’da Etrüksler ve İtaller başta olmak üzere, Apuller, Ligurlar, Venetler, Umbro-sabeller, Vestinlervb halklar bulunmaktaydı. Roma devletinin oluşumu ile beraber bu halklar birleşmeye başladılar sonunda Roma Latinlerini oluşturdular. İlk Latin yerleşim birimleri, Alba Longa, Tusculum, Lavinium gibi kentlerdi. Bu halk komşuları Etrüskler ve Umbrilerden farklılardı fakat Latin halkın bölgeye ve yarımadaya egemenliğinin nedeni aslında Etrüsk etkisiydi.

İtalya halkı Roma İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra Batı Roma olarak varlığı bir süre daha devam ettirmiş fakat barbar akınlarının da etkisiyle Roma dönemi kapanmış ve 448 de İtalya Ostragotlar tarafından istila edilmiştir. Bundan sonra İtalya topraklarına çeşitli halklar karışmaya başladı. 568 de başlayan Lombard egemenliği zayıflamaya başladığında, Karl Şarlman’nınRoma’da tacı giymesiyle İtalya’nın ayrı bir kralı olmuş oluyordu ve Lombard Krallığı Frank devletine bağlanıyordu.

Entrika dolu, feodal bir parçalanmış düzen yüzyıllarca sürüp gitti. Bu süreçte Venedik ve Floransa gibi kentler özgün sınıfsal yapılar oluşturmuş, 11. yüzyıl başında Norman istilası yaşanmış ve aynıdönemde Sicilya ve Sardinya’nın ise araplarca işgal edilmişti. 14. yüzyılda İtalyan Krallığı Venedik ve Floransa cumhuriyetleriyle Savoy, Milano, Siena ve Modena dükalıklarıyla Cenevizler arasında parçalanmış, İtalya’nın orta bölgesini Papalık ele geçirmişti. 16. ve 17. yüzyıllarda Avusturya ve İspanya Habsburg ile Fransız Bourbon hanedanının İtalya’ya egemen olduğu görülür. Fransız Devrimi’nden sonradevrimci Fransız ordularının İtalya’ya girmeleriyle bu işgaller İtalya’nın önemli bir sorunu halini almıştır.

1870 de son papalık egemenliğinin düşüşü ile birlikte İtalya birleşmiştir. Son birleşme günü 10 eylül 1870 olan İtalya ‘da bundan sonra politik ve ekonomik kargaşalardurmadan Birinci Dünya Savaşı’na kadar gelmiştir.

FAŞİZME SEBEP OLAN ORTAM; BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÜNYA

Özellikle İtalya, Almanya ve Japonya’da belirgin olansıkıntının kaynağı, savaş öncesi büyük sömürgelere sahip ve endüstrileşme yolundaki ülkelerin, Avrupa’da hammadde pazarını da ellerinde tutmak için sergiledikleri politikalardı. Aralarında Rusya, Polonya, Avusturya-Macaristan’nın da bulunduğu bu ülkeler, savaşa statülerini eşitleyebilmek ve büyük topraklar kazanmak gibi umutlarla girmişlerdi fakat sonuç umdukları gibi olmadı.

Almanya’nın feodal tarım sektörü ile yarı feodal siyasal yapısı alınan yenilgide etkin rol oynamıştı. Savaş sonrası güçlü bir duygusal milliyetçiliğin ortaya çıktığı Almanya’da, Bolşevik korkusu da geleneksel yapının korunması için bir destekti.

Savaşın galipleri arasındaki İtalya’da beklenen kazanımların olmaması ve her alandaki temelsizliklerin ortaya çıkışı ile liberal yapılanmaya olan güvensizliği arttırmıştı. Huzursuzluktan rahatsız olan toprak sahipleri, üst sınıflar ve kilise, reformlar düşünmek yerine, alt sınıfları, savaştan dönenleri ve işsizleri Bolşevik tehlikesine karşı sürükleyebilecek bir lider arıyorlardı. Bu nedenle faşizm, İtalya’nın çağdaş ve ileri bir düzeye gelmesini engelleyecek şekilde ortaya atıldı.

Japonya’da ortaya çıkan faşist hareketin temelinde de, Çin üzerine bir himaye kurabilme hayali yatıyordu. Böylece her üç ülkede de faşizmin ortaya çıkışı için gerekli olan duygusal zemin oluşmuş oluyordu.

Faşizme yol açan diğer bir etken, kitlelerin cehaletidir. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte eğitimde de büyük bir gerileme yaşanmış, pek çok eğitimli genç insan savaş alanlarında ölmüştür. Bu, toplumun genel kültür düzeyini düşürmüştür. İşte genelde faşizme destek verenler, onun adına mücadele edenler ve onun saldırgan politikalarına alet olanlar bu cahil insanlardır. Çünkü faşizmin temel fikri dayanakları olan yani ırkçılık, romantik milliyetçilik, şovenizm, hayalperestlik vs. ancak cahil insanlar tarafından geniş çapta kabul görebilecekbasit söylemlere dayanır. Kendilerini her yönden çıkmazda gören bu kitleler, basit bir çözüm olarak faşist liderlere sarılmışlardır. Faşizm öncesi koşulları incelediğimizde, gerçekten de halkların bu psikolojiye sahip olduğunu kavrayabiliriz.

FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKIŞINI KOLAYLAŞTIRAN KOŞULLAR

1.Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin uyguladıkları yanlış politikalar olmasa belki de Almanya’da ki iktidar daha farklı boyutlarda olurdu. Zaten Almanya’da faşizm, Alman Birliği’nin kuruluşunda, Prusya Devleti’nde önemli rol oynamış ve Alman orta sınıfları, aydınları ve askeri aristokrasi birbirleriyle sıkı bağlar kurmuştu. Bu bağlar endüstri toplumunun gereklerini karşılamasa da bazı sosyal çözümler getirebiliyordu.

İtalya, İspanya, Portekiz, Romanya, Yunanistan gibi ülkelerde varolan tarıma dayalı ekonomiler ile geri endüstri üretimi, endüstri teknolojisine çok uzaktı ve bu durum da faşizm için uygun ortam yaratıyordu. Bu ülkelerden en iyi durumda olan İtalya’da bile gelir düzeyi ve yaşam standardı oldukça düşüktü.

Faşizm bu bağlamda ekonomik bakımdan geri olan ülkelerde ekonominin modernizasyonu için bireycilik karşıtlığı ve otoriterciliğin kullanılması çabası olarak da görülebilirdi [6].

Faşizmin gelişimi için öncelikle doğum yeri olan İtalya ve bu akımın yaratıcısı Benito Mussolini’ye bakmak faydalı olacaktır.

BENİTO MUSSOLINI VE İTALYA’DA FAŞİZM

İtalya’nın savaşa katılma kararı, ülkenin çoğunluğunun ve parlamentonun istememesine karşın, Salandra- Sonnino hükümetinin isteği ve hükümdar onayı ile alınmıştır. Almanya Fransa’ya savaş açar açmaz, Roma hükümeti yansızlığını ilan etti. İtalya bir yıl süreyle taraflardan birinde yada öbüründe yer almasını sağlamak isteyen İtilaf devletleri ile İttifak devletlerinin diplomasi savaşının dama taşı oldu [7] .

İtalya, Birinci Dünya Savaşı’na büyük ümitlerle katılmıştı. 1915 Londra ve 1917 St. Jean de Maurienne Antlaşmaları, Adriyatik ve Doğu Akdeniz’de İtalya’ya geniş ufuklar açmıştı. Müttefiklerinin zaferi, ümitleri daha da kuvvetlendirmişti. Fakat Paris Barış Konferansı’nın ilk günlerinden itibaren İtalya hayal kırıklıklarını, zaferin meyvası olarak toplamak zorunda kaldı [8].İtalya, savaşın sonunda galip devletler arasındaydı fakat verdiği kayıplar İtalya ve halkını düş kırıklığına uğratmıştı. Alınan zaferin memnun etmemişti. Bu öfke ve ortaya çıkan istikrarsızlık ortamı faşizmin ve Benito Mussolini’nin ortaya çıkışını sağladı.

Mussolini, kişiliği çelişkilerle dolu bir insandı. “Korkak” olarak tanımlanan Mussolini’nin kararsız ve tutarsız bir yapısı vardı. Zaman ve olaylara göre değişme gösteren lider, ideolojisini de bu anlamda etkilemiştir.

Savaş ve doğurduğu sonuçlar, birliği tamamlayamamış İtalya’yı oldukça sarsmıştı. Büyüyen borçlar, savaş giderleri, artan vergiler ve kaybedilen pazarlar İtalya’nın kayıplarıydı. [9]. Birçok fikir akımı ortaya çıkmıştı. İtalya’nın liberal demokrasisinin yanında şimdi, sendikalizm, sosyalizm, komünizm gibi akımlar ortada görünüyordu. Bu akımların etkisi altında, işçiler de kaynaşmaya başlamıştı. Benito Mussolini’nin örgütlediği "fascio" adlı çeteler, işçi hareketlerini bastırmak, toplumdaki patlamaları terörle sindirmek için harekete geçtiler. Bu çetelerin bir araya gelmesiyle, 1921’de Ulusal Faşist Partisi kuruldu. Faşistler, toplumda düzeni ve Büyük Roma Imparatorluğu’nun görkemli günlerine yeniden dönüşü sağlayacak bir güç olarak kendilerini kabul ettirmeye çalıştılar.

İç politikada istikrar kalmamıştı. 1919-1922 arasında iki defa seçim yapılmış ve dört hükümet değişmişti. Hükümetlerin otoritesi kalmamıştı. Bu durum Benito Mussolini liderliğindeki Faşist Partisi’nin (Partito Nazionale Fascista) işine yaradı. 1919 Kasım seçimlerinde milletvekiliseçtiremeyen faşistler, 1921 seçimlerinde parlamentoya 35 milletvekili soktular. İtalya halkı, memleketin anarşik durumunda faşizmin disiplin ruhuna sarıldı. Solcu akımın da gittikçe kuvvetlenmesi, monarşi ile Vatikan’ı endişendiriyordu. 1922’de işçilerin genel grevle ekonomiyi felce uğratmaları ve durumun karışması üzerine Faşist Partisi’nin “Kara Gömlekliler”i Napoli’den Roma’ya bir yürüyüş yaparak hükümet darbesine hazırlanınca, Kral hükümeti Faşist Partisi’ne verdi. 30 Ekim 1922 de Mussolini başkanlığa getirildi. Bu, İtalya tarihinde Mussolini ve Faşist diktatörlüğünün başlangıcıdır. Bu diktatörlük 1943’e kadar devam edecektir. Mussolini, seçim yasasını değiştirerek, 1924 yılında seçime gitti. Partisi ancak % 30 dolayında oy toplayabildiği halde, yeni seçim yasası sayesinde, milletvekillerinin üçte ikisinden fazlasını kazandı. O çoğunluğun kararıyla, 1925 yılında tüm partileri kapattı ve yasama yetkisini de kendi elinde topladı.

Mussolini’nin, 1926 yılında, iktidarını sağlamlaştırır sağlamlaştırmaz, kendisinin iktidara gelmesinde büyük rol oynayan "fascio" adlı çeteleri ortadan kaldırmak istedi. Çünkü bu çetelerin üyeleri, çoğunlukla toplumun yoksul kesimlerinden gelen, işsiz kişilerdi. Varlıklı sınıflar için bir huzursuzluk kaynağıydılar. Üyelerin en etkinleri öldürüldü, bir kısmı da hapsedildi. Toplumsal yaşam giderek devletin mutlak denetimi altına girdi.Mussolini,"Kurduğumuz rejim kusursuz olduğu için, muhalefete gerek yoktur” diyordu [10].

Faşizmi iktidara getiren sadece iç faktörler değildi. İtalyan milletinin milletlerarası planda karşı karşıya bırakıldığı hayal kırıklığı ve tatminsizlik, Faşizmin milliyetçi politika ve propagandasına kuvvetli bir destek oldu.

Mussolini, Akdeniz’de eski Roma İmparatorluğu’nu yaratmak istiyordu.İtalya’nın 1281’den beri gerçekleştirmek istediği sömügecilik emelleri, "Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşu" adı ile Mussolini’nin elinde bir milli ideal haline getirildi.
Mussolini, Akdeniz’e "bizim deniz" (mare nostrum) diyordu. Başbakan olduktan birkaç ay sonra 1923 Şubatı’nda İtalyan Senatosu’nda verdiği bir söylevde şöyle diyordu: "Şunu söylemek cesaretine sahip olmamız gerekir ki, İtalya bir tek denizde ebediyen kapanıp kalamaz, bu deniz Adriyatik olsa bile. Adriyatik’ten başka Akdeniz vardır.”[11]

Faşist dış politikanın bütün Doğu Akdeniz milletleri için rahatsızlık ve huzursuzluk doğurmuştur. Bu huzursuzluğu ilk duyan da Adriyatik bölgesi ile Yugoslavya’dır. Mussolini de iktidara geçer geçmez bu meseleyi ele aldı ve Yugoslavya üzerinde baskıda bulunarak Ocak 1924’te bu devletle yaptığı bir anlaşma ile Fiume’nin İtalya’ya katılmasını sağladı. İtalyaikinci olarak Yunanistan’a yöneldi. Yunanistan-Arnavutluk sınırını düzenlemek için kurulmuş bulunan milletlerarası komisyondaki İtalya temsilcisinin Yanya’da 1923 Ağustosunda öldürülmesi üzerine, İtalyan donanması Corfu Adası’nı bombardıman edip, arkasından adayı işgal etti. İstenilen tazminat ise Milletler Cemiyeti’nin devreye girmesiyle kazanıldı.

Faşist İtalya’nın, Yugoslavya ile Yunanistan’ı korkutan daha önemli faaliyeti ise, İtalya’nın Arnavutluk üzerinde günden güne artan nüfuzu oldu. Doğrusu Mussolini, Arnavutluk konusunda, eski İtalyan hükümetlerinden çok daha başarılı oldu. 1924 yılı sonunda, eski başbakanlardan Ahmet Zogo’nun Arnavutluk’ta iktidarı ele geçirmesi ve 1925 Ocak ayında da cumhuriyet ilan etmesi, İtalya’nın işini çok kolaylaştırdı. Zogo, kendi diktatörlüğünü korumak için İtalya’ya dayandı. 27 Kasım 1926 da İtalya ile Arnavutluk arasında bir Dostluk ve Güvenlik Paktı imzalandı. Bu anlaşma, Yugoslavya tarafından tepki ile karşılandı. Yugoslavya, bu pakta 1927 Kasımı’nda Fransa ile imzaladığı bir Dostluk ve İttifak Antlaşması ile cevap verdi.Yugoslavya, antlaşmayı İtalya ile bir savaş hali için imzaladığını açıklamaktan çekinmedi. Bunun üzerine İtalya 22 Kasım 1927 de Arnavutluk ile İkinci Tirana Antlaşması’nı imzaladı. 25 yıl için imzalanmış olan bu savunma ittifakı antlaşması ile Arnavutluk tamamen İtalya’nın kontrol ve himayesi altına girmiştir.
İtalya’nın Arnavutluk vasıtasiyle Balkanlara kol atması Yunanistan için de bir endişe kaynağı olmuştur. Öte yandan, Mussolini’nin Doğu Akdeniz ve Anadoluyu da yayılma alanları arasında saymaktan çekinmemesi, Türk-İtalyan ilişkilerine de soğukluğun egemen olmasına sebep olmuştur.

1934 Balkan Paktı da, İtalyan tehdidinin bir diğer göstergesiydi . Faşist İtalya’nın İngiltere ile münasebetleri, 1935’e kadar iyi bir çerçeve içindeydi. Fransa’nın savaş sonrası Avrupası’nda dengeyi kendi tarafına çekmesi ve bir üstünlük sağlaması İngiltere’yi, İtalya’da bir denge unsuru aramaya götürmüştür.

İtalya’nın bir deniz kuvveti olarak Akdeniz’de sivrilmesi Fransa’nın hiç hoşuna gitmemiştir. Özellikle İtalya’nın barış antlaşmalarının kurduğu düzene karşı cephe alması (revizyonizm) bu hoşnutsuzluğun temel sebeplerinden biridir. Bunun içindir ki İtalya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan gibi revizyonist devletlerle daima yakın münasebetler kurmaya çalışmıştır. Fransa ile İtalya arasındaki sürtüşme ve rekabet ise, İtalya’nın Almanya’da Fransa’ya karşı bir denge unsuru görmesini sağlamıştır.

İtalyan faşizmi, bu ülkenin ikinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmasıyla yıkıldı. 1943 yılında Mussolini öldürüldü ve ayağından asılarak halka gösterildi.

AVRUPA’DA FAŞİZM

VERSAILLES ANDLAŞMASI’NIN SONUÇLARI

Versailles Andlaşması’nın tek amacı sadece savaşa son vermek değil, Avrupa ve Dünya’ya yeni bir şekil vermek ve ülkeler ile iktidarlar dengesi kurmak, ayrıca oluşan Bolşevizme karşı önlem almaktı.

Andlaşmada savaş suçlusu olarak görülen ülkelerin yüksak tazminatlar ödemeleri öngörülüyordu. Öne sürülen bu sistem, Alman Komünist Partisi ile Bulgar Komünist Partisi’nin yenilgilerine sebep oldu. Dawes planı ile savaş tazminatları sorununa çözüm aranırken, bu plan Almanya’da milliyetçi muhalefetin artmasına sebep olmuştu. Buna karşılık borçların galipler arasında bölüşülmesi sorunu da devam ediyordu. Ayrıca Locarno Andlaşması ile Almanya’nın Fransa, Belçika ve İtalya ile olan sınırları güvence altın alınmıştı. Bu andlaşma ile Milletler Cemiyeti kapısı da Almanya’ya açılmıştı.

İspanya’da savaş sonrası anarşist hareketler başlamış, alınan ağır yenilgiler neticesinde yönetici sınıfı ve kralın etkisi azalmıştı. İspanya, Polonya, Yugoslavya ve Portekiz’de doğan dikta rejimleri yasama haklarını yürütmenin lehine olarak kısıtladılar. Hepsi bir ölçüye kadar liberal dünya görüşünün temsilcisi olan Versailles sistemi için yabancı cisimler gibiydiler [12]. Bu rejimlerin ortak özelliği hepsinin az gelişmiş ülkelerde olmasıydı.

ALMANYA’DA FAŞİZM

1.Dünya Savaşı’ndan sonraAlmanya da diğer yenik devletler gibi büyük sorunlarla karşı karşıya kalmıştı. 1920-1930 yılları arasında enflasyon, işsizlik, ödenen büyük savaş tazminatları ekonomiyi ve toplumsal yaşamı etkilemişti. 1930 Büyük Dünya Bunalımı da işsizliği bir hayli arttırmıştı. Bunalımlardan yararlanan Naziler, Alman ırkının üstün bir ırk olduğunu ve yeniden güçlü bir Almanya yaratacaklarını söyleyerek umutsuz kitlelere bir ışık olarak göründüler. Adolf Hitler’in başında bulunduğu Nasyonal Sosyalist ( NAZİ ) Parti çeşitli siyasal manevralar ve zorba yöntemler de kullanarak yönetimi ele geçirdi [13].

Almanya’da Nazizm’in yerleşmesinde de sosyal, politik ve ekonomik bunalımlar başrolü oynadı. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’da, yenilginin getirdiği hayal kırıklığına işsizlik ve mali kriz de eklendi. Enflasyondünyatarihindeeşineaz rastlananbir rakama fırladı. Küçük çocuklar, milyonlarca Marklık destelerle oyun oynuyorlardı, çünkü değeri her saat düşen para işe yaramaz bir kağıt haline geliyordu. Almanlar kırılan onurlarını tamir etmek ve tekrar normal standartta bir hayat sürmek istiyorlardı. Nazizm bu vaatle ortaya çıkacak ve destek toplayacaktı.

1918’de savaştan yenik ayrılan Almanya’da imparatorun tahtan ayrılmasıyla, Almanların alışkın olmadıkları, demokratik bir sistem, cumhuriyet kuruldu. Yapılan seçimler sonrası farklı siyasal partiler parlamentoya girdiler. Bu sırada yaşanan ekonomik ve sosyal olumsuzluklar yanında bir de savaştan yenik ayrılmanın ezikliği vardı. Naziler tüm bunlara sebep olarak demokratik kurumlar, siyaset adamlarını ve Yahudileri gösteriyorlardı.

Eski bir asker olan Adolf Hitler, 1921 de Nazi Partisi’nin ( Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ) önderi oldu. Bu parti aslında sosyalizme karşıydı ve yalnızca “Büyük Almanya” ülküsüne bağlıydı. Üyeler askeri üniforma giyerler ve Hitler’in askerleri gibi davranırlardı. Hitler’in 1921 de kurduğu ve 1925’te yeniden örgütlediği Fırtına Bölüğü ( Sturmabteilung-SA ) olarak adlandırılan çeteler kendilerinden olmayan herkesi sindirmek için zor kullandılar [14].

Hitler önderliğindeki Nazilerin Bavyera’yı ele geçirmek için olan ayaklanmaları başarısız oldu ve Hitler bir yıl hapiste kaldı. Bu sürede Nazilerin kutsal kitapları olarak benimsedikleri Kavgam adlı kitabını yazdı. Kitabında demokrasiyi küçümseyen Hitler, Alman ırkının üstünlüğü vurguluyor, Yahudi düşmanlığını pekiştiriyordu.

Gelişen ve durumu gittikçe düzelen Almanya’da Nazi düşünceleri etkisini kaybediyordu. Fakat 1929-1932 deki ekonomik bunalım sonucu büyüyen işsizlik Nazilerincanlanmasına neden oldu. Nazi partisi ilk büyük başarısını da 1930 seçimlerinde kazandı ama iktidarları için yeterli oyu toplayamamışlardı. Sonunda Nazi partisi parlamentonun önemli partilerinden biri haline geldi. Tabi bunu yaparken Naziler aynen İtalyan Faşist Partisi’nin yaptığı gibi yasa dışı yolları kullandılar. 30 Ocak 1933 günü Hitler şansölyeliğe (başbakanlığa) atandı. AtayanCumhurbaşkanı Hindenburg’du. Çünkü Nasyonal Sosyalist hareket tehlikeli bir biçimde kuvvetini artırıyordu. Bu durumun farkında olan Hindenburg bir iç savaşa yol açmamak için bu atamayı yaptı. Hitler, Mart ayında yeni bir seçime gitti. Bu seçimde Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvurdular. Böylece hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler’in eline geçmiş oldu. Ancak kısa bir süre sonra Hitler’in yetkileri daha da artacaktı. Nitekim 1934’deHindenburg’unölümü üzerine, Cumhurbaşkanlığı ve şansölyelik makamları birleştirildi. Ve her ikisini de Hitler üzerine aldı. Hitler, Mussolini’nin izlediği siyaseti takip ediyordu. Güç kullanmasının yanı sıra her türlü antidemokratik yönteme de başvurabiliyordu. Devlet bir polis devletine dönüştürüldü. SS ler ve Gestapo(Devlet Gizli Polisi)devlet terörü uygulayarak Almanya ve işgal edilen topraklarda kendilerine karşı çıkanları öldürdüler, işkence ettiler yada toplama kamplarına gönderdiler. Bunun yanında bütün muhalefet partileri kapatıldı, sendikalar yasa dışı ilan edildi, kişi özgürlükleri ise tamamıyla ortadan kaldırıldı. Üniversite hocalarının dahi Hitler’e bağlılık yemini etmesigerekiyordu. Nazi baskısı hayatın her alanında kendini hissettiriyordu.

Hitler dış politikada, üstünolarak nitelediği Alman ırkını bir araya toplamak ve bu ırkın rahatça yaşamasını sağlayacak “yaşam alanı”nı elde etmek amacıyla önce Avusturya’yı (1938 ) ardından Çekoslovakya’yı (1939)Alman topraklarına kattı [15]. Polonya’yı 1939’da işgal ederek Naziler 2. Dünya Savaşı’na yol açmış oldular.

İSPANYA’DA FAŞİZM

İspanya’daki faşizm öncesi zemin de diğerleriyle büyük benzerlikler gösteriyordu. 19. yüzyılın başlarında İspanya’nın, Amerika’nın her iki yakasındaki sömürgelerini kaybetmesi ülkede büyük bir moral bozukluğuna yol açmıştı. 20. yüzyılın başlarında ise İspanya yarı çökmüş bir devlet konumundaydı. Ekonomisi bitip tükenmişti, soylulara tanınan ayrıcalıklar ülkede büyük haksızlıklara yol açıyordu. İspanyol halkı da geçmişteki büyük ve güçlü İspanya’ya büyük özlem duyuyordu.

1931’de krallık yönetiminin sona ermesinin ardından, anarşistlerin de ilk olarak katıldıkları 1936 seçimleri birleşik sol partilere parlamentoda büyük bir çoğunluk sağladı. Bu durumda sağ direnmeye başladı. Kilise, büyük toprak sahipleri ve tüccarlar çıkarlarının ve ayrıcalıklarının tehlikeye düştüğünü görerek cumhuriyeti yıkmak için harekete geçerken, sağcı partiler Milliyetçi Cephe’de birleşti ve silahlı, faşist bir örgüt olan Falanj’ı destekledi. Aşırı şiddet hareketleri ülkeyi sarmıştı ve artık liberallerin sağa kayması ve faşist grupların hareketinin bir kitle hareketine dönüşmesi beklenirken, iç savaş başladı. Böylece laik İspanya ile katolik İspanya savaşmaya başlamış, sosyalist devrim beklentisi yok olmuştu. Milliyetçilerce devlet başkanı başkomutan seçilen Francisco Franco, tüm askeri, dinci ve tutucu siyasal güçleri çevresinde topladı. İç savaş sırasında Nazi Almanya’sından ve faşist İtalya’dan büyük destek gördü. [16]

Falanj’ı diğer faşist hareketlerden ayıran önemli yönü, İtalyan faşistlerinin ancak on yıl önce temsil ettikleri devrimci programı 30’lu yıllarda savunmakta oluşudur. [17] Ayrıcahiçbir faşist hareketin eline geçmemiş olan olanak; orduya egemen olma şansı Falanj’a verilmişti.

Franco açıkça Alman ve İtalyanlarca desteklenirken, Milletler Cemiyeti’nin karışmama andlaşması yüzünden cumhuriyetin hiçbir yerden destek alamaması, onu adım adım geri çekilmeye ve parçalanmaya mahkum etti.

İspanya’da hiçbir siyasi partiye yer yoktu. Franco 1937’de bir tür hükümet darbesiyle devlet başkanı olunca kendi başkanlığı altında Falanjist ve Carlistleri tek bir devlet partisi olarak birleştirdi. Böylece Falanj iki faşist özelliğe sahip olmuş oldu: kendi önderi ve ideolojisi. Buna karşılık cumhuriyet de yılmadan faşizme karşı savaşmaya çalışıyordu.

İspanya iç savaşı Avrupa’daki diğer faşist eğilimlerle sıkı bir işbirliği içinde olduğu gibi, komünistlerin de dahil olduğu sol ve liberal demokratik partiler arasında antifaşist bir cephe kurulmasını da sağlamıştır. Kilisenin müslümanlar sayesinde galip gelmesi, milliyetçilerin yabancı güçleri ülkeyi işgale davet etmesi, komünistlerin demokrasi için savaşa girmesi ve faşistlerin muhafazakar bir rejim için kendi çıkarları dışında savaşmaları, iç savaşın karşıt kavramlar arasında uzlaşma sağladığının göstergesidir.

Franco 1947’de krallık yönetimini getiren bir yasa çıkarttığında yükselen tepkiler sonucu 1966’da özgürlükleri genişletmek ve bir anayasa reformu yapmak zorunda kaldı. 1969’da Prens Juan Carlos’u veliaht ilan ederek 1973’de devlet ve geçici hükümet işlerini Carlos’a bıraktığını açıkladıysa da yaşamınınsonuna kadar yönetimde söz sahibi oldu ve faşist Falanjist rejim ülkenin tek egemeni olarak Franco’nun ölümüne kadar kesintisiz sürdü.

PORTEKİZ’DE FAŞİZM

Avrupa’nın doğu ve batı ucunda liberal sistemin tarihsel koşulların uygun olmamasına rağmen iktidara geldiği ülkelerden biri olan Portekiz’de, General Carmna hükümeti kurulduğunda Maliye Bakanlığı’na getirilen Antonio de Oliveira Salazar, kısa zamanda ülkeyi mali çıkmazdan kurtarmakla kalmadı, Portekiz’i otoriter bir yapıya soktu.

Salazar’da faşist bir önder tipi yoktu. Kiliseye sadıktı ama 1910 öncesi krallık dönemine dönmemek için ruhbanın baskılarına karşı koyuyordu. Liberalizmi ve marksizmi diğer faşistler gibi kınamaktaydı ama onlardaki antikonservativ eğilim Salazar’da bulunmuyordu.

Portekiz’de varolan tek parti Uniao Nacional’dan ayrı olarak 1932’de Portekiz Faşist Partisi kuruldu. Amaçları, işçi sınıfını ele geçirip hükümete yardımcı olmaktı. Bu hareketin bastırılmasının ardından, ülkede faşist görünümlü örgütlenmeler oluştu. Buna karşın Salazar totalitarizmden nefret ettiğini belirtiyordu.

Bu totaliter-muhafazakar sistem, İngiltere ile yapılan bir ittifak sayesinde 1945’den sonra da varlığını sürdürdü. Salazar’ın ölümünden sonra yerine geçen Marcello Caetano, aynı yönetimi sürdürmeye çalıştı fakat sömürgelerdeki ayaklanmaların da etkisi ile Portekiz yalnızlaşıyordu. Ordunun ayaklanması ve halk desteğiyle hükümetin devrilmesi sonucu General Spinola devlet başkanlığına getirildi ve demokrasi süreci başladı. Böylece kendine özgü ve en uzun yaşayan otoriter rejim, faşizmin özgün bir biçimi olarak sona erdi.

NORVEÇ

Eski Çiftçi Partisi yönetimi sırasında Savunma Bakanı olan Vidku Abraham Quisling, batı uygarlığına karşı olan tutumu nedeniyle Nazi yanlısı durumundaydı. Bunun nedeni, Batı ülkelerinde egemen olan plutokrasiye karşı oluşu ve ülkenin köylü geçmişi karşısındaki hayranlığıydı. Quisling 1933’de “Nasjonal Samling” Partisi’ni kurdu. Alman işgalinden sonra başbakan olan Quisling halkından hiç destek görmedi ve daha sonra vatan haini olarak yargılanıp idam edildi.

BELÇİKA

Flamanlar ve Volonlar arasında sürtüşme söz konusuydu fakat egemen olan Volonlardı. 1931’de Flamanlar “Felemenk Dayanışmacıları Birliği”’ni kurdular. Amaçları Alman Nasyonal Sosyalizmiyle yakınlaşmayı önlemekti. Çok daha önemli bir grup, “Leon Degrelle” nin önderi olan Degrelle, kurduğu örgüte “Rex” adını veriyor ve parlamenter sisteme şiddetle karşı çıkıyordu. Fakat Belçika’da, diğer pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi,parlamenter sistem böyle bir hareketin başarı kazanmasına izin vermeyecek kadar sağlamdı.

FRANSA

Eski komünistler ve sosyalistler tarafından yönlendirilen Proleter anti-komünistler Fransız faşizminin karakteristiğidir. Marcel Déat“Rassamblement National Populaire” i ve bir diğeri olan Jacques Doriot da“Parti Populaire Franças” i kurmuşlardır. Bu faşist gruplar, Fransız yaşamının hareketsizliğine tepki duymakta olan, devrim ve hareket isteyen aydınlar arasında da yandaş bulmuştur. Bu aydınlar arasında en ünlülerinden biri olan Pierre Drieu La Rochelle 1934’de yazdığı bir makalede, bütün faşist hareketler için karakteristik olan nihilizmi şöyle anlatmaktaydı:

“ Özgürlük bitmiştir. İnsan artık temel kara doğasında yeni bir güç aramalıdır. Bunu ebedi libeteryen olan ben, bir entellektüel olarak söylüyorum.” [18]

POLONYA

1921’de kendi deneyimsiz devletiyle egemen olamayacağı kadar geniş topraklara sahip olan Polonya’nın yüksek azınlık nüfusu nedeniyle, bir milliyetler devleti olması gerekiyordu.

Egemen partiler, Dmojski yönetimindeki “Ulusal Demokratlar” ile devletin kurucusu Pilsudski yönetimindeki “Sosyalist Parti” ydi. Dmojski Alman bölgelerine doğru yayılmaktan yanaydı ve kısa sürede faşist öğeleri benimsemişti. Ancak Almanların Polonya’ya saldırmasıyla bütün milliyetçi hareketler komünistlerle birleşerek direnç gösterdiler ve böylece nasyonal sosyalist hareket doğmadan sona ermiş oldu.

BALKANLARDA FAŞİZM

YUNANİSTAN

Yunanistan tıpkı İtalya’da olduğu gibi müdahaleciler ve nötralistler arasında bölünmüş durumdaydı. Büyük Yunanistancı Venizelos’un söylemleri Mussolini ile aynıydı fakat kendisi iktidarda olduğu için benzeri birmücadeleye gerek kalmamıştı. Girişimleri başarısızlıkla sonuçlandığında bunun suçu nötral kalmak isteyen kral yüklendi ve 1923’de bir darbeyle cumhuriyet kuruldu. Venizelos’un çekilmez hale gelen yönetimi sonucu halkın ayaklanmasıyla Kral ve beraberinde General Metaksas geri geldi. Böylece bir kral-ordu diktatörlüğü işbaşına geçmiş oldu.

Ülkede birkaç birkaç grup vardı; Ethniki Enosis Ellados, bütün gücünü Anadolu’daki göçmenlerden alırdı.Yunan Milliyetçi Partisi, Sidera İrini ve Bütün Öğrenciler Birliğisözü geçen gruplardan birkaçı idi. Buna karşılık biranti-faşist bir birlik de vardı.

BULGARİSTAN

1923 darbesinden sonra Bulgar faşistlerin olayları dünya basınında oldukça yer edinmişti. Aslında küçük çiftçilerden oluşan bir nüfusa sahip ve azçok demokratik nitelikler taşıyan bu ülkenin neden kendi benzeri olan Yunanistan’dan daha fazla faşist eğilimler gösterdiği anlaşılamaz. Bulgaristan savaşı kaybetmiş, içinde Batı Trakya’nın da olduğu önemli topraklarını kaybetmişti. 1919’daki seçimlerde ülkeyi savaşa sokan Almanyamüttefiki parti kaybetmiş, seçimin galipleri Komünist Parti ile Alexander Stambulijski yönetimindeki Çiftçi Partisi olmuştu. Stambulijski ülkeyi küçük çiftçiler lehine bir sınıf savaşı politikasıyla yönetiyordu. Kendisi krallık ailesi ve Balkan komitacılarının en eski ve güçlü örgütü IMRO için “Bolşevik”ti. Bir yandan cumhuriyetten, diğer yandan Büyük Yugoslavya’dan bahseden Stambulijski hükümeti 1923’de devrildi. Bundan sonra yönetime gelen Zankoff ve Liapçev hükümetleri tam olarak faşist sayılmasalar da, onlara etki eden bir takım faşist gruplar vardı. Şkoinoff’un yönetimindeki “Rodna Saştita” (Vatan Koruma), çiftçi ve komünistlere karşı savaşta önemli rol oynuyordu. Dr. Alexander Stalyski yönetimindeki “Nasyonale Zadruga Fascisti”ise açık bir şekilde İtalya’yı taklit etmekteydi. Zankoff’un kurduğu “Sosyal Nasyonal Hareket” bunlardan en önemlisiydi. Bu partinin düzenleyeceği bir faşist darbenin yarattığı korkunun, 1934 darbesine sebep olduğu söylenebilir.

ARNAVUTLUK

İlkçağ koşullarında yaşayan halk için partiler değil aşiretler arası kargaşalar ve sadece dinsel inançlar söz konusuydu. 1924’de Milliyetçiler’in (kuzey ve güney hristiyanları) devirdiğimüslüman başkan Ahmet Zogo, Arnavutluk’a girerek Fan Noli başkanlığındaki hristiyan kabileler iktidarını devirdi. Fan Noli’nin açıkça faşist olduğu iddia ediliyordu.

YUGOSLAVYA

Yugoslavya, Sırp krallığında bulunan Alexander’ın başkaldırısından ve yerli politikacılarla kimi göçmenlerin çabaları sonucu ortaya çıkmıştı fakat Sırpların, Hırvatların, Slovenlerin isteklerine dayanmıyordu. Federatif bir devleti anımsatan Yugoslavya’da ana çatışma Hırvatlarla Sırplar arasında oluyordu. Hırvatların öncülüğünü Stjepan Radiç yapıyordu. Radiç’in ölümünden sonra halefi Maçek, Sırplarla her türlü işbirliğini reddetti. Fakat yaklaşan İtalyan tehlikesi karşısında, kendi anti-faşist eğilimleri doğrultusunda merkezi devlete yaklaştı. Bu girişimler sonucu 1939’da Yugoslav devleti iyice güçlenmişti ve İtalya yandaşı faşist bir görüş bulamazdı.

Bunun yanında Almanya’da ki faşist hareketler Yugoslavya’yı da etkiledi. Alman Nazizmine özenti apaçık ortadaydı. Ancak Simoviç’in darbesi ve Almanların Yugoslavya’ya saldırısı ile devlet parçalandı, Ante Paveliç önderliğindeki Ustaşa hareketinin Hırvatistan’da kurduğu balkanların tek kesin faşist devleti ortaya çıktı. Ulusal romantik söylemlere takılan Paveliç, devleti SS modeline göre, totaliter yapıda düzenledi. Paveliç Hırvatları biraraya getirirken, eski solcu ve çiftçileri de bünyesine almaya çalışıyordu ve bir katolik akım yaratıyordu. Böylece Ustaşa hareketi bir tür “Katolik Faşizm” olarak tanımlanabiliyordu[19]. Yugoslavya tüm bu yaşananlar neticesinde nüfusunun önemli bir oranını kaybetmiş ve faşizm yüzünden en büyük kayba uğrayan ülke olmuştur.

MACARİSTAN

Macaristan topraklarının 2/3’ünün kaybına yol açan ve 1920’de onaylanan Trianon Andlaşması, bütün ulusu birleştirmekteydi. “Ulus” kavramı asillerin egemenliğ anlamını taşıyordu. Kont Behlen 1922’de hükümeti kurduğunda asillerin oğullarından ibaret olan bürokrasi düzeni oluşmuştu. Böylece Macaristan’dafaşist akımların istedikleri sağlam ve otoriter bir yapı oluşmuş oluyordu.

Macaristan’da en önemli sorun olan yahudilerle uğraşılırken, bir yandan da Macar sağ radikalleri Turan fikriyle uğraşıyorlardı.

1932-1936 arasında başbakan olan Gömbös ile beraber devlet artık marksizme, liberalizme, feodalizme, kapitalizme karşı bir durum alıyordu, bu da faşist bir programı ortaya çıkarıyordu. Bundan başka, 1932’de ikinci bir sağ akım olan faşist grupların hareketleri söz konusuydu. Bunlardan biri, hedefleri yahudiler olan “Nasyonal Sosyalist Macar İşçi Partisi”’ydi. O yıllarda bütün nasyonal sosyalist gruplar arasında en güçlü etkiyi yapacak olan Ferenc Szalasi ortaya çıktı. İnanç bakımından “Macarcı” ve iyi bir katolikti. 1935’de “Nemzeti Akarat Partja”yı (NAP/ Ulusal İrade Partisi) kurdu. NAP’ın programında eski Macaristan’ın yeniden kurulması, yani Tuna havzası halklarının özgür bir federasyona sahip olması vardı. Partide anti-kapitalizm ve anti- feodalizm kavramları anti-semitizm şeklinde yürütülüyordu.

Alman işgaline rağmen, Macaristan hiçbir zaman Almanya’ya tam bağlanmadı ve bir eşgüdüm söz konusu olmadı.

ROMANYA

Büyük Romanya’nın en büyük sorunu, tarih boyunca geçirdiği köklü değişimler ile hiç değişmeyen egemenlik yapısıydı. Yönetimdeki liberaller katı merkezi bir yapı oluşturmuşlardı ve azınlıklara dostça davranmıyorlardı. Bu gerilimler dış politikaya da yansımıştı. Fakat bütün partiler revizyonizme karşıydı. Yugoslavya ve Çekoslovakya ittifakına ise sıcak bakıyorlardı.

Sadece yahudilerin azınlık olmaktan memnun olduğu Romanya’da, 1923 anayasasının Milletler Cemiyeti kurallarına uygun olarak azınlık haklarını düzenlemesi sonucu anti-semitist hareketler yeniden hız kazanmaya başlamıştı. Hareketin önderi de Alexander Cuza idi. 1927’den beri dikkati çeken hareket “Demir Muhafızlar”’ın önderi C.Z. Condreanu ise, bir Romen milliyetçisiydi. Avrupa’nın kendine özgü ilk faşist hareketi 1927’de Condreanu’nun kurduğu“Başmelek Cebrail Lejyonu” örgütüydü. Bu örgüt yahudilere ve yahudiliğe karşı amansız bir savaş veriyordu.

Demir Muhafızlar faşist hareketlerin en özgün olanıdır. Eylemlerinde diğer faşist sistemlere oranla çok daha fazla anarşist ve hristiyan öğeleri kullanmaktadır. Romanya’da asıl siyasal terörist olan devletin kendisidir [20].

AVRUPA DIŞINDA FAŞİZM

JAPONYA

1936’da ordunun darbesiyle, ulusal veya kabilesel mistisizmin gelişmeye başladı. Onlara göre Batı, liberalizm ve bireycilik geleneksel askerlik ruhunu ve imparatora bağlılığı tehlikeye sokuyordu. Milliyetçilik ve Japonluk ilkesi herşeyin üstünde olmalıydı.

Japonya’da ulusal düşünce bir önderde değil, imparatorda şekillenmiştir. İmparatorun iradesi doğrultusunda hareket edilebilir. 1939’ların sonunda Japon bilim adamları evrensel etik ve rasyonel düşüncenin reddedilmesini, antik tanrılara dönülmesini savunmuşlardır. Çin’e karşı açılan savaş da barış,doğruluk vb kavramlarla çevrili bir sistem amacıyla yapılan bir seferdi.

ARJANTİN

Arjantin, faşizmin bütün olanakları ortadan kalktıktan, Avrupa’daki faşist devletler yenilip yerlerine liberal hükümetler geçtikten sonra ortaya çıkan ve özgün bir rejim kurmuş olan bir ülkedir.

Hükümet lideri Hipelito Irigoyen, ekonomiyi İngiltere’den yana bir biçimde yönetiyordu. Ama İngiltere’nin ekonomisinin zayıflamasındanetkilenen Arjantin’de darbe ile pro-faşist bir rejim işbaşına geldi. Ülke, 2. Dünya Savaşı başında tarafsızlığını ilan etmiş, 1941’de ABD’nin savaşa girmesiyle bu tarafsızlık Castillo hükümetinin devrilmesine ve General Pedro Ramires’in yönetime gelmesine neden olmuştu.

1943’de Ramires’in darbesine katılan ve 1945’de de Harbiye Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı Yardımcısı olan Juan Domingo Peron, işsizler ve işçi sınıfı tarafından destekleniyordu. Eşi Eva’nın da yardımıyla 1946’da başkan seçildi.

Peron’un işçi hakları ve güdümlü ekonomiye dayalı sistemine göre, kapitalizm ve sosyalizm arasında bir yok bulunmaktaydı. 1954’den itibaren çeşitli kesimlerin muhalefetiyle karşılaştı ve 1955’de ülkeyi terketti. Eşi Eva’nın ölümünün, onun başarılarını önemli ölçüde etkilediği söylenir. Ülkeden ayrıldıktan sonra yandaşlarının tek bir parti altında birleşmelerini sağladı. 1973’de başkanlığa Peron, yardımcılığına da yeni eşi getirildi. Ölümünden sonra yönetimi eşi devraldıysa da, birkaç sene sonra ordu tarafından devrildi.

Peronculuk bütün faşist eğilimler içinde en özgün olanıdır. Faşist etik ve estetik anlayışını hiç üstlenmemiş, ülkede düzenli ordudan başka üniforma taşıyan çıkmamıştır. [21]

FAŞİST İDEOLOJİLERİN ORTAK VE FARKLI NOKTALARI

Gerek İtalyan faşizminde gerekse Nazi Almanyası’nda dikkat çeken belirgin bir özellik vardır: Faşizm, toplumun beynini yıkamayı amaçlayan bir sistemdir. Bunun iki temel yöntemi ise eğitim ve propagandadır. Naziler propaganda silahını etkili biçimde kullandılar. Propaganda amaçlı yayınlarda Hitler, kutsal bir kişi olarak gösteriliyor, topluma ise şiddet ve savaşçı ruh empoze ediliyordu. Faşist İtalya’da Mussolini’yi mükemmel göstermeye çalışan resim ve yazılar çok yaygındı. Mussolini’nin, tarlada çiftçilerle, fabrikada işçilerle, okulda çocuklarla çekilen resimleri her yerde yayınlanıyordu. Öte yandan propaganda posterleri ise faşist kültürü topluma empoze etmek amacıyla yapılıyordu.Faşizm, toplumu düşünmemeye yöneltir. Tek istenen, kışkırtılmış duygular eşliğinde faşist lidere itaat etmek, onun için savaşmak, kan dökmektir. Mussolini dönemine aitpropaganda posterlerine de bu temalar hakimdir.

Kitap yakmak faşist yönetimlerin en belirgin özelliklerinin bir göstergesidir: Faşist devlet sadece kendi ideolojisinin öğrenilmesine izin verir. Bunun dışında hiçbir insan herhangi bir başka fikre sahip olmamalıdır. Bu fikrinden dolayı ya cezalandırılır ya kitabı yakılır ya da kendisi bir şekilde susturulur. Her birey sadece devletin ideolojisine hizmet eden bir araç olarak görülür. Bu ideolojiyi benimsemeyenlere ise zor ve baskı yoluyla istenilenler yaptırılmaktadır.

Yine faşist rejimlerin uyguladıkları ortak taktiklerden biri de halkı ve de özellikle gençleri eğitimde aldatıcı bir politikayla yönlendirmeleriydi. Toplumdan gerçek tarihi gizliyor, bunun yerine kendileri tarafından düzenlenmiş hayali bir tarih öğretiyorlardı. Bundaki amaç ise halkı faşist idealler etrafında birleştirebilmek ve onları faşist politikalar konusunda şevklendirecek, faşizme daha da bağlanmalarını sağlayacak bir kültür oluşturmaktı. Öğrenim kademelerinde gerek tarih gerekse felsefe tamamen faşist devlet tarafından düzenleniyordu. Beyinler sezdirilmeden faşist ideoloji ile yıkanıyor, bunun dışındaki tüm fikirlere sansür uygulanıyordu.

Faşizmde en önemli unsur faşist liderdir ve her konuda en çok onun adı ön plana çıkar. Hitler, Mussolini veya Franco rejimleri bunun en açık örneğidir. Bu diktatörler için kullanılan "Führer", "Duce" ve "Caudillo" gibi sıfatlar, "yanılmaz lider" anlamına gelmektedir. Nitekim her üçü de iktidarı tamamen kendi inisiyatifleri ile yönetmiş, en yakınlarını ya da kıdemce en yüksek devlet görevlilerini dahi karar mekanizmasında etkisiz bırakmışlardır.Faşist liderlerin kutsal gösterilmesi için kullanılan yöntemlerden bir diğeri de ülkenin her yanında faşist liderin heykel ve dev posterlerinin bulunmasıydı. Bunun insanlar üzerinde büyük bir psikolojik etkisi oluyor, halk sürekli olarak faşist liderin güç ve kontrolünü üzerinde hissediyor, adeta her an onun tarafından izlendiği düşüncesine kapılıyordu.

Faşizm, eşitsizlikçi ve ırkçı bir ideolojidir; insanlar doğuştan eşit yaratılmamışlardır. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için dünyaya gelmişlerdir. Buna uymak herkesin yararınadır; boyun eğmek, güdülmek için yaratılmış olan zayıf ve niteliksiz kişilerin yönetmesi durumunda, insanlık bundan zarar görür. Bu nedenle, egemenlik halkın olamaz. Egemenlik hakkı en üstün olan kişinindir, tek şefindir. Bu tek şef, İtalya’da "Duçe" (Mussolini), Almanya’da "Führer" (Hitler), İspanya’da "Cadillo" (Franco) adını alır. Örneğin "Führer" halk seçtiği için değil, "Führer" olduğu için iktidara sahiptir ve bu nedenle de, yani sadece kendi gücü ve niteliğine borçlu olduğu için, iktidarı sınırsız ve denetimsizdir. Faşizm kuşkusuz sadece liderden ve lider etrafında örgütlenen faşist partilerden ibaret değildir. Gerek Nazi Almanyası’nda gerekse İtalya’da, rejimlerin ardında büyük bir halk desteği olmuştur. Bu destek ise, faşist rejim tarafından çeşitli yöntemlerle üretilmiştir. Faşist rejimler, halklarını sadece baskıyla susturan "otoriter" rejimler değil, aynı zamanda onları belirli bir amaç uğrunda motive eden "totaliter" rejimlerdir. Bu totaliter sistemde kitleleri faşist ideolojinin etrafında toplayan en önemli unsur ise "aşırı duygusallık"tır. Çevrelerindeki ve tarihteki kavram ve olayları akılcılıktan son derece uzak bir biçimde, duygusal olarak değerlendiren insanlar, çok kolay yönlendirilir, provoke edilebilir ve suç işleyebilir yapıdadırlar. Bu kişiler şayet kendilerinden istenen zalimce eylemlerin "kendi ırklarının üstünlüğü" gibi sözde kutsal bir amaç için olduğuna ikna edilirlerse, her şeyi yapabilirler. Bunun farkında olan faşist rejim, kitlelerin duygusal bir coşku ve ajitasyon içinde tutulmasına gayret eder. Bu nedenle faşist rejimlerde kitlesel gösteri, yürüyüş, toplantı ve törenlere büyük önem verilmiştir. Hedef, sürü halinde tek tip bir topluluk oluşturmak ve bu topluluğa hükmetmektir. Semboller, heykeller, anma günleri, bayraklar, flamalar, üniformalar gibi unsurlarla insanlar hak dinden uzaklaştırılır ve bu duygusal coşkular onlara din gibi yaşatılır. Sanki İlahi bir güce ibadet eder gibi, bu insanlar büyük bir heyecan ve coşku ile faşist ideallere kendilerini adarlar. Yazılan, haykırılan, defalarca tekrarlanan sloganlar, çığlıklar, marşlar, selamlar faşist ayinlerin önemli bir bölümünü oluşturur.

Faşizmin bir diğer temel özelliği olan şiddet ve savaş da yine kutsal bir değer olarak gösterilmek istenen kavramlardır. İlahi dinlerde hedef şiddetten ve savaştan arındırılmış bir toplum ve dünya meydana getirmektir. Oysa faşizmde savaş başlı başına bir değerdir. Bir kabilenin, ırkın ya da halkın, şerefini ve gücünü yaptığı savaşlardan ve verdiği ölülerden aldığına inanılır. Bu inanç, doğal olarak yeni savaşlar açılmasını, yeni kanlar dökülmesini gerektirir.

Faşist devletin en belirgin özelliklerinden biri kendi halkına güvenmemesi ve şüpheli gördüğü herkesi öldürmeye kadar varan acımasız metodlarla saf dışı bırakmaya çalışmasıdır. Hemen her faşist düzende halkı kontrol etmeye ve muhalifleri ortadan kaldırmaya yönelik "gizli polis" örgütleri kurulur. Nazilerin ünlü Gestaposu faşist rejimin paranoyasının ne denli büyük işkence ve vahşetlere yol açtığının tarihsel bir kanıtıdır. Bu vahşetin kökeni faşizmin felsefesindedir. Bu felsefede halkın başıboş bırakıldığında hem rejime ihanet edeceğine hem de yozlaşacağına inanılır. Halkı dize getirmenin yolu ise baskı kullanılmasıdır. Faşizmin ideologları arasında yer alan ve özellikle Mussolini’nin üzerinde çok etkili olan Fransız filozof George Sorel (1847-1922) bu düşünceyi savunanların başında gelir. Sorel toplumların doğal olarak yozlaştığını ve düzensizleştiğini savunmuştur. Ona göre şiddet uygulayarak bu çürümenin önüne geçilmeli ve böylece totaliter bir düzen kurulmalıdır.

Faşizmin olmazsa olmaz şartlarından biri de diğer ülkelerin topraklarını ele geçirerek yayılma siyasetidir. Faşistler millet olarak gelişebilmeleri için daha zayıf olan diğer milletleri istila etmeleri ve onları yenerek büyümeleri gerektiğine inanırlar. Bu ideoloji uğruna Mussolini hem kendi halkına hem de işgal ettiği ülkelerin insanlarına büyük acılar yaşatmıştır. Faşizmin işgalci siyasetinin en belirgin örneği ise kuşkusuz Nazi Almanyası’dır. Naziler, sözde "üstün ırk" olan Almanların, Almanya sınırlarının çok daha ötesine taşan bir "hayat sahası"na ihtiyaç duyduğunu ileri sürmüşler ve bu amaçla II. Dünya Savaşı’nı ateşlemişlerdir.

Faşizmin fazla dikkat çekmeyen, fakat büyük önem taşıyan bir yönü daha vardır: Faşizm, kadınlara karşı düşmanca bir tutum içindedir ve kadınları erkeklerden aşağı görür. Faşizm, kadınları sevgi, merhamet, şefkat gibi duygularla özdeşleştirmektedir ve kadınlara karşı olan antipatisinde bunun büyük rolü vardır. Öte yandan, savaşçılık, kan dökücülük, acımasızlık, sertlik gibi eğilimler ise "erkeksi" karakter olarak tarif edilmekte ve bu nedenle "erkeklik" adeta kutsal bir kavram gibi yüceltilmektedir

FAŞİZMİN DİĞER İDEOLOJİLERLE İLİŞKİSİ

Faşist karakteri analiz etmek için öncelikle incelenmesi gereken kişi, kuşkusuz "faşizm" teriminin sahibi olarak ortaya çıkan İtalyan diktatör Benito Mussolini’dir. Mussolini’nin yaşamına baktığımızda da, faşizmin gerçekte dine büyük bir düşmanlık besleyen, siyasi çıkarlar için gerektiğinde dindar gözüken ikiyüzlü karakterinin örneğini görürüz. Mussolini’nin hayatının bize gösterdiği bir diğer gerçek ise, faşizm ile komünizm arasındaki çizginin çok ince olduğudur. Faşizm ve komünizm birbirlerine çok zıt ideolojiler gibi görünürler. Oysa baskıcı, zalim ve totaliter karakterleriyle, azınlık iktidarına dayalısistemleriyle, dine olan düşmanlıklarıyla, aslında her iki ideoloji de birbirine çok benzer. Bundan dolayıdır ki, bir faşist ile bir komünist arasında gerçekte çok az fark vardır ve her ikisi de kolayca bir diğerine dönüşebilir.

Faşizmi, tutucu ideolojinin çağdaş kalıplar içindeki bir uzantısı sayabiliriz. Çıkış noktasında her iki ideoloji de eşitliksizci, özgürlük karşıtı, seçkinci, ülkücü veduygular üzerine kuruludur.

Faşizm, ikinci Dünya Savaşı öncesinde, bu ad altında Mussolini İtalyası’nda somutlaştı. Hitler Almanyası’nda ise Nazizm adını aldı. İspanya ve Portekiz gibi ülkelerde, Franco ve Salazar yönetiminde uzun ömürlü faşist eğilimli rejimler görüldü.

Marksizmin tersine, faşizm, bilimsel verilerden hareket eden, tutarlı ve kapsamlı bir inanç sistemi oluşturmaz. Çünkü, daha çıkış noktasında, kendisine esin kaynağı olmuş düşünürlerden başlayarak, insan aklının gücünü yadsır. Dış dünyanın ve özellikle de insan tarihinin anlaşılmaz olduğunu savunur.

Faşist düşüncenin temelinde; Descartes’dan Kant’a, Hegel’e kadar uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche’dir. O’na göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar gerçekten insancıl bir yaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu küçük seçkin kesim için çalışması ve ona boyun eğmesi zorunludur. Liberalizm ve sosyalizmde ana hedef bireyin mutluluğu iken, faşizmde önemli olan devlet ya da ulustur. Birey, devleti ya da ulusu için feda edilebilir. Birey amaç değil bir araçtır. Devlet her şeyin üstündedir ve her şeye karışır. Hiç bir şey devletin dışında ya da karşısında olamaz. Birey, bir hücre olarak ailenin, grubun, toplumun bir parçasıdır.

İnsanlar doğuştan eşit değildir. Bazıları yönetmek, bazıları ise yönetilmek için yaratılmıştır. Kötü ve yetersiz olan kitleler, seçkinlerin ya da çok üstün yaratılmış tek bir seçkinin buyruklarına boyun eğmelidir. Eşit olmayan inanlara eşit oy hakkı tanıyan seçim bir saçmalıktır. Aptalla akıllı, bilgisizle bilgili, kadınla erkek eşit olamazlar. Yığınlar basit ve değersiz, kısa vadeli isteklerinin üzerine çıkamazlar. İnsanlar eşit yaratılmadıklarına ve aralarında büyük farklar bulunduğuna göre, tartışmaya ve demokrasiye yer yoktur. Büyüğe ve en üstte de "şef"e boyun eğme esastır, insanlar eşit yaratılmadıkları gibi, ırklar da eşit yaratılmamışlardır. Üstün ırkların aşağı ırkları yönetmeleri, onların ve tüm insanlığın yararınadır. Üstün öndere boyun eğmeyen bireye, üstün ırka boyun eğmeyen aşağı ırka karşı şiddet kullanılması doğaldır. Faşizm, sınıflar arasındaki çelişkileri ortadan kaldırmayı öngörür. "Tek şef, tek parti, tek devlet" anlayışı içinde, bütün toplum kesimleri tek bir örgütte temsil edilecek, tüm istekler orada dile getirilecek ve devlet de bunları gerçekleştirecektir.

SONSÖZ

Fransız Devrimi’nden bu yana uygar toplumlarda geçerli olan ve insanların yalnızca insan olmaktan doğan çoğu hakkını yok sayan faşist yönetimlerde, her şey devlet içindir. Devletin birliği ve üstünlüğü önder denilen diktatöre ve bayrağa bağlılık, üniforma ve ambleme saygı, savaşın ve toprak kazanımlarının yüceltilmesi, milliyetçilik ve ırkçılık önde gelen faşist değerlerdir.

Faşizm tek tek bireylerin ve bütün olarak toplumun düşünce ve davranışlarını aynı yönde biçimlendirmeyi amaçlar ve bu amaç doğrultusunda işkence, hapis cezası, sürgün ve ölüm cezasının da dahil olduğu çeşitli yöntemler kullanır.

Faşist yönetimler, büyük sermayenin ve toprak sahiplerinin çıkarlarına uygun politikalar yürütür. Devletin gösterdiği alanlara yatırım yapılır, onun çıkarlar gözetilir.

Toplum bir bütündür ve bu bütünleşmeyi sağlamak için korporasyonlar kurulmuştur. Birlik, topluluk anlamına gelen korporasyonlarda, aynı meslekteki tüm insanlar statülerine bakılmaksızın yer alırlar. Faşizm, işçi-işveren, sanayici-çiftçi gibi farklı çıkarları olan grupları korporasyonlarda örgütlemiştir.

Tüm bu özellikleri taşıyan hareket ve eğilimler dışında, yalnızca zaman zaman faşizmin de benimsediği totaliter rejimlere başvuran hareket ve eğilimleri faşist olarak nitelemek yanlış olur. Bu tarz hareketler genelde askeri darbelerden sonra geçici olarak bu rejimleri kabul etmişler ve yine de özgürlük ve demokrasiyi hedef olarak benimsemişlerdir.