Günlük arşivler: Eylül 9, 2014

ARAŞTIRMA DOSYASI : YENİ OSMANLILAR-YENİ İTİLAFÇILAR

Osmanlı’da Fransız devriminin etkisiyle ve yenilikçi 3. Selim’in tahta geçişiyle reformlar başladı. Özellikle askeri alanda yapılan reformlarla yeni askeri okullardan yetişen genç ve ilerici subayların yüzünü batıya çevirmesi toplumda etkili oldu.

Tanzimat fermanının ilanıyla birlikte gerici ve tutuculuğa karşı batılılaşma yönünde önemli bir adım atıldı.

1865 yazında İstanbul’da Belgrad ormanında düzenlenen bir kır yemeğine katılan 6 genç, Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu durum nedeniyle ortaya çıkan parçalanma endişesiyle Osmanlı Hükümeti’nin politikalarına karşı eyleme geçmeye karar vermişler ve “İttifak-ı Hamiyyet” isimli gizli bir örgüt kurma kararı almışlardır. Amaç; imparatorluktaki mevcut mutlaki idarenin yerine bir meşruti idare tesis etmekti. Onlara göre Osmanlı siyasal sisteminde özgürlüklere yer verilmesi, anayasalı bir rejime geçilmesi yanında padişah otoritesini sınırlayacak ve yürütmeyi denetleyecek bir meclis kurulması gerekliydi. Grubun lideri olan Mehmed Bey, Necip Paşa’nın torunu olup grubun diğer iki üyesi olan Nuri ve Reşad beyler ile birlikte Meclis-i Vala’nın tercüme odasında çalışıyorlardı. Diğer üyelerden Namık Kemal ve Refik gazeteciydiler. 6. genç ise konağından entelektüellerin eksik olmadığı Subhi Paşa’nın oğlu Ayetullah Bey’di. Bunlara daha sonra saraya küskün olan Mustafa Fazıl Paşa katılacak ve Avrupa’dan saraya ve Bab-ı Ali’ye yazdığı yazılarıyla hareketin öncülüğünü üstlenecekti.

Yeni Osmanlılar hareketi, Osmanlı tarihindeki batılı anlamda özgürlük hareketlerinin başlangıcını oluşturur. 18. yüzyıl sonlarında başlayıp 19. yüzyıl başlarında artarak devam eden toplumsal değişim ve buna öncülük eden yeni batılı kurumlar bu harekete zemin hazırlamışlardır.

Hareketin önemli özelliklerinden birisi de basın yoluyla mücadele yöntemini benimsemiş olmasıdır. Türk aydın sınıfından organize bir grup, ilk kez Osmanlı yönetimini açıkça ve sert bir şekilde tenkit ederek seslerini duyurmak için kitle iletişim araçlarını kullanıyordu.

Ortak bir öğretisi olmayan bu hareketi, ideolojisi olmayan farklı amaç ve görüşlerin oluşturduğu bir hareket olarak nitelemek yanlış olmaz. Yazar, memur ve subaylardan oluşan cemiyet üyeleri, çok farklı düşünce yapıları içerisine dağılmışlardı. Görünürde tek bir soruna; devletin nasıl kurtulacağı sorununa çare arıyorlardı. Çare olarak görülen çözümlerin başında meşrutiyet yönetimi ve şeriata dönüş ve çok uluslu-çok dinli bir imparatorluğu anayasacılık yoluyla parçalanmaktan korumak geliyordu. Ancak hareketin içine farklı amaçta grupların katılması, içinde yaşanılan dönemin tahlilinin yanlış yapılması, öncülerinin sürgün ya da hapis nedeniyle hareketten kopmaları dağılmasına neden oldu.

1877-1889 yılları arasında dağılan bu hareket yeni oluşumlara gebeydi.

Öncelikle hareketin ardılı olarak 1889’da Jön Türkler ortaya çıktı.

Sonrasında ise Panislamizm ve Pantürkizm akımları doğdu.

Osmanlı Devletinde ilk milliyetçi hareketler 19. yüzyılda Yunan, Bulgar, Sırp çeteleri tarafından başlatılmıştır.

Batı ülkelerinin desteğini alan bu çetelerin sürekli halkı kışkırtan ve ayaklanmaya zorlayan eylemleri devlet tarafından bastırılmaya çalışılır ve her seferinde de olaylar abartılarak soykırım yaygaraları kopartılır, batı devreye girer ve masa başında daima Osmanlı kaybederdi. Çünkü borçları nedeniyle batıya bağlıydı. Batı ise ekonomik olarak zayıf ama geniş topraklara sahip Osmanlı’nın paylaşım hesapları içindeydi ve bunun yolu da Osmanlı’yı parçalamaktan geçiyordu.

Ayrılıkçı Sırp, Yunan, Bulgar, Romen, Arnavut, Makedon, Ermeni hareketlerine karşın Osmanlı’da henüz ulusalcı bir Türk milliyetçiliğinden bahsetmek mümkün değildir. Öyle ki bu ulusal hareketler karşısında Türklerde ulusal bilincin oluşmaya başlaması arasında yüzyıl gibi uzun bir süre vardır.

Jön Türkler hareketinden dahi başlangıçta ulusalcı olarak söz edilemez. Bu adı veren ise Batı’dır.

Osmanlı içindeki tüm etnik unsurlar Batı kışkırtması ve desteği ile milliyetçi hareketlere ve eylemlere girişirken sadece Türkler uyutulmuş, ulusal bilinçten yoksun bırakılmış, İslam birliği ile aldatılarak devlet halk desteği alamayacak şekilde güçsüz bırakılmıştır. Böylelikle Osmanlı’ya bağlı farklı uluslar bağımsızlıklarını ilan ederek ayrılmışlar ama Osmanlı bir ümmet toplumu özelliğini sürdürmeye devam etmiştir. Emperyalist işgal altındaki dönemde dahi ulusal bilincin oluşması ve Ulusal Kurtuluş mücadelesi verilmesi engellenmeye çalışılmış bunda da Hürriyet ve İtilafçılarla, hala Hilafet bayrağı altında bir İslam Birliği hayali güden Panislamistlerin rolü büyük olmuştur.

Bugün de benzer anlayışı görmekte değil miyiz?

Balkanlılar; bütün dünya gibi ulusçuluğu Avrupa’dan öğrendiler. Fransız örneğinde “Devlet Ulus Birliği” aynı sınırlar içerisinde birleşmeyi öngörüyordu. Almanya’da “Dil ve Kültür Birliği” tezi ileri sürülüyordu. Rusya’dan Çarlık’ın yönetiminde “Dini Birlik” tezi çıkmış ve Panslavizm’e dönüşmüştü. Bu fikirlerle beslenen Balkanlı düşünürler, ekonomik zorunluluğun da etkisiyle bu tür yayılmacı akımları kendi yapılarına uydurmaya çalışmışlardır.

Balkan halklarının ulusal bilinci bir yerde onların Ortaçağdaki devlet varlıklarının ve kültürlerinin bir mirasıydı. Osmanlı egemenliği altında her dini cemaatin okul, hayır kurumu ve hatta iktisadi hayatta esnaf loncaları yaşamaya devam ettiği halde, Balkan Slavlarının, Rum – Ortodoks Patrikhanesinin denetimi altına girmeleri onların hoşnutsuzluğunu arttıran bir etkendi. İstanbul Rum – Ortodoks Patrikhanesinin Balkanlardaki Ortodoks Slavlar üzerinde bütüncül bir denetim kurmasının, onların ulusçuluk duygularının ve direnişlerinin güçlendirmiştir. Balkan Slavlarının bağımsız kilise isteklerini tırmandırarak ulusal kurtuluş hareketlerinde etkin bir rol oynamıştır.

Rusya’nın Balkan Slavları ile ilişkileri Batı Avrupa’nın aksine ticaretle değil, kilise aracılığıyla olmuştur. 17.yüzyıldan itibaren Sırp, Karadağ, Romen ve sonraları Bulgar rahipleri Rusya ile temasta idiler. Rusya’nın Slavlarla din ve dil benzerliği vardı. Ancak Rusya’da eğitim gören Balkanlı Slav aydınların zamanla Çarlığın resmi ideolojisinden çok, demokrat ve ilerici Rus aydınlarından etkilendiği görülecektir.

Buna karşın Türklük bilinci ancak Osmanlı’nın son çeyrek asrında oluşmaya başlayabilmiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı’da feodal niteliklerin Osmanlı’nın son zamanlarına kadar süregelmesi ve gerçek anlamda bir burjuva sınıfının oluşmayışıdır.

Genelde “Türklük”, Osmanlı’da aşağılayıcı bir tabir olarak kullanılırken 19. yy.’ın sonlarında Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türküm, dirim cinsim uludur” diyerek Türk kimliğini vurguluyordu. Ancak Mehmet Emin de din duygusunun etkisi de oldukça büyüktür.

İttihat ve Terakki ise Türk ulusçuluğunu benimsemiş görünüyordu, fakat onların ulusçuluk anlayışı aslında bir Türk ulusçuluğu değil Osmanlıcılık anlayışı idi.

Balkan Savaşları sırasında, Türk Ocağı gibi bazı kuruluşlar da Türklük bilincini yaratmaya çalışmışlardır. Vatan şairi olarak bilinen Namık Kemal yurt kavramını ön plana çıkarmış ancak O’nun ulusçuluk anlayışı da Osmanlıcılık veya İslamcılıktan öteye gidememiştir.

I.Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki ulusçuluğu Turancılık eksenine oturtmuş, savaşın yenilgiyle sonuçlanması ile Turan fikri de çökmüştür.

Tüm bunlardan farklı olarak, Türk milliyetçiliğini bilimsel bazda ele almaya ve alt yapısını oluşturmaya çalışan Ziya Gökalp bile Panislamist ve Osmanlıcılık fikirlerinden sıyrılamamıştır.

Sonuçta, Osmanlı’da gerçekleşen milliyetçilik akımlarından hiçbirisi gerçek anlamda bir Türk Milliyetçiliğine ulaşamamış ve genellikle Osmanlıcılık, Pan-islamizm veya Turancılık fikirleriyle yoğrulmuştur. Oysa ki Kemalist Milliyetçilik bunlardan bağımsız bir içeriğe sahiptir. Kesinlikle etnik kökenlerden yola çıkmaz, din birliğini değil kültür birliğini kabul eder. Mustafa Kemal’in “Panislamizm, Pan-turanizm siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilmemektedir.” sözleri durumu oldukça net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Jön Türk Hareketi, etnik açıdan karmaşık bir yapıya sahipti. Meşruti rejimin yeniden kurulması konusunda görüş birliği olmasına rağmen, öngördükleri kurtuluş yöntemi konusunda farklı görüşlere sahiptiler. Özellikle 1902 Paris Kongresinde bu görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkmış ve Jön Türkler ikiye ayrılmışlardır: Merkeziyetçiler ve Adem-i merkeziyetçiler.

İngiliz modelini esas alan Adem-i merkeziyetçi kanadın lideri Prens Sabahattin, Fransız modelini esas alan Merkeziyetçi kanadın lideri de Ahmet Rıza Bey idi. Ermeni, Arnavut ve Arap aydınları genellikle “Adem-i merkeziyetçi” grubun içinde yer almayı tercih etmişlerdir. Böylece iktidara geldikleri takdirde kendi yaşadıkları bölgelerde özerk bir yönetimin kurulmasını sağlamayı planlamaktaydılar. Özerklik, bağımsızlık yolundaki ilk hedefti. Buna karşın, 1902 Kongresinde, Adem-i merkeziyetçiler beklediklerini bulamamış, tezleri pek rağbet görmemiştir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde etkin görevlere genellikle merkeziyetçilerin hakim olduğu görülmüştür.

1908 yılı Temmuz’unda Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra Cemiyetin iki kanadı arasında rekabet yeniden alevlenmiştir. Prens Sabahattin kurdurduğu Ahrar (Özgürlük) Fırkası ile seçimlerde İttihat ve Terakki ile bir iktidar mücadelesine girmiştir. Ancak seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle ayrılmışlardır.

Bu ilk raunt idi.

Adem-i merkeziyetçiler, iktidarı ele geçirmek için meşrutiyet karşıtı güç odakları ile yani şeriat yanlılarıyla işbirliği yaparak, 1909 yılında bir darbe girişiminde bulunmuşlardı. Tarihe 31 Mart İsyanı olarak geçen bu darbe girişimi, sonuçları açısından Ahrarcılar için tam bir hezimetti. Hareket Ordusu’nun kısa sürede düzeni yeniden sağlamasından sonra Ahrar Fırkası faaliyetlerine son vererek tarihe karışmıştır. Başta Prens Sabahattin olmak üzere birçok Adem-i merkeziyet taraftarı tutuklanmıştı. Prens Sabahattin ve Arnavutluk milletvekili olan İsmail Kemal Bey gibi İngilizlere yakınlığı ile tanınan önemli kişiler, bu olaydan zarar görmeden kendilerini kurtarmayı İngiliz diplomasisinin katkıları ile başarabilmişlerdir.

Peki İngilizler neden, Adem-i merkeziyetçilere destek vermişti?

Çünkü İngiltere, Osmanlı’nın Adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemesini kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktaydı. Osmanlı’nın federasyon benzeri bir örgütlenmeye gitmesi, İngiltere’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulmasını kolaylaştıracaktı. Balkanlarda Arnavutlar, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de Ermeni ve Rumlar, Ortadoğu’da da Araplar ve Kürtlerin İngilizlerin ileri karakolları yapılması planlanmaktaydı. Ancak Almanya’nın desteklediği İttihatçılar, bu darbeyi Rumeli’deki etkinliği aracılığı ile başarısızlığa uğratmışlardı. Sonuç aslında İngilizler açısından da bir hezimetti.

İkinci raunt da, “İttihatçı-Alman” ittifakının zaferi ile sonuçlanmıştı.

31 Mart İsyanından sonra dağılmış görünen muhalefet, 1911 yılında Hürriyet ve İtilaf adı altında birleşmişti. Çok farklı eğilimlere sahip olmalarına rağmen muhalifleri birleştiren en önemli noktalar, İttihatçı karşıtlığı ve Adem-i merkeziyetçi gelenek idi. İttihatçılar mecliste kendilerine karşı güçlü bir muhalefetin kurulduğunu gördükleri için, bir an önce seçimlere giderek muhalefeti hazırlıksız yakalamayı amaçlamış ve seçimlerde de elinden geldiğince muhalif mebus seçilmesini engellemeye çalışmışlardır. 1912 yılında yapılan seçimlerde İttihatçılar stratejilerini başarı ile uygulamışlar ve çok az muhalif seçimleri kazanabilmiştir.

Bu seçimlere en büyük tepki Arnavutlardan gelmiş ve yeni bir ayaklanma başlatmışlardır. Aralarında birçok Arnavut milletvekili ve aydınının bulunduğu muhalifler, Adem-i merkeziyetçi amaçlarına ulaşmak için Arnavutları silahlı bir güç olarak kullanmışlardır.

1912 ayaklanmasının liderleri de seçilemeyen Arnavut milletvekilleri idi.

İsyan öylesine etkili idi ki, isyancılar Üsküp’ü ele geçirmişler ve İttihatçıların merkezi Selanik’e yürümeye hazırlanıyorlardı. İsyancılar, meclisin feshini ve seçimlerin yenilenmesini, Arnavutluk’a özerklik verilmesini talep ediyorlardı. İttihatçılar durumun kontrolden çıktığını anlayarak iktidardan çekilmek zorunda kaldılar. Üçüncü raundu “Adem-i merkeziyetçiler” kazanmışlardı.

Balkan Savaşı’nın olumsuz etkileri ve yaşanan büyük başarısızlık Hürriyet ve İtilaf Fırkasını oldukça yıpratmıştı. 1913 yılında İttihatçılar “Bab-ı Ali Baskını” ile iktidarı yeniden ele geçirdiler. Dördüncü raundu “İttihatçılar” kazanmıştı.

I. Dünya Savaşına Almanların yanında girmeyi tercih eden İttihatçılar, savaşın kaybedilmesinden sonra kendi partilerini feshetmek zorunda kalmış ve liderleri de yurtdışına kaçmıştı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bu ortamda kendisi için yeniden bir hayat alanı bulmuş ve iktidara gelmişti. Ancak bu iktidarını, Anadolu’ya kabul ettirmesi gerekiyordu. Ülke toprakları işgal edilmeye başlamış olmasına rağmen, Hürriyet ve İtilafçılar için asıl düşman olarak İttihatçılar görülmekteydi. İşgallere tepki gösteren Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine ve Kuvayı Milliye Hareketine karşıydılar. Hem onlar hem de padişah Vahidettin kaderlerini İngiltere’ye bağlamışlardı. İstanbul’da “İngilizleri Sevenler Cemiyeti”ni kurarak kendilerini İngilizlere beğendirmeye çalışmaktaydılar. Bir kısım aydın ise “Wilson Prensipleri” cemiyetini kurarak ABD himayesini istemekteydi.

Mustafa Kemal’in kurtuluş formülü ise açıktı: siyasi-hukuki-ekonomik tam bağımsızlık.

Osmanlı’da gerek İttihatçıların gerekse İtilafçıların ilk kuruluş yıllarındaki görüş ve düşünceleri yanıltıcı olmuş, üyesi olan çoğu insan sonraki dönemlerinde hayal kırıklığına uğramıştır.
Örneğin İttihat muhalifleri, daha özgürlükçü buldukları liberal İtilafçıların yanında yer almış ama özgürlükçülüğün de, liberalliğin de lafta kaldığını, emperyalizmle ve şeriatçilerle işbirlikçi, teslimiyetçi üstelik de darbeci, suikastçi bir örgüt saflarında olduklarını görmüşlerdir.

Sopalı seçim, liberallerin yaptıklarının yanında çok masum kalır. Ayrıca işgal yıllarındaki Kuvayi Milliye ve Kurtuluş Savaşı karşıtlıklarıyla, ihanete varan politikalarıyla bu sopayı hakettiklerini düşünen çok olacaktır.

Nitekim halk sopanın dozunu kaçıracak ve işbirlikçilerden Ali Kemal linç edilecektir.

Medyada ne zaman “Ergenekon”, “derin devlet”, “darbe” tartışmaları yapılsa, konu mutlaka İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne getiriliyor; bu tür oluşumların-müdahalelerin bu cemiyetle başladığı iddia ediliyor. Kısmen doğru.

Ancak, kimse Halaskáran Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) Grubu’ndan bahsetmiyor. Örgüt liberal olduğu için mi acaba? Halbuki; parlamentoya ilk askeri muhtırayı onlar verdi. Tarihimizde ilk kez bir başbakanı (sadrazamı) suikastla onlar öldürdü. İşte tekmili birden “liberal” Kurtarıcı Subaylar”ın hikayesi.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=8630420&tarih=2008-04-06

İttihatçıların milliyetçiliğiyle Atatürk milliyetçiliğinin kesinlikle ilgisi yoktur.

İttihatçılar Türkçü ve Turancıdır.

Atatürk Turan’ı kesinlikle reddetmiş olup, Türklüğü de TC’yi kuran halk olarak tanımlamıştır.

Bir üst kimliktir yani. Genetik anlamda değildir. Türkmeni, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Rum’u, Ermeni’si, Arnavut’u, Arap’ı, Yahudi’si ve bilimum halklarıyla harmanlanmış Anadolu ve Rumeli halklarını birarada barış içinde yaşatabilmek için ulus-devletin zorunluluğuna inanarak tek çatı altında birleştirmiştir. Buna Türk, Türkiye demese Anadol, Anadolu vs. de dese Avrupa ve dünya yine Türk diye çağıracak, Türkiye diye bahsedecekti. Osmanlı’da Türkmenlerin aşağılandığı dönemlerde dahi Avrupa’nın gözünde Osmanlı Türktü, Anadolu da Türkiye. 700 yıldır böyle bahsedilirdi.

* Atatürk Milliyetçiliğinde ırkçılık ve etnik ayrımcılık yoktur. Önemli olan genetik bazda bir ortaklık değil kültür, tarih, ve ülkü ortaklığıdır.

* Atatürk Milliyetçiliği, akılcı ve bilimseldir. Geçmişe körü körüne bağlanmaz, onu geleceğe yönelik olarak bilimsel bazda irdeler. Hiçbir şekilde dine dayandırılmamış ve akılcılık ön planda tutulmuştur.

* Atatürk Milliyetçiliği, barışçıl ve insancıldır. Diğer uluslara saygı duyar ve onları da uygarlığın bir ailesi olarak kabul eder. Alman milliyetçiliği gibi saldırgan ve sömürgeci değildir. Tam bağımsızlığı, uluslar arasında eşitliği ve yurtta barış, dünyada barış anlayışını savunur.

Tabi Atatürk milliyetçiliğini bugün milliyetçilikle ortaya çıkanlarla karıştırmamak gerek. Onlar da günümüzün İttihatçıları sayılır. Onların da kafasında Osmanlı vardır. Ne yazık ki bu yeni İttihatçı ve yeni İtilafçılar arasında gerçekten Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı olanlar, geçmişteki yanlış politikalar nedeniyle güçsüz kalmışlardır.

Günümüz Yeni Osmanlıcı’ları da aynı fikir babaları Prens Sabahattin’ler, Ali kemal’ler gibi şeriat ve emperyalizmle işbirliği içindeler.

Ama Nazım Hikmet’in işbirlikçi Ali Kemal’in linç edilmesi hakkında aşağıdaki şiirinde dediği gibi halkı kızdırmaya gelmez, bir sabreder, iki sabreder..

MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI

Vagonlar geliyorlar sallanarak.
Kartallı Kâzım
köprünün orda bir ağacı gösterdi Tatar yüzlü adama:
“-Şu köprünün dibindeki ağaç yok mu?
Art ayakları üstüne kalkmış
hayvana benzeyen ağaç?
Şu, soldaki,
koskocaman.
Bak.
Dalları köprüyü aşan.
O dallara astılar ölüsünü Ali Kemal´in.
İstanbul´dan kaldırıldı herif
güpegündüz
berberden,
Beyoğlu´nda tıraş olurken.
338´de…”
“- Kim bu Ali Kemal?”
“- Gazete muharriri.
İngiliz´den para alır.
Adamıydı Halifenin.
Gözlüklü,
şişman.
Kan damlardı kaleminden,
fakat murdar,
fakat pis bir kan.
Gün olur daha derin,
daha geniş yara açar
kalemin düşmanlığı
mavzerin düşmanlığından.”
“-İzmit bizde miydi o zaman?”
“-Yeni girmiştik.
İngilizler İstanbul´daydı daha.
Ali Kemal´i çalıp getirdiler İngiliz´in mavi gözünden.
Burda ´Geliyor!´ diye bir şayia çıktı
altı yedi saat önce.
İskeleye yığıldı millet.
Belki İzmit halkının dörtte üçü,
kadınlara varıncaya kadar.
Ben Ulu Caminin ordan bakıyorum
Gözümde dürbün.
Göründü karşıdan motor nihayet,
Bata çıka geliyor.
Koştum aşağıya.
Ben iskeleye inmeden
çıkarmışlar Ali Kemal´i motordan.
Şurda
tepede
Saray Meydanında hükümet konağı var
kolordu dairesi,
oraya götürdüler.

Konağın önü
meydan,
sokaklar
adam almıyor.

Kaynıyor karınca gibi İzmit halkı.
Fakat öfkeli,
fakat merhametsiz.
Çoğu da gülüyor,
bayram yeri gibi İzmit şehri.
Hava da sıcak,
gök de bulutsuz.
Ali Kemal 20 dakka kaldı kalmadı konakta
dışarı çıkarıldı.
Attı bir adım.
Etrafını zabitlerle polisler almış.
Kireç gibi yüzü.
Sarışın.
Birden ahali başladı bağırmağa:
´Kahrol Artin Kemal…´
Durdu.
Döndü.
Arkasına baktı
konağın kapısından tarafa,
belki de geri dönüp içeri girmek için.
Fakat yüzüne karşı kapıyı ağır ağır kapadılar.
Yürüdü sallanarak on adım kadar.
Ahali boyuna bağırıyor.
Bir taş geldi arkadan
başına çarptı.
Bir taş daha
bu sefer yüzüne.
Kırıldı gözlükleri,
bıyıklarına doğru kanın aktığını gördüm.
Birisi, “Vurun,” diye haykırdı.
Taş
odun
çürük sebze yağıyor.
Muhafızları bıraktı Ali Kemal´i.
Ahali kara bulut gibi çullandı üzerine
alaşağı ettiler.
Orda yerde yaptılar ne yaptılarsa.
Sonra açıldı bir parça ortalık.
Baktım ki yatıyor yüzükoyun.
Ayağında bir donu kalmış
kısa bir don.
Çıplak eti pelte gibi tombul, beyaz.
Bana hâlâ nefes alıyor gibi geldi.
Bir ip bağladılar sol ayağına.
Hiç unutmam
sol ayağında kundura, çorap filan yoktu
fakat sağ bacağında çorap bağı kalmış.
Başladılar ölüyü bacağından sürümeye.
Yokuş aşağı, başı taşlara çarpıp gidiyor.
Millet peşinde.
Bir aralık ipi koptu.
Bağlandı yenisi.
İbret alınacak hal.
Halkı kızdırmaya gelmez.
Bir sabreder iki sabreder;
her ne ise…
Böylece dolaştı İzmit şehrini Ali Kemal.
Sonra
dedim ya
astılar şu köprünün üstündeki dallara ölüsünü.
Sonra ölüyü indirdiler
fakat gömleği mi, donu mu ne
iç çamaşırından bir şey
öteki dalda bir iki ay sallanıp durdu.
Sonra satıldı müzayedeyle saatı filan,
çok sonra…»»

Vagonlar geliyorlar sallanarak.

NAZIM HİKMET

Bir sosyalist yurtsever değilse eğer, bilin ki o sosyalist değil, sosyalistlikten dönmüş ama sosyalist geçinen bir liberaldir.

Liberallikle yurtseverlik bağdaşmaz. Birbirine zıttır.

Liberalin kafasında vatanın, ulusun, halkın değeri yoktur. Liberal için önemli olan sözde bireydir.

O önem verdiği bireyler ise burjuva olurlar, kapitalist olurlar, halkları sömürürler. Yeri ve zamanı geldiğinde faşist olur, halkları baskı ve işkenceleriyle ezerler.

Liberaller anti-emperyalist olmazlar. “laissez faire,laissez passer” yani, “Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” anlayışına sahiptirler. Mandacılardır, işbirlikçilerdir, teslimiyetçilerdir.

Onların bağımsızlık anlayışları bağımlı bağımsızlıktır.

Onların özgürlük anlayışı da burjuva özgürlüğüdür. Emeğe, emekçiye değer vermezler.

Sosyalist ise halkların özgürlüğünden yanadır.

Enternasyonalist olduğu kadar yurtseverdir aynı zamanda.

Emperyalizmin gizli ya da fiili işgali altında iken sevdası vatandır, tam bağımsız iken ise vatanı dünya. Göstermelik değil, tam bağımsızlıkçıdır.

Yeri geldiğinde de emperyalizme karşı Kuvayi Milliyeci olmasını bilir.

AVNİ’NİN ATLARI

Bu atlar Avni’nin atları
Kuvayi Milliye atları
kara yamçı altında ak sağrı dolgun
titrer burun kanatları,
bu atlar Avni’nin atları.

Kuvayi Milliye gelecek yine,
şahin atlar aşarak yeli
çiğneyecek gavuru da, Anzavur’u da.
Kuvayi Milliye gelecek yine
hem bu sefer ayyıldızlı bayrağı da orakçekiçli.

Bu atlar Avni’nin atları
Kuvayi Milliye atları
titrer burun kanatları.

Bana Avni’nin atlarına
binmek nasip olmasa gerek
ama Memet binecek,
gelecek düşmanla topuz topuza!
Gülüm, Kuvayi Milliye atları
gözüm, Kuvayi Milliye atları,
memleketi satanları bağlasınlar,
kuyruğunuza…

NAZIM HİKMET

Sosyalist Nazım Hikmet’in dizelerine bir bakın, bir de günümüz Yeni Osmanlıcısı, yeni İtilafçısı, yeni mandacısı liberallerin şu sözlerine:

“Cumhuriyet gazetesinin eski binası İttihat ve Terakki’nin merkeziydi.”

“Devlet ve vatan kavramlarımız geçmiş yüzyıla ait. Bu, bütün dünyada böyle. Hâlâ insanlar toprağın insandan daha önemli olduğuna inanıyor. Hâlâ genel kural toprak için insan feda edilmesi. İnsan için toprak feda edilmesini düşünmek bile bütün ülkelerde bir ihanet…

“Ben bir tek insanı öldürmemek için on bin metre toprağı feda ederim”

“…Ben devletlerin bağımsız olmasının halklar için çok büyük tehlikeler doğurabileceğini düşünüyorum”

“Ben bağımsızlık kavramının tümüyle ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Bu dünyanın en tehlikeli kavramlarından biri”

“Kahrolsun bağımsızlık”

“Vatanı sevmek yerine babamın dediği gibi işimizi sevmeliyiz”

“Ben, vatanı sevmenin vatandaşın işine yaradığını görmedim hiç.”

“Ben vatanı kiraz ağacının gölgesine ve kadın memesine satarım”

Bu adamların Ali Kemal’den, Damat Ferit’ten ne farkı var?

Kıbrıs’ı kayıtsız şartsız vermeye hazır, vatanı bir kiraz ağacı gölgesi ya da bir kadın memesi için satmaya hazır, bağımsızlık düşmanı, emperyalizmin uşağı, ılımlı islam destekçisi, şeriat işbirlikçisi bu adamlar, işgal yıllarında olsalardı Kuvayi Milliye düşmanı, hilafet ve saltanat yanlısı, işgalcilerin işbirlikçisi ya da İngiliz ve ABD mandacısı olmayacaklar mıydı?
Damat Ferit gibi Sevr’i imzalamayacaklar mıydı?

Bugün açık açık bu kepaze lafları sarfedenler, inanın Ali Kemal’lerden daha beterini de yaparlardı.

Hırsıza hırsız, orospuya orospu denildiğinde nasıl kızdıkları gibi, bunlar da Nazım’ın şiirindeki gibi hain denilince kızıyorlar..

Osmanlı’nın son yıllarında siyaset sahnesinde İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni görmekteyiz.

İttihat ve Terakki partisi karmaşık bir yapı arzediyor. Genelde milliyetçilerden oluşuyor.

Bir kanadı Almancı, bir başka kanadı Turancı. Almancı, Turancı olmayıp sadece vatansever olup da ülkesinin güçlenmesini, kalkınmasını, birlik-bütünlüğünü isteyenler de var, hürriyetçiler de.

Hürriyet ve İtilaf Partisi ise liberallerden, özgürlükçülerden oluşuyor. Genelde İngilizci bir siyaset izliyorlar. Saltanat ve hilafetten yanalar. Osmanlı’nın batılılaşmasını savunuyorlar. Bağımsızlığa, birlik-bütünlüğe önem vermiyor, anti-emperyalist bir mücadele düşünmüyorlar. Ayrılıkçılarla uyumlu bir politika izliyorlar.

Münferit olarak Rıza nur gibi önce İttihatçı sonra İtilafçı, Mehmet akif gibi önce İtilafçı sonra İttihatçı olanlar da var. Ya da İtilafçı olmasına rağmen vatansever olanlar da.

O dönemde Kemalistlerden söz edilemez. Milli Mücadele yıllarında İttihatçıların önemli bir bölümü Kuvayi Milliye saflarına katılmıştı. Bir bölümü ise zaman zaman kendi aralarında toplanıyordu. Enver Paşa’nın Bakü’de öldürülmesinden sonra iyice zayıflayan İttihatçılar, kara kemal ile İzmir’de, cavit Bey ile İstanbul’da yeniden toparlanmaya çalıştılar. Mustafa Kemal’e suikast girişimlerine de karışan İttihatçıların bir kısmı İzmir suikasti nedeniyle asıldı. Kara Kemal ise yakalanacağını anlayınca intihar etti. Zaman içinde İttihatçılar önemli ölçüde tasfiye olduysa da derin devlet gibi örgütlü hareket ettiler.

Ama Atatürk’ün ölümünden sonra doğan aşırı milliyetçilikle birlikte yeni ittihatçıların ortaya çıktığı söylenebilir.

Günümüzün nasıl Yeni İtilafçıları varsa ve yurtseverliği reddediyor, bağımsızlığı önemsemiyor, ABD ve AB işbirlikçiliği yapıyor, ılımlı İslam’a yeşil ışık yakarak dincilerle ittifak içinde oluyorsa; aynı şekilde günümüz İttihatçıları da var ki bunlar da aşırı Milliyetçi, ırkçı, Turancı, demokrasiyi ve özgürlüğü önemsemeyen faşist ve darbeci bir zihniyete sahipler.

Tarih ders almayı gerektiren benzerliklerle dolu. Yeter ki doğru görüp, doğru düşünelim.

Türkiye’deki hiçbir devrimin öncülüğünde sınıfsal bir yapı yoktur.

Hiçbiri burjuva devrimi de değildir, proleterya devrimi de.

Hiçbir devrime ne burjuva, ne de proleterya önderlik etmemiştir.

Kemalist devrim de dahil, 1908 devrimi ve ulusal Kurtuluş Devrimi döneminde gelişmiş bir burjuvazi ve proleteryadan sözetmek mümkün değildir.

Yani bir anlamda halk devrimlerden kopuktur.

Biraz 1908 devriminde, biraz da Ulusal Kurtuluş Devriminde halkın katılımı görürüz.

1960 Devrimi dahi yukardan aşağı gerçekleşmiş olup halktan kopuktur. Hatta halka rağmen yapıldığı söylenebilir. Tanzimat fermanı, 1876 1. Meşrutiyet, 1908 Devrimi, Ulusal Kurtuluş Devrimi, Kemalist Devrim ve 1960 Devrimi birbirini tamamlayan ulusal demokratik devrimlerdir ve hala tamamlanmamıştır.

Bu devrimleri burjuva devrimi olarak adlandırmak yanlıştır.

Ama tüm devrimler burjuvazinin ve işçi sınıfının gelişmesine katkıda bulunmuştur.

Belki bu nedenle bazıları Küçük Burjuva devrimleri olarak adlandırılabilir. Türkiye 1950’de bir karşı devrim yaşamıştır. Kemalizm yıkılmış, tekelci burjuvazi hakimiyet kurmuştur.
1960 devrimi, reformist burjuvazinin desteğiyle tekelci burjuvaziye bir darbe ile Kemalizmi yeniden hakim görüş kılmıştır. ABD destekli tekelci burjuvazi yediği tokattan sonra Kemalizmi göstermelik olarak vitrininde tutup egemenliğini sürdürmüştür. Ulusal demokratik devrimleri tamamlayıcı devrim şartları 1980 öncesi oluşma aşamasındaydı.
Ancak 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile önü kesilmiştir.

Bu devrim gerçekleşseydi eğer ilk defa Türkiye’de işçi sınıfının, halkın katıldığı bir devrimden sözedebilecektik. Ancak yeterince gelişmemiş ve gerici karakterli işbirlikçi burjuvazinin kendi çıkarlarına olmasına rağmen benimseyemediği bu devrimi engellemesi neticesinde gerçekleşemedi. Sebebi de komünizm ve SSCB korkusuydu. O yüzden gladyo kuruldu, kontrgerilla eylemler ve provakasyonlar yapıldı. 12 Eylül ile birlikte de sol tamamen ezildi, sindirildi. Sola karşı Türk-İslam sentezi kullanılmak istendi. Bu yönde yapılan çalışmalar İslamcıların işine yaradı ve güçlenip palazlandılar.

Ulusal demokratik devrimin tamamlanması kaçınılmazdır. Fakat burjuvazinin gerici karakteri ve karşı devrim süreci devam etmektedir. Artık devrimin yukardan aşağı gerçekleşmesi de olanaksızdır, çünkü ordu da özgürlük ve bağımsızlık karakterini büyük ölçüde kaybetmiş, bağımlı ve pasifize edilmiştir. Halk, ulusal demokratik devrimin bilincinde olmadığı gibi şartlar da devrim için müsait değildir. Bunun yanında demokratik açılım adı altında Kürt feodallerine verilen tavizler ve terör örgütünün dolaylı olarak muhatap alınmasına yönelik izlenen politikalardan dolayı ülkenin gidişatının vermiş olduğu kaygı nedeniyle yurtsever demokratlar, devrimden ziyade savunma durumundadırlar.

Demokratik bir halk devriminin yaratılabilmesi ve 2. Kurtuluş savaşının kazanılabilmesi için öncelikle halkın bilinçlenmesi, karşı devrime giden geri dönüşün durdurulması, solun toparlanması, işçi sınıfının devrimci sendikal örgütlenmesinin gelişmesi ve tüm anti-emperyalist yurtsever demokrat katmanların omuz omuza aynı saflarda toplanması gerekmektedir.

Serdar Kaangil

TARİH : DERSİM ve SEYİT RIZA GERÇEĞİ

Seyit Rıza ve Dersim isyanı konusunda tamamen populist davranılıyor.

Kılıçdaroğlu’nun yaptığı da popülistliktir, bugüne kadar bazı sosyalistlerin grupların yaptığı da.

Gerçekleri ortaya koyamıyorlar, çünkü ucunda Alevileri kaybetme kaygısı var.

Halbuki bu konunun Alevilikle bir ilgisi yok.
Bu konu Sivas, Çorum, Maraş katliamlarına benzemiyor.
Bu konu Madımak katliamından farklı.

Eğer Kurtuluş Savaşı sırasında çıkartılan isyanlar, cumhuriyet dönemindeki feodal kalkışmalar Alevilere maledildiği takdirde Alevilere en büyük iftira yapılmış olur.

Bir hırsızın, bir katilin, bir sapığın mezhebine bakıp “bu sünniymiş” diyerek ne tüm sünniler karalanabilir, ne de “bu aleviymiş” diyerek tüm Aleviler.

Seyit Rıza’nın mezhebi Alevi olabilir.

Ama yaptıklarının ve isyanının Alevilikle ilgisi yoktur. Yandaşları ona Alevi diye katılmamışlardır, eşkiyalıklarından, kanun-kural tanımamazlıklarından, uşaklıklarından, akrabalıklarından, aşiret dayanışmasından ve feodal zihniyetlerden dolayı katılmışlardır.

Seyit Rıza gibi feodal gericilerin isyanları nasıl ilerici isyanlarmış gibi lanse ediliyor?

Nasıl solcuları, sosyalist sempatizanları aldatıyorlar utanmadan?

Stalin kolhozculuğu yerleştirebilmek için az isyan bastırmadı, az feodal öldürülmedi.

Burjuva devrimleri karşısında direnenler daima gerici görüldü ve bu burjuvanın bu hareketi sosyalistlerce daima alkışlandı. Açın Komünist Manifesto’yu okuyun. Marks-Engels ne demiş görün.

Bu ikiyüzlü yaranma politikaları gerçek sosyalistlerin işi değil. Deniz’ler Mahir’ler bunu yapmadılar.

Bunlar “devlet ve devrim” politikalarını, devlet düşmanlığıyla, Atatürk düşmanlığıyla karıştırıyorlar.

Atatürk Osmanlı içinde bölücülük yapıp farklı bir ülke, farklı bir devlet kurmak istemedi.

Yıkılmış bir devleti yeniden kurdu, ezilmiş bir ulusu yeniden ayağa kaldırdı.

Sevr Antlaşması resmi tarihin uydurması değil.

Kalkıp da osmanlı toprakları içinde bir bölgeyi Osmanlı’dan ayırmadı, bölmedi.

Bağımsızlık, kurtuluş mücadelesi verdi.

Ama daha bu mücadele verilirken İngilizlerin kışkırtmasıyla Cemil çeto isyanı, Koçgiri isyanı, Milli Aşiret isyanı vb. hain ayaklanmalar vukubuldu.

Şeyh Sait isyanı, Ağrı isyanı ve Dersim isyanları da Kurtuluş Savaşı sırasındaki isyanların uzantısıdır, devamıdır. Bu isyanları bire bin katarak iftira haline dönüştürdüler.

Tunceli Kanunu

Tunceli Kanununun mecliste kabul tarihi 25 Aralık 1935.

Resmi gazetede yayınlanma tarihi 2 Ocak 1936.

Kanunun amacı, Cumhuriyet idaresi ve kanunlarını tanımayan, başına buyruk aşiretler birliğinin hükümranlığına son vermek. Devrim ve reformları tüm vatandaşlar gibi Tunceli halkına da kabul ettirmek.

Örneğin soyadı kanunu. Her vatandaş soyadı almak zorunda. “Biz kabul etmeyiz” denebilir mi?

Vali, kaymakam, nahiye müdürü, muhtar vb. mahalli idareleri ile her vatandaş kabullenmek ve uymak zorunda.

Ama o bölgede “devlet içinde devlet” zihniyeti mevcut. Yol yapılmasına, köprü yapılmasına, okul yapılmasına karşı çıkarlar. Askerliği reddederler. Diğer vatandaşlara göre kendilerine imtiyaz isterler. Vergi ya vermezler, ya kafalarına göre vermek isterler. Suçluyu teslim etmezler. Mahkemeleri, cezaları kendileri halletmeye kalkışırlar. Çevre il ve ilçelerde eşkiyalık yapar, Tunceli’ye saklanırlar. Hepsi silahlı. Adam öldürmek, adam yaralamak gırla gidiyor, hesap sorabilen yok.

O zamana kadar tüm barışcıl müdahalelere karşı koymuşlar, silaha sarılmışlar.

Dolayısıyla bu kanun olağanüstü hal kanununu andırıyor bir anlamda ama geçici bir kanun.

Memleketin diğer illeri statüsüne geçinceye kadar işletilmek üzere çıkarılmış.

Yaşanan olaylardan sonra bu kanunun katliam yapmak amacıyla çıkarıldığını iddia ediyorlar, ki hiç ilgisi yok.

İdari kanunların ilk 7 maddesini vereyim. Devamını internetten bulabilirsiniz:

Madde 1. Tunceli vilayetine ordu ile irtibatı baki kalmak ve rütbesinin selahiyetini haiz bulunmak üzere korkomutanı rütbesinde bir zat vali ve kumandan seçilir.
Vali ve kumandan usulü veçhile milli müdafaa vekaletinin muvafakati alınmak şartile dahiliye vekilinin inhası ve icra vekilleri heyeti kararile tayin olunur.
Bu vali ve kumandan teşkil edilen dördüncü umumi müfettişliğin de umumi müfettişidir.

Madde 2. Vali ve kumandan vilayet umur ye muamelatında ve vilayet memurları hakkında vekillerin kanunen haiz oıdukları bütün selahiyetleri haizdir .
Vali ve kumandan lüzum gördüğü takdirde vilayeti teşkil eden kaza ve nahiyelerin hudud ve merkezlerini değiştirir ve keyfiyeti dahiliye vekaletine bildirir.

Madde 3. Bu vilayetlerin kaza kaymakamları ve nahiye müdürleri usulü dairesinde milli müdafaa vekaletinin muvafakati alındıktan sonra vali ve kumandanın inhası ve dahiliye vekilinin tasvibi üzerine kararname ile ve orduya irtibatları baki kalmak şartile muvazzaf subaylardan dahi tayin olunabilir.

Bunların ve vilayet kadrosunda iş gören subayların hak ve kıdemleri mahfuzdur. buradaki hizmetleri askeri hizmetten sayılır ve maaşları rütbelerine göre milli müdafaa vekilliği bütçesinden verilir.

Madde 4. Tayini vali ve kumandana ait memurların ve mustahdemlerin harcirahları geldikleri yerden memur oldukları mahalle kadar verilir.

Madde 5. Vali ve kumandan vilayette kullanılan askeri memurlar hakkında inzibati bakımdan askeri kanunların kendisine verdiği disiplin selahiyetini kullanır.

Diğer memurlar hakkında da ihtar ve tevbih cezalarından başka kanunlarm inzibat komisyonlarına verdiği maaş katı, kıdem tenzili selahiyetlerini de resen kullanır ve bu cezalar sicile geçer. sınıf tenzili ve memuriyetten ihrac cezaları inzibat komisyonu kararı ile tatbik edilir.

Hâkimler kanunu hükümleri mahfuzdur. ancak vali ve kumandan adliye memur ve katibleri hakkında hakimler kanunu hükümlerine göre bunların amirleri tarafından verilecek cezaları dahi tatbika selahiyetlidir.

Madde 6. Bu vilayette umumi meclis vazifesini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında vilayet idare heyeti azaları ile kaza kaymakamlarından mürekkeb bir heyet görür. Daimi encümen işini valinin veya tevkil edeceği zatın riyaseti altında defterdar, maarif müdürü, nafıa başmühendisi veya bunların vazifelerini görenlerden mürekkeb bir heyet görür. İdarei hususiyeti vilayet kanununun diğer hükümleri meridir.

Madde 7. Vali ve kumandan lüzum gördüğü belediyelerde reislik vazifesini kaymakamlara ve nahiye müdürlerine verebilir.

Aşiret yapısı birçok ilde vardı ama Dersim kadar “devlet içinde devlet” şeklinde bir başına buyruk feodal yapı yoktu.

Feodalitenin tasfiyesinden önce, her bölgeye-her aşirete-her vatandaşa devleti tanımayı kabul ettirmek gerekirdi. Feodalitenin tasfiye edilmeyişinden, toprak devriminin

yapılmayışından dolayı eleştiririz Atatürk dönemini, bir eksiklik olarak görürüz. Ama bırakın tasfiyeyi, tanınmayı dahi zorla kabul ettirebilmiştir.

Başbakan tanımayan, valiyi, milletvekilini takmayan feodaller mevcuttu.

İslamda bile biat alma vardır. Herkes halifeye biat eder. Biat etmeyen yokedilir, yoksa tehlike arzeder.

Fatih, bırakın biat almayı, kardeşlerin öldürülmesini kanunlaştırmıştır.

Bir örgüt içinde “Ben önderi tanımam, kimseden emir almam” denilebilir mi mesela?

PKK’nın Güneydoğu’da diğer örgütleri nasıl sindirdiğini gayet iyi biliyoruz. Bölgede egemenlik kurabilmek için az insan katletmediler.

Cumhuriyet de, her bölgede, her ilde kendini ve kanunlarını kabul ettirmek zorundadır.

Ama Tunceli’deki gerici feodal aşiretler kabul etmeyip direniyor.

Örneğin adam köy basıyor, yakıp yıkıyor. Mağdurlar şikayet ediyor. Ne kolluk kuvvetleri, ne devlet suçluları alamıyor. Adalet işlemiyor.

Oğlunu öldüren kişinin aşiretini, köyünü basıyor Seyit Rıza. Taş üstünde taş bırakmıyor. Tüm evleri yakıp yıkıyor. Tüm köylüleri katlediyor. Öyle bir kin ki, mezar taşlarını bile kırıp döküyorlar. Ve cezalandırılamıyor.

Ama kendisi idama giderken “Zulümdür, yazıktır, günahtır” diyor. O köyün masum insanlarına yazık değil miydi?

Şimdi devleti tanımayanın, devletle savaşmayı göze alması gerekir.

Bu durumda da “Öldürdüler, bombaladılar, göç ettirdiler” diye şikayet etmemesi gerekir.

Ne yapacaktı devlet?

Hiçbir anlaşmaya gelmiyorsun. Kanun tanımıyorsun. Tabi ki müdahale edilecek. Ama insanlık dışı yöntemlerle değil, katliam boyutunda değil, silahsız insanları bile öldürecek kadar gözü dönmüş olarak değil. Ne yazık ki Dersim’de bu yapılmıştır ve devlet haklı iken haksız duruma düşmüştür. Katliamla kalmamış, zorunlu göçlerle yaraya tuz biber ekilmiştir.

Zorunlu göçler de keyfi değil, çaresiz bu karara varılıyor. İsyanın iki yıl boyunca bastırılamaması nedeniyle mecbur kalınarak katı yöntemlere başvuruluyor. İsyanda yer aldığı tespit edilen köyler göçe zorlanıyor. Bu doğru değil belki ama başka çaresi de yok.

Tunceli kanunları arasında bu madde mevcut zaten. “Gerek duyulduğu takdirde, lüzumu görülenler başka bölgelere yerleştirme yapılabilir” deniyor. Neler olacağı farkedilmiş ki bu kanunu koymuşlar. Çünkü Osmanlı’da kaç sefer bölgeye müdahale edilmiş, netice alınamamış.

Bunlar hoş değil. Hele çağımızda artık hiç olmaması gerekir.
Ne devlet tarafından, Dersim İsyanının bastırılma yöntemleri örnek alınmalı.
Ne de Kürtler tarafından Dersim İsyancıları örnek görülmeli.

Bu arada bir Dersim türküsü dinleyelim:

Ayşe Hür’ün kaleminden bir iddia: (Taraf)

Bu olayı Celal Bayar’ın ağzından dinleyelim: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…” (Kurtul Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17 Eylül 1986.)

Bu mülakatta, Celal Bayar, asıl sorumlunun Atatürk olduğunu ima ediyor, ama kendisinin ‘etkisiz’ eleman olduğunu kabul etmek zor.

“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit” misali, Celal Bayar’ı “etkisiz eleman değil” diyerek Atatürk’ü etkili eleman olarak gösterme ve sanki isyanlara, karakol basmalara rağmen Dersim’e müdahaleyi bir suçmuş gibi lanse etme çabası.

Elbette müdahale edilecekti. Müdahale edilmemesini savunmak mümkün mü?

İsyancılar devleti tanımayacak, devletin yaptığı köprüleri yıkacak, karakolları basacak, askerleri öldürecekler, bunun karşısında devletin başındakilerin “Başka çare yok, vuracağız” kararı eleştirilecek. Nerede görülmüş bu? Bunu bir katliam emri olarak algılamak ve sunmak yanlıştır. Atatürk gereğini yapmıştır. Büyük olasılıkla sonucun katliama dönüşeceğini tahmin edemezdi. Ama hükümeti uyarması, istenmeyen üzücü olaylardan kaçınılması talimatını vermesi yerinde olurdu. Bunu yapmaması da Atatürk’ün sorumluluğu olarak görülebilir.

Üç soruyu yanıtlayalım:

Ayaklanmanın Nedeni?

– Ayaklanmanın nedeni belli tabi.

Tümü silahlı olan aşiretlerin hükümranlığında bir bölge. Osmanlı başedememiş, defalarca müdahale edilmiş ama sonuç alınamamış. Bölgede cinayetler, soygunlar oluyor, adalet işletilemiyor. Devlet içinde devlet gibi, feodal bir yönetim var. Devleti tanımıyor. Vali, kaymakam dinlemiyor. Suçluları teslim etmiyor, sahipleniyor. Askere kimseyi göndermiyor, vergi vermiyor. Hizmet kabul etmiyor. Yol, köprü, okul vb. yeniliklere karşı koyuyor. Islah edilmesi için 1935 Tunceli kanunu çıkarılıyor ve bölgeye vali atanıyor. Köprüler, yollar yapılmaya başlıyor ki köprüyü yakıyor, karakol basıp askerleri öldürüyorlar. Ve isyan başlıyor.

Ölenlerin sayısı?

– Dersim’de ölen insan sayısı hakkında çok çelişkili iddialar var.

Bunlar 3-5 binden başlıyor, 55 bine, 80 bine kadar abartılıyor.

İki yıla yakın süren, bir durup yeniden alevlenen, aylarca çatışılan isyanda resmi rakamların 13.000 küsur kişinin öldüğü şeklinde iddia ediliyor ama sadece söylentiden ibaret. Buna karşın en gerçekçi rakam gibi duruyor. Rakamlarla ilgili verilmiş tek resmi bilgi şudur: “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştır.”

Arşivler açıldığında resmi rakamlar da belli olur, 90-100 binden söz edenler bakalım o zaman ne kulp takacaklar?!

Sürgünler doğru mu?

– Sürgünler doğru. 9 yıllık zorunlu sürgün uygulanıyor. Çoğunluğu Trakya bölgesine olmak üzere yaklaşık 11.000 kişi göç ettirildiği tahmin ediliyor. 9 yılı doldurduktan sonra 1947’de eve dönüşlerine izin veriliyor. Büyük olasılıkla isyanda yer alan aşiretlere mensup aileler seçiliyor.

Çağlayangil’in Kılıçdaroğlu’ya açıklaması

Zamanın Malatya emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in şimdiki CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’yla 1988 yılında yaptığı iddia edilen bir röportajda mağaralara sığınmış çoluk çocuk, kadın yaşlı birçok insanın zehirli gazlarla fare gibi öldürüldükleri, 7’den 70’e Kürtlerin katledildiği söylenmiş:

Taraf gazetesi yazarı Ayşe Hür’e gönderilen bir ses CD’si.

Ayşe Hür yazısında “Çağlayangil’i tanıyan birkaç kişiye dinlettim. Onun sesi olduğunu doğruladılar” diyor.

Bence en başta Kemal Kılıçdaroğlu’na sormalıydı. Ne diye Çağlayangil’in sesi olup olmadığını soruşturmuş ki. Kılıçdaroğlu tasdikliyorsa doğru demektir.

Fakat cumhurbaşkanlığı vekilliğine kadar yükselmiş ve Dersim’de mahkemelerde sorumluluk almış bir devlet adamı şu cümleleri asla sarfetmez:”Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler.”

Araştırmalara göre o dönemde ordunun kimyasal bir silaha sahip olmadığı öne sürülüyor. Bunun doğruluğunu kesin olarak bilemiyoruz ama Çağlayangil bu ifadelerde bulunmuş bile olsa doğru konuştuğu söylenemez. Yahu bu Çağlayangil, hem mağaraların yanında, hem 7 den 70’e kesilenlerin yanında, hem de mahkemelerde. Buna imkan var mı? Belli ki o da abartılı duyumlara göre konuşuyor. Yaşı da bir hayli ileri olduğundan aklında o duyumlar kalmış herhalde.

Üstelik de 15 kasım 37’de Atatürk bölgeyi geziyor. 18 Kasım’da Tunceli’yi teftiş ediyor. Okul çocuklarıyla konuşuyor. Halk her yerde kendisini coşkuyla karşılıyor.

Bugün cumhurbaşkanı ve başbakan, örneğin Diyarbakır’da böyle bir harekat yaptırsa, katliamlar olsa, önde gelen bir aşiret reisi asılsa, 7’den 70’e herkes öldürülmüş olsa ertesi günü cumhurbaşkanı bölge gezisine gider mi? Halkın karşısına çıkabilir mi? Bir deprem olduğunda gidemiyorlar, böyle bir durumda mümkün mü?

Akıl var, mantık var. Bir de bu tarafından düşünün bakalım.

Yanlış anlaşılmasın, katliam olmamıştır demiyorum. Ama yansıtıldığı gibi soykırım olmamıştır. Ya da soykırım derecesinde hunharca ve iddia edilen sayılarda bir katliam olmamıştır. Bu iddialar aşırı abartılıdır. Ve 1937 ile 1938’i birbirinden ayırmak gerekir. 1937 harekatında yani Atatürk’ün yakından ilgilendiği harekatta öldürülenlerin tümü 262 kişidir ve hepsi isyancıdır. Asıl katliam 1938 Ağustos’undan sonradır. O harekatta isyanı bitirecek şekilde en sert, en insafsız şekilde müdahale edilmiş ve binlerce silahlı-silahsız insan öldürülmüştür ve öldürülenlerin içinde kadınların hatta çocukların olduğu söylenmektedir. Bu sıra Atatürk ağır hastadır ve devlet işlerinden el çekmiş durumdadır. Ve kendisine müdahale hakkında bilgi aktarıldığına dair hiçbir kayıt yoktur.

Bunu bilmelerine rağmen Atatürk’ü 1. derecede sorumlu gibi göstermeye çalışmak art niyet içermektedir. Sayıyı yüksek tutmak ve soykırımla nitelemek de bu art niyet nedeniyledir.

Bu iftiralar ve aşırı abartılı rakamlarla Türk düşmanlığı yarattıklarının farkındalar mı acaba? Bunların sonucunda intikam hırsıyla tutuşan ırkçıların peydahlandığını görmüyorlar mı? Bir örnek:

“Türklerle aynı gökyüzü altında yaşamak istemiyoruz” diyecek kadar gözü kararmış bir ırkçı zihniyetin değerlendirmesini okuyuculara bırakıyorum. Asıl ırkçılık, asıl soykırımcılık bu değil midir?

http://www.dersim.bi…aporu_1995.html

Bire bin katan, herşeyi abartan, iftira eden ve sonunda da ırkçılıklarını ortaya koyan bir zihniyet.

Çapulcu feodal derebeyi Seyit Rıza idama giderken “Evladı Kerbelayız, zulümdür, günahtır” demiş ya;

Zulümden şikayet eden bu eşkiyadan daha zalimi çıkmamıştır Dersim’den. Anlatalım:

Seyit Rıza’nın oğlu Bava bir görüşmeden dönerken pusuya düşürülerek öldürülür.

Katilinin Sadoğlu aşiretinden olduğu söylenir.

Seyit Rıza silahlı adamlarıyla aşiretin köyünü basar.
Herkesi çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden katleder.
Evleri yakar. Taş üstünde taş bırakmaz.
Öyle bir kindir, öyle bir zalimliktir ki bu hırsını alamaz, köy mezarlığına bile saldırırlar.

Mezar taşlarını yerlerinden söker, mezarları parçalar, dağıtırlar.
Yani sağ olanların canını almakla yetinmemiş, geçmişteki ölülerine bile saldırmıştır.
Üstelik katlettiği insanlar da Alevidir.

Bu bilgiyi Alevilerden saklarlar. Açığa vurulsa bir anda gözden düşecektir ama siyaseten gizlerler.

O dönemin ünlü bir Alevi ozanı vardır Dersim’de, adı Sey Kaji.
Seyit Rıza, bu ozandan oğlu bava için bir ağıt yazmasını ister.

Ancak Sey Kaji kabul etmez: “Sen ki Sin’i yaktın, ben senin acına rağmen oğluna ağıt yakamam” der. (Bianet)

Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmasıyla çıkarılan Koçgiri İsyanının elebaşılarından Alişer ile Baytar Nuri’yi devlete teslim etmeyip, onlarla yeni bir isyana hazırlanan çapulcu Seyit Rıza’nın İngilizlere yazdığı mektubu görelim şimdi:

Tarih: 30 Temmuz 1937

“Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp, Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor.

Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor. Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”

Seyit Rıza Dersim Generali

Bu mektubun aslı Londra’da, ‘Public Record Office’ arşivleri arasındadır. O yüzden inkar edemiyorlar ama Seyit Rıza’yı kurtarmaya çalışan zihniyet, mektubu onun yazmadığını, Nuri Dersimi’nin yazdığını iddia ederler. Diğer yalanları gibi bu da yalandır. Mektubun altında Seyit Rıza’nın olduğu kesin olan imza vardır. Nuri Dersimi’ye yazdırtan ve imzalayan Seyit Rıza’dır.

Seyit Rıza’ya seyitlik babasından kalmıştır. Bu şeyh-seyit denen soytarılar babadan oğula, oğuldan toruna sömürür milleti.

Şeyh Sait ya da Seyit Rıza farketmiyor. Çünkü Şeyh’in karşılığı, Seyit’tir.

İkisinin de isyanı Cumhuriyetedir, devrimleredir. Gerici niteliğe sahip isyanlardır.

Türkiye Cumhuriyeti şeyhler (seyitler), dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”denilmiş o yıllarda.

Aradan geçen 70 yıla rağmen bugün bile ortalık şeyh, seyit, mürit, meczup, ulema kaynıyor.

Aşiretler dimdik ayakta. Ağalar, derebeyleri hala hüküm sürüyor. Bu feodaller partilerde milletvekili olarak yer alıyor. Liberali, sosyalisti bile feodalleri ağzına almıyor, feodalite aleyhine konuşmuyor. Hatta kaypaklığı ve işbirlikçiliği nedeniyle ÖDP’den düşürülen Ufuk Uras, feodaliteyi problem olarak gören genelkurmay başkanının yargılanmasını isteyecek kadar feodalite savunması yapıyor. Daha da ileri gidiyor, meclisteki konuşmasının son cümlesini Seyit Rıza denen çapulcu feodal derebeyinin sözleriyle tamamlıyor.

Kurtuluş Savaşının başlangıcından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen 18 yıl içinde tam 26 isyan çıkarılmış.

Dökümü aşağıda. Hepsi gerici feodal isyanlar. Bir tanesi bile haklı bulunabilir mi?

1919-1922 – Simko İsmail Ağa İsyanı
11 Mayıs 1919 – Ali Batı İsyanı
21 Mayıs 1919 – Mahmut Berzenci İsyanı
6 Mart 1921 – Koçgiri İsyanı
4 Eylül 1924 – Beytüşşebab İsyanı
13 Şubat 1925 – Şeyh Sait İsyanı
10 Haziran 1925 – Nehri İsyanı
7 Ağustos 1925 – Reşkotan-Raman İsyanı
Kasım 1925 – I. Sason İsyanı
16 Mayıs 1926 – I. Ağrı İsyanı
21 Ocak 1926 – Hazro İsyanı
7 Ekim 1926 – Koçuşağı İsyanı
26 Mayıs 1927 – Mutki İsyanı
13 Eylül 1927 – II.Ağrı İsyanı
7 Ekim 1927 – Bıcar İsyanı
6 Temmuz 1929 – İt Resül İsyanı
20 Eylül 1929 – Tendürek İsyanı
26 Mayıs 1930 – Savur İsyanı
20 Haziran 1930 – Zilan İsyanı
21 Temmuz 1930 – Oramar İsyanı
7 Eylül 1930 – III. Ağrı İsyanı
24 Ekim 1930 – Pülümür İsyanı
Eylül 1930 – II. Mahmut Berzenci İsyanı
Kasım 1931 – Şeyh Ahmet Barzani İsyanı
Ocak 1937 — II. Sason İsyanı
21 Mart 1937 – Dersim İsyanı

Ortada eleştirilecek kadar büyük bir katliam varsa o dönemin solcuları neden eleştirmemiştir?

Hani var mı TKP’nin o döneme ait bir eleştirisi?

Var mı Nazım Hikmet’in bu konuda bir şiiri ya da yazısı?

Çünkü gerici feodal isyanların yanında olmak istememiştir.

Örneğin; Şeyh Bedreddin isyanı çok daha büyük boyutludur ve destanlaştırmıştır bu isyanı. Akşam gezintisi şiirinde Ermeni katliamını yazmıştır. Ama Dersim hakkında tek bir satırı bile yoktur. İsteseydi Moskova yıllarında rahatça yazabilirdi, bir engeli yoktu.

TKP 1920’lerde de, 30’larda da faaldi. Yasaklandığı yıllarda faaliyetlerini durdurmuş değil.

Dergilerle mücadelesini sürdürüyordu. İllegal bile olsa, hiç mi duymadılar?

Gazeteler harekatı yazıyor o günlerde, mümkün mü bilmemeleri? Tersine Komüntern’in feodal isyanı eleştiren ve müdahaleyi destekleyen açıklaması vardır.

Sovyetler de, İngilizler de, Fransa ve Amerika da harekattan, olaylardan haberdardı. Hiçbirinden tek bir eleştiri gelmedi.

Hatta İngiltere ve ABD’nin olumlu raporları var. Yani, onlar bile eleştirecek bir yan bulamamış.

Bugünden 70 sene öncesine bakınca eleştirmek mümkün.

Ama o günün koşullarında devlete isyan edenler hangi ülkede hoşgörülebilir?

Denilebilirmi ki şu ülkede olsaydı, bu tür bir müdahale yapılmazdı, çok daha demokratik yaklaşılırdı.

Öyle bir ülke göremiyorum. Liboşların hayran olduğu, sürekli savunduğu ABD’yi gözönüne alalım. Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atılan atom bombaları tamamen sivil halka yönelikti. Kundaktaki bebekten yaşlı insanlara, kadınlara kadar ayırımsız masum insanlar katledildi. Sadece bombaların patlamasının ardından 150.000′e yakın insan öldü. Sonrasındaki radyasyondan ise yüzbinlerce insan öldü ve sakat kaldı. Hala etkileri devam ediyor. Bu ABD o zaman öyleydi de şimdi düzeldi mi? Daha birkaç yıl önce Irak’taki saldırılarının sonucunda 1 milyona yakın Irak’lı kadın dul kaldı. Vietnam’daki hunharca katliamları da unutulmuş değil.

Sadece ABD mi? Son yüzyılı ortaya koyduğumuzda bugün özgürlükçü demokrat olarak görülen hemen bütün büyük ülkeler Türkiye’den temiz değildir. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika ve diğerleri. Hatta SSCB. Her birinin Dersim’den kat kat büyük katliamlara atılmış imzaları vardır.

Bu üzücü olayların tekrarlanmaması için eleştirelim elbette. Ama eleştirirken objektif olalım.

İntikamcı, kinci bir toplum yaratmayalım. Kimse kalkıp da “Türklerle aynı gökyüzünü paylaşmak istemiyoruz” demesin, diyemesin. Yoksa bu çağda çok daha acı olayların yaşanmasının önüne geçilemez.

Sosyalistlerin Dersim olaylarına bakış açısı şöyle olmalıydı bana göre:

“Cumhuriyet hükümeti Dersim’de devleti tanımayan başına buyruk feodal idareye son vermek istemiş ve bölgeye müdahale etmiştir. Ancak bölgedeki bazı aşiretlerin mukavemetiyle karşılaşmıştır. Mukavemet daha sonra isyana dönüşmüş ve Ankara’nın emriyle isyan çok sert yöntemlerle bastırılabilmiştir. Çok sayıda ölü ve yaralının ardından binlerce insan batı bölgelerine sürgün edilmiştir. Katliama dönüşen askeri müdahalenin detayları hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Ölenlerin ve sürgün edilenlerin sayısı ile olayın ayrıntıları ancak devlet arşivlerinin açılması ile anlaşılabilecektir. Arşivler bir an önce açılmalı, katliamın sorumluları ortaya çıkarılmalı, devlet adına Dersimlilerden özür dilenmeli ve yaralar sarılmalıdır.”

Var mı böyle bir yaklaşım?

Hangisine bakarsanız katliam ya da soykırım. 60’la başlayan 90 binlere kadar çıkan uydurma ölü sayıları.

Dedikodu duyumlarıyla anlatılan abartma hikayeler. Birçoğu Kürtçü isyancıların uydurması.

TKP’ye gelince “yanlış yapmışlar, Kemalizmin kuyruğuna takılmışlar” diyorlar.

Kendileri Kürtçü şovenlerin kuyruğunda olunca tabi böyle söyleyecekler.

Dikkat ediniz, suçladıkları ırkçılar, faşistler değildir, komünist partililerdir, sosyalistlerdir.

O dönemde bugünkü gibi onlarca fraksiyon yok. Bütün sosyalist, komünistler TKP’de.

Ama bugünkü TKP’yi eleştirir gibi geçmiştekini de eleştiriyorlar.

Yetmiyor, Nazım Hikmet’i de milliyetçi diye karalıyorlar.

Sovyetleri Kürtlere sırt çevirmekle suçluyorlar.

Yani bunlara göre gerici Kürtçü isyanlardan yanaysanız iyisiniz, karşıysanız ya faşistsiniz ya Kemalizmin kuyruğuna takılmışsınız. Şoven kafalardan da bu beklenir ancak.

O dönemin sosyoekonomik girişimlerine bakalım şimdi:

1929 yılında zirai kredi kooperatifleri kanunu çıkarılmış.

Tarımda kalkınmaya kredi olarak o dönem için büyük bir para olan 26 milyon ayrılmış.

7 milyon dönüm tarım arazisi topraksız ya da az topraklı köylülere dağıtılmış.

Tarımda makinalaşma seferberliği başlatılmış, 3000 civarında traktör dağıtılmış.

1937’de köy kalkınma hamlesi başlatılmış. Şevket Süreyya Aydemir, bunun büyük bir kalkındırma seferberliği olduğunu ama bu büyük rüzgarın 1945’lere kadar sürebildiğini ve kesildiğini söyler.

Köy Enstitüleri, tarım ve makinist meslek okulları bu yönde atılmış büyük adımlardı.

“1923-1929 döneminde tarımda nispi bir gelişme görülmekle birlikte, değişmeyen mülkiyet ilişkisi, hızlı bir üretim artışı ve modernleşmeye engel teşkil etmektedir.(…) Çalışmak için büyük şehirlere giden köylü dahi, Bey’e cizyesini muntazaman ödemektedir. Kürt isyanları üzerine bir takım beylerin sürülmesi bite, durumu değiştirmemiş, köylü, beylerin yerinde kalan nazır ve akrabalarına vergisini vermiştir. Bir çok köy, bu beylerin ‘batapu’ malıdır. Dersim’de Seyit Rıza, 230 köye hükmetmektedir. Muş ovasının önemli bir kısmını mülkiyeti altında bulundurmuş olan Hacı Musa, topraklarından geçenden baç almaktadır.” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, cilt:1, s.481)

Aynı yıllarda CHP’nin Meclis’teki sözcüsü olan Mazhar Müfit, neden toprak reformu yapamadıklarını şu şekilde açıklamaktadır:

“Mustafa Kemal, bir çok reformlar yapmak istiyor, toprak reformu için burada ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebusanlarından Fevzi Beyler ve diğerleriyle konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapadık.” (Sabiha Sertel, Roman Gibi, s.70)

Tüm girişimlere rağmen feodalizmin tasfiyesi konusunda başarısız kalınmıştır. Çünkü öncelikle devlete bağlılık, itaat sağlanamamıştır. Bugün bile buna cesaret edilememektedir.

Seyit Rıza’nın eşinden de bahsedelim biraz:

Seyit Rıza’nın karısı aşırı fanatik bir Kürt milliyetçisi. Silah kullanmasını iyi bilen gözü kara bir kadın.

“Dedeman Aşireti köyüne mola vermek maksadıyla uğrayan, Besi adlı kadının yanına gelen ihtiyar, Cafer Dede ‘ye ;

– Ey söyle bakalım Cafer Dede. Umumi siyaset durumu nasıl diye sorar. Cafer Dede, Seyit Rıza’nın karısına sağ eliyle sakalını sıvazladıktan sonra heyecanlı olarak anlatmaya koyulur.

“Alamanlar, Capanlarla bir olup Fransızları titretmeye başlamışlar. Ruslar da diş biliyorlarmış. İspanya Yahudileri de, birbirine girmiş. İngiliz Kralı Atatürk’e misafir olmuş. Seferberlikte biz İngilizlerle olsaydık, biz üste çıkardık. Çünkü İngilizler kurnaz adamlar, dünyayı parmaklarında oynatıyorlar. Akıl istersen Frengistan. Güzel istersen Gürcistan, Eroğlu istersen Türkistan” diyerek sözlerine devam etmek isterken Besi hemen söze katılarak ;

“Uşaklıktan ruhunuzu benliğinizi kaybetmişsiniz koca bunak! Eroğlu er istersen! Kürdistan’da bulunur” diye azarlar. Cafer Dede Besi’nin bakışları arasında korkarak kendini savunmak ister.

“Irkımız Hazer Türklerinden gelir. Kitaplar böyle yazar. Büyüklerimiz de böyle söyler. ” der Cafer Dede. Bunu söylemişti ki, mermiyi alnının orta yerine yedi. (s-20 )”

Besi köylülere dönerek;

“Hazreti Ali Hürmeti için,on iki imam adına bu adam öldürüldü diye belirtmiştir.


(Barbaros Baykara, Dersim 1937 s-21)”

Yarbay Kemal’in Dersimlilere seslenişi:

“Sizin olacak bu topraklar. Tohumluğunuzu, aletlerinizi hükümet verecek. Şeyhe ağaya ihtiyacınız yoktur. İnsafsızca asırlardır sömürüyorlar sizi. Bugüne kadar haraç ve ağalık hakkı ile sizleri soyup soğana çevirdiler. Ardından da size cesaret verip soyguna çapula, kan davasına sürdüler. Bunların günahı, vebalini de sizlere yıktılar. Sen ağa hatırına hapislerde çürürken, dünyanın tüm nimetleri ile sefa sürdü bu alçak adamlar. Biz sizleri, Dersimli şeyhlerin, ağaların zulmünden kurtarmağa yemin etmiş insanlarız. Açtığımız yollar, kurduğumuz köprülerle yaptığımız okullarla, yeni bir nizam kurulacak burada. Kendi kendinizin efendisi olacaksınız. ( Dersim 1937, s-147 ) ”

Ama çapulcu derebeylerin kölesi haline gelmiş bazı aşiret mensuplarına dinletemez bu sözlerini. “Yarın cenderme gider, siz yine elimize kalırsınız.” tehditlerine karşı koyamazlar. Ama devletin şakası yoktur ve isyancılara hadleri bildirilir. Seyit Rıza çapulcusunu teslim alan, bu konuşmayı yapan Yarbay Kemal’dir.Yarbay Kemal, devlete karşı gelen Seyit Rıza ile diğer aşiret reislerini, barındıkları Kutu Deresi bölgesinde yakalamak için çevre illerden gelen birliklerle geniş çaplı operasyon başlatmıştır. Uçak ve ağır silahların kullanıldığı bu geniş çaplı operasyonda zayiat verilmesine rağmen, isyancıların büyük bir bölümü imha edilmiştir. Teslim olanları ise Elazığ Cezaevine gönderilmiştir. Seyit Rıza’nın karısı Besi’de bu operasyonda Yarbay Kemal tarafından canlı yakalanmaya çalışılmasına rağmen, yakalanacağı sırada teslim olmayıp, uçurumdan atlayarak intihar etmiştir. Kocası Seyit Rıza ise ilk etapta ele geçirilememiştir. Kışın gelmesiyle dağlarda yaşayamayacağını anlayan Seyit Rıza Erzincan girişindeki karakola gelerek Yarbay Kemal’e teslim olmuştur.

Seyit Rıza ve isyanın 5 elebaşısı yargılanarak idam edilir. Ama bir müddet sonra Kureyşan aşireti diğer Kürt aşiretlerini de kışkırtarak yeniden ayaklanır. 2 Ocak 1938’de Jandarma müfrezesine saldırılır, karakol basılır. Çok sayıda asker ölür.

İşte asıl acı olaylar bundan sonra başlar. Mart ayında bölgede yeniden harekat başlar ama isyan tamamen sonlandırılamaz. Yer yer devam eder, yaz boyunca sürer.

Atatürk’ün ağır hasta olduğu döneme girilmiştir ve bölge ile ilgili gelişmelerden habersizdir. Hükümetin başı ise liberal Celal Bayar’dır. Tüm yetki ve sorumluluk ondadır.

İsyanın bir türlü bastırılamaması ve asker kayıpları karşısında katı yöntemlere başvurulur ve Eylül-Ekim 1938’de dağa kaçan isyancılara ağır darbe vurulur. Sürgünlerin çoğu da bu dönemde gerçekleşir.

Uzun süren isyanın bu gergin psikolojisiyle istenmeyen olaylar meydana gelmiş olabilir.

Fakat öyle akılalmaz ve mantıksız hikayeler anlatılmaktadır ki, bunlara inanmak mümkün değildir. Bu hikayelerin sahiplerine bakıldığında kimisinin Kürtçü, kimisinin de Nurcu olması şaşırtıcı değildir. Örneğin Albay Hulusi’nin anıları diye anlatılanlara baktığınızda kendi alayı bir tek kişiyi bile öldürmemiştir ama iddiasına göre “herkesi imha” emri verilmiştir ve bu imha gerçekleşmiştir. Albay Hulusi’yi araştırdığımızda karşımıza bir Nurcu çıkıyor ve arkasında Said Nursi var. Yine yüzbaşı Şevki’nin anlattığına göre “çoluk-çocuk, kadın, ihtiyar demeden herkes gaz dökülerek yakılmış. Hatta dışarı atılan bir bebeği, bir yüzbaşı süngü ile tekrar ateşe atmış.” Bu adi iftirayı anlatan kişinin de Said Nursi’nin talebesi olması ilginçtir.

Dersim İsyanını soykırım olarak lanse eden, sorumlusunun Atatürk olduğunu iddia eden, rakamları ve olayları abartan bölge halkı değildir. İsyan eden aşiretlerin mensupları ve Kürtçü

düşünceler içinde olanlardır. Bunlar azınlık bir gruptur. Tunceli halkı bunlara kapılmaz.

Aşağıdaki satırlar Melih aşık’ın:

Kürtlere ve Alevilere yağ yakmak isteyenler, demokrat görünmek çabasındakiler, Cumhuriyeti ve Atatürk’ü gözden düşürmek isteyenler omuz omuza savaşıyor.

Acaba Tunceli halkı da böyle mi algılamıştır olayları? İsyancı Seyit Rıza’yı kahraman, CHP’yi katliamcı mı görmüştür? Bakınız… O olayların sıcaklığı sürerken…

1950 yılında Türkiye’de ilk genel seçim yapılıyor…

Tunceli’de DP oyların yüzde 60’ını alıyor, CHP yüzde 40’ını…

1954 seçimlerinde CHP oyların yüzde 53’ünü alıyor, DP yüzde 46’sını…

1957 yılında CHP oyların yine yüzde 53’ünü alıyor, DP bu defa yüzde 34’ünü…

1965 seçiminde CHP yüzde 34, AP yüzde 27.

1973’te CHP yüzde 70, AP yüzde 14… Günümüzde ise CHP’nin en yüksek oranda oy aldığı ildir Tunceli. DP’nin oyları silip süpürdüğü dönemlerde bile oyunu CHP’ye vermiş.
Yöre halkı CHP’ye katliamcı diye baksa oyunu böyle mi kullanırdı?

Sonuç:

Dersim’de bir isyan yaşanmıştır ve isyan katliamla ve kısmi tehcirle bastırılmıştır. İsyanın sorumlusu isyancılardan ziyade dönemin hükümetidir. Osmanlı’dan beri özerk denebilecek bir şekilde başına buyruk yaşayan bir bölgeye karakol yapmak yerine okul, hastane yapılmalı, spor alanları ve sosyal tesisler kurulmalıydı. Orada görev yapacak olanlar önce eğitimden geçmeli ve halka kesinlikle ters düşecek davranışlara girişmeyecek şekilde disipline edilmeliydiler. Kötü muameleler, taciz ve tecavüzlere asla mahal verilmeyecek önlemler en başından alınmalıydı. Asimilasyona yönelik söylemlerden kaçınılmalı, dini ya da milli kültürel farklılıklara hoşgörü ile yaklaşılmalıydı. Ancak bunlar yapılmamış ya da eksik yapılmış, dolayısıyla isyana yol açacak zemine sebep olunmuştu.

İsyanın bastırılmasında çok katı davranılmış ve orantısız güç kullanılmıştı. Teslim alınanların ya da etkisiz hale getirilmiş olanların toplu halde öldürülmeleri katliamdır. Korkudan mağaralara saklanmış insanları bombardımana tutmak da katliamdır. Hükümet bu aşırı sert müdahaleyle yanlış yapmıştır. Muhakkak ki silahsız insanların öldürülmesi emredilmemiştir ama askerlere silahsız insanların kılına bile dokunulmaması yönünde kati emirler verilmiş olsaydı, operasyonlar katliam boyutunda olmazdı.

İsyanın başı Seyit Rıza ve diğer isyancılar asılmamalıydı. Belki isyanı kökten halletmek amacıyla bu idamları yaptılar ama yanlıştı. Sonuçta Cumhuriyet tarihine silinmeyecek bir leke bırakmış oldu.

Tehcir de yanlış karardı. Binlerce insan yurtlarından edildi. Tanımadıkları diyarlara sürüldü. Büyük bir buhrana sürüklendi. Bu yanlış ve başarısız girişim, feodaliteyi tasfiyeyi ve toprak devrimini de engellemiş oldu. Dersim harekatı, bu yanlışlar nedeniyle feodaliteyi tasfiye olarak değil, bir asimile harekat olarak algılandı. Dersim devlete boyun eğdirildi ama feodalite aynı şekilde devam etti.

Dersim 38’e soykırım denemez ama ne yazık ki katliam gerçeği de inkar edilemez. Gerçeklerin tam olarak bilinebilmesi için devlet ve Genelkurmay arşivleri açılmalı ve biran önce Dersimlilerden devlet adına özür dilenmelidir. O dönem devlet demek CHP demek olduğundan bu özüre CHP de katılmalıdır.

ARAŞTIRMA DOSYASI : ULUSAL DEMOKRATİK DEVRİM NEDİR ?

Dünyanın geleceğindeki evrensel nizam sınıfsız-sömürüsüz sosyalizmdir, yani komünizm.

Mevcut içeriğiyle komünizm bir ütopya olarak görülse de, zaman içinde uygulanabilir en ideal forma ulaştırılacak ve ütopya olmaktan elbette çıkarılacaktır.

Ancak komünizm, belki asırlar sonrasının hatta binlerce yıl sonrasının gerçekleştirilecek düzeni olacağından çağımızın tartışma konusu değildir. Komünizm gerçekleştirilemeyecek bir düzen olsa dahi bu, sosyalizmden vazgeçilmesi anlamı taşımaz. Her halükarda sosyalizm insanlık için gerekli bir sistemdir. Gelecek kaçınılmaz olarak sosyalizmdir. Çünkü dünyadaki adalet, halklar arasındaki paylaşım ve fırsat eşitliği bunu gerektirmektedir. Üstelik yıldan yıla dünyadaki enerji ve besin yetersiz hale gelecek, artan dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılayamaz seviyeye düşecektir. Dünya halklarınının böylesi bir bunalımda tek çözümü sosyalizm olacaktır. Çünkü kapitalist sistem, hem mevcut kaynakları hızlı tüketme ve israf etme niteliğindedir, hem de adaletsiz paylaşımıyla kitleleri ezer, sömürür. Geleceğin kısıtlı şartlarında dünya halkları bu yükü taşıyamaz ve dünya devrimi kaçınılmaz hale gelir.

Dünya devrimi kesindir ama halkların bu devrimi beklemesi ve kapitalizme boyun eğmesi gerekmez.

Dünya devrimi hala kapitalizmin, emperyalizmin sürdüğü ülkelerde gerçekleştirilir ve tüm dünya sosyalizme geçer. Dünyada egemen bir kapitalist sistem kalmaz. Ama ondan önce her halk, kendi ülkesinde devrimini gerçekleştirip sosyalizme geçebilir. Bu ülkesel geçişler ulusal sosyalizmdir. Her ülke kendi halkının yapısına, ülke şartlarına göre bir sosyalist uygulama içinde olur. Dünya devrimine kadar her halk kendi ülkesinde sömürüye son vermeye çabalar ve diğer sosyalist ülkeler ile dayanışma içinde olur. Ulusal sosyalist düzenlerin elden geldiğince en demokratik şekilde kurulması gerekir. Çünkü sosyalistler diğer tüm sistemlerden çok daha demokrattır. Bunun uygulamada da böyle olması gerekir. Egemen olan halk iktidarı olmalıdır. Bu da en gerçekçi demokrasiyle sağlanır. Marks’ın Proleterya diktatörlüğünü, burjuvazi ve karşı devrimciler üzerinde bir diktatorya olarak anlamak gerekir. Halk, diktatorya ile yönetilemez. Bu faşizmden farksız olur. Nitekim Sovyetlerdeki durum buydu ve halkla hiçbir dönemde kucaklaşılamadı ve halk daima iktidardan çekinir oldu. Halkın desteğini alabilmiş bir sistem olsaydı, kesinlikle emperyalist baskılardan etkilenilmezdi. Halk, sisteme sahip çıkardı.

Bilhassa emperyalizme bağımlı ülkelerde demokratik sosyalizme ulaşabilmenin yolu ulusal demokratik devrimden geçer. Ulusal demokratik devrimden önce sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi mümkün olsa bile tutarlı ve kalıcı olmayabilir. Üstelik de oluşturulmaya çalışılan sosyalizm demokratik olmaz. Çünkü hala feodal kalıntılara sahip ve toprak devrimini tamamlayamamış ve göstermelik demokrasiyle hatta zaman zaman faşizmle yönetilen genelde oligarşik yapılarda devrimden sonra direk sosyalizme geçilemez. Önce feodalitenin tamamen tasfiyesi ve toprak devriminin tamamlanması, köylülerin kooperatifleştirilmesi, kentleşmenin ve sanayileşmenin tamamlanması gerekir. Bunlar demokratik devrime ait işlerdir ve sosyalizm içinde yapılması devrime ve demokrasiye zarar verir. Çünkü tepki veren, geçişi zor olan bir aşamadır.

Halbuki ulusal demokratik devrim için sadece sosyalist kitleler gerekmez. O nedenle sosyalizme göre yapılması daha kolay bir devrimdir. Devrimin ulusal müttefikleri vardır ve sosyalistlere büyük güç ve destek sağlarlar. Bunlar bağımsızlık yanlısı yurtsever halk tabakalarıdır. Yurtsever işçiler, köylüler, asker, esnaf, memur ve öğrenciler sosyalist olmasalar bile antiemperyalist mücadelede sosyalistlerin müttefikidirler. Hatta küçük burjuvazi ve milli burjuvaziden bile destek gelir. Böyle bir ulusal demokratik devrim sayesinde tam bağımsız bir ülkeye sahip olunur. Topraksız köylülere toprak dağıtılır. Sanayileşmeye, kooperatifleşmeye gidilir. Hızlı bir üretim artışı ve büyüme sağlanır. Ancak özel mülkiyete ve üretim araçlarına dokunulmaz. Kapitalistlerin varlıklarını sürdürmeleri sağlanır. Fakat egemenlikleri ellerinden alınmıştır. Egemen olan halktır, yurtsever devrimcilerdir. Ülkede her yönüyle tüm demokratik açılımlar tamamlanır. Halkın eğitimi ve bilinçlendirilmesiyle birlikte kültür devrimi gerçekleştirilir. Bu aşamada sosyalistler seçimlerle halkın sosyalizmi benimsemesini sağlamaya çalışırlar. Sermayenin egemenliği ortadan kalktığı ve faşist engellemeler son bulduğu için halkın çoğunluğunun sosyalizmi talep etmesiyle birlikte demokratik sosyalizme geçilir.

Demokratik sosyalizmde ilk aşamada kamulaştırılan sadece büyük burjuvazinin elindeki üretim araçlarıdır. Daha sonra büyük özel mülkiyetler de kamulaştırılır. Ama emekçi halkın mülkiyetine, esnafa ve kobilere ilişilmez. Küçük ve orta işletmeler desteklenir, ancak bunların şirketleşip, holdingleşip burjuvalaşması engellenir. Yani, daha fazla çalışana, daha fazla üretene, bedeniyle birlikte zihnini de çalıştırıp daha fazlasını hakedene olanak tanınır. Fakat sömürüye kesinlikle ortam sağlanmaz.

Not: Bu yazı 2010’da yazılmış olup, 2013 Haziran’ındaki Gezi Direnişi, bir ulusal demokratik devrim birlikteliğidir ve demokratik devrim girişimine en güzel örnektir.

Serdar Kaangil

IŞİD DOSYASI /// SERDAR TURGUT : NATO’nun IŞİD kararının şifreleri

7 ay önce Washington’da son derece gizli bir toplantı yapıldı. Batı ve Arap istihbarat servislerinin şefleri toplanıp Ortadoğu için önemli kararlar aldılar.

Toplantıda IŞİD’e karşı yapılacak mücadelenin yol haritası çıkarıldı. Bu mücadelede Amerika’nın yanında yer alıp da ön plana çıkacak istihbarat servislerinin adına vurgular yapıldı.

Bu savaşta Ürdün ve Türkiye’nin istihbarat servisleri ön plana çıkıyordu. Ve emin olun, önceki gün NATO zirvesinde alınan ve yeni gibi sunulan kararların çoğunun temeli bu global casuslar zirvesinde atıldı.

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’ın aktif olduğu bu toplantıya Suudi Arabistan İçişleri Bakanı’nın yanı sıra Türkiye, Katar ve Ürdün’ü istihbarat servis başkanları da katıldı.

Ben NATO zirvesinden sonra yapılan açıklamada, Ürdün’e istihbarat konusunda önemli rol verileceğini okuyunca aylar önceki bu zirveyi hatırladım ve bu toplantıyla ilgili bilgileri tekrar okudum.

Bu şekilde çalışınca NATO kararlarının aslında istihbarat servisleri tarafından aylar önce yazılıp oluşturulmuş olduğunu görüyorsunuz.

Bence bunun anlamı şu: “Evet, devletler düzeyinde bazı kararlar alındı, ama bundan sonra çok şiddetli gizli operasyonlar başlatılacak; çünkü mücadeleyi gizli servisler üstlenmiş durumda.”

Bu savaşta Ürdün gizli servisinin yanı sıra MİT’e de büyük görevler düşecek. İlk önce sınır geçişleri ve IŞİD’e yeni katılımlar engellenecek. Ve Türk istihbaratına yeni bilgi akışları sağlama açısından da güveniliyor.

İstihbarat akışı vurgusunda Ürdün’ün ön plana çıkarılması da ilginç. Çünkü Ürdün istihbaratı, Amerikan istihbaratıyla bölgede en yakın ve sıcak çalışan casusluk örgütü.

El Kaide ile savaş sürerken ve Bin Ladin kovalanırken Ürdün, yakaladığı El Kaide militanlarından çoğunlukla işkence yoluyla aldığı bilgileri CIA’ya aktararak Ladin’in öldürülmesinde büyük rol oynadı.

Ayrıca Ürdün, İsrail’le iyi ilişkilerini sürdürüyor ve bunun MOSSAD ile iyi ilişkiler olarak da sürdüğünü tahmin etmek o kadar zor değil.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Obama arasında yapılan ve Türkiye’nin mücadeleye katılma biçimlerinin tartışıldığı görüşmeden sonra Amerika tarafından yapılan açıklamada “antisemitizmle mücadeleye uygun zeminler yaratılması” vurgusu bana manidar geldi.

ABD bununla Türkiye’de zaman zaman yükselen anti İsrail söylemlerinden duyduğu rahatsızlığı da dile getirmiş oldu.

NATO zirvesinden sonra görüldü ki, temelde global istihbarat çevreleri tarafından çizilen bir mücadele başlatılıyor ve bu mücadelede Türkiye’nin hayli önemli rolü olacak.

Yapılan tespitlere göre, IŞİD’in en büyük gücü olarak sunduğu Batılı gençleri militan olarak saflarına katması, onun en büyük zaafını da oluşturuyor. Söylenen bu kadar ama ima edilen şu: “Böyle bir kanalın var olması, IŞİD’in içine yeni militan görünümünde özel güçlerin sokulması yolunu da açıyor; bu yol kullanılacak ve belki de çoktan kullanıldı.”

Sınır geçişlerinin kontrolü Türkiye’ye emanet edildiğinden bu tür riskli operasyonlarda MİT’in ön planda yer alacağını tahmin etmek zor değil.

FETULLAH CEMAATİ DOSYASI /// BÜLENT ORAKOĞLU : Paralel yapının önlenemeyecek tükenişi

Galler’deki NATO Zirvesi’nde yapılan toplantıda alınan kararlarda ortak düşman olarak Rusya ve IŞİD’in öne çıkması dışında, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a karşı gösterilen ilgi alaka ve itibarda bulunulmasının şüphesiz ilk nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türk kamuoyunun %52’lik desteği çok önemli bir rol oynamış görünüyor.

Liderlere verilen yemekte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ABD Başkanı Obama’nın yan yana oturması en çok dikkati çeken detaylar arasında yer aldı. İki lider arasında yapılan görüşmelerin yaklaşık 1,5 saat sürmesi son yarım saatteki görüşmelerin ise baş başa yapılması, Obama’nın, ”Türkiye’nin Avrupa ile Ortadoğu arasındaki köprü görevi dolayısıyla NATO’daki önemini vurgulaması, ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan, ittifakımız için önemli bir lider’ tespiti ile birlikte, iki ülke arasında yabancı savaşçılar konusunda istihbarat paylaşımının önemine dikkat çekmesi çok önemli açıklamalar olarak tarihe geçti.

Özellikle, bu açıklama ile Türkiye’nin IŞİD’e ve teröre destek verdiği iftirası çökmüş bulunuyor. Yeni Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler kategorisine alınması, itibar ve imajının zedelenmesi amacıyla ülke içinde ve dışında yapılan kara propaganda amaçlı haberler ve paralel yapının Adana’da MİT TIR’larına yönelik eylemleri ile Alman dış İstihbarat Servisi BND’nin, Türkiye’yi dinlemenin meşruiyeti olarak göstermeye çalıştığı IŞİD ilişkisi iddiası, ABD Başkanı Obama tarafından dolaylı bir şekilde yalanlanmış oldu.

Merkel bir taraftan, Türk yetkililere, Alman istihbaratının faaliyetleri konusunda bir açıklama yapamayacağını ifade ederken, diğer taraftan da, Alman medyasına sızdırılan dinleme ile ilgili olduğu iddia edilen asparagas bilgilerle, Türkiye’nin IŞİD ile irtibatı olduğu konusunda, uluslararası ve iç kamuoyunu etkilemeye yönelik algı operasyonu da bu şekilde başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.

Ayrıca Obama’nın, Türkiye’nin Avrupa ve Ortadoğu arasında bir köprü görevini gördüğü açıklaması, ABD’nin uzun yıllardan bu yana Türkiye’de, seçilmiş iktidarların yönünü ”Batı’dan Doğu’ya çevirdiği”gerekçesiyle darbelere verdiği desteğin sona erdiğinin açık bir kanıtı ve paralel yapının önlenemeyecek tükenişinin bir işareti olarak görülebilir.

Bu tarihi açıklamalarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Obama ile baş başa yaptığı yarım saatlik görüşmenin ve ortaya koyduğu dosyaların etkili olduğunu düşünebiliriz. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi paralel yapının iç ve dış ilişkilerinin deşifre olması aynı zamanda dış desteğin kesilerek yalnızlaşması, bitmesi anlamına da gelebiliyor.

Bir istihbarat kuralı olarak, tetikçi veya işbirlikçi yapıların deşifre olmaları halinde iş birliği içinde olan kişi ve ülkeler için bir tehdit unsuru olmaları nedeniyle çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırılmaları bir vakıa olarak karşımızda dururken, ABD’nin ve Batılı ülkelerin istihbarat ve İKK faaliyetlerinin altın kuralı dışına çıkarak, Türkiye içindeki faaliyetleri nedeniyle deşifre olmuş darbe üstüne darbe alan bu yapıya destek vermeye devam edeceklerini düşünmek en azından saflık olur.

Diğer taraftan 17 aydan bu yana görüşme yapmayan iki lider arasında ani olarak yumuşayan ilişkiler ve Obama’nın Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu kadar sıcak ilgi ve alaka göstermesinin ikinci nedeni ise yeni bir soğuk savaş sürecinin kapıda olma ihtimali ve Putin ile Erdoğan arasındaki iyi ilişkilerin ABD’yi tedirgin etmesi gösterilebilir.

Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Obama’ya ilettiği Fethullah Gülen’i ya deport edin ya da verecekseniz bize verin çağrısı uluslararası konjonktürde doğru zamanda yapılmış bir başvuru olarak gözüküyor. Gülen hakkında herhangi bir mahkeme kararı hatta açılmış bir tek dava dahi olmadığı yönünde paralel medya tarafından yapılan açıklamalar en azından şimdilik doğru değil. Zira Gülen ile ilgili olarak geçmişte açılan davalarda verilen beraat kararlarında bir şaibe olup olmadığı yönünde çok yönlü araştırma ve soruşturmalar sürüyor.

5 Eylül’de Obama ve Erdoğan arasında yapılan görüşme sonrasında, ABD’de Pensilvanya için ibrenin ters döndüğüne yönelik işaretleri kısa bir süre sonra görebileceğimiz anlaşılıyor.

İŞ DÜNYASI : e-Posta Pazarlama (e-Mail Marketing) Hakkında Her Şey

e-Posta pazarlaması denilince akıllara ilk gelen isimlerden biri Murat Erdör. Tam bir network uzmanı olan Murat Erdör ile Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki bir panelde tanışmıştık, kendisi ile röportaj yapma firki orada belirmişti. Sonunda e-Posta pazarlama ile ilgili belki de son dönemde yapılmış en iyi içerik ile sizi başbaşa bırakıyorum. Murat Erdör’e bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum.

Merhaba, öncelikle sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

TED Ankara Koleji mezuniyeti sonrası Bilkent Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldum. Yakın dönemde de Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Stratejik Pazarlama ve Marka Yönetimi” üzerine master yaptım. Farklı sektörlerde uluslararası ve yerel firmalarda çalıştıktan sonra 2012 senesinde Emarsys ailesine katıldım. Şu anda da Emarsys Türkiye’nin ülke müdürü olarak konusunda uzman 20 kişilik bir ekipten sorumluyum.

Emarsys hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?

Bir Avusturya şirketi olan Emarsys farklı sektörlerdeki firmaların ayda 6 milyar adet e-postasını gönderme hizmeti sunan global bir markadır. Türkiye’de 2012 yılının Nisan ayında ofis açıldıktan sonra mevcut müşteri sayısı kısa bir sürede inanılmaz artarken verilen hizmet kalitesi de çok daha iyi seviyeye geldi. Müşteri sayısının artması, mevcut müşterilerin memnuniyetlerinden dolayı kontrat sürelerini uzatması sayesinde çalışan sayısı da hızlıca arttı ve Emarsys e-posta pazarlama, müşteri bağlılığı ve tavsiye sistemleri denince akla gelen ilk markalardan birisi haline gelmiş oldu.

E-posta pazarlaması nedir?

E-posta pazarlama firmaların izinli olarak aldıkları adreslere hizmetler, ürünler ve diğer konular ile alakalı mesaj göndererek müşteri bağlılığı yaratmasıdır. Genelde insanlarda e-posta pazarlama denince ilk etapta spam algısı var çünkü üye oldukları veya olmadıkları firmalardan onlarca e-posta geliyor dolayısıyla insanlarda buna tepki gösteriyor. Halbuki gerçekten ilgili firmadan bilgi almak isteyenlere e-posta gönderilse ve gönderilen e-postanın içeriği müşterinin ilgisini çekecek şekilde özelleştirilse, ki Emarsys olarak iş ortaklarımızla bunu yapıyoruz, o zaman spam algısı yerine beğendiğim/takip ettiğim markadan yeni bir mesaj gelmiş algısı yerleşecektir.

E-posta pazarlamasının zamanının dolduğuna dair bir kanı var siz katılıyor musunuz?

Tam tersi asıl herşey yeni başlıyor. Türkiye’de çalışmakta olduğumuz ve çalışmadığımız ama yakın ilişkide olduğumuz firmalarla sık sık bir araya gelip e-ticaret ve dijital pazarlama üzerine konuşuyoruz. Bir çok kanaldan müşterilerine ulaşmaya çalışan firmaların hepsinin en büyük gelir kaynağı hala e-posta pazarlama. Özellikle Emarsys olarak geçen sene piyasaya sunduğumuz Predict adlı Tavsiye Sistemleri (Recommendation Engine) sayesinde artık firmalar müşterilerinin web sayfasında da ne yaptıklarını görüp kişiye özel mesaj gönderebiliyorlar. Müşterinin hangi kategoride ne kadar zaman geçirdiği sisteme kaydediliyor ve gönderilen e-postada istenen kısma müşterinin ilgilenebileceği ürünler otomatik olarak ekleniyor. Tavsiye sistemleri kullanan iş ortaklarımızın e-posta açılma oranlarında ve satışa dönüş oranlarında çok büyük bir yükseliş gözlemliyoruz.

E-posta pazarlamanın diğer dijitaral araçlara göre avantajları nelerdir? Örneğin e-posta’yı sosyal ağlarda yapacağımız pazarlama çalışması yerine seçmemiz için somut avantajlar nelerdir?

Ölçülebilir, hızlı, diğer kanallara göre daha ucuz, etkili olması ve zaman tasarrufu sağlaması e-postayı diğer mecralardan daha ön plana çıkarmaktadır. İnsanlar her dakika sosyal medyaya giremeyebilir ama e-posta her zaman onların önüne bir şekilde gelecektir. Emarsys olarak iş ortaklarımıza gönderdikleri e-postalarda her ürünün altına sosyal medya ikonları eklemelerinin faydalı olacağını söylüyoruz çünkü firmanın müşterileri ilgilerini çeken ürünleri sosyal medyada paylaşıp siteye daha fazla kişinin gelmesini sağlıyorlar.

E-posta pazarlaması ile ne tip farklı gönderimler yapılabilinir?

Sınırsız ama ilk akla gelenleri söylersem;

  • Mesela sepette ürün bırakan müşteriye sepet e-postası göndererek müşterinin alışverişi tamamlamasını sağlayabilirsiniz. Sadece basit bir e-posta kurgusu sayesinde çok başarılı sonuçlar çıkartıldığını gözlemliyoruz.
  • Web sayfasına gelsin diye arama motorlarına hatırı sayılır paralar harcanıyor ama üye olmuş müşteriye çoğu zaman bir şey yapılmıyor. Halbuki yeni üye olanlara ilk alışverişlerinde indirim sağlayacak indirim kuponun olduğu bir hoş geldin e-postası sadece dikkat çekmekle kalmaz aynı zamanda müşterilerin ilk alışverişi yapmalarında önemli bir rol oynar.
  • Alışveriş sonrası e-postayla anket gönderip ürünü beğenip beğenmediğinizi sormak ve sonrasında anekti cevaplayanlara teşekkür e-postası ile süreli indirim verip tekrardan alışverişe yönlendirmek çoğu zaman çok ilgi çekmektedir.
  • Uzun süre alışveriş yapmayan müşterilere “Seni Özledik” temalı e-postalar gönderildiğinde dikkat çekebilir ve inaktif olan kişileri aktif hale getirme şansını elde edebilirsiniz.

Türkiye’de e-posta pazarlamanın konumu nedir? Dünya ile karşılaştırdığınızda olumlu olumsuz neler söylebilirsiniz?

BKM’nin her ay yayınladığı istatistiklere baktığımızda online alışveriş tutarlarının arttığını görüyoruz. E-ticaret büyüdükçe yeni firmalar açılıyor, e-posta pazarlama kanalını kullanıyor ve sektör büyüyor. Türkiye’de e-ticaret büyüyor ama yurtdışındaki seviyelere hala gelmediği için e-posta pazarlama da yurtdışındaki büyüklüğe gelmiş durumda değil.

Farklılıklar nedir diye baktığımızda özellikle AB ülkelerinde spam yasası olduğundan firmalar oradan buradan buldukları e-posta adreslerine izinsiz mesaj gönderemiyorlar. Sadece kendi müşterilerine e-posta atmalarından dolayı da açılma oranları Türkiye’deki firmalara göre daha yüksek olabiliyor. Segmentasyon kavramının önemi ülkemizde yavaş yavaş kavranıyor, iletilebilirlik konusunda sıkıntı yaşanmaması için basit kurallara hala uyulmuyor ve daha detaylı e-posta gönderebilmek için müşterilere ait detaylı bilgiler toplanmıyor. Bu konularda tabi ki eskisine göre gelişmeler var ama hala istenen seviyeye gelmiş değil.

Bu sene sektördeki bazı firmaların kapandığını görmek bizi çok üzdü. İş ortaklarınız ile iyi ilişkiler içinde olmazsanız, ne iş yaptıklarını anlamayıp onlara doğru stratejiler sunup işlerini büyütmeleri konusunda destek olmazsanız süreklilik yaratamazsınız. Emarsys olarak bu konuda iş ortaklarımıza en iyi hizmeti vermeye ve onların işlerini büyütmeye çalışıyoruz.

E-posta pazarlamanın önündeki en büyük engel nedir? Örneğin e-posta pazarlamasında içerik / görsel mobil entegrasyonu sağlabilmiş durumda mı?

E-posta pazarlamanın önünde bir engel yok. Eğer firmalar bir takım kurallara uyarlarsa, müşterileri hakkında olabildiğince gerekli bilgileri toplarlarsa, doğru zamanda doğru mesaj gönderirlerse ve karşısındakini makine olarak değil insan olarak görüp gerekli samimiyeti sağlarlarsa eminim geri dönüş oranları çok daha fazla olacaktır. Emarsys olarak biz iş ortaklarımıza bir çok strateji öneriyoruz ve müşterilerini iyi tanımaları için gereken çalışmaları yapmalarını tavsiye ediyoruz.

Mobil cihazlara gelirsek, artık herkesin elinde akıllı cep telefonları var ve her türlü işlemi buradan yapıyoruz. Eğer gönderilen e-postalar mobil uyumlu değilse bunlar okunmayacak ve sonrasında da hiç açılmadan silinecektir. Emarsys olarak çalıştığımız firmaların mobil uyumlu e-posta atmalarını rahatlıkla sağlıyoruz. Bunu yapamayan firmaların yakın zamanda sorunlarla karşılacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

Benim sormayı atladığım ama hakkında mutlaka bahsetmemiz gereken şeyler varsa eklemenizi rica ederim.

Ayda bir konuk konuşmacıları davet ettiğimiz turkey e-posta adresinden de bizlerle temasa geçebilirler.

Teşekkürler…

ARAŞTIRMA DOSYASI /// S. FİGEN ÖZEN : Bağımsızlık Işığı !

Ben Milli mücadeleye çıktığımda ordunun da halini gördüm, saltanatın da. Bir de bağımsızlık ışığı gözünden parlayan Dr. Hikmet’i
Mustafa Kemal ATATÜRK

Sivas Kongresi’nin özü, amacı tek bir sözcükle ifade edilmelidir. Bağımsızlık!

Sivas’ta yüreklerde saklanan “milli sır” henüz açıklanmamış, ancak bir milletin kurtuluşu ve bir devletin kuruluşu için gereken kararlar verilmiştir.

Bu kararların alınması elbette hiç kolay olmamıştır. Anadolu’nun dört bir tarafından gelen 45 delegenin içinde hâlâ İngiliz himayesini, Amerikan mandasını savunan kurtuluşun reçetesini anlayamayanlar da vardır.

Hatta bunlardan bazıları yeni bir siyasi partinin kurulmasını, diğerleri ise İttihat ve Terakki Partisi’nin çatısı altında toplanmanın gerekli olduğunu savunmuşlardır.

Türk vatanı işgal altındadır, toprak ana “müstevlilerin” kirli çizmeleri altında inlemektedir. Padişah ve yanlıları saltanatın devamı, Türk milleti ise vatan derdindedir.

“Mustafa Kemal ” Gençlerin de görüşlerini almalıyız ” diyerek Sivas’ta toplanacak olan kongreye 3 öğrencinin katılmasını ister. Bunun üzerine Askeri Tıbbiye, Sivas Kongresi’ne 3 delege göndermek ister. Üçüncü sınıf öğrencisi Hikmet Bey ve Yusuf Bey (Balkan) delege seçilir ve yol paraları olmadığı için aralarında para toplarlar. Ancak 9,5 lira yani bir kişinin Sivas’a gidebilmesine yetecek miktarda para toplanabilir. Bunun üzerine sadece Hikmet Bey’in Sivas Kongresine gönderilmesine karar verilir.

Hikmet Bey, Sivas Kongresinde ABD ya da İngiltere’nin manda ya da himayesini savunan söylemlere çok şaşırır. Oturumlar sırasında söz aldığında, delegelerin hayret nidaları arasında yüksek ve heyecanlı sesle şu sözleri söyler:

“Delegesi bulunduğum Türk gençliği, beni buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara katılmak üzere gönderdi. Mandayı kabul edemeyiz. Eğer manda fikrini kabul edecek olanlar varsa bunları şiddetle reddeder ve kınarız. Eğer manda fikrini kabul ederseniz sizleri hain ilan ederiz “.Daha sonra Mustafa Kemal’e dönerek aynı coşku ve kararlılıkla ” Paşam siz de manda fikrini kabul ederseniz sizi de reddederiz. Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı olarak değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz”

Herkes bu net ve heyecanlı söylem karşısında Mustafa Kemal ‘in tepkisini beklerken, yanıt gelir : ”Evlat içiniz rahat olsun. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Manda da yok, himaye de yok. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal, ya Ölüm.” Gazi, Tıbbiyeli gencin bu içtenlikli çıkışından çok mutlu olmuştur.”

Görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temeli Sivas’ta atılmıştır. Ancak bu devletin olmazsa olmazı bağımsızlıktır.

Ancak zaferden sonra kurulacak yeni devlet Mustafa Kemal Paşa’nın yüreğinde bir “milli sır”dır. Atatürk bu sırrı en yakın arkadaşlarına bile açıklamamıştır.

23/Nisan/1920’de toplanan ilk Meclis’te dahi İngiliz sevicileri, Amerikan mandacıları, İttihat ve Terakki artıkları ve Hilafet ve padişah yanlıları çoğunluktadır. Kısacası bu Meclis bazılarının adlandırdığı gibi “rahman” bir meclis değildir.

Meclis Reisi ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya kumpas kurmak ve O’nun elinden bir takım salahiyetleri almak için devamlı çalışmalar yapılmaktadır.

Amaçları Mustafa Kemal Paşa’yı al, aşağı etmektir. Gazi Paşa yalnız düşmanla değil, aynı zamanda Meclis’teki işbirlikçilerle savaşmak zorundadır.

İç ve dış düşmanlara karşı savaşı kazanan Gazi Paşa’dır. Bağımsızlık ışığı muazzam bir ateşe dönüşecek ve 29/Ekim/1923’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu tüm dünyaya ilan edilecektir.

Tarih 9/Eylül/2014’tür. Gene Türkiye Cumhuriyeti Devleti büyük bir kumpasın içindedir. Meclis, milletin meclisi değildir.

TBMM, CFR’nin göbek bağını kestiği bir partinin iktidarı ile dönüştürülmüştür. Diğer tarafta SOROS’un, TESEV’in çocukları koltuk derdine düşmüş gerçek görevlerini unutmuştur. Bir başka partinin genel başkanı ise bol, bol sert beyanatlar vermekte, ancak iş icraata gelince susmaktadır.

PKK’yı aklayan son yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürecek 110 milletvekili bulunamamaktadır. Meclis; “biat kültürü” ile sarılıp, sarmalanmıştır.

Tüm siyasi partiler bir projenin parçasıdır. Çankaya işgal altındadır. Ettiği yemine asla sadık kalmayacak biri, Evliya Çelebi örneği elinde bavul dünya turuna çıkmıştır. Gölge başbakan kendisine tevdi edilen görevleri yerine getirmekte, ezberlerini bozmamaktadır.

Diğer taraftan adamın biri, hangi partinin genel başkanı olduğunu unutmuşçasına “AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki “şerh”leri kaldıracağız diye çığırtkanlık yapmaktadır.

Altı ok paramparçadır. Devrimcilik tozlu raflara kaldırılmış, milliyetçilik oku kökünden kırılmıştır.

TBMM’de Mustafa Kemaller, Mahmut Esatlar, Satı Kadınlar yoktur.

Albay Reşat Çiğiltepeler, Yüzbaşı Ağah beyler, Şerife bacılar, Gördesli Makbuleler öfkeyle kışlalarına hapsedilmiş, Türk ordusunu ve karanlıklara bürünmüş Genel Kurmay’ı izlemektedirler.

Gazi Paşa; Mareşal üniformasını giymiş ordusunu aramaktadır. Çünkü vatan tehlikededir.

Hal böyleyken Türk milleti önüne konan sanal gündemlere kilitlenmiş ve gerçek görevini unutmuştur. Sapık bir iki kadının söylediği sözler zirve yapmış, gaflet ve delaletin girdabında bocalayan bir mahlukatın “İmam Hatiplerde Türkçeyi yasaklıyorum” zırvası yazılara konu olmuştur.

Küresel çetelerin hedefinde ulus devlet vardır. Bilinen gerçek şudur ki yıkılan ulus devletlerin yerine yeni bir devlet kurulamaz, kurulmaz. Şehir devletleri ve/veya eyaletleşme gündemdedir.

Tehlike budur. NATO kapımıza dayanmıştır. Bir İsrailli tümgeneralin 20 sene önce söylediği gibi İsrail’le sınır komşusu olmak üzereyiz.

Esas olanı “vatan”ı bir kenara bırakıp, teferruatlarla uğraşmak gerçek tehlikenin üzerini örtmektedir.

Bugün 9 Eylül…İzmir’in yeniden doğduğu gün… Siz” İzmir’in doğum günü” diyeceksiniz. Benim aklıma bağımsızlık gelecektir.

“Düşman denize döküldü” diyecekler, ben size Ankara’yı işaret edeceğim, “Aha, düşman orda, içimizde “ diyeceğim.

Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin temelidir”

Ve Gazi Paşamızın sesi bize gerçek görevimizi hatırlatacaktır. Teferruatı bir kenara bırakıp vatana yöneleceğiz. Tıbbiyeli Hikmet düşecek önümüze gözlerinde parlayan bağımsızlık ışığı ile…

Sen, ben, biz yürüyeceğiz. Kadınlar en önde… Hatice, Neriman, Yörüklerin Fadime, şehit Ergün Bilgiç’in anası Fatma kadın, TEKEL’i vatan, vatanı TEKEL yapan kadınlar ve daha niceleri… Çeyiz sandıklarımızı açacağız, kan rengi yazmalarımızı fırlatıp suratlarınıza, “YÜRÜYÜN” diyeceğiz.

Milyonlar, milyonlar takılacak peşimize… Tüm Türkiye olacağız. Hepimizin gözlerinde tek bir ışık… Öylesine parlak ve güçlü ki bu ışık, güneş utanacak güneşliğinden… Bağımsızlık ışığının parlaklığı tüm yurdu aydınlatacak.

Acz içinde olanlar bize bakıp, duraklayacaklardır. Yürüyüşümüzü uzaktan seyredip “imkansız” diyeceklerdir.

Korkaklar daha çok korkacak, köstebekler misali yer altına çekileceklerdir.

Fakat biz başarmanın inancıyla yürüyeceğiz ve karşı devrimcileri geldikleri gibi göndereceğiz.

Biz Türk milletiyiz, Parolamız vatan, işaretimiz namustur.

Ne şiirlere sığarız ne destanlara… Tarih yazmaz bizi. Biz tarihi yazarız.

Çünkü biz Türk milletiyiz.

"Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarlarıyla sallandı. Beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela, korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

Gazi Mustafa Kemal paşa, Türk’ün tanımını açıkça yapmıştır. “Yıldırımdır. Kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir”

Son söz Gazi Paşa’nındır.

Şiar “Ya İstikâl- Ya Ölüm!”dür.

Figen Özen

09/09/2014