Günlük arşivler: Eylül 15, 2014

DUYURU : UYUŞTURUCU İLE MÜCADELE İÇİN BİZE DESTEK OLUN /// GENÇL ERİMİZİ BU TUZAKTAN BİRLİKTE KURTARALIM

GENÇLERİN YENİ GÖZDESİ : KROKODİL VE BONZAİ

Eroinden 3 kat daha ucuza imal edilebilmesi sebebiyle, kolay edinilebilen gaz, tiner gibi uçucu maddelerin kaynatılmasıyla elde edilen ve damardan enjeksiyonla ilk uygulamada bağımlılık yapan bu ev yapımı uyuşturucu, dokularda kangren, çürüme, organ kaybı, saç ve diş kaybı, mental bozukluklar gibi ölümcül etkilere sahip.

Uzmanlar, kas dokusunu içten dışa doğru çürüten ve son safhada kangren, etlerde dökülme gibi etkileri olan bu korkunç uyuşturucunun, Türkiye’de de yaygınlaşmasından endişe ediyor.

Rusya’da 2.5 milyon kişinin bağımlısı olduğu ve ortalama yaşam süresini kullanıma başladıktan sonra 2.5 – 3 yıla kadar düşüren bu uyuşturucu, ilk kullanımdan sonra kısa zaman içinde cilt renginin yeşile dönmesine ve kangrene sebep oluyor. Kan damarlarındaki patlama yüzünden organlarını kaybeden bağımlıların çoğu beyin hasarı ve konuşma bozukluğu gibi etkilerden muzdarip.

Rusya’da gençler arasında kullanımı virüs gibi yayılan bu uyuşturucu dünyaya, 2002 yılında Sibirya ve Rusya’nın kuzey bölgesinden yayılmaya başladı ve kısa sürede kullanımı katlanarak arttı. Sadece 2011 yılında, Rusya Federal Uyuşturucu Kontrol Servisi 65 milyon doz uyuşturucuya el koydu.

EĞER ÇEVRENİZDE BU TÜR UYUŞTURUCU SATAN KİŞİLERİ GÖRÜR YADA DUYARSANIZ, SADECE ŞÜPHE DAHİ OLSA LÜTFEN BİLDİRİNİZ. KİMLİĞİNİZ KESİNLİKLE GİZLİ TUTULACAK VE İHBARINIZ RESMİ KURUMLAR NEZDİNDE TİTİZLİKLE TAKİP EDİLEREK SONUÇLANDIRILACAKTIR.

BU TÜR UYUŞTURUCULAR GENELLİKLE 18-28 YAŞ ARASI GENÇLİĞİN TAKILDIĞI CAFE, PUB, BAR TÜRÜ YERLERDE SIKLIKLA KULLANIMA SUNULUYOR. EĞER BÖYLE BİR ALIM – SATIM İŞİNE ŞAHİT OLDUYSANIZ YADA DUYUMUNUZ VARSA MUTLAKA TAKİBİNİ YAPARIZ.

İHBAR HATTIMIZA GİTMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

SOSYAL MEDYA : Facebook Hesabınızın Güvenliğini Arttırma İpuçlar ı – 2014

66QrR0.jpg

Bu konuyla ilgili bildiğiniz üzere, gerek sitemizde, gerekse de diğer forumlarda birçok makale paylaşılmaktadır. Fakat paylaşılan bilgiler hep temel korunma bilgileri içermektedir. Halbuki olay sadece bundan ibaret değildir. Hesap güvenliği çok önem taşıyan bir konudur. Facebook senelerdir değişmediği gibi halen Dünyada en çok kullanılan sosyal ağ konumunda. Kullanıcı sayısı fazla olunca da güvenlik fazlasıyla önem kazanıyor haliyle. Her ne kadar o kadar kullanıcı arasından benim hesabıma bir şey olmaz deseniz de, saldırı durumunda, durumlarında binlerce hatta bazen milyonlarca kullanıcının bilgisi çalınabiliyor.

Yani benim başıma gelmez deyip önlem almamak çok büyük kayıplara neden olabilir arkadaşlar. Bu konumda sizlere Facebook hesap güvenliğinizi arttırmak, ve çalınma durumlarına karşı alabileceğiniz önlemleri sırasıyla ve en detaylı bir şekilde açıklayacağım değerli TurkHackTeam üyeleri.

İlk Adım: Güçlü ve Karışık Bir Parola

Bir sosyal hesabın güvenliğindeki en önemli nokta, hiç kuşkusuz parolanızdır. Peki, güvenli bir parolayı nasıl oluşturacağız?

1. Sadece harf ve rakam kullanmayın

Kullanıcılar ”ben öyle yapmıyorum” deseler de geçmişte çalınan pek çok hesabın şifresinin İSİM1234 şeklinde olması, halen şifrenin önemsenmediğini gösteriyor. Bu nedenle hesap güvenliğiniz için sadece harf ve rakam kullanmayın arkadaşlar. Şifrenizde alt tire, tire, nokta vb. işaretlere de yer verin mutlaka.

İSİM1234 yerine İ2&S_5İ3-M şeklinde bir parola kullanmak, hesabınızın güvenliği için çok önemli bir adım olacaktır. Ayrıca şifreniz de büyük ve küçük har kullanımı da yapabilirsiniz. Bu şekilde güvenliği bir kat daha arttırabilirsiniz.

2. Karakter sayısı illa 8 olmak zorunda değil

Kullanıcılar genel olarak en az 8 karakter istendiği için İSİM1234 örneğinde olduğu gibi 8 karakter kullanıyor. Kısa şifre her zaman güvenliği çok düşürüyor arkadaşlar unutmayın ve aldanmayın. Bu nedenle İSİM1234 yerine İ2&S_5İ3-M şeklinde bir parola kullanırsanız güvenliğiniz daha üst düzey olacaktır.

3. Şifrenizi hatırlamak için özel günleri tercih etmeyin

Kullanıcıların büyük bir çoğunluğu halen şifresini unutma gibi sorunlar yaşıyor. Bu nedenle doğum günü gibi özel günler de şifreye dahil ediliyor. Bu da güvenliği büyük oranda düşürüyor.

Bunu önlemek için, ana örnekte belirtmiş olduğum gibi İ2&S_5İ3-M şeklinde bir parola kullanın. Eğer şifrenizi hatırlamakta sorun yaşıyorsanız, bir yere yazabilir ya da OnePassword gibi servislerden faydalanabilirsiniz arkadaşlar.

Telefon Numarası Tanımlamak Önemli

Telefon numaranızı Facebook hesabınıza tanımlamak sizlere pek çok şey kazandırabilir. Çünkü pek çok kullanıcı şifresini unuttuğu hesabı kurtarmak için e-posta adresini kullanıyor. Bu kullanıcıların pek çoğu da e-posta adresi ile hesabını kurtaramıyor malesef.

Cep telefonunuzu Facebooka tanımladığınızda ise, unuttuğunuz şifreyi kolaylıkla sıfırlayabiliyorsunuz arkadaşlar unutmayın, veya bilmiyorduysanız aklınızda bulunsun.

b4jk6d.png

Cep numarasını Facebooka tanımlama işlemi nasıl yapılır?

Telefon numaranızı Facebooka tanımlamak için, ilk olarak Facebookda Hesap Ayarları > Mobil > Telefon Ekle yolunu izleyin. Daha sonra telefonunuzun mesaj kısmına F yazıp 3266ya mesaj gönderin.

Son olarak bir mesaj alacaksınız ve gelen mesajdaki kodu daha önce girdiğiniz Telefon Ekle sayfasındaki onay kodu bölümüne gireceksiniz. Onay kodunu girdikten sonra işlem tamamlanacak.

Tanımadığınız Kişilere Dikkat Edin!

Özellikle erkek kullanıcıları mağdur eden bu durumu engellemek için, tanımadığınız kişilerden gelen arkadaşlık isteklerini reddetmeniz gerekiyor. Aksi durumda, tehlikeli olabilecek kişilerin, hesabınızdaki bilgileri görebilmesine izin vermiş oluyorsunuz.

Giriş Onayları Kurtarıcınız Olabilir

Giriş onayları, eğer hiç bilinmeyen bir bilgisayardan giriş yapılırsa, o bilgisayardan hesabınızda oturum açılmasını engelleniyor. Ancak bu durum sizleri korkutmasın. Eğer hesabınızın başındaki kişi, gerçekten sizseniz hesabınızı her bilgisayarda rahatlıkla kullanabilirsiniz.

ynmNB0.png

Giriş Onaylarını etkinleştirme işlemi nasıl yapılır?

Giriş onaylarını etkinleştirmek için ilk olarak Ayarlar > Güvenlik > Giriş Onayları yolunu izleyin. Açtığınız bölümdeki küçük kutucuğu işaretleyin ve değişiklikleri kaydet butonuna tıklayın.

Reklamlar ya da Bağlantılar Virüslü Olabilir

Eğer normalde bilmediğiniz bir sayfa tarafından bir bağlantı görürseniz, tıklamadan önce iki kere düşünün. Çünkü tıkladığınız bağlantıda virüs olma ihtimali son derece yüksek olacaktır.

Aynı durum reklamlar için de geçerlidir. Ancak Facebook, bu konuda önlemler aldığı için bu konuda daha az dikkatli olabilirsiniz.

Ayrıca eğer bir arkadaşınız tarafından onlarca kişinin etiketlendiği bir gönderi görürseniz, o bağlantıya asla tıklamayın. Eğer etiketlenen sizseniz, etiketi kaldırın. Etiketi kaldıramazsanız arkadaşınıza paylaşımla ilgili mesaj atın ve gönderiyi zaman tünelinden kaldırmasını isteyin.

Tanınmayan Cihazlar Tehlike Saçıyor

Eğer evinizde bilgisayar yoksa ve sürekli başka cihazlarda oturum açıyorsanız, almanız gereken birkaç önlem var arkadaşlar.

1. Oturumu sürekli açık tutmayın

Eğer tanımadığınız bir cihazda oturum açıyorsanız, dikkat etmeniz gereken ilk şey, oturumun sürekli açık olmasıdır. Eğer oturum açarken oturumu sürekli açık tut derseniz, siz oturumu kapatana kadar ya da kullandığınız tarayıcının geçmişini silinene kadar oturumunuz açık kalır. Bu durumda, hesabınızı tehlikeye sokabilir.

Ancak oturumu sürekli açık tut butonuna tıklamaz iseniz, tarayıcıyı kapattığınızda hesabınızda otomatik olarak kapanır.

2. Tarayıcı geçmişini temizleyin

Eğer tanımadığınız bir bilgisayarda oturum açtıysanız, işiniz bittikten ve oturumu kapattıktan sonra geçmişinizi mutlaka temizleyin. Aksi durumda, tanımadığınız kişiler, hesap geçmişinize ulaşabilir. Ya da deneyimli kişiler, o bilgisayarı kullanarak şifrenize bile erişebilir.

3. Tarayıcı şifrenizi hatırlamasın

Eğer tanımadığınız bir bilgisayarda oturum açıyorsanız, kullanacağınız tarayıcının şifrenizi hatırlamasına izin vermeyin. Eğer daha önce izin verdiyseniz, tarayıcı geçmişini ve verilerini detaylı şekilde silerek, hesap güvenliğinizi sağlayabilirsiniz.

Eğer bu anlattığım önlemleri dikkate alırsanız, hesabınızın güvenliğini büyük oranda korursunuz arkadaşlar. Bu şekilde, hesabınızı uzun yıllar boyunca kullanabilirsiniz.

TEKNİK TAKİP DOSYASI : ABD Yahoo’yu günde 250 bin dolar cezayla ‘tehdit etti’

İnternet devi Yahoo, kullanıcı bilgilerini ABD hükümetine iletmediği takdirde günlük 250 bin dolar ceza ödemekle tehdit edildiğini açıkladı.

Mahkeme belgelerine göre, Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) Yahoo’dan yeni istihbarat kurallarına uymasını talep etti.

Yahoo, bunun anayasaya aykırı olduğunu belirterek dava açmış, ancak davayı kaybetmişti.

Bir federal yargıcın davayla ilgili bazı belgelerin kamuoyuna açılması emri üzerine bazı ayrıntılar ortaya çıktı.

Yahoo’nun genel hukuk danışmanı Ron Bell, dava dosyalarının yayımlanması kararının "şeffaflık açısından önemli bir kazanım" olduğunu ifade etti.

İnternet arama motoru olarak işe başlayan ve kısa sürede büyüyerek dünya devi haline gelen şirket, ABD hükümetinin yasalarda değişikliğe giderek kendilerinden internet kullanıcı bilgilerini talep etmesi üzerine dava açtıklarını belirtti.

Eski NSA çalışanı Edward Snowden ABD hükümetinin bu gibi istihbarat girişimlerini geçen yıl ifşa etmişti.

Fakat mahkeme dosyaları, teknoloji firmaları ile ABD hükümeti arasındaki istihbarat kaynaklı çatışmanın Snowden’ın açıklamalarından öncesine dayandığını gösteriyor.

Şirketin hukuk danışmanı Bell, ilk kez Washington Post gazetesi’nde yer alan Yahoo davasıyla ilgili belgelerin "ABD hükümetinin istihbarat girişimlerine karşı nasıl mücadele ettiklerini gösterdiğini" söyledi.

Bell, "Öyle ki hükümet bizi, taleplerine uymadığımız takdirde günlük 250 bin dolar ceza uygulamakla tehdit etti" dedi.

Federal mahkeme kararı ile daha önce gizli tutulan 1500 sayfalık belge üzerindeki yayın yasağı kaldırıldı.

TEKNİK TAKİP DOSYASI /// NSA’in internet projesi : ‘Define Haritası’

Edward Snowden’ın açıkladığı en son belgeler, ABD Ulusal Güvenlik Dairesi’nin (NSA) internetin tamamını haritalandırmak amacıyla bir program geliştirdiğini ortaya koydu. ‘Define Haritası’ adı verilen program, internetteki tüm faaliyetleri takip etmeyi amaçlıyor.

Alman Der Spiegel dergisinin açıkladığı en son Edward Snowden belgelerine göre, NSA internetin derinlemesine haritasını çıkarmasını amaçlıyor. Define Haritası adı verilen program ile internete bağlı her cihaz, her lokasyon ve her andaki faaliyetin tespit edilmesi hedefleniyor.

Belgelere göre, NSA ve İngiliz istihbarat servisi GCHQ’nun ortak hareket ettiği proje, sadece internetteki büyük trafik kanallarını değil, telekomünikasyon kablolarını bile haritaya eklemeyi öngörüyor. Veri akış kanallarını belirleyecek harita üzerindeki her türlü cihaz ve başta yönlendiricilerin (router) de tespit edilmesi amaçlanıyor.

Der Spiegel’de yer alan habere göre, Define Haritası küresel internetin ‘neredeyse gerçek zamanlı’ interaktif haritasını çıkarmayı hedefliyor. Define Haritası, ilk olarak Kasım 2013’te New York Times tarafından duyurulmuş ancak ABD’li istihbarat yetkilileri gazeteye yaptıkları açıklamada ‘projenin gözetleme için değil, bilgisayar ağlarını anlamak için kullanıldığını’ belirtmişti.

Der Spiegel’de yer alan ayrıntılı bilgiler ise Define Haritası’nın çok daha kapsamlı bir amaca hizmet ettiğini gözler önüne serdi. Haberde, ‘Bilgisayar Saldırısı ve Çıkar Amaçlı Planlama’ desteği veren program bir nevi ‘siber savaş haritasını’ temsil ediyor. Define Haritası’nın hedefleri arasında ise Alman GSM operatörü T-Mobile’ın sahibi Deutsche Telekom ve bir diğer Alman telekomünikasyon firması Netcologne olduğu belirtildi.

Telekomünikasyon şirketlerinin yanı sıra, iletişim uyduları işleten Steller, Cetel ve IABG gibi şirketlerin haritada kırmızı ile işaretlendirdiklerine dikkat çekildi. Stellar CEO’su Christian Steffen, ‘belgelerin şirketi üzerinde casusluk yapıldığına dair delil oluşturduğunu ve bunun suça girdiğini’ belirtti.

Haberde, NSA’nın hedef alınan şirketlerin veri ağlarını gözetlemeyi ve veri akışını denetlemeyi hedeflediği, ayrıca müşterilerin cihazlarını ulaşan veriler üzerinde de casusluk yaptığı öne sürüldü.

BİLİŞİM DOSYASI : Türkiye’de internet sansürü derinleşti

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) 10 Eylül’de Meclis tarafından kabul edilen Torba Yasa içerisinde yer alan internet ile ilgili yeni düzenlemelerin "Türkiye’deki internet sansürünü derinleştirdiğini" söyledi.

Örgüt internet sitesinden bugün yaptığı açıklamada, yeni yasa ile “üstverilerin TİB tarafından muhafaza edilmesi çok derin bir endişe kaynağı, çünkü bu sayede söz konusu kurum insanların internet kullanımını doğrudan gözleme ve izleme olanağı” kazandığı söyleniyor.

Yeni yasanın bir insan hakları ihlaline yol açacağını söyleyen örgüt, Türkiye ’de internet özgürlüğü alanında “ciddi kayıplara neden olduğunu” belirtiyor.

Örgütün Türkiye kıdemli araştırmacısı Emma Sinclair-Webb ise "Bu düzenlemeler Anayasa’da korunan ve uluslararası hukuk tarafından güvence altına alınan temel hakları ihlal ediyorlar ve dolayısıyla iptal edilmeleri gerekiyor” diyor.

‘TİB internet kullanımını gözleyebilecek’

Yapılan açıklamada, TİB’in sitelere erişim için engel kararı verebileceğini, bununla birlikte mahkemelerden 24 saat içinde karar çıkarılması gerekliliğinin “hak ihlallerine karşı etkili bir güvence sağlayıp sağlamayacağı konusunda kuşkuları olduğunu belirtiliyor. Örgüt, “mahkemelerin hükümetten gelen talepleri çok fazla, hatta hiç incelemeden kabul etme eğilimi içinde oldukları biliniyor” görüşüne yer veriyor.

Sinclair-Webb ayrıca, "Üstverilerin TİB tarafından muhafaza edilmesi çok derin bir endişe kaynağı, çünkü bu sayede söz konusu kurum insanların internet kullanımını doğrudan gözleme ve izleme olanağı kazanıyor" diyor.

CHP ise bugün Torba Yasa içerisinde, aralarında internet ile ilgili düzenlemelerin de bulunduğu 7 madde ile ilgili Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yapacaklarını açıkladı. CHP, bu düzenlemenin “anayasaya ve Türkiye’nin tarafı olduğu sözleşmemelere aykırı” olduğu gerekçesiyle iptalini istediklerini söyledi.

Meclis’te kabul edilen “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun”a gore TİB’e internet trafik bilgilerini toplama yetkisi veriliyor.

Bunun yanında TİB, "suç işlenmesinin önlenmesi, kamu düzeninin korunması" gibi sebeplerle bir internet sitesini 4 saat içinde kapatabilecek. Bu kararlar 24 saat içinde mahkemeye sunulacak ve mahkeme de 48 saat içinde karar verecek.

Yasa Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından da onaylandı. (BBC Türkçe)

AFRİKA DOSYASI : Afrika Açılımının Stratejik Paradigmaları

2005’teki Afrika açılımı, 1970’ler ve 1998’dekilerin aksine bir zorunluluk veya dış politikada alternatifleri arttırma kaygısından kaynaklanmamıştır. Bu sürecin ana nedeni, uluslararası arenadaki yalnızlaşmadır. Bu noktada Afrika kıtasının jeopolitik konumu ve sahip olduğu yeraltı-yer üstü zenginlikleri, değişen jeopolitiği, yeni ve eski pek çok küresel güç-güç adayının bu kıtayla ilgili özel politikalar kurgulamasına ve politikalar geliştirilmesine neden olmuştur.

Afrika’nın öz kaynaklarından birisi, belki de en başta geleni iktisadî olanıdır. Bu yüzden Türkiye’de pejoratif ve stereotip Afrika algısını değiştirecek ulusal programlar oluşturmak, sadece halkı değil siyasal ve ticari elitin Afrika’ya varsa önyargılı bakışını eğitimle düzeltmek en doğru hareket olacaktır. Bu da ancak eğitim müfredatlarına Afrika ile ilgili alan derslerinin eklenmesi ve ilgili müstakil anabilim dallarının açılmasıyla mümkün olacaktır.

Türkiye’nin Afrika Açılımının Sorunları

Afrika kıtası 21. yüzyılda dünya düzeninde etkili olma imkânı bulabilirse bu ancak kendi öz kaynaklarını ne kadar kullanabileceğiyle yakından ilgili olacaktır. Hiç kuşkusuz Afrika, yükselen güç Türkiye açısından da her alanda önemli fırsatlar sunmakta olup, başta Doğu Akdeniz’deki etkinliği olmak üzere, bölgesel çıkar ve güvenlik arayışları bazlı yeni yakın çevre politikasında ikinci önemli halka olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda bölgeye yönelik olarak yumuşak güç unsurları ile yeni bir açılım hamlesi başlatan Türkiye, özellikle eğitim, sağlık, tarım ve alt yapı gibi insani alanlarda ortaya koyduğu faaliyetler ile birlikte, askeri gücüyle de Afrika’daki varlığını güçlendirmek istemektedir. Aynı şekilde Afrika ülkeleri de bugün itibariyle Türkiye’nin teknik ve ekonomik gelişmişliğinden ve tecrübelerinden faydalanmayı tercih etmektedir. Bu tercihte, Türkiye’nin bölgedeki Osmanlı geçmişi oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu yüzden Türkiye ile Afrika arasındaki işbirliğine yönelik ilişkiler, Kuzey Afrika ve Sahra altı Afrika üzerinden geliştirilmeye çalışılmaktadır. Özellikle uluslararası ekonomi-politikte görülen yeni dönüşümler ve jeo-ekonomik kaynak paylaşımı bölgeler açısından ele alındığında 21. yüzyılın ilk demlerinin Asya yüzyılı olmasına karşılık, yarısından itibaren Afrika yüzyılı olacağı aşikârdır.

Türkiye’nin Afrika açılımının eksik kalan noktalarından bir diğeri ise Afrikalı öğrencilerin yükseköğretimde Türkiye’yi tercih etmelerinin cazip hale getirilmesi meselesidir. Bu bağlamda Türkiye’deki bazı köklü geçmişe sahip üniversiteler ile işbirliği anlaşmalarının sağlanması ve karşılıklı programlar vasıtasıyla özel ilgi alanlarının oluşturulması mümkündür.[1] UNESCO’nun açıkladığı rakamlara göre Gabon’dan Türkiye’ye okumaya gelen öğrenci sayısı 6, Nijer’den 11 ve Senegal’den 22’dir. Fransa’da okuyan Gabonlu öğrenci sayısı 4205, Yunanistan’da okuyan Nijerli öğrenci sayısı 180 ve Japonya’da okuyan Senegalli öğrenci sayısı 33’tür. Çin’in Afrika yardım programı ise 2015 yılı itibari ile 18,000 hükümet bursu ve 30,000 Afrikalıyı eğitmeyi amaçlamaktadır.[2] Bu durumun farkına varan Türkiye, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) ile Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları (YTATB) aracılığıyla bugüne kadar 40’ın üzerinde Afrika ülkesinde çeşitli projeler gerçekleştirmiştir. Fakat gerek UNESCO’nun ve gerekse TİKA ve YTB’nin verdiği istatistiki bilgiler bile bilgi alışverişinin ve karşılıklı etkileşimin en önemli yollarından birisi olan öğrenci/beyin göçünün (özellikle lisans ve lisansüstü) Türkiye tarafından etkin şekilde kullanılmadığını ortaya koymaktadır. Bu yönüyle ileri bir hamle olarak kabul gören, Türkiye Bursları programları ise daha verimli hale getirilmeli ve Afrika’ya “kazandır-kazan” temelli bakarak bu burslardan yararlanmaya hak kazanacak öğrenci seçimi yapılmalıdır.

Burada, özellikle Batılı ülkelerin önemli bir çoğunluğunun ve diğer güç-güç adaylarının Afrika ülkelerinin temel sorunlarına kalıcı çözüm üretmek, bu konularda kendilerine yardımcı olmaktan ziyade, söz konusu ülkelerin zenginliklerinden pay almak peşinde olmaları, Türkiye’yi farklı kılmakta ve bölge ülkeleri tarafından daha güvenilir bir ortak olarak algılanmasını sağlamaktadır. Şayet bu iyimser tablonun tersi gerçekleşirse, kıtanın büyük bir çoğunluğu gelecek yıllarda ülkeler arasında birçok sınır kavgalarına, etnik bakımdan hâkimiyet tartışmalarına, bölünmüş halkların birleşme çabalarına, daha da önemlisi din ve mezhep savaşlarına ve hatta 19. yüzyılda Afrika’da İngiltere ile Fransa arasında yaşanan çekişmeye benzer bir şekilde Anglosaxone ve Francophone iki kültür arasında yeni bölgeleri ele geçirme adına nüfuz mücadelelerine sahne olması da kaçınılmaz gözükmektedir. Belki de ABD, Afrika’da iç güvenliği sağlayamamış olmasına rağmen, sırf bu yüzden Çin’in yeni havzalar açmasına göz yummaktadır.

Türkiye’nin Afrika’daki ticaret hacmindeki büyüme ve yeni büyükelçiliklerin açılması yoluyla diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi gayreti Türkiye’nin çok yönlü stratejik bir yenilenme içerisine girdiğini göstermektedir. Bu bağlamda daha önceki dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde gelişme kaydettiği de açıktır. Ayrıca dünyanın kuzey-güney ve doğu-batı istikametindeki en stratejik kuşağının merkez hattı üzerinde bulunan Türkiye’nin dışa açılım stratejisi çerçevesinde Afrika’ya olan özel ilgisi yanında, politik bir üslup benimseyerek kıtaya ilişkin meseleleri dış siyasetinin öncelikli gündem maddeleri arasına dâhil etmesi ve başta Türk dünyası bağlamında olmak üzere yakın çevresindeki ağırlıklı uygulamalardan elde ettiği deneyim çerçevesinde bir politika geliştirmesi, sürecin geleceği açısından büyük bir önem arz etmektedir. Bu kapsamda Ankara’nın siyaset-strateji-araçlar arasındaki harmoniye dikkat ederek eylem-söylem bazında daha dikkatli ve tedrici bir politika izlemesi pragmatik bir mülahaza olsa gerektir. Bunun öncelikli yollarından biri de, hiç kuşkusuz, bu bölgeye yönelik ilgisini; bilgi-koordinasyon-etkin takip boyutunda da gerçekleştirmesinden geçmektedir. En azından, şu ana kadarki mevcut durum, Türkiye’nin Türk dünyası bağlamındaki hazırlıksız ve sonrasında da devam eden inişli-çıkışlı ilgi sürecini Afrika boyutunda da fazlasıyla hatırlatmaktadır. Bunun için, en azından literatüre bakmak fazlasıyla kâfi olacaktır.

Türkiye’nin 1998’den itibaren geliştirdiği ve giderek ivme kazandırdığı Afrika’ya açılım politikasında birtakım avantaj ve dezavantajlara sahip olduğundan bahsetmek mümkündür. Nitekim uzun süre bölgeye ilgisiz kalmakla eleştirilmiş olsa da, bölge ülkeleriyle kökenleri özellikle Osmanlı Devleti’ne dayanan dini ve kültürel ortaklıklarının olması[3], bölgede hiçbir zaman sömürgeci geçmişinin olmayışı ve bölgeye yaptığı yardımların meydana getirdiği olumlu imaj Türkiye’nin avantajları arasındadır. Öte yandan gerek Çin, gerek Fransa ve ABD olmak üzere uluslararası sistemin güçlü aktörlerinin de bölgeye artan ilgisi bir rekabet ortamı oluşturmaktadır. Ekonomik büyümenin, batı merkezlilikten çıkarak çevre ülkelere doğru genişlemesi ve bu sürecin beraberinde gelen G-20 düzenlemesi, büyüyen ekonomileri küresel sistemin içine çekerek hem entegre olmalarını hem de süreçte söz sahibi olmalarını da beraberinde getirdi. Diğer taraftan G-8 ile pazar ve doğal kaynak bloku olan diğer ülkeler arasında Kuzey-Güney merkezli cari kutuplaşmanın önünün alınması sağlandı. Bu yüzden Türkiye, bu rekabet ortamında başarılı olabilmek için bölge ülkeleri arasındaki ekonomik, siyasi ve etnik farklılıkları dikkate alarak, denge politikası içinde bölgeye yaklaşmalı ve ikili ilişkilerinde önceliklerini net olarak belirlemelidir. Zira bir ülke, küresel sisteme entegre olunca, o ülkenin eksen kayması yaşaması düşünülemez. Bu yüzden bölgesel güç olabilmek için sorumluluk almak isteyen Türkiye’nin, eksen/mihver ülke olmak konusunda uluslararası sistemin güçlü aktörlerine, “tamamlayıcılık ilkesi” bağlamında baktığı gözlenmektedir. Bu durum aslında Türkiye’nin tek başına bölgesel güç olamayacağının farkında olduğu manasına gelmektedir. Bu yüzden küresel sisteme entegre olmanın yanında; bölgedeki icra ettiği politikalarında “özerk güç olma” denemeleriyle birlikte, kendisine daha geniş bir etki alanı oluşturma gayreti içerisinde bulunması da elzemdir. Bu yönüyle ‘Yeni Türkiye’nin Afrika’ya açılımını daha başarılı hale getirebilmesi için Afrika ülkelerinin Türkiye açılımı politikalarına ivme kazandırmalarına yönelik politikalar geliştirme zorunluluğu mevcuttur. Bu gelişmelerin ışığında son dönemde Türkiye’nin büyükelçilikler açarak ve THY seferleri düzenleyerek ilk adımlarını attığı Afrika topraklarında ileriye dönük çok daha kapsamlı stratejiler geliştirmesi gerektiği de ortadadır.

Türkiye’de iç politikaya bağlı dış politika hamleleri geliştirmenin hâkim olduğu da gözlerden ırak tutulmamalıdır. Mevcut bakanlıklar arasında Afrika’ya yönelik politikaları eşgüdümlü hale getirmek, temel hedef olmalıdır. Memnuniyetsiz güç pozisyonundaki Türkiye’nin tarihinden gelen merkezî güç olma isteği, Arap Baharı (Sonbaharı/Hezeyânı!) sonrasında bölgesel güç olma ekseninde şekillense de; dışa açılım isteğindeki çabaları, jeostratejik hafızasına geri dönme isteğinden vazgeçmediğini göstermesi açısından önemlidir. Bu durumda Türkiye’nin gücü, sadece kendi çevresindeki fiilî gücü ile değil, başta Afrika olmak üzere değişik havzalardaki kültürel, ekonomik ve diplomatik etkinliği ile değer bulacaktır. Bunun için de tarihî hafızamızı iyi kullanarak daha çeşitli, farklı yaklaşımlar ve söylemler geliştirerek Afrika ile olan sıkı bağların, eskiden olduğu gibi güçlü ve etkin işbirlikleriyle kuvvetlendirilmesi amaçlanmalıdır. Bu bağlamda Afrika halklarının nesnesellikten özneselliğe doğru temayülünü arttıracak yatırımlar yapılmalıdır. Bu süreçte stratejik ve taktik hesaplarında bir yandan süper güçlerin, diğer yandan büyük devletlerin parametrelerinin göz önünde tutulmaksızın politika oluşturulamayacağının da farkında olunmalıdır. Türkiye’nin bu adımları atarken, tek boyutluluktan öte çok boyutluluktan faydalanarak güç reflekslerini iyi ölçmesinin, stratejik belirleyicilikten ve taktik esneklikten yoksunluğun tersine dış politikasında dinamik ama harmonik, büyük ölçekli ve küresel nitelikli olmasının da bu süreci olumlu yönde etki yapacağı ise yadsınamaz bir gerçektir.

[1] Omar el-Samani el-Sheikh İbrahim, “Sahra Altı Afrika ile Yüksek Öğrenimde Ortaklığa Doğru”, Sahra Altı Afrika, (Ed. Ahmet Kavas vd.), II. Uluslararası Türk-Afrika Kongresi 12-13 Aralık 2006, s. 297-304.

[2] Çin’in Afrika’daki yatırımlarıyla ilgili detaylı bilgi için bkz.

http://www.guardian.co.uk/global-development/2013/apr/29/africa-future-leaders-china-aid-programme, Erişim tarihi: 15.09.2014.

[3] The Economist’de yayınlanan bir yazıya göre, Türkiye Batı tipi demokrasisi ve serbest piyasa ekonomisi ile Afrika’nın Müslüman devletleri için bir model teşkil etmektedir. Detaylı bilgi için bkz. Mbombo Ibrahım Moubarak, “Ottoman Dreaming The Turks Have New Ambitions for Trade and Influence in Africa”, http://www.gabibn.com/IMG/pdf/Tr9_Ottoman_Dreaming_The_Turks_Have_New_Ambitions_For_Trade_And_Influence_In_Africa.pdf, 25 Mart 2010.

The post Afrika Açılımının Stratejik Paradigmaları appeared first on ORDAF.

BİLİM DOSYASI /// VİDEO : Bilim Tarihindeki Hurafeler Serisi (2) Giordano Bruno-Kilise Çatışması

VİDEO LİNK :

BİLİM DOSYASI /// VİDEO : Bilim Tarihindeki Hurafeler Serisi (1) Galileo-Kilise Çatışması

VİDEO LİNK :

TARİH : Talat, Cemal, Enver, Azmi Paşa’ların öldürülü şü, Nemesis, Asala ve 12 Eylül

TELGRAF MEMURLUĞUNDAN VEZİRİAZAM ‘LIĞA

Mehmet Talat 1874 yılında Edirne’nin Kırcaali kazasında (şimdiki Bulgaristan’ın güney doğusundaki küçük bir köyden göçme) Pomak asıllı küçük bir memurun oğlu olarak doğdu. Girdiği okulun hazırlık sınıfındayken hocayla takıştığı için atılmıştı. Diploması olmadığı için edirne posta telgraf idaresinde düşük maaşlı bir memur olarak göreve başladı. Ek iş olarak da Edirne’deki musevi cemaatine hizmet eden İsrail okulunda türkçe öğretmeni olarak da çalışıyordu. 21 yaşında iken çalıştığı okulun müdürünün kızı ile bir gönül ilişkisi oldu. “İşler iyi gidiyor, yakında hedefime ulaşacağım” şeklinde bir mesaj çekerken yakalanınca resmi telgrafta tahrifat yapmaktan tutuklandı. Mesajı kız arkadaşına gönderdiğini iddia etmesi ve kızın da onu doğrulaması üzerine iki yıl olan mahkumiyeti affedilerek Selanik’e posta memuru olarak sürgün gönderildi.

Yanya’lı bir genç kız olan Hayriye Hanım ile evlendi. 1898 – 1908 yılları arasında Selanik postanesinde memur olarak çalıştı. 10 yılını doldurduktan sonra postanenin müdürü oldu.

1908 yılında ihtilalci İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) üyeliği nedeniyle postanedeki görevinden atıldı. Ancak ihtilal sonrasında Edirne Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 1909 Temmuzunda ise içişleri bakanı oldu. 1912′de ise postahane bakanlığı ve İTC genel sekreterliğine getirildi.

11 Haziran 1913 günü ittihatçı sadrazam Mahmut Şevket Paşa göreve gelişinin beşinci ayında suikastla öldürülünce kendisi tekrar içişleri bakanı yapıldı. Hemen ardından Talat, Enver ve Cemal Paşa olarak 3 paşalı (triumvirlik) iktidarını kurdular. Bu iktidar Ekim 1918′e kadar sürecek olan 5 yıllık saltanat döneminde Osmanlının dünya harbine katılmasına ve sonunda tamamen parçalanıp yok olmasına sebep olmuştur. Daha da önemlisi ülkede türkler başta olmak üzere her ırktan milyonlarca insanın mahvolmasına yol açan savaşlar ve katliamlar yaşanmıştır.

35 yaşında postane memurluğundan içişleri bakanlığına getirildi, 39 yaşında milyonlarca kişinin ülkeden zorla göçürülmesini emreden tehcir genelgesini yayınladı.

Mehmet Talat diğer paşa Enver’in de teşvikiyle 24 Nisan, 1915 tarihinde Osmanlı imparatorluğu dahilinde faaliyeti olan tüm Ermeni siyasi kuruluşlarının kapatılmasını ve üyelerinin tutuklanmasını emreden bir genelge yayınladı.

Gerekçe olarak da bunların faaliyetlerinin kökü dışarıda olduğunu ve düşman Rus kuvvetleriyle işbirliği içinde cephe gerisinde ayaklanmalar düzenlediklerini belirtti. Bu genelgeye dayanılarak24/25 Nisan 1915 günleri İstanbul’da içlerinde siyaset ve din adamları, doktorlar, yazarlar, gazeteci, öğretmen ve hukukçuların da bulunduğu 235 – 270 ermeni kanaat önderi aydın insan (gerekçesiz olarak) tutuklandı. Bundan haftalarca öncesinden Van vilayetinde ermeni’lerin toplu olarak öldürüldüğü çeşitli olaylar yaşanmış olmasına rağmen esas olarak bu olay ermeni katliamının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. .

Mehmet Talat 1 Haziran 1915 tarihinden 8 Şubat 1916 tarihine kadar yürürlükte olacak bir de Tehcir Yasası genelgesi yayınlamıştır ki bu yasa daha sonra kimi akademisyenler taraından “Ermeni Soykırımı” (veya Sözde Ermeni Kırımı) olarak nitelendirilecek olan olayların esas yürütme aracı olarak tanımlanmaktadır. Çünkü buna göre asırlardır bu topraklarda vergi vererek ve askerlik hizmeti yaparak yaşamış olan kadim Osmanlı halklarından çok sayıda aile bu genelgeye göre tüm mallarını mülklerini burada bırakarak kendi öz topraklarından sökülüp, yanlarına hiçbirşey alamadan ve yayan yürütülerek hiç bilmedikleri uzak ülkelere göçe zorlanmışlar ve bu arada tamamına yakını ölmüş veya öldürülmüştür.

Mehmet Talat 1917 yılında Osmanlı’nın 280′inci VeziriAzam’ı(başveziri) oldu. Onun başvezir olmasından itibaren yokuş aşağı gidiş hızlandı. Birsürü cephede birden verilen savaşların hepsi kaybedildi. Kudüs ve Bağdat düştü. Osmanlı ordularının ikisinin de İngilizler tarafından bozguna uğratılması üzerine 14 Ekim 1918′de istifa etti. Bir hafta sonra Mondoros mütarekesi imzalandı. İstanbul (ve ülkenin diğer tüm kısımları) işgal edildi. Rivayete göre paşalar hepsi birden 1 Kasım 1918′da İstanbul’dan bir alman denizaltısına binerek kaçıp, Berlin’e gittiler.

PAŞALARIN KAÇIRILIŞI

İmparatorluğun yenilgisini belgeleyen imzalanan Mondros Mütarekesi’nden (30 Ekim 1918) kısa bir süre sonra ortadan kaybolan İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin İstanbul’dan ne zaman ve nasıl kaçtıkları şimdiye kadar farklı biçimlerde açıklanıyordu.

Ünlü 3 paşa ile birlikte toplam dokuz üst düzey İttihatçı’nın İstanbul’dan kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer bu konuyu ele alan bir yazı yazmış.

Baltzer, Kasım 1933′de “Orientrundschau” adlı dergide “Talat, Enver ve Cemal Paşa’nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918′den bir anı” başlığı altındaki yazısında paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul’un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya’da dermirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol’a nasıl yolcu ettiğini anlatıyor.

İşgal altındaki İstanbul’dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Balztzer, bu olaydan sonra kendisi İstanbul’da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık “Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları” yolunda sorularıyla karşılaşmış.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul’da “Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları” yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul’daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı’nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.

“1 Kasım 1918′de, İstanbul’da Alman Akdeniz Filosu Karargahı’nda Türkiye’nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum.”

Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü’nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında “Enver” yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişiyi aldıklarını, ardından Arnavutköy’den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa’yı, son olarak da Boyacıköy’den Cemal Paşa’yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini, ayrıntılarıyla açıklıyor.

Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını yazan Yzb. Baltzer, konuklarını eskiden Rusların Karadeniz Filosu’na ait olan ve birkaç haftadır Alman bayrağı altında görev yapan R-1 torpidosunun “geniş ve ferah kaptan kamarası”na bıraktıktan sonra, Tarabya’da oturan askeri rahibin evinde kalan gemi kaptanı Yüzbaşı Alfred Kagerah’ı çağırmaya gittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

“Şimdi Almanya’nın başpiskoposu olan Rahip Müller bu gece yarısı ziyareti karşısında epey şaşırdı. Biraz sonra kaptanı gemisine götürdüm ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol’a götürüp, karaya çıkarma emrini ilettim”

Paşalarla vedalaşmasını “Geminin kaptan kamarasındaki yuvarlak masa etrafında toplanmış, sessizce oturan Türk konuklarımızın ellerini sıktım. Bu kişiler kendilerini belirsiz bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Fakat bir zamanlar Türkiye’nin en güçlü üç kişisinin sonunun, bir kaç yıl sonra yabancı diyarlarda feci bir şekilde olacağını kimse bilemezdi” sözleriyle anlatan yüzbaşı, geminin 2 Kasım 1918′de gönderdiği telsiz mesajında Türk karasularını terk ettiklerini ve açık deniz olduğunu bildirdiğini belirtiyor.

Yüzbaşı Baltzer’in ünlü paşalara ilişkin anıları burada sona eriyor. 3 Kasım’da Sivastopol’a ulaşan yolcuların buradaki maceralarını da orada Ruslarla Almanlar arasında imzalanan barış anlaşmasından sonra deniz trafiğini denetlemek amacıyla görevli komisyonun başkanlığını yapan Alman Amiral Albert Hopman’ın anılarını yazdığı kitapta şöyle anlatılıyor:

Burada torpidonun 3 Kasım sabah 08.00′de Sivastopol Limanı’na girdiğini açıklayan Amiral, geminin kaptanı karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu, Almanya’ya gitmek istediklerini kaydediyor.

“Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim” diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa’yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor.

Amiral’in anılarına göre Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya’ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz’e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor.

Bilindiği gibi Sıvastopol’a 3 Kasım’da ulaşan paşalar, İstanbul’u bir daha göremediler. Enver’den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla arkadaşları Almanya’ya gittiler. Talat Paşa, 1921′de Berlin’de ve Cemal Paşa 1922′de Tiflis’te ermeniler tarafından, Enver Paşa ise 1922′de ruslarla girdiği bir çatışmada vurularak öldürüldüler.

CEMAL AZMİ PAŞA

“Sopalı Mutasarrıf” namıyla bilinen bu ittihatçı, 1915′in başında Mehmet Talat tarafından Trabzon Valisi ve bölgesel Divan-ı Harp Mahkemesi Başkanı olarak atanır. İttihat ve Terakki Merkez Komite üyesi Yenibahçeli Nail ile birlikte ermeni halkın yokedilmesi’nin Erzurum’dan sonraki ikinci merkez üssüne komuta eder. Tehcir sırasında işlediği suçlardan dolayı 1919′daki divan-ı harp davasında gıyabında yargılanıp idam cezasına çarptırılmıştır.

Osmanlı bürokrasisinin eski tüfeklerinden, iki kez donanma bakanlığı yapmış Çürüksulu Mahmud Paşa, 2 Aralık 1918 tarihinde mecliste yaptığı konuşmada Trabzon’daki ermeni nüfusun imhasında vali Cemal Azmi’nin suçlu olduğunu beyan eder. Paşaya göre Azmi emirlerini İttihat ve Terakki Merkez Komitesinden almıştır. 11 Aralık 1918′deki meclis oturumunda Trabzon mebusu Hafız Mehmet, utancını şöyle dile getirir: “Allah bizim belamızı verecektir. mesele çok açıkta olduğundan inkar edilemez. Ordu şehrindeki [o sırada trabzon’un ilçesidir] ermeni vak’asına şahidim. Samsun’a nakil bahanesiyle Sancak Mutasarrıfı (faik) ermenileri mavnalara doldurdu ve onları bahra(denize) ilka (attırdı). Bunu bütün vilayette tatbik ettiğini işitmiştim. İstanbul’a döner dönmez onlar aleyhinde davaya muvaffak olamadım.”

Trabzon’daki tehcir öldürmelerinin denizde yapıldığına dair bir tanıklık, 1919′daki Trabzon Divan-ı Harbi Örfi Mahkemesi’nin 3 Nisan 1919 tarihli 4. oturumunda verilir: Tanık kadın, “Cemal Azmi Bey’in erkekleri cem ettirerek kayıklarla Kumkale cihetine sevk edilmeleri için jandarmalara emir verdiği” ve “bunların esna-yı sevkde bir kısmının kurşunla, kısm-ı diğerinin denize atılmak suretiyle hepsinin itlaf edildiği”ni söyler.

Cemal Azmi’nin emriyle 1915′te ordu’da iki tekne dolusu erkek, kadın ve çocuğun Samsun’a sevk bahanesiyle denize atılması olayını Trabzon davasında 16. duruşmada (5 Mayıs 1919) ordulu tüccar Hüseyin de doğrular, Samsun’a doğru yola çıkan teknelerin iki saat sonra boş döndüğünü, kısa süre sonra kıyıya cesetlerin vurduğunu söyler. İttihat ve Terakki merkez komite üyesi Nail ile Cemal Azmi hakkında bu davada gıyaben verilen idam kararının gerekçesinin temelinde bu suçun sabit görülmesi yatmaktadır (“..bahra ilka etmekle boğdurup mahv edildikleri…”). Trabzon’daki bu tarz öldürmelerden Almanya’daki üstlerine “gizli” bir rapor gönderen Liman Von Sanders de bahseder, Trabzon mahkum çetelerinin “hayvanca vahşet”ini içeren bu imha planının “uzun bir süre önce tasarlanmış” olduğunu düşünür.

Aynı 5 Mayıs 1919 tarihli oturumda Trabzon’da o dönem “Lazistan havalisi kumandanı” Avni Paşa, tanıklığında kendi emrindeki Teşkilat-ı Mahsusa alayının kırımla ilgisi olmadığını, ancak “Cemal Azmi Bey’in fedaisi olan bir çeteden mürekkeb tehcir ve taktile bakan ayrıca bir Teşkilat-ı Mahsusa çetesi olduğunu” beyan eder.

Bunun dışında, Trabzon Polis Şefi Nuri, davanın 10 Nisan 1919 tarihli oturumunda Cemal Azmi’nin hediye olarak bazı ittihatçılara “5-6 tane genç ermeni kızı” gönderdiğini itiraf eder. Gümrük müfettişi Besim ise, 5 Mayıs oturumunda tehcir sırasında Kızılay hastane binasının valinin cinsel iştahını tatmin için kullanılan bir yer haline geldiğini bildirir. 12 Nisan oturumunda tüccar Mehmet Ali, Kızılay binasının genç ermeni kızlarına tecavüz yeri olarak kullanıldığını teyit eder ve vali Cemal Azmi’nin burada kendi kişisel zevki için 15 ermeni kızı alıkoyduğunu iddia eder.

Bir tür JİTEM olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın lideri Bahaeddin Şakir ve Trabzon canavarı Cemal Azmi sayısız cinayetten sorumlu tutulan kamu yetkilileri idiler. Talat gibi ölüm onları da Berlin’de yakaladı

Duruşmalar sırasında Cemal Azmi çoktan Berlin’e kaçmıştır. Denizde öldürülen ermeni’lerle ilgili duruşma haberi kendisine bir arkadaş toplantısında ulaştırıldığında, kahkahayla, “bu yıl boğmalardan dolayı hamsi çoğalacak” dediği aktarılmış. Bu kişi Trabzon Canavarı olarak anılmakta ve toplamda 15 bin kişinin katlinden bizzat sorumlu tutulmaktadır.

ÜÇ PAŞA İKTİDARININ YARGILANIŞI

Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar ile göreve getirdikleri diğer ahlaksız hükümet görevlilerinin ülkeden kaçması halkta infial yaratmıştı. İşgalin başlaması ile İzzet Paşa hükümeti istifa etti. İngiliz donanmasının Haliç’e girdiği gün Talat’ın yerine Tevfik Paşa başvezir oldu. 4 Mart 1919′da ise tüm İTC ileri gelenlerinin tutuklanmasına karar verecek olan Ferit Paşa görevi devraldı.

İşgal sonrasında İngilizler Sultana ve hükümetine baskı yaparak 1914 – 1918 yılları arasındaki Osmanlı hükümetlerinde sorumlu mevkilerde görev yapan kişilerin yargılanmasını sağladılar.

Suçlama diğer birçok insanlık suçunun yanısıra öncelikle Ermeni Soykırımı iddialarına ilişkin idi. Tutuklananlar öncelikle Bekir Ağa bölüğüne, oradan da Malta’ya gönderildiler. Sultan VI’ncı Mehmet (Vahidettin) tarafından kurulan Divan-ı Harp’in özellikle cezalandırılmasını istediği konu Osmanlı’nın İTC tarafından birinci dünya harbine sokulması, aşırı boyutlardaki yolsuzluklar ve bu harp sırasında güdülen sefil siyasetin cezalandırılması idi. En üst mevkilerde bulunan Talat, Enver ve Cemal çoktan ülkeden kaçmış durumda oldukları için gıyablarında yargılandılar.

Ocak 1919′da Sultan’a verilen raporda İttihatçı hükümetler sırasında yüksek mevkilerde görev yapmış olan 130 şüphelinin ismi vardı. İddianame en başında Talat’ın bulunduğu şüphelileri görevi kötüye kullanma, yağmacılık ve kan içicilikle batağına saplanmakta en ağır şekilde suçlamakta idi. Soruşturma önergesindeki on ayrı suçlamanın ikisi Ermeni Katliamı ile ilgiliydi.

Müttefik devletlere durup dururken savaş açarak ülkeyi kasden ve bilerek gereksiz yere savaşa sokmak, bunun için kepazece numaralar, kandırma, korkutma ve kışkırtma ile hilekarca yöntemlere başvurmak (savaşan alman gemilerine türk bayrağı çekmek ve orduyu almanların komutasına vermek gibi) iddiaları söz konusu idi. Ayrıca ermeni’lerin katliamı ve mahvı ile onların mülklerini bizzat yağma ve talan ederek servet topladıkları söylenmekte ve insanlık dışı katliamların bizzat İTC merkez komitesinin aldığı kararların doğrudan bir sonucu olduğu vurgulanmakta idi.

İddianamede ‘Ermenilerin katil ve imhasının İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’nin aldığı kararların bir sonucu olduğu” belirtiliyor, “”derin ve kapsamlı müzakereden sonra, bir plan dahilinde, sözlü ve gizli emir ve talimatlarla”" yürütüldüğü“”, şifreli olarak gönderilen bu emirlere her defasında “okunduktan sonra yok edilmesi” notunun düşüldüğü, belirtiliyordu.

İddianame, bugün de öne sürülen “askeri gereklilik” ve “sadakatsizlik gösteren cemaatın cezalandırılması” şeklindeki gerekçelere karşı çıktı. Bu gerekçelerin ermeni katliamları için bir bahane olduğunu, belirli bir olay ve yöre ile sınırlı kalmadığını, kapsamlı ve merkezi imha planının çözülmemiş sorunları nihai olarak çözme amacını taşıdığını belirtti. “Tehcir”in “Ermenilerin imhasını” amaçladığını kanıtlayan şifreli telgraflardan birinde Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Dr. Bahaaddin Şakir, Harput Bölgesi sorumlu sekreterine “Oradan sevk edilen Ermeniler tasfiye olunuyor mu?… Yoksa sadece sevk ve izam mı olunuyor?. Vazihen bildiriniz !.” talimatına da yer veriliyordu. (Takvim-i Vekai, 3772, 10 Şubat 1919)

Mahkemenin 5 Temmuz 1919 tarihli kararı ile kaçak paşalar Talat, Enver, Cemal, ve Dr. Nazim gıyablarında ölüme, diğer bakanlar Kurulu üyeleri on beşer yıl küreğe mahkum edildiler. (Dr. Bahaaddin Şakir de Harput Davası’nda ölüme mahkum edildi.) Sonuçta idam cezaları fiilen yerine getirilen sadece üç sanık oldu. İlk ceza, “Yozgat Davasi” olarak bilinen yargilamanin esas sanığı olan Boğazlıyan Kaymakamı (daha sonra Yozgat Mutasarrıf Vekili) Kemal’e verildi. 10 Nisan 1919’da idam sehpasına çıkarken “Sevgili Vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum, Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir” diyen Kemal, böylece asıl suçluların kimler olduğuna dair de tarihe bir not düşmüştü. Diğer ikisi, 22 Temmuz 1920’de idam cezası yerine getirilen Erzincan Jandarma komutanı Hayran Baba lakaplı Hafız Abdullah Avni, ve son olarak da 5 Ağustos 1920’de idam edilen Urfa mutasarıfı Nusret idi.

16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından ‘resmen’ işgalinden sonra aralarında Ankara’nın temsilcilerinin de bulunduğu 80 kişinin daha Malta’ya götürülmesi üzerine, kırım suçlularının yargılanması Anadolu Hareketi için ‘hayat memat’ meselesi haline geldi. 27 Mayıs 1921’de İstanbul’daki Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesi’nin Mustafa Kemal için idam cezası vermesi (o tarihe kadar Milli Mücadele kadroları için verilen idam cezalarının sayısı 100’e ulaşmıştı) Ankara’nın tavrının sertleşmesine neden oldu. 11 Ağustos’ta Ankara hükümeti, ‘tehcir vesaire’ dolayısıyla İstanbul hükümetince kurulan İdare-i Örfîye Divanı Harbi’ni “lağvettiğini” ilan etti. Mustafa Kemal, 12 Ağustos’ta tehcir suçlamasıyla ‘vatan evlatları’ idam edilecek olursa, kendisinin de İngiliz Yarbayı Rawlinson’u ve diğer İngiliz esirleri asacağını İstanbul’a bildirdi. Aynı gün, Meclis’te Boğazlayan Kaymakamı Kemal ile Urfa Mutasarrıfı Nusret ‘Milli Şehid’ ilan edildiler ve ailelerine maaş bağlanmasına karar verildi. Böylece, idam cezaları infaz edilen üç kişiden ikisi daha Cumhuriyet ilan edilmeden şehitlik ve kahramanlık mertebesine yükseltildiler. Adı Urfa’da bir ilkokula, ayrıca bir sokağa ve bir de kasabaya verilerek şereflendirilen Şehit Nusret mahkemece katliam sorumlusu olarak görülerek idam edilmiş olan Urfa mutasarıfı Nusret’ten başkası değildir. Kahraman Kemal olarak anılan kişi de Divani Harb yargilamalarinin ilki olan ve 8 Nisan 1919 günü Ermeni katliami nedeniyle idama mahkum edilmiş olan Bogazlayan (daha sonra Yozgat) Kaymakami Kemal idi.

O sırada Talat çoktan Berlin’deki evine yerleşmiş, 3 yıldır orada (paşalar gibi refah ve huzur içinde) yaşamakta idi. Hatta 6 Mart 1921 günü bir ingiliz istihbarat ajanı Aubrey Nigel Henry Molyneux Herbert ile görüşmüş, bu arada hem Ankara’ya gidip oradaki Kuvvayı Milliye’ci türk hareketini devralma ve müttefik kuvvetlere karşı Pan Turanist bir hareket başlatmak niyetini hem de aslında bir taraftan da ingilizlerin dostluk ve tavsiyelerine ihtiyaç duyduğunu açıklamıştı.

İngilizler Talat’ın peşini bırakmaya niyetli değildi. İngiliz Yüksek Komiserliği ellerindeki istihbarat raporlarına göre Almanya’da oldukları anlaşılan bu kişilerin oradan istenmesi yönünde Damat Ferit hükümeti ve Sultan’a baskı yaptılar. Bizzat takip ettikleri bu talebe karşılık Almanya’dan gelen cevapta ise bu kişilerin gerçekten suçlu olduklarına dair (varsa) resmi belgelerin kendilerine gönderilmesi istenmekte ve kendilerinde halen Almanya’da bulunduklarına dair bir bilgi olmadığı belirtilmekte idi.

NEMESİS OPERASYONU

İngilizler Mehmet Talat’ı tutuklama kararında oldukları ve sürekli izledikleri için o birkaç günlüğüne Stockholm’a (İsveç) gittiğinde ve sonra Berlin’e dönerken kendisinin açık denizde tutuklanma alternatifleri üzerinde düşündüler. Sonunda izlemeye devam etme ve hiçbirşey yapmama kararı baskın çıktı. Ancak, bu arada Rus istihbaratı ile de görüştüler ve birlikte ölüm fermanını imzaladılar, kendisiyle ilgili adres, fiziksel görünüm vb bilgileri ruslara verildi. Uygulamanın ermeni devrimciler tarafından yapılması karara bağlandı.

15 Mart 1921 günü Talat Berlin’deki evinden çıktığı sırada Erzurum’lu Ermeni Devrim Federasyonu üyesi Sogomon Tehliryan tarafından tek kurşunla başından vurularak infaz edildi.

Kendisine infazdan sonra kaçmaması ve cesedin üstüne basarak polis gelene kadar beklemesi tembih edilmişti. Türkiye’deki katliamlar sırasında tüm ailesini kaybetmiş bir ermeni olan katil ilk sorgusundan itibaren cinayeti taammüden (bilerek ve isteyerek) işlediğini belirtmesine rağmen mahkemesi çok kısa sürdü ve daha ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle BERAATİNE karar verildi. Yargılamanın uzun sürmesine ve katilin ermeni mezalimi üzerine medyada manşetlere geçecek uzun savunmalar yapmasına izin verilmemişti.

Aslında katil Tehliryan’ın işlediği cinayetin münferit bir olay olmadığı, içinde başta İngiltere ve Rusya olmak üzere birçok ülke istihbarat servislerinin bulunduğu bir komplo ile, sabık İTC yetkililerinin hemen tümünün yokedilmesini hedefleyen (ve adını grek intikam tanrıçası’ndan alan) Nemesis Operasyonu isimli organize bir plan dahilinde gerçekleştiği bugün biliniyor.

* Planda tetikçi rolü verilen Ermeni Devrim Federasyonu üyeleri işe önce Ermeni asıllı katliam işbirlikçisi olarak tespit ettikleri 3 hedefi İstanbul’da öldürmekle başladılar. (Hemayag Aramyan, Mıgırdıç Harotunyan, Vahe Ihsan Yesayan)

* Daha sonra 15 Mart 1921 günü Mehmet Talat ile başlayarak 18 Temmuz, 1921′de Bakü deki Ermeni katliamlarından sorumlu tuttukları zamanın Azerbaycan İçişleri Bakanı Behbud Han Civanşir‘i İstanbul’da vurdular. Katil Torlakyan Berlin’deki Tehliryan gibi suçu hemen kabullenmesine rağmen ingiliz işgal gücünün askeri mahkemesinde – uğradıklarından dolayı olan zihinsel durumu dolayısıyla “suçlu ama sorumlu değil” kararıyla – beraat etti. .

* 5 Aralık, 1921 günü Roma’da eski sadrazam Sait Halim Paşa‘ya bir rus ajan tarafından düzenlenen suikastla ermeni Şıracıyan’a vurduruldu. Katil yakalanıp İstanbul’a gönderilmediği için hiç yargılanmadı.

* 17 Nisan, 1922 günü Behaeddin Şakir ile Cemal Azmi ikisi birden Berlin’de (ayrı ayrı) Aram Yerganian ve Ajan T. Adlı iki suikastçı tarafından öldürüldüler. Behaeddin Şakir İTC’nin ünlü Teşkilat-ı Mahsusa isimli gizli örgütünün kurcu ve yöneticisi idi. Bu ögütün İTC içindeki muhalifler dahil birçok faili meçhulün suikastını ve çoğu toplu katliamları organize ettiği biliniyor. Cemal Azmi ise ermeniler arasında “Trabzon Canavarı” adıyla anılan ve 15 bin ermeninin boğdurulmasını bizzat organize ettiği gerekçesiyle 1919 yılında Divan-ı Harpte yargılanıp idama mahkum edilen bir kişi. İdam kararı infaz edilmeyip kendisi Talat Paşa gibi Berlin’e kaçmayı başarmıştı.

İttihatçıların anısına dikilen Hürriyet Abidesi’ndeki gökyüzüne doğru bakan topun neyi simgelediği bilinmez. Ama eğer ateş edilirse birgün o topun geri dönüp üstümüze düşeceği kesin değil midir?

* 25 Temmuz, 1922 günü triumvir üç paşadan biri olan Ahmed Cemal (Paşa) Tiflis’de Stefan Çekiçyan ve Bedros D. Bogosyan tarafından vuruldu.

* Sonuncu paşa, Osmanlının nihai olarak yenilip parçalandığı savaşların başkomutan vekili ve Harbiye Nazırı
İsmail Enver (Paşa) da 4 Ağustos 1922 günü Tacikistan’da Belçivan yakınlarında Agop Melkovyan komutasındaki Bolşevik Ruslara karşı gerilla harbi yaparken havan topu ile öldürüldü.

Almanlarla gizlice anlaşarak Osmanlı’yı savaşa soktuğu ve 90bin askeri Sarıkamış’da yazlık giysilerle soğuktan donarak ölüme gönderdiği 1914 yılında kendisi henüz 33 yaşındaydı

Bu cinayetlerin katillerinden hiçbiri yargılanıp bir mahkumiyet almadılar..

SONUÇLAR

Böylece, Ankara’ya gelip Kuvvayı Milliye’ye sığınanlar hariç İTC’nin esas marifetlerini işleyen tüm krem tabakası yok edilmiş (gibi) oldu..

Ancak asıl gerçek çok farklı idi. Kozmopolit çok etnisite ve çok kültürün birlikte yaşamaya alıştığı bu topraklara vahşi tek kültürcü askercil faşizmi ve milliyetçi mukaddesatçılığı ithal eden birinci nesil ittihatçı liderlerin yok edilmesiyle ruhları (sanki kesilen bir sakalın sonra daha gürleşerek çıkması gibi) tüm eski osmanlı topraklarına yayılarak zamanla daha da güçlenmiştir. İhtilalci askerlerin kurduğu Baasçı faşist rejimler tüm arap ülkelerinde hakim oldu.

Anadolu’da ise İngilizlerin mahkeme sonunda hapis ederek Malta’ya gönderdiği İTC tutukluları Lozan anlaşmasında yer alan esir takası kapsamında Ankara’ya iade edildikten sonra özgürlüklerine kavuşup yeni türk iktidarının içinde bile yerlerini aldılar. Ölen ve idam edilenlerin hepsine daha sonra “şereflendirme” yapıldı, hepsi birer hürriyet kahramanı haline getirildiler..

Doğal olarak Divanı Harp kararları Atatürk’ün ve Türklüğün amaçlarıyla çelişiyordu. Rum halkının kökünü büyük ölçüde kazıdıktan ve Anadolu büyük ölçüde homojenleştirildikten sonra, nihayet 31 Mart 1923′de Divanı Harb tarafından yargılananlar için genel af çıkarıldı.

Sonra katiller adım adım şehitlik mertebesine yükseltildiler (Dr. Nazım hariç. O, Atatürk’e suikast iddiasıyla 1926 yılında asıldı). Salamon Tehliryan tarafından öldürülen Talat Paşa’nın kemikleri Hitler tarafından ikinci dünya yıllarında Türkiye’ye gönderildi. Milli Şef’in katıldığı devlet töreniyle defnedildi. Doksanlı yıllarda da Enver Paşa’nın naaşı Hürriyet ve Ebediye Tepesinde toprağa verildi.

Ermeni’ler tarafından öldürülen veya 5 Temmuz 1919′da Divan-ı Harp kararıyla idama mahkûm edilen İttihatçıların yakınları için 1926 yılındaki İnönü hükümeti tarafından bir yasa çıkartılmıştır. 27 Haziran tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 882 numaralı kanunun başlığı “Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilen veya Bu Uğurda Suveri Muhtelife ile Duçarı Gadrolan Ricalin Ailelerine Verilecek Emlak ve Arazi Hakkında Kanun”dur. Kanunun birinci maddesi şöyledir:

Okullarda gençlere Talat Paşa’nın tarihimizin çok önemli bir şahsiyeti olduğu öğretilmektedir.

“Ermeniler tarafından siyasi maksatlarla şehit edilen Türk siyasi reislerinin eş yahut çocuklarına Ermeni mallarından ve terk edilmiş emlakinden bir mesken mülk olarak verilir.”

“Memleketimizin daima geleceğinin selametini ve milletimizin ilerlemesini ve yükselmesini ve saadetini emel ve hareket düsturu kabul etmiş olmalarından dolayı suikasta maruz kalarak şehit edilen memleket erkân ve ricalinin milletin emin eline bırakılmış yetim ve dullarının çoğu ahvalde fakru zarurete düştükleri görülmektedir. Büyük mefkûreler arkasında nihayet hayatlarını feda eden yüce zevatın aile ve evlatlarının tevhidi âlâmı için onları mükâfatlandırmak, emsalini cesaretlendirir ve milletin şükran hissini gösterir ve teyit eder. İşte bu mütalaa ile ekli kanun tasarısı kaleme alınmıştır.”

Talat Paşa’nın kemikleri 1943’te, Enver Paşa’nın ise 1996’da ülkeye getirildi ve bu kişilere yapılan devlet törenleriyle yeniden onurlandırılarak Abide-i Hürriyet Parkı’ndaki mezara yerleştirildiler.. Ülkenin en büyük caddelerine, bulvarlarına, okullarına onların adları verildi.

İstanbul’daki (rumi takvimle 1325 yılının 31 Martı’na denk geldiği için tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen) 13 Nisan 1909 tarihli ve içinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu Hareket Ordusu tarafından bastırılan şeriatçi ayaklanmada ölenlerin anısına yaptırılıp 23 Temmuz 1911′de İstanbulun en mutena bir köşesinde törenle açılan bu anıtta halen en önemli İttihatçı paşalardan Mahmut Şevket , Mehmet Talat ve İsmail Enver Paşa’nın mezarları bulunmaktadır.

Talat’ın 1921 Mart’ında Berlin’de öldürülmesinden çok kısa bir süre sonra (1921′in ekim ayında) New York Times “çağdaş tarih” ciltleri arasında hatıratı yayınlanmıştı. Kendisi (çok yakın tarihe kadar Türkiye’de bir türlü yayınlanmasına izin verilmeyen) bu hatıratında tehcir kararının her yerde yasaya uygun şekilde yapılamadığını kabul etmekte idi. Bölgedeki ermeniler ile kürtler arasında kökü çok eskilere dayanan nefret dolayısıyla olay kontrolden çıkmış ve hiç istenmeyen sonuçlara yol açılmış idi. Hatıratında ayrıca bazı hükümet görevlilerinin yekilerini kötüye kullandıkları, hükümetin görevinin bunları engellemek olduğu bilindiği halde başarılamadığı, bölgede yasaların işlemez hale geldiği ve kimi insanların kendi bildiğine uygulama yaptıkları açıklanmaktaydı. Kendisinin içişleri bakanı olarak vahşet uygulayan sorumluların tutuklanıp cezalandırılmasını emrettiği de yazılıydı.

Şöyle diyordu;

Ermenileri doğu vilayetlerimizden sürdüğümüz ve bunu önceden hazırlanmış bir plana göre yaptığımız doğrudur. Ancak bunun sorumluluğu sürgüne gönderilenlerin kendilerindedir. Ruslar bölgedeki (Van) ermenileri silahlandırıp güçlü haydut çeteleri oluşturmalarını sağladılar. Büyük savaşa girdiğimizde kafkas cephesinin gerisinde bu çeteler yıkıcı faaliyetlerde bulunmakta, köprüleri uçurmakta, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin masum müslüman ahaliyi öldürmekte idiler. Bütün bu ermeni çeteleri yerli ermeni ahalisinin desteğine sahiptiler.

Bir ülkedeki iktidarın kararları sonucu gerçekleşen (jenosit(soykırım), politisid(siyasi katliam) ve kitle kıyamları dahil) her türlü ölüm dünyada Demosid olarak adlandırılmaktadır. Devletlerin savaşlarda öldürdükleri, yargılayıp idam ettikleri insanlar ya da, askerlerin bir askeri hedefe karşı yapılan silahlı saldırıyı bastırma doğrultusundaki hareketleri sonucu gerçekleşen her türlü sivil ölümleri demosid sayılmaz.

Politik bilimci R. J. Rummel tarafından hazırlanan rapora göre dünyada sadece 20nci yüzyılda 262 milyon insan bu şekilde kendi devleti tarafından öldürülmüştür. Raporda Talat’ın başvezir olduğu dönemde Osmanlı devletinin kendi halkından öldürdüğü insan sayısı (1909-1918) 1 milyon 883 bin kişi olarak kayda geçmiştir. .Mao’nun sorumlu olduğu Çin Halk Cumhuriyeti (1949-87) döneminde bu sayı 76milyon 702 bin, Stalin’in sorumlu olduğu SSCB döneminde 61milyon911bin, Hitler’in sorumlu olduğu Nazi almanya’sı döneminde 20milyon 946 bin’dir. Raporda 10 milyondan fazla kişinin ölümünden sorumlu olanlar DekaMegaMurderer (onmilyonlar katili), milyondan fazla öldürenler (milyonlar katili) olarak anılmaktadır.

Bu katliamlardan doğrudan ve dolaylı olarak sorumlu olan insanların hepsi iktidarları döneminde büyük devlet büyüğü olarak saltanat ve debdebe içinde yaşamışlar, heykelleri her yere dikilmiş, adlarına kentlerin ismi bile değiştirilmiştir. Hepsi de yaptıkları katliamlar için kendilerini (en az Talat’ınki kadar) iyi şekilde savunabilmişler yaptıklarının hikmet-i hükümet gereği olduğunu söyleye gelmişlerdir. Örneğin “bir insanın ölümü trajedi, bir milyon insanın ölümü ise sadece bir istatistiktir” sözünü söyleyebilen Josef Stalin 62 milyon insanı öldürmekten bizzat sorumlu olduğu halde her tarafa kendi heykellerini diktirebilmiş ve adına kent adı (Stalingrad) yapılmıştı.

Hrant Dink’in katiline de şereflendirme yapıldı. ..Mevzubahs vatansa gerisi teferruattır…

Yaptıklarının gerçek mahiyeti anlaşıldıkça Katin katliamı, ve Holodomor gibi olaylarla ilgili asıl gerçekler saklanamaz şekilde ortaya çıktıkça hatırası da yavaş yavaş şerefsizleştirilebilmektedir. (Stalingrad ismi kaldırıldı silindi, Volgograd oldu, heykellerinin hemen hepsi bugün sökülmüş atılmış durumdadır).

Benito Mussolini isminin İtalya’da bir okula verilmesi hiç düşünülmemiştir. Almanya’da bir bulvarın isminin Adolf Hitler bulvarı olmasını hiç kimse aklından bile geçirememiştir. MAO’ya ait simgeler de onun ölümünden sonraki birkaç yıl içinde yavaş yavaş yok edildi.

Yazlık giysilerle gönderildikleri Sarıkamış’da 90 bin askerimizin silah bile atamadan donarak ölmesinin “doğrudan” sorumlusu olan İsmail Enver anıt mezarla nasıl bir Hürriyet Şehidi olarak anılabilir ki?. Bugün bile üstümüze kara bir leke gibi yapışan Ermeni mezalimi lekesinin birinci dereceden sorumlusu “pomak” asıllı Talat nasıl bir Türklükle bağdaştırılabilir, gürcü asıllı Stalin Rus’luğu ne kadar temsil edebilir ki?.

Akıl, mantık dışı bir rejim olan İtithatçılığın 70′lerin ikinci yarısından itibaren ülkemizde yeniden canlanıp ihya olduğu ve sonunda 80′lerde bir daha kolay kolay geri gönderilemeyecek bir biçimde iktidara geldiği rahatlıkla söylenebilir.

Metropollerde suikastler ve gençler arasında sürekli silahlı çatışmaların, doğuda ise silahlı kürtçülüğün tırmanışa geçtiği bu yıllarda ermeniler de “”Hayastani Azatagrut’yan Hay Gaghtni Banak (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu isimli (bizim ingilizce akronimi olan ASALA adıyla bildiğimiz) bir örgüt kurdular ve yurt dışındaki türk yetkililere karşı 21 ülkenin 38 kentinde, 39′u silahlı, 70′i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirdiler. Bu saldırılarda Türkiye’nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralandı.

Hukukla tek ilişkisi, en temel insan haklarını vahşice çiğnemek olan askeri darbe lideri, diktatör AHMET KENAN EVREN’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarihinde ‘Fahrî Hukuk Profesörü’ payesi verilmesi” kararını ittifakla almış.

Tüm bunların oluş biçimi sanki Türkiye’de 12 Eylül 1980 yönetimini iktidara getirmenin hazırlıkları idi.

Darbe sonrasında 650.000 kişi hemen göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 517 kişiye idam cezası verildi. 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi. 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi. 400 gazeteciye 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. 13 büyük gazete için 303 dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. 14 kişi açlık grevinde öldü. 16 kişi -kaçarken- vuruldu. 95 kişi -çatışmada- öldü. 73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi. 43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.

Bu arada anayasa ve yasalar değiştirilerek tüm bürokratik yapılanma faşizmi sürekli kılacak şekilde değiştirildi. Örneğin üniversiter otoriterliğin uygulayıcısı olarak YÖK kuruldu ve tüm üniversiteler ona bağlandı. Hukukla tek ilişkisi, en temel insan haklarını vahşice çiğnemek olan askeri darbe lideri, diktatör AHMET KENAN EVREN’e İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2 Aralık 1982 tarihinde ‘Fahrî Hukuk Doktoru’ payesi verilmesi” kararını ittifakla almış ve aynı gün, her fakültenin dekanı, birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi Senatosu, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e, ‘Fahrî Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)’ verilmesini oybirliğiyle (tek çekimser oy olmaksızın) kararlaştırmıştı. Kararın gerekçesi şöyleydi:

‘Haiz olduğu ahlakî faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmî kıymet ve meziyetlerinin tebcili için ‘fahrî profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.’

TARİH : STRUMA olayı

Struma’nın Sarayburnu açıklarındaki son görüntüsü.

İkinci dünya savaşı başladığı sırada tarafsızlığını ilan eden Romanya Krallığı, Fransa’nın düşmesi ve karışan iç siyaset sonucu iktidarı ele geçirerek ve Nazi tarzı bir yönetim kurmuş olan diktatör Ion Antonescu tarafından 1940 yazında Eksen (İtilaf) devletleri arasına katılmıştı. Polonya’lı Nazi’ler yürürlüğe koydukları Yahudi karşıtı yasaların benzerlerini müttefikleri Romanya’da da yürürlüğe koydular. 1941 yılında Romanya’nın Yaş şehrinde 4 bin Yahudi Nazilerce katledildi. İmkanı olan Romanya Yahudileri Filistin’e gitmeyi tek kurtuluş yolu olarak görmeye başladılar.

İkinci dünya savaşı sırasında itilaf devletleri arasında yeralan Romanya’dan o sıralar ingiliz mandası altında olan Filistin’e yahudi mültecileri taşımak üzere tutulan STRUMA isimli gemi 12 Aralık 1941 günü Constanta (Köstence) limanından demir aldıktan sonra motoru defalarca bozulduğu için ancak 15 Aralık 1941 tarihinde İstanbul limanına kadar güç bela varabilmiş. Sarayburnu açıklarında 9 hafta bekletilen ve motoru sökülen gemi liman yetkililerince 23 şubat gecesi içindeki sığınmacılarla birlikte boğazdan gerisin geri götürülerek karadenize çıkartılıyor. Oraya çıkartılmasından birkaç saat sonra da (24 şubat sabahı) bir Sovyet Denizaltısı olan SHCH213 tarafından torpidoyla vurularak batırılıyor. Kadın erkek ve 103 çocuktan oluşan 768 sivil sığınmacı ölüyor. İçlerinden sadece 19 yaşında bir gencin kurtulabildiği olay ikinci dünya savaşının en büyük sivil deniz zayiatı olarak tarihe geçmiş.

Alman ve Romen hükümetlerinin yanı sıra Türk, Rus ve İngiliz hükümetlerinin de suç ortağı oldukları ve insanların yaşam ve ölümlerinin büyük devlet büyüklerinin hiç umurunda bile olmadığını gösteren, bu inanılmaz olay sivil dünya halkları için bir ibret niteliğindedir.

İstanbul Limanında 9 hafta karantina altında tutulan Struma gemisindeki bir yolcunun oğluna mektubu.

1830 model bir motora sahip, 46 metrelik Panama bandıralı Bulgar malı bir kömür gemisi olan Struma Romanya’daki revizyonist siyonist teşkilatları (Betar) tarafından Romen Musevi göçmenlerini Filistin’e taşımak üzere tutulmuştur. Gemide 10 mürettebat dışında yaklaşık 790 yolcu bulunmaktadır. İçlerinde bazı Betar üyeleri de bulunmakla beraber yolcuların çoğu yüksek bilet fiyatını ödeyebilecek durumdaki hali vakti yerinde Romen musevilerinden oluşmaktadır. Seyahat için romen diktatör Ion Antonescu hükümetinden izin alınmıştır.

Yolcuların seyahat tarihinden önce gemiyi görmelerine izin verilmez. Gördüklerinde ise geminin umduklarından çok daha berbat durumda olduğnu anlayıp şok olurlar. Uyuma mahalleri oturmaya dahi izin vermeyecek kadar sıkışık durumdadır. Geminin sadece iki tane filikası bulunmaktadır. Yolculara motorun ondan da daha kötü durumda olduğu söylenmez. Tekne aslında Tuna nehrinin dibinden çıkartılmış batık bir gemi hurdasıdır. .

Köstence’de yola çıktıktan hemen bozulan motoru bir türlü doğru dürüst tamir edilemediğinden gemi üç gün sonra vardığı Sarayburnu açıklarına çekilerek demirlenir. Bu arada yolcuların kaderi hakkında hükümetler arası hızlı ve gizli bir görüşme trafiği başlamıştır. İngiliz hükümeti kontrolu altındaki Filistindeki arap ayaklanmaları nedeniyle musevilerin ülkeye kitle halinde göçmelerini engelleme siyasetini sürdürmek istemektedir. Ancak bunu da resmen ve doğrudan yapmak yerine Türkiye’nin Refik Saydam hükümetini kullanarak yapmak ister. Türklere geminin ileri doğru hareketini engellemesini vazeder. Bu arada Almanya’nın İstanbul büyükelçisi de gemide salgın hastalık olduğu ihbarında bulunup yolcuların karaya çıkarılmamasını telkin eder.

Bunun üzerine Türkiye geminin ileri hareket etmesine de yolcularının gemiyi terk etmesine de izin vermez. Almanya ile müttefik olan Romanya da yola çıkmasına kendi izin verdiği gemiyi ülkesine geri kabul etmez. Haftalarca süren görüşmelerden sonra İngiliz hükümetinin onayı ile ellerinde Filistin pasaportu olup da süresi dolmuş durumda olan sadece birkaç yolcunun karadan Filistin’e gitmek üzere gemiyi terk etmesine izin verilir.

Yolculardan bir kadın da yaptığı düşük sonrası gemiden alınarak İstanbul’da bir hastaneye yatırılmıştır. Standard Oil isimli devasa Amerikan petrol şirketinin Romanya müdürü olan Martin Segal ve ailesi de ABD’nin ricası, ve ayni şirketin türkiye temsilcisi Vehbi Koç’un Türk hükümeti nezdindeki girişimleriyle gemiden indirildi. Koç, bu aileyi gemiden kurtarabilmek için İçişleri Bakanı Faik Öztrak ve İstanbul Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil ile bir dizi görüşme yapmıştı.

9 hafta boyunca kıyıda demirli vaziyette bekleyen gemiye Kızılay ve İstanbul’daki Yahudi toplumu tarafından yardım malzemeleri ulaştırıldı. Kızılay’ın yardımları göstermelikti.

Yardımları İstanbul’daki Yahudi toplumunun önderlerinden Simon Brod ve Rifat Karako organize ediyordu. Struma’nın arızalı olan motoru da tamir edilmek üzere söküldü.

12 şubat günü ingiliz yetkililer gemidekiler arasında bulunan ve yaşları 11-16 arasında olan çocuklara filistin pasaportu vermeye razı olurlar. Ancak, Filistin’e nasıl nakledilecekleri konusunda anlaşmazlık çıkar. İngiltere hükümeti gemi vermek istemez, Türkiye de kara yoluyla gitmelerine izin veremeyeceğini beyan eder. Böylece çocuklar gemide kalırlar. .

Gemi 1 no’lu konumdaki Sarayburnu açıklarından, Şile’nin 10 mil açığındaki 2 noktasına çekilip bırakılmış, oraya bırakılmasından sonraki birkaç saat içinde de vurularak batırılmıştır.

23 şubat günü Türkiye ile İngiltere arasındaki görüşmeler çıkmaza girdi. Türk yetkilileri gemiye çıkarak geminin mavnalarla çekilmek suretiyle boğazdan gerisin geri götürülüp kıyıdan 10 mil açığa başıboş şekilde karadenize bırakılmasını sağladılar. Gemi bu şekilde çekilmekte iken durumu anlayan yolculardan bazıları geminin kenarından istanbul boğazı sakinlerinin okuyabileceği şekilde ingilizce ve ibranice “”BİZİ KURTARIN”” yazan pankartlar astılar.

24 şubat sabahı gemide büyük bir patlama oldu ve gemi battı. Gemiyi SC-213 borda no’lu Sovyet denizaltısı torpidolamıştı. Denizaltı komutanı olayı defterine şöyle yazmıştı;

“ Sc-213 denizaltısı … 24.2.1942 sabahı korumasız vaziyetteki düşman gemisi Struma’ya rastladı … Gemi 1118 metreden başarıyla torpidolandı ve batırıldı … Genç subaylar … Gemi Komutanı ve astsubaylar … ve torpidoyu ateşleyen Kızıl Filo denizcileri … cesaret örneği sergilemişlerdir. ”

Kıyıdaki gözetleme kulesinden olayı görüp “24 saat sonra” olay mahalline kürekli bir sandalla gelenler gemi enkazına tutunarak hayatta kalmış olan 19 yaşındaki bir genci bulup kurtardılar. 103 tanesi çocuk olmak üzere 768 sivil sığınmacı gemi yolcusu ve mürettebatı öldürülmüştü. Hayatta kalan tek kişi olan Romen genç Türk yetkililer tarafından gözaltına alınarak altı hafta boyunca sorgulandı. Daha sonra serbest bırakılarak Filistin’e gitmesine izin verildi.

Küçük bir gemide 9 hafta perişan halde bekletildikten sonra öldürülmesine karar verilen 103 çocuk dahil 768 sivilin anısına hazırlanan ceviz rölyef