Osmanlı’da Fransız devriminin etkisiyle ve yenilikçi 3. Selim’in tahta geçişiyle reformlar başladı. Özellikle askeri alanda yapılan reformlarla yeni askeri okullardan yetişen genç ve ilerici subayların yüzünü batıya çevirmesi toplumda etkili oldu.
Tanzimat fermanının ilanıyla birlikte gerici ve tutuculuğa karşı batılılaşma yönünde önemli bir adım atıldı.
1865 yazında İstanbul’da Belgrad ormanında düzenlenen bir kır yemeğine katılan 6 genç, Osmanlı İmparatorluğu’nun içerisinde bulunduğu durum nedeniyle ortaya çıkan parçalanma endişesiyle Osmanlı Hükümeti’nin politikalarına karşı eyleme geçmeye karar vermişler ve “İttifak-ı Hamiyyet” isimli gizli bir örgüt kurma kararı almışlardır. Amaç; imparatorluktaki mevcut mutlaki idarenin yerine bir meşruti idare tesis etmekti. Onlara göre Osmanlı siyasal sisteminde özgürlüklere yer verilmesi, anayasalı bir rejime geçilmesi yanında padişah otoritesini sınırlayacak ve yürütmeyi denetleyecek bir meclis kurulması gerekliydi. Grubun lideri olan Mehmed Bey, Necip Paşa’nın torunu olup grubun diğer iki üyesi olan Nuri ve Reşad beyler ile birlikte Meclis-i Vala’nın tercüme odasında çalışıyorlardı. Diğer üyelerden Namık Kemal ve Refik gazeteciydiler. 6. genç ise konağından entelektüellerin eksik olmadığı Subhi Paşa’nın oğlu Ayetullah Bey’di. Bunlara daha sonra saraya küskün olan Mustafa Fazıl Paşa katılacak ve Avrupa’dan saraya ve Bab-ı Ali’ye yazdığı yazılarıyla hareketin öncülüğünü üstlenecekti.
Yeni Osmanlılar hareketi, Osmanlı tarihindeki batılı anlamda özgürlük hareketlerinin başlangıcını oluşturur. 18. yüzyıl sonlarında başlayıp 19. yüzyıl başlarında artarak devam eden toplumsal değişim ve buna öncülük eden yeni batılı kurumlar bu harekete zemin hazırlamışlardır.
Hareketin önemli özelliklerinden birisi de basın yoluyla mücadele yöntemini benimsemiş olmasıdır. Türk aydın sınıfından organize bir grup, ilk kez Osmanlı yönetimini açıkça ve sert bir şekilde tenkit ederek seslerini duyurmak için kitle iletişim araçlarını kullanıyordu.
Ortak bir öğretisi olmayan bu hareketi, ideolojisi olmayan farklı amaç ve görüşlerin oluşturduğu bir hareket olarak nitelemek yanlış olmaz. Yazar, memur ve subaylardan oluşan cemiyet üyeleri, çok farklı düşünce yapıları içerisine dağılmışlardı. Görünürde tek bir soruna; devletin nasıl kurtulacağı sorununa çare arıyorlardı. Çare olarak görülen çözümlerin başında meşrutiyet yönetimi ve şeriata dönüş ve çok uluslu-çok dinli bir imparatorluğu anayasacılık yoluyla parçalanmaktan korumak geliyordu. Ancak hareketin içine farklı amaçta grupların katılması, içinde yaşanılan dönemin tahlilinin yanlış yapılması, öncülerinin sürgün ya da hapis nedeniyle hareketten kopmaları dağılmasına neden oldu.
1877-1889 yılları arasında dağılan bu hareket yeni oluşumlara gebeydi.
Öncelikle hareketin ardılı olarak 1889’da Jön Türkler ortaya çıktı.
Sonrasında ise Panislamizm ve Pantürkizm akımları doğdu.
Osmanlı Devletinde ilk milliyetçi hareketler 19. yüzyılda Yunan, Bulgar, Sırp çeteleri tarafından başlatılmıştır.
Batı ülkelerinin desteğini alan bu çetelerin sürekli halkı kışkırtan ve ayaklanmaya zorlayan eylemleri devlet tarafından bastırılmaya çalışılır ve her seferinde de olaylar abartılarak soykırım yaygaraları kopartılır, batı devreye girer ve masa başında daima Osmanlı kaybederdi. Çünkü borçları nedeniyle batıya bağlıydı. Batı ise ekonomik olarak zayıf ama geniş topraklara sahip Osmanlı’nın paylaşım hesapları içindeydi ve bunun yolu da Osmanlı’yı parçalamaktan geçiyordu.
Ayrılıkçı Sırp, Yunan, Bulgar, Romen, Arnavut, Makedon, Ermeni hareketlerine karşın Osmanlı’da henüz ulusalcı bir Türk milliyetçiliğinden bahsetmek mümkün değildir. Öyle ki bu ulusal hareketler karşısında Türklerde ulusal bilincin oluşmaya başlaması arasında yüzyıl gibi uzun bir süre vardır.
Jön Türkler hareketinden dahi başlangıçta ulusalcı olarak söz edilemez. Bu adı veren ise Batı’dır.
Osmanlı içindeki tüm etnik unsurlar Batı kışkırtması ve desteği ile milliyetçi hareketlere ve eylemlere girişirken sadece Türkler uyutulmuş, ulusal bilinçten yoksun bırakılmış, İslam birliği ile aldatılarak devlet halk desteği alamayacak şekilde güçsüz bırakılmıştır. Böylelikle Osmanlı’ya bağlı farklı uluslar bağımsızlıklarını ilan ederek ayrılmışlar ama Osmanlı bir ümmet toplumu özelliğini sürdürmeye devam etmiştir. Emperyalist işgal altındaki dönemde dahi ulusal bilincin oluşması ve Ulusal Kurtuluş mücadelesi verilmesi engellenmeye çalışılmış bunda da Hürriyet ve İtilafçılarla, hala Hilafet bayrağı altında bir İslam Birliği hayali güden Panislamistlerin rolü büyük olmuştur.
Bugün de benzer anlayışı görmekte değil miyiz?
Balkanlılar; bütün dünya gibi ulusçuluğu Avrupa’dan öğrendiler. Fransız örneğinde “Devlet Ulus Birliği” aynı sınırlar içerisinde birleşmeyi öngörüyordu. Almanya’da “Dil ve Kültür Birliği” tezi ileri sürülüyordu. Rusya’dan Çarlık’ın yönetiminde “Dini Birlik” tezi çıkmış ve Panslavizm’e dönüşmüştü. Bu fikirlerle beslenen Balkanlı düşünürler, ekonomik zorunluluğun da etkisiyle bu tür yayılmacı akımları kendi yapılarına uydurmaya çalışmışlardır.
Balkan halklarının ulusal bilinci bir yerde onların Ortaçağdaki devlet varlıklarının ve kültürlerinin bir mirasıydı. Osmanlı egemenliği altında her dini cemaatin okul, hayır kurumu ve hatta iktisadi hayatta esnaf loncaları yaşamaya devam ettiği halde, Balkan Slavlarının, Rum – Ortodoks Patrikhanesinin denetimi altına girmeleri onların hoşnutsuzluğunu arttıran bir etkendi. İstanbul Rum – Ortodoks Patrikhanesinin Balkanlardaki Ortodoks Slavlar üzerinde bütüncül bir denetim kurmasının, onların ulusçuluk duygularının ve direnişlerinin güçlendirmiştir. Balkan Slavlarının bağımsız kilise isteklerini tırmandırarak ulusal kurtuluş hareketlerinde etkin bir rol oynamıştır.
Rusya’nın Balkan Slavları ile ilişkileri Batı Avrupa’nın aksine ticaretle değil, kilise aracılığıyla olmuştur. 17.yüzyıldan itibaren Sırp, Karadağ, Romen ve sonraları Bulgar rahipleri Rusya ile temasta idiler. Rusya’nın Slavlarla din ve dil benzerliği vardı. Ancak Rusya’da eğitim gören Balkanlı Slav aydınların zamanla Çarlığın resmi ideolojisinden çok, demokrat ve ilerici Rus aydınlarından etkilendiği görülecektir.
Buna karşın Türklük bilinci ancak Osmanlı’nın son çeyrek asrında oluşmaya başlayabilmiştir. Bunun temel nedeni Osmanlı’da feodal niteliklerin Osmanlı’nın son zamanlarına kadar süregelmesi ve gerçek anlamda bir burjuva sınıfının oluşmayışıdır.
Genelde “Türklük”, Osmanlı’da aşağılayıcı bir tabir olarak kullanılırken 19. yy.’ın sonlarında Mehmet Emin Yurdakul “Ben bir Türküm, dirim cinsim uludur” diyerek Türk kimliğini vurguluyordu. Ancak Mehmet Emin de din duygusunun etkisi de oldukça büyüktür.
İttihat ve Terakki ise Türk ulusçuluğunu benimsemiş görünüyordu, fakat onların ulusçuluk anlayışı aslında bir Türk ulusçuluğu değil Osmanlıcılık anlayışı idi.
Balkan Savaşları sırasında, Türk Ocağı gibi bazı kuruluşlar da Türklük bilincini yaratmaya çalışmışlardır. Vatan şairi olarak bilinen Namık Kemal yurt kavramını ön plana çıkarmış ancak O’nun ulusçuluk anlayışı da Osmanlıcılık veya İslamcılıktan öteye gidememiştir.
I.Dünya Savaşı sırasında İttihat ve Terakki ulusçuluğu Turancılık eksenine oturtmuş, savaşın yenilgiyle sonuçlanması ile Turan fikri de çökmüştür.
Tüm bunlardan farklı olarak, Türk milliyetçiliğini bilimsel bazda ele almaya ve alt yapısını oluşturmaya çalışan Ziya Gökalp bile Panislamist ve Osmanlıcılık fikirlerinden sıyrılamamıştır.
Sonuçta, Osmanlı’da gerçekleşen milliyetçilik akımlarından hiçbirisi gerçek anlamda bir Türk Milliyetçiliğine ulaşamamış ve genellikle Osmanlıcılık, Pan-islamizm veya Turancılık fikirleriyle yoğrulmuştur. Oysa ki Kemalist Milliyetçilik bunlardan bağımsız bir içeriğe sahiptir. Kesinlikle etnik kökenlerden yola çıkmaz, din birliğini değil kültür birliğini kabul eder. Mustafa Kemal’in “Panislamizm, Pan-turanizm siyasetinin başarıya ulaştığına ve dünyayı uygulama alanı yapabildiğine tarihte tesadüf edilmemektedir.” sözleri durumu oldukça net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Jön Türk Hareketi, etnik açıdan karmaşık bir yapıya sahipti. Meşruti rejimin yeniden kurulması konusunda görüş birliği olmasına rağmen, öngördükleri kurtuluş yöntemi konusunda farklı görüşlere sahiptiler. Özellikle 1902 Paris Kongresinde bu görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkmış ve Jön Türkler ikiye ayrılmışlardır: Merkeziyetçiler ve Adem-i merkeziyetçiler.
İngiliz modelini esas alan Adem-i merkeziyetçi kanadın lideri Prens Sabahattin, Fransız modelini esas alan Merkeziyetçi kanadın lideri de Ahmet Rıza Bey idi. Ermeni, Arnavut ve Arap aydınları genellikle “Adem-i merkeziyetçi” grubun içinde yer almayı tercih etmişlerdir. Böylece iktidara geldikleri takdirde kendi yaşadıkları bölgelerde özerk bir yönetimin kurulmasını sağlamayı planlamaktaydılar. Özerklik, bağımsızlık yolundaki ilk hedefti. Buna karşın, 1902 Kongresinde, Adem-i merkeziyetçiler beklediklerini bulamamış, tezleri pek rağbet görmemiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde etkin görevlere genellikle merkeziyetçilerin hakim olduğu görülmüştür.
1908 yılı Temmuz’unda Meşrutiyet yeniden ilan edildikten sonra Cemiyetin iki kanadı arasında rekabet yeniden alevlenmiştir. Prens Sabahattin kurdurduğu Ahrar (Özgürlük) Fırkası ile seçimlerde İttihat ve Terakki ile bir iktidar mücadelesine girmiştir. Ancak seçimlerden İttihatçılar büyük bir zaferle ayrılmışlardır.
Bu ilk raunt idi.
Adem-i merkeziyetçiler, iktidarı ele geçirmek için meşrutiyet karşıtı güç odakları ile yani şeriat yanlılarıyla işbirliği yaparak, 1909 yılında bir darbe girişiminde bulunmuşlardı. Tarihe 31 Mart İsyanı olarak geçen bu darbe girişimi, sonuçları açısından Ahrarcılar için tam bir hezimetti. Hareket Ordusu’nun kısa sürede düzeni yeniden sağlamasından sonra Ahrar Fırkası faaliyetlerine son vererek tarihe karışmıştır. Başta Prens Sabahattin olmak üzere birçok Adem-i merkeziyet taraftarı tutuklanmıştı. Prens Sabahattin ve Arnavutluk milletvekili olan İsmail Kemal Bey gibi İngilizlere yakınlığı ile tanınan önemli kişiler, bu olaydan zarar görmeden kendilerini kurtarmayı İngiliz diplomasisinin katkıları ile başarabilmişlerdir.
Peki İngilizler neden, Adem-i merkeziyetçilere destek vermişti?
Çünkü İngiltere, Osmanlı’nın Adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemesini kendi çıkarlarına daha uygun bulmaktaydı. Osmanlı’nın federasyon benzeri bir örgütlenmeye gitmesi, İngiltere’nin Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulmasını kolaylaştıracaktı. Balkanlarda Arnavutlar, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de Ermeni ve Rumlar, Ortadoğu’da da Araplar ve Kürtlerin İngilizlerin ileri karakolları yapılması planlanmaktaydı. Ancak Almanya’nın desteklediği İttihatçılar, bu darbeyi Rumeli’deki etkinliği aracılığı ile başarısızlığa uğratmışlardı. Sonuç aslında İngilizler açısından da bir hezimetti.
İkinci raunt da, “İttihatçı-Alman” ittifakının zaferi ile sonuçlanmıştı.
31 Mart İsyanından sonra dağılmış görünen muhalefet, 1911 yılında Hürriyet ve İtilaf adı altında birleşmişti. Çok farklı eğilimlere sahip olmalarına rağmen muhalifleri birleştiren en önemli noktalar, İttihatçı karşıtlığı ve Adem-i merkeziyetçi gelenek idi. İttihatçılar mecliste kendilerine karşı güçlü bir muhalefetin kurulduğunu gördükleri için, bir an önce seçimlere giderek muhalefeti hazırlıksız yakalamayı amaçlamış ve seçimlerde de elinden geldiğince muhalif mebus seçilmesini engellemeye çalışmışlardır. 1912 yılında yapılan seçimlerde İttihatçılar stratejilerini başarı ile uygulamışlar ve çok az muhalif seçimleri kazanabilmiştir.
Bu seçimlere en büyük tepki Arnavutlardan gelmiş ve yeni bir ayaklanma başlatmışlardır. Aralarında birçok Arnavut milletvekili ve aydınının bulunduğu muhalifler, Adem-i merkeziyetçi amaçlarına ulaşmak için Arnavutları silahlı bir güç olarak kullanmışlardır.
1912 ayaklanmasının liderleri de seçilemeyen Arnavut milletvekilleri idi.
İsyan öylesine etkili idi ki, isyancılar Üsküp’ü ele geçirmişler ve İttihatçıların merkezi Selanik’e yürümeye hazırlanıyorlardı. İsyancılar, meclisin feshini ve seçimlerin yenilenmesini, Arnavutluk’a özerklik verilmesini talep ediyorlardı. İttihatçılar durumun kontrolden çıktığını anlayarak iktidardan çekilmek zorunda kaldılar. Üçüncü raundu “Adem-i merkeziyetçiler” kazanmışlardı.
Balkan Savaşı’nın olumsuz etkileri ve yaşanan büyük başarısızlık Hürriyet ve İtilaf Fırkasını oldukça yıpratmıştı. 1913 yılında İttihatçılar “Bab-ı Ali Baskını” ile iktidarı yeniden ele geçirdiler. Dördüncü raundu “İttihatçılar” kazanmıştı.
I. Dünya Savaşına Almanların yanında girmeyi tercih eden İttihatçılar, savaşın kaybedilmesinden sonra kendi partilerini feshetmek zorunda kalmış ve liderleri de yurtdışına kaçmıştı.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası, bu ortamda kendisi için yeniden bir hayat alanı bulmuş ve iktidara gelmişti. Ancak bu iktidarını, Anadolu’ya kabul ettirmesi gerekiyordu. Ülke toprakları işgal edilmeye başlamış olmasına rağmen, Hürriyet ve İtilafçılar için asıl düşman olarak İttihatçılar görülmekteydi. İşgallere tepki gösteren Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine ve Kuvayı Milliye Hareketine karşıydılar. Hem onlar hem de padişah Vahidettin kaderlerini İngiltere’ye bağlamışlardı. İstanbul’da “İngilizleri Sevenler Cemiyeti”ni kurarak kendilerini İngilizlere beğendirmeye çalışmaktaydılar. Bir kısım aydın ise “Wilson Prensipleri” cemiyetini kurarak ABD himayesini istemekteydi.
Mustafa Kemal’in kurtuluş formülü ise açıktı: siyasi-hukuki-ekonomik tam bağımsızlık.
Osmanlı’da gerek İttihatçıların gerekse İtilafçıların ilk kuruluş yıllarındaki görüş ve düşünceleri yanıltıcı olmuş, üyesi olan çoğu insan sonraki dönemlerinde hayal kırıklığına uğramıştır.
Örneğin İttihat muhalifleri, daha özgürlükçü buldukları liberal İtilafçıların yanında yer almış ama özgürlükçülüğün de, liberalliğin de lafta kaldığını, emperyalizmle ve şeriatçilerle işbirlikçi, teslimiyetçi üstelik de darbeci, suikastçi bir örgüt saflarında olduklarını görmüşlerdir.
Sopalı seçim, liberallerin yaptıklarının yanında çok masum kalır. Ayrıca işgal yıllarındaki Kuvayi Milliye ve Kurtuluş Savaşı karşıtlıklarıyla, ihanete varan politikalarıyla bu sopayı hakettiklerini düşünen çok olacaktır.
Nitekim halk sopanın dozunu kaçıracak ve işbirlikçilerden Ali Kemal linç edilecektir.
Medyada ne zaman “Ergenekon”, “derin devlet”, “darbe” tartışmaları yapılsa, konu mutlaka İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne getiriliyor; bu tür oluşumların-müdahalelerin bu cemiyetle başladığı iddia ediliyor. Kısmen doğru.
Ancak, kimse Halaskáran Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) Grubu’ndan bahsetmiyor. Örgüt liberal olduğu için mi acaba? Halbuki; parlamentoya ilk askeri muhtırayı onlar verdi. Tarihimizde ilk kez bir başbakanı (sadrazamı) suikastla onlar öldürdü. İşte tekmili birden “liberal” Kurtarıcı Subaylar”ın hikayesi.
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=8630420&tarih=2008-04-06
İttihatçıların milliyetçiliğiyle Atatürk milliyetçiliğinin kesinlikle ilgisi yoktur.
İttihatçılar Türkçü ve Turancıdır.
Atatürk Turan’ı kesinlikle reddetmiş olup, Türklüğü de TC’yi kuran halk olarak tanımlamıştır.
Bir üst kimliktir yani. Genetik anlamda değildir. Türkmeni, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Rum’u, Ermeni’si, Arnavut’u, Arap’ı, Yahudi’si ve bilimum halklarıyla harmanlanmış Anadolu ve Rumeli halklarını birarada barış içinde yaşatabilmek için ulus-devletin zorunluluğuna inanarak tek çatı altında birleştirmiştir. Buna Türk, Türkiye demese Anadol, Anadolu vs. de dese Avrupa ve dünya yine Türk diye çağıracak, Türkiye diye bahsedecekti. Osmanlı’da Türkmenlerin aşağılandığı dönemlerde dahi Avrupa’nın gözünde Osmanlı Türktü, Anadolu da Türkiye. 700 yıldır böyle bahsedilirdi.
* Atatürk Milliyetçiliğinde ırkçılık ve etnik ayrımcılık yoktur. Önemli olan genetik bazda bir ortaklık değil kültür, tarih, ve ülkü ortaklığıdır.
* Atatürk Milliyetçiliği, akılcı ve bilimseldir. Geçmişe körü körüne bağlanmaz, onu geleceğe yönelik olarak bilimsel bazda irdeler. Hiçbir şekilde dine dayandırılmamış ve akılcılık ön planda tutulmuştur.
* Atatürk Milliyetçiliği, barışçıl ve insancıldır. Diğer uluslara saygı duyar ve onları da uygarlığın bir ailesi olarak kabul eder. Alman milliyetçiliği gibi saldırgan ve sömürgeci değildir. Tam bağımsızlığı, uluslar arasında eşitliği ve yurtta barış, dünyada barış anlayışını savunur.
Tabi Atatürk milliyetçiliğini bugün milliyetçilikle ortaya çıkanlarla karıştırmamak gerek. Onlar da günümüzün İttihatçıları sayılır. Onların da kafasında Osmanlı vardır. Ne yazık ki bu yeni İttihatçı ve yeni İtilafçılar arasında gerçekten Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı olanlar, geçmişteki yanlış politikalar nedeniyle güçsüz kalmışlardır.
Günümüz Yeni Osmanlıcı’ları da aynı fikir babaları Prens Sabahattin’ler, Ali kemal’ler gibi şeriat ve emperyalizmle işbirliği içindeler.
Ama Nazım Hikmet’in işbirlikçi Ali Kemal’in linç edilmesi hakkında aşağıdaki şiirinde dediği gibi halkı kızdırmaya gelmez, bir sabreder, iki sabreder..
MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI
Vagonlar geliyorlar sallanarak.
Kartallı Kâzım
köprünün orda bir ağacı gösterdi Tatar yüzlü adama:
“-Şu köprünün dibindeki ağaç yok mu?
Art ayakları üstüne kalkmış
hayvana benzeyen ağaç?
Şu, soldaki,
koskocaman.
Bak.
Dalları köprüyü aşan.
O dallara astılar ölüsünü Ali Kemal´in.
İstanbul´dan kaldırıldı herif
güpegündüz
berberden,
Beyoğlu´nda tıraş olurken.
338´de…”
“- Kim bu Ali Kemal?”
“- Gazete muharriri.
İngiliz´den para alır.
Adamıydı Halifenin.
Gözlüklü,
şişman.
Kan damlardı kaleminden,
fakat murdar,
fakat pis bir kan.
Gün olur daha derin,
daha geniş yara açar
kalemin düşmanlığı
mavzerin düşmanlığından.”
“-İzmit bizde miydi o zaman?”
“-Yeni girmiştik.
İngilizler İstanbul´daydı daha.
Ali Kemal´i çalıp getirdiler İngiliz´in mavi gözünden.
Burda ´Geliyor!´ diye bir şayia çıktı
altı yedi saat önce.
İskeleye yığıldı millet.
Belki İzmit halkının dörtte üçü,
kadınlara varıncaya kadar.
Ben Ulu Caminin ordan bakıyorum
Gözümde dürbün.
Göründü karşıdan motor nihayet,
Bata çıka geliyor.
Koştum aşağıya.
Ben iskeleye inmeden
çıkarmışlar Ali Kemal´i motordan.
Şurda
tepede
Saray Meydanında hükümet konağı var
kolordu dairesi,
oraya götürdüler.
Konağın önü
meydan,
sokaklar
adam almıyor.
Kaynıyor karınca gibi İzmit halkı.
Fakat öfkeli,
fakat merhametsiz.
Çoğu da gülüyor,
bayram yeri gibi İzmit şehri.
Hava da sıcak,
gök de bulutsuz.
Ali Kemal 20 dakka kaldı kalmadı konakta
dışarı çıkarıldı.
Attı bir adım.
Etrafını zabitlerle polisler almış.
Kireç gibi yüzü.
Sarışın.
Birden ahali başladı bağırmağa:
´Kahrol Artin Kemal…´
Durdu.
Döndü.
Arkasına baktı
konağın kapısından tarafa,
belki de geri dönüp içeri girmek için.
Fakat yüzüne karşı kapıyı ağır ağır kapadılar.
Yürüdü sallanarak on adım kadar.
Ahali boyuna bağırıyor.
Bir taş geldi arkadan
başına çarptı.
Bir taş daha
bu sefer yüzüne.
Kırıldı gözlükleri,
bıyıklarına doğru kanın aktığını gördüm.
Birisi, “Vurun,” diye haykırdı.
Taş
odun
çürük sebze yağıyor.
Muhafızları bıraktı Ali Kemal´i.
Ahali kara bulut gibi çullandı üzerine
alaşağı ettiler.
Orda yerde yaptılar ne yaptılarsa.
Sonra açıldı bir parça ortalık.
Baktım ki yatıyor yüzükoyun.
Ayağında bir donu kalmış
kısa bir don.
Çıplak eti pelte gibi tombul, beyaz.
Bana hâlâ nefes alıyor gibi geldi.
Bir ip bağladılar sol ayağına.
Hiç unutmam
sol ayağında kundura, çorap filan yoktu
fakat sağ bacağında çorap bağı kalmış.
Başladılar ölüyü bacağından sürümeye.
Yokuş aşağı, başı taşlara çarpıp gidiyor.
Millet peşinde.
Bir aralık ipi koptu.
Bağlandı yenisi.
İbret alınacak hal.
Halkı kızdırmaya gelmez.
Bir sabreder iki sabreder;
her ne ise…
Böylece dolaştı İzmit şehrini Ali Kemal.
Sonra
dedim ya
astılar şu köprünün üstündeki dallara ölüsünü.
Sonra ölüyü indirdiler
fakat gömleği mi, donu mu ne
iç çamaşırından bir şey
öteki dalda bir iki ay sallanıp durdu.
Sonra satıldı müzayedeyle saatı filan,
çok sonra…»»
Vagonlar geliyorlar sallanarak.
NAZIM HİKMET
Bir sosyalist yurtsever değilse eğer, bilin ki o sosyalist değil, sosyalistlikten dönmüş ama sosyalist geçinen bir liberaldir.
Liberallikle yurtseverlik bağdaşmaz. Birbirine zıttır.
Liberalin kafasında vatanın, ulusun, halkın değeri yoktur. Liberal için önemli olan sözde bireydir.
O önem verdiği bireyler ise burjuva olurlar, kapitalist olurlar, halkları sömürürler. Yeri ve zamanı geldiğinde faşist olur, halkları baskı ve işkenceleriyle ezerler.
Liberaller anti-emperyalist olmazlar. “laissez faire,laissez passer” yani, “Bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” anlayışına sahiptirler. Mandacılardır, işbirlikçilerdir, teslimiyetçilerdir.
Onların bağımsızlık anlayışları bağımlı bağımsızlıktır.
Onların özgürlük anlayışı da burjuva özgürlüğüdür. Emeğe, emekçiye değer vermezler.
Sosyalist ise halkların özgürlüğünden yanadır.
Enternasyonalist olduğu kadar yurtseverdir aynı zamanda.
Emperyalizmin gizli ya da fiili işgali altında iken sevdası vatandır, tam bağımsız iken ise vatanı dünya. Göstermelik değil, tam bağımsızlıkçıdır.
Yeri geldiğinde de emperyalizme karşı Kuvayi Milliyeci olmasını bilir.
AVNİ’NİN ATLARI
Bu atlar Avni’nin atları
Kuvayi Milliye atları
kara yamçı altında ak sağrı dolgun
titrer burun kanatları,
bu atlar Avni’nin atları.
Kuvayi Milliye gelecek yine,
şahin atlar aşarak yeli
çiğneyecek gavuru da, Anzavur’u da.
Kuvayi Milliye gelecek yine
hem bu sefer ayyıldızlı bayrağı da orakçekiçli.
Bu atlar Avni’nin atları
Kuvayi Milliye atları
titrer burun kanatları.
Bana Avni’nin atlarına
binmek nasip olmasa gerek
ama Memet binecek,
gelecek düşmanla topuz topuza!
Gülüm, Kuvayi Milliye atları
gözüm, Kuvayi Milliye atları,
memleketi satanları bağlasınlar,
kuyruğunuza…
NAZIM HİKMET
Sosyalist Nazım Hikmet’in dizelerine bir bakın, bir de günümüz Yeni Osmanlıcısı, yeni İtilafçısı, yeni mandacısı liberallerin şu sözlerine:
“Cumhuriyet gazetesinin eski binası İttihat ve Terakki’nin merkeziydi.”
“Devlet ve vatan kavramlarımız geçmiş yüzyıla ait. Bu, bütün dünyada böyle. Hâlâ insanlar toprağın insandan daha önemli olduğuna inanıyor. Hâlâ genel kural toprak için insan feda edilmesi. İnsan için toprak feda edilmesini düşünmek bile bütün ülkelerde bir ihanet…
“Ben bir tek insanı öldürmemek için on bin metre toprağı feda ederim”
“…Ben devletlerin bağımsız olmasının halklar için çok büyük tehlikeler doğurabileceğini düşünüyorum”
“Ben bağımsızlık kavramının tümüyle ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Bu dünyanın en tehlikeli kavramlarından biri”
“Kahrolsun bağımsızlık”
“Vatanı sevmek yerine babamın dediği gibi işimizi sevmeliyiz”
“Ben, vatanı sevmenin vatandaşın işine yaradığını görmedim hiç.”
“Ben vatanı kiraz ağacının gölgesine ve kadın memesine satarım”
Bu adamların Ali Kemal’den, Damat Ferit’ten ne farkı var?
Kıbrıs’ı kayıtsız şartsız vermeye hazır, vatanı bir kiraz ağacı gölgesi ya da bir kadın memesi için satmaya hazır, bağımsızlık düşmanı, emperyalizmin uşağı, ılımlı islam destekçisi, şeriat işbirlikçisi bu adamlar, işgal yıllarında olsalardı Kuvayi Milliye düşmanı, hilafet ve saltanat yanlısı, işgalcilerin işbirlikçisi ya da İngiliz ve ABD mandacısı olmayacaklar mıydı?
Damat Ferit gibi Sevr’i imzalamayacaklar mıydı?
Bugün açık açık bu kepaze lafları sarfedenler, inanın Ali Kemal’lerden daha beterini de yaparlardı.
Hırsıza hırsız, orospuya orospu denildiğinde nasıl kızdıkları gibi, bunlar da Nazım’ın şiirindeki gibi hain denilince kızıyorlar..
Osmanlı’nın son yıllarında siyaset sahnesinde İttihat ve Terakki Partisi ile Hürriyet ve İtilaf Partisi’ni görmekteyiz.
İttihat ve Terakki partisi karmaşık bir yapı arzediyor. Genelde milliyetçilerden oluşuyor.
Bir kanadı Almancı, bir başka kanadı Turancı. Almancı, Turancı olmayıp sadece vatansever olup da ülkesinin güçlenmesini, kalkınmasını, birlik-bütünlüğünü isteyenler de var, hürriyetçiler de.
Hürriyet ve İtilaf Partisi ise liberallerden, özgürlükçülerden oluşuyor. Genelde İngilizci bir siyaset izliyorlar. Saltanat ve hilafetten yanalar. Osmanlı’nın batılılaşmasını savunuyorlar. Bağımsızlığa, birlik-bütünlüğe önem vermiyor, anti-emperyalist bir mücadele düşünmüyorlar. Ayrılıkçılarla uyumlu bir politika izliyorlar.
Münferit olarak Rıza nur gibi önce İttihatçı sonra İtilafçı, Mehmet akif gibi önce İtilafçı sonra İttihatçı olanlar da var. Ya da İtilafçı olmasına rağmen vatansever olanlar da.
O dönemde Kemalistlerden söz edilemez. Milli Mücadele yıllarında İttihatçıların önemli bir bölümü Kuvayi Milliye saflarına katılmıştı. Bir bölümü ise zaman zaman kendi aralarında toplanıyordu. Enver Paşa’nın Bakü’de öldürülmesinden sonra iyice zayıflayan İttihatçılar, kara kemal ile İzmir’de, cavit Bey ile İstanbul’da yeniden toparlanmaya çalıştılar. Mustafa Kemal’e suikast girişimlerine de karışan İttihatçıların bir kısmı İzmir suikasti nedeniyle asıldı. Kara Kemal ise yakalanacağını anlayınca intihar etti. Zaman içinde İttihatçılar önemli ölçüde tasfiye olduysa da derin devlet gibi örgütlü hareket ettiler.
Ama Atatürk’ün ölümünden sonra doğan aşırı milliyetçilikle birlikte yeni ittihatçıların ortaya çıktığı söylenebilir.
Günümüzün nasıl Yeni İtilafçıları varsa ve yurtseverliği reddediyor, bağımsızlığı önemsemiyor, ABD ve AB işbirlikçiliği yapıyor, ılımlı İslam’a yeşil ışık yakarak dincilerle ittifak içinde oluyorsa; aynı şekilde günümüz İttihatçıları da var ki bunlar da aşırı Milliyetçi, ırkçı, Turancı, demokrasiyi ve özgürlüğü önemsemeyen faşist ve darbeci bir zihniyete sahipler.
Tarih ders almayı gerektiren benzerliklerle dolu. Yeter ki doğru görüp, doğru düşünelim.
Türkiye’deki hiçbir devrimin öncülüğünde sınıfsal bir yapı yoktur.
Hiçbiri burjuva devrimi de değildir, proleterya devrimi de.
Hiçbir devrime ne burjuva, ne de proleterya önderlik etmemiştir.
Kemalist devrim de dahil, 1908 devrimi ve ulusal Kurtuluş Devrimi döneminde gelişmiş bir burjuvazi ve proleteryadan sözetmek mümkün değildir.
Yani bir anlamda halk devrimlerden kopuktur.
Biraz 1908 devriminde, biraz da Ulusal Kurtuluş Devriminde halkın katılımı görürüz.
1960 Devrimi dahi yukardan aşağı gerçekleşmiş olup halktan kopuktur. Hatta halka rağmen yapıldığı söylenebilir. Tanzimat fermanı, 1876 1. Meşrutiyet, 1908 Devrimi, Ulusal Kurtuluş Devrimi, Kemalist Devrim ve 1960 Devrimi birbirini tamamlayan ulusal demokratik devrimlerdir ve hala tamamlanmamıştır.
Bu devrimleri burjuva devrimi olarak adlandırmak yanlıştır.
Ama tüm devrimler burjuvazinin ve işçi sınıfının gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Belki bu nedenle bazıları Küçük Burjuva devrimleri olarak adlandırılabilir. Türkiye 1950’de bir karşı devrim yaşamıştır. Kemalizm yıkılmış, tekelci burjuvazi hakimiyet kurmuştur.
1960 devrimi, reformist burjuvazinin desteğiyle tekelci burjuvaziye bir darbe ile Kemalizmi yeniden hakim görüş kılmıştır. ABD destekli tekelci burjuvazi yediği tokattan sonra Kemalizmi göstermelik olarak vitrininde tutup egemenliğini sürdürmüştür. Ulusal demokratik devrimleri tamamlayıcı devrim şartları 1980 öncesi oluşma aşamasındaydı.
Ancak 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri ile önü kesilmiştir.
Bu devrim gerçekleşseydi eğer ilk defa Türkiye’de işçi sınıfının, halkın katıldığı bir devrimden sözedebilecektik. Ancak yeterince gelişmemiş ve gerici karakterli işbirlikçi burjuvazinin kendi çıkarlarına olmasına rağmen benimseyemediği bu devrimi engellemesi neticesinde gerçekleşemedi. Sebebi de komünizm ve SSCB korkusuydu. O yüzden gladyo kuruldu, kontrgerilla eylemler ve provakasyonlar yapıldı. 12 Eylül ile birlikte de sol tamamen ezildi, sindirildi. Sola karşı Türk-İslam sentezi kullanılmak istendi. Bu yönde yapılan çalışmalar İslamcıların işine yaradı ve güçlenip palazlandılar.
Ulusal demokratik devrimin tamamlanması kaçınılmazdır. Fakat burjuvazinin gerici karakteri ve karşı devrim süreci devam etmektedir. Artık devrimin yukardan aşağı gerçekleşmesi de olanaksızdır, çünkü ordu da özgürlük ve bağımsızlık karakterini büyük ölçüde kaybetmiş, bağımlı ve pasifize edilmiştir. Halk, ulusal demokratik devrimin bilincinde olmadığı gibi şartlar da devrim için müsait değildir. Bunun yanında demokratik açılım adı altında Kürt feodallerine verilen tavizler ve terör örgütünün dolaylı olarak muhatap alınmasına yönelik izlenen politikalardan dolayı ülkenin gidişatının vermiş olduğu kaygı nedeniyle yurtsever demokratlar, devrimden ziyade savunma durumundadırlar.
Demokratik bir halk devriminin yaratılabilmesi ve 2. Kurtuluş savaşının kazanılabilmesi için öncelikle halkın bilinçlenmesi, karşı devrime giden geri dönüşün durdurulması, solun toparlanması, işçi sınıfının devrimci sendikal örgütlenmesinin gelişmesi ve tüm anti-emperyalist yurtsever demokrat katmanların omuz omuza aynı saflarda toplanması gerekmektedir.
Serdar Kaangil
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.