Günlük arşivler: Mayıs 19, 2015

UKRAYNA DOSYASI : Sovyet istihbarat belgeleri Çubarov’a teslim edildi

Ukrayna Güvenlik Servisi, Kırım Tatarlarının bazılarına ait Sovyet döneminden kalma eski istihbarat belgelerini KTMM Başkanı Çubarov’a verdi.

Ukrayna Güvenlik Servisi (SBU), eski Sovyet istihbarat örgütlerinin siyasi baskısının kurbanı olan 19 Kırım Tatarına ait eski gizli arşiv belgelerini Kırım Tatar Milli Meclisi (KTMM) Başkanı Refat Çubarov’a takdim etti.

SBU Başkanı Valentin Nalivayçenko, 10 ciltten oluşan gizli arşiv belgelerini kopyasını Çubarov’a sunarken yaptığı konuşmada, belgeler arasında eski Sovyet rejiminin işkence kurumlarının siyasi baskısı, işkencesi ve sürgününe maruz bırakılan 19 Kırım Tatarı hakkındaki soruşturma ve suç dosyaları ile sorgulama dökümlerinin yer aldığını söyledi.

Kırım Tatarlarının Sovyet rejimi tarafından insanlık dışı şekilde öz vatanlarından zorla sürgün edilerek insanlık suçu işlenmesinin üzerinden 71 geçtiğini hatırlatan Nalivayçenko, eski Sovyet yönetiminin uzun yıllar boyunca bu insanlık dışı eylemleri gizlediğini belirtti.

Nalivayçenko, ayrıca "insanlığa karşı suç olan Kırım Tatarlarının sürgün edilişine ilişkin özel soruşturma ekibi çalışmalarının yeniden başlatılmasına" ilişkin karar aldıklarını ifade etti. SBU Başkanı, yakın dönemde bununla ilgili sonuçları açıklayacaklarını vurguladı.

Kırım Tatarlarına karşı işlenen insanlık suçunun araştırılmasına yönelik kurulan özel soruşturma ekibi daha önce Kırım’da çalışmış ve 2009 yılında faaliyetini durdurmuştu.

KTMM Başkanı Çubarov da belgeleri teslim etmelerinden dolayı SBU yetkililerine teşekkür etti.

Çubarov, on yıllar boyunca öz vatanlarından uzakta sürgün hayatı yaşayan Kırım Tatarlarının, o dönemde kendi milletinin ismini söylemesinin bile yasak olduğunu, dili, kültürü ve tarihinin de yok edilmeye çalışıldığını ifade etti.

Çubarov, Rusya’nın işgal ettiği Kırım’da toplu anma törenleri düzenlemenin yasakladığını dile getirdi. Çubarov, resmi verilere göre Rusya’nın Kırım’ı yasa dışı ilhakından sonra 20 binden fazla kişinin yarımadayı terk ettiğini, bunun yarısının ise Kırım Tatarlarından oluştuğunu söyledi. Çubarov, kendi hesaplarına göre ise bu rakamın daha fazla olduğunu bildirdi.

Ukrayna’da Kırım Tatarlarının sürgün edilişinin 71. yılı dolayısıyla çeşitli anma etkinlikleri düzenleniyor. Başkent Kiev’deki etkinliklere Devlet Başkanı Petro Poroşenko, Başbakan Arseniy Yatsenyuk ve diğer üst düzey yöneticilerin katılması bekleniyor.

GENELKURMAY DOSYASI : Dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı’ndan ‘internet andıcı’ yorumu

‘Bizim attığımız her türlü imza İlker Paşa adınaydı’

Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı’yken Ergenekon davasıyla birleştirilen ‘İnternet Andıcı’ davası kapsamında 2011’de tutuklanan ve Ağustos 2013’te tahliye olan emekli korgeneral İsmail Hakkı Pekin, İlker Başbuğ‘un "Andıçtan haberim yok açıklamasıyla ilgili, "Karargâhta bu tür evraklar hazırlanırken komutanın haberi olur. Üzüldüğüm nokta şu: İlker Paşa, savcılık ifadesinde “Bu dokümanın altında imzam yok” dedi. Yok, evet ve olamaz ki zaten. İmzayı kendisi kaldırdı. Ama bizim attığımız her türlü imza onun adına" yorumunda bulundu.

‘İnternet Andıcı’ davasından tutuklanıp 2 yıl cezevinde kaldıktan sonra Doğu Perinçek’in Vatan Partisi’nde Genel Başkan Yardımcısı olan Pekin, ‘andıçlama’ sürecine ilişkin, "Taraf gazetesinde haber çıktığı vakit araştırdık ve ilgili sitelerin bizim siteler yani hareket başkanlığının siteleri olduğunu öğrendik. Zaten andıç hazırlanırken bana geldiler, Genelkurmay 2. Başkanı Iğsız Paşa’ya gittiler. Komutana arz ettiler. Herkesin haberi var. Paraf aşamasına geldi. Dursun (Çiçek) akşamüzeri bana getirdi. ‘Bak Dursun’ dedim “Yine bunlarla uğraşıyorsun, bizim başımızı belaya sokma” dedim. “Yok, komutanım” dedi. Ben de paraf ettim. Sonra 2 başkanda kaldı uzun süre. Bizim bazı evraklarımız genelkurmay başkanına zarf içinde gider ve öyle parafe edilir." dedi.

Zaman gazetesinden Doğan Ertuğrul’a konuşan İsmail Hakkı Pekin, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olduktan sonra andıçlarda Genelkurmay Başkanı hanesini kaldırdığını belirterek, "Son zamanlarda da andıçlara post-it yapıştırıyordu, uygun görürse çıkarıyordu. Kâğıdı çıkardığın zaman bir anlamı yok. Üzüldüğüm nokta şu: İlker Paşa, savcılık ifadesinde “Bu dokümanın altında imzam yok” dedi. Yok, evet ve olamaz ki zaten. İmzayı kendisi kaldırdı. Ama bizim attığımız her türlü imza onun adına. Zaten Dursun’un ıslak imza olayı ortaya çıkınca yürürlüğe de girmedi. O andıçla site açılmadı" diye konuştu.

Doğan Ertuğrul’un Zaman gazetesinde ‘İsmail Hakkı Pekin: Yine bunlarla uğraşıyorsun Dursun, başımız belaya girmesin’ başlığıyla yayımlanan (18 Mayıs 2015) röportajı şöyle:

Askerî yargı, işbirliği yapsa Ergenekon süreci ne olurdu?

17-25 Aralık süreci siyasette dramatik bir kırılmaya neden oldu. İktidar, askeri vesayete karşı yürütülen Ergenekon, Balyoz gibi davalarının TSK içinde illegal yapılanma ve darbe girişimleri değil ‘milli orduya kumpas’ olduğunu ilan etti. Ardından, Yargıtay’da onanan davalar bile yeniden görüldü, sanıklar tahliye edildi. Yargılama sürecinde vahim hukuk hataları yapılmadı mı? Şüphesiz ki yapıldı. Sonuçta Türkiye, cunta girişimlerinden hesap sormayı beceremedi. Bu süreçte kendisi de internet andıcı davasında tutuklanan eski Genelkurmay İstihbarat başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin ile Ergenekon sürecinde neler yaşandığını, TSK’nın yargılamalara nasıl yaklaştığını konuştuk. Pekin, alışılmadık bir açık sözlülükle süreci anlattı, TSK adına özeleştiri yaptı.

AK Parti iktidarının 2002’den itibaren bazı komutanlar arasında rahatsızlığa neden olduğu iddiası orduya bir kumpas mıydı? Yoksa gerçekten bir huzursuzluk var mıydı?

AK Parti gelince Silahlı Kuvvetler’in çeşitli kademelerinde rahatsızlık ve tereddütler yükselmeye başladı. İrtica geliyor filan gibi. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, bu kaygıyla Edip (Başer) Paşa’yı çok yumuşak bulduğu için yerine (Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na) Aytaç Yalman’ı getirdi. Edip Paşa başörtüsü konusunda yumuşak filan diye elimine edildi. Öyle bir kadro oluştu. Hilmi Paşa, daha akıllı, daha mülayim hareket eden bir komutandı. NATO’da iki yıl kendisiyle birlikte çalıştım. Nerden ne geleceğini iyi bilen biriydi. Onun zamanında bazı şeyler yaşandı. Komuta kademesinde homurtular, hatta el altından tehditler, yönlendirmeler oldu. Ben 2003’te personel başkanıydım ve Aytaç Paşa’nın emriyle nabız yoklamak için bütün birlikleri dolaştım. Silahlı Kuvvetler’in nabzını ölçmek için. ‘Genç subaylar’ rahatsızdı, ama iktidardan değil komutanların konuşmalarından, devir teslim törenlerinde açık açık verilen mesajlardan rahatsızdı. Gitsinler, resmi görüşmelerde dile getirsinler, uluorta konuşmasınlar tepkisi vardı.

O manşetlerin aksine ‘genç subaylar’ darbe istemiyordu…

Bırakın darbe filan istemeyi, komutanlardan rahatsızlardı. Milliyet’in attığı o başlık muhtemelen bir komutanın iktidarı ikaz etmek, korkutmak için attırdığı bir başlıktı. Yoksa darbeyi 2-5 komutan yapmayacak, tabanda böyle bir hareketlilik yoktu.

Neydi o dönemde TSK’daki sorun? Subaylar nelerden rahatsızdı?

Toplumla aramızda irtibat kopukluğu vardı. Toplum bizi farklı görmeye başlamıştı. Mesela yemin törenlerinde çocukların anneleri başları örtülü diye içeri alınmıyordu. Bu bizi toplumdan koparıyordu. Ordu içinde de astlarla üstler arasında iletişim kopukluğu vardı. Erler, astsubaylar, uzmanlar, subaylar arasında hatta generaller arasında kastlar, gruplaşmalar vardı ve komuta kademelerinde bir hareketlilik söz konusuydu.

Mesela Balyoz diye bilinen plan semineri bu rahatsızlık nedeniyle mi icra edildi?

Plan semineri için önce şunu söyleyeyim. Milli Siyaset Belgesi’nde savunma ile ilgili bölüm, yani Türkiye’nin Milli Askeri Stratejisi’ni Genelkurmay hazırlar. Plan seminerleri dahil tüm planlar ona göre yapılır. Burada iç tehditler, dış tehditler ele alınır. İç tehditler sadece PKK, DHKP-C değil tabii, içinde dini örgütler de var. 1. Ordu’daki plan semineri de bu çerçevede yapılıyor. Orada harekât planının arkasında bir de sıkıyönetim planı var, irticai faaliyetlere karşı. Bu bölümde maksadını aşan bazı konuşmalar olduğu doğru. Hatta Çetin Doğan ‘Bu konuşmaları duyanlar darbe hazırlığı yaptığımızı sanır’ filan bile diyor. Öyle bir hazırlık olduğunu sanmıyorum ama gerçek zamanlı, gerçek şahıslarla, isimler kullanılarak plan semineri olmaz. Yanlış yanlıştır. Bir defa irtica ile ilgili planlarda kimin ne olduğunu bilmiyoruz ki. Geri bölge emniyet planlarında bilgiler polisten, jandarmadan ya da MİT’ten geliyor. Bilgiler doğru mu yanlış mı bilmiyoruz. Bunları test etme imkânımız da yok. Bu nedenle bence o seminer keşke hiç oynanmasaydı.

Plan semineri sizce askeri yargıyı ilgilendiren bir süreç midir?

Evet, askeri yargının konusuna giren bir süreçtir. Bence askeri mahkeme bu konuyu takip etmeliydi. Askeri Ceza Kanunu’na göre siyasete karışmak siyaset yapmak suçtur. Plan seminerindeki konuşmalar bu kapsamda değerlendirilmeliydi. Askeri yargı bu eylemleri kendi içinde çok rahatlıkla halledebilirdi. Özellikle olmadı, çözmediler.

Askeri mahkeme neden bu eylemlere göz yumdu?

Çünkü sicile işlenir bunlar. Terfileri doğrudan etkiler. Buna rağmen 2008’de istihbarat başkanı olduğum dönemde adli müşavir Hıfzı Çubuklu ile birlikte Yaşar Büyükanıt’a gittim. “Efendim siz 2 ay sonra ayrılacaksınız. Çok sayıda ihbar ve suç isnadı var. Bu soruşturmalara biz bakalım. Kendi içimizi kendimiz temizleyelim.” dedim. KK Komutanı İlker Paşa’ya havale etti, İlker Paşa’yla da konuştum. Bize gelen ihbarları anlattım. “Bunları biz halletmezsek başımıza patlayacak.” dedim. “Askeri yargı bu işlere baksın, dava dosyalarını biz hazırlayalım, ama kapatmak için değil. Suçlu varsa yargılayalım.” dedim ama İlker Paşa’ya kabul ettiremedim. Ergenekon başlamıştı o dönemde, Hurşit Paşa ve Şener Paşa tutuklanmıştı. Herhalde soruşturmalar sadece emekli askerlerle sınırlı kalır diye düşündü. Ama öyle olmadı.

TSK kendi içinde bir yargı süreci işletebilir miydi?

Bu imkâna sahiptik. Ben 2007’de yeniden yapılandırmak için Genelkurmay istihbarat başkanlığına getirildim. Silahlı Kuvvetler bünyesindeki hareketlenmeleri, ihbarları araştırmak için ayrı bir birim oluşturdum. Savcılıktan bize gelen binlerce evrak vardı. Bu evraklar askere ait mi, değil mi, incelemesi yaptık ama sahte midir, değil midir, bunun incelemesini yapmadık. Bu kabiliyet bizde vardı, jandarmada vardı, ama yapmadık.

Ergenekon savcıları ile bir temasınız, işbirliğiniz oldu mu?

Evet, soruşturmalar başladığı zaman savcılar bize geldi. Aslında o zaman işbirliği yapılsa süreci birlikte yönetebilirdik. Genelkurmay başkanlarının işbirliği emri vermemesi yüzünden irtibat kesildi. Kesilmese adli süreç daha sağlıklı yürüyebilirdi. Bu kadar insanın başı yanmaz, bu kadar insan eziyet çekmezdi. İlker Paşa “Biz bu işlere bulaşmayalım.” dedi. 2011’de Işık Koşaner genelkurmay başkanı olduğunda, Savcı Fikret Seçen ile tanıştım. İstanbul’da çok defalar görüş alışverişinde bulunduk. Ama devam etmedi.

İlker Paşa ‘andıçtan haberim yok’ dedi. Komutanların karargâhta hazırlanan planlarından, andıçlardan haberi olmaz mı?

Karargâhta bu tür evraklar hazırlanırken komutanın haberi olur. Mesela Taraf gazetesinde haber çıktığı vakit araştırdık ve ilgili sitelerin bizim siteler yani hareket başkanlığının siteleri olduğunu öğrendik. Zaten andıç hazırlanırken bana geldiler, Genelkurmay 2. Başkanı Iğsız Paşa’ya gittiler. Komutana arz ettiler. Herkesin haberi var. Paraf aşamasına geldi. Dursun (Çiçek) akşamüzeri bana getirdi. ‘Bak Dursun’ dedim “Yine bunlarla uğraşıyorsun, bizim başımızı belaya sokma.” dedim. “Yok, komutanım.” dedi. Ben de paraf ettim. Sonra 2 başkanda kaldı uzun süre. Bizim bazı evraklarımız genelkurmay başkanına zarf içinde gider ve öyle parafe edilir. İlker Paşa genelkurmay başkanı olduktan sonra andıçlarda genelkurmay başkanı hanesini kaldırdı. Son zamanlarda da andıçlara post-it yapıştırıyordu, uygun görürse çıkarıyordu. Kâğıdı çıkardığın zaman bir anlamı yok. Üzüldüğüm nokta şu: İlker Paşa, savcılık ifadesinde “Bu dokümanın altında imzam yok.” dedi. Yok, evet ve olamaz ki zaten. İmzayı kendisi kaldırdı. Ama bizim attığımız her türlü imza onun adına. Zaten Dursun’un ıslak imza olayı ortaya çıkınca yürürlüğe de girmedi. O andıçla site açılmadı.

Direnirse Özel Paşa’yı da paralel ilan ederler

Ergenekon ve Balyoz davalarının TSK’yı zayıflattığı ileri sürülüyor. Sizce asker, güç kaybettiği için mi sessiz kalıyor?

Hayır, hayır asker çok zayıflatıldığı için sesi çıkmıyor filan değil. Asker eski komutanlara göre sessiz. Bağırıp çağırmıyor. Asarız keseriz demiyor ama resmi toplantılarda gereken şeyleri söylüyor. Olması gereken zaten bu… Asker fiilen yasal çerçevede söylenmesi gerekeni söylüyor. Mesela gündemde bir paralel davası mı var? Asker diyor ki “Tamam belge varsa, delil varsa gereğini yapayım. Ama yoksa yapamam.” diyor. Birkaç ay önce gündeme geldi. MİT’ten gelen ihbarlar vardı. Şimdi iktidar yaklaşık 1000 kişinin atılmasını istiyor. Genelkurmay ise “Bakın daha önce bu konularda hatalar yaptık. Bu personelin çoğu hakkında doğru dürüst belge ve bilgi yok. Sadece ihbar mektubu var. Bunlarla bu personeli atarsak, büyük bir tasfiye yapmış oluruz. İçinde generaller var.” diyerek ihtiyatlı davranıyor.

Tasfiye açıklamasını bugüne kadar kararlara muhalefet şerhi koyan hükümet yaptı. Bunun nedeni askerlerin tasfiyelere karşı çıkması mı?

Savunma bakanı açıklama yapmak durumunda kaldı, çünkü genelkurmay direniyor. O açıklama cumhurbaşkanının zorlamasıyla yapılmış gibi. Bunu topluma da yaydılar. Muhtemelen genelkurmay başkanı da bu nedenle rapor aldı. Baskıya karşı çıktığı için. Ağustosa bu tasfiye olabilir. Çünkü bu iş iddialaşmaya dönüşmüş durumda. Genelkurmay ‘delil yok’ diyor. Çünkü soruşturmayı yürüten genelkurmay askeri savcısı… Ama Cumhurbaşkanlığı ve MİT ısrar ediyor. Personelin güvenlik soruşturmasını da MİT yapıyor. Genelkurmay başkanı direnirse genelkurmay başkanının da adını paralelciye çıkarırlar. Ülkeyi o hale getirdiler.

TSK mensupları ile ilgili güvenlik soruşturmasını MİT’in yapması doğru mu? Güvenilir olmayabilir. Mesela şöyle şeyler geldi bize. Çocuk subay olacak, güvenlik soruşturmasını yapan personel gitmiş çocuğun babasına sormuşlar. Bize şikâyet geldi. Bu nasıl olur diye… Yapacak bir şey yok. Yetki onlara verilmiş.

EL KAİDE DOSYASI /// Somali İstihbarat Şefi : Beyaz Dul 400 Kişiyi Öldürdü

İngiliz basını, Somali istihbarat şefinin açıklamalarına dayandırdığı haberinde, ‘beyaz dul’ olarak bilinen Samantha Lewthwaite hakkında çarpıcı bir haber yayınladı.

İngiliz Daily Mirror gazetesi, bugünkü "Terör Başkentinin İçinde-Casus Şefi: Beyaz Dul 400 kişi öldürdü" manşetli haberinde, bir Somali İstihbarat şefinin açıklamalarına dayanarak ‘beyaz dul’ olarak bilinen İngiliz Samantha Lewthwaite ile ilgili ilginç iddialara yer verdi.

Somali istihbarat şefinin iddialarına göre; Beyaz Dul 400’den fazla masum insanın canına kıydı ve 15 yaşındaki kız çocuklarını intihar bombacısı olarak kullanıyor.

YÜKSEK RÜTBELERE GELDİ

Gazete güvenlik nedeniyle ismi gizli tutulan Somali‘de terörle mücadele timinden İstihbarat Şefinin, Beyaz Dul olarak tanınan iki çocuk annesi İngiliz Samantha Lewthwaite’in ElShabaab liderlerinin çoğu İnsansız Hava Aracı (İHA) saldırılarında öldürülünce örgütte yüksek rütbeye getirildiğini yazdı

"400 MASUM İNSANI ÖLDÜRDÜ"

Beyaz Dul’u "Şeytan ve çok Akıllı bir operatör" diye tarif eden Gizli Servis şefi, 32 yaşındaki İngiliz annenin 400 masum insan öldürdüğünü ileri sürerken, Daily MirrorWestgate AVM’de ölen 67 kişinin arasında 5 de İngiliz bulunduğunu yazdı.

"ÇOCUKLARI ‘İNTİHARCI’ YAPTI"

Fakir ailelerine 300 Sterlin gibi çok az rüşvet verip Beyaz Dul’un topladığı 15 yaşlarındaki kız ve erkek çocukları intihar saldırılarında kullandığı iddia edilirken, İngiltere‘den de birçok radikalin gruba katıldığı vurgulandı.

El Shabab’a katılan bir İngiliz kızın, geçtiğimiz Şubat ayında Mogadişu’da kaldığı otelde kendini uçurarak 25 kişiyi öldürdüğü örnek verildi.

BİLİM DOSYASI : NASA Uzayda Yaşanacak Alanlar İçin Tasarım Yarış ması Düzenliyor

nasa-uzayda-yasanacak-alanlar-icin-tasarim-yarismasi-duzenliyor-705x290.jpg

İnsanlığın geleceği için gelecekte Dünya dışında kolonileşilmesi gerektiğini düşünen ve bu konuya yönelik çalışmalar yapan NASA, işin içine tasarımcıları da sokarak, büyük bir yarışma düzenliyor.

Bilim kurgunun belkide en büyük fantazisidir başka gezegenlerde kurulan, orada yaşayan ve üreyen insan kolonileri. Ancak, eğer insan ırkının devamı için Mars ve ötesi gezegenlere koloniler göndermek istiyorsak, daha önce hiç yapmadığımız şekilde yaşam alanları inşa etmemiz gerekmekte.

İşte bu konuda gün yüzüne çıkmayı bekleyen pek çok fikir sahibini cesaretlendirmek adına, NASA ve America Makes, 2.25 milyon dolarlık bir yarışma düzenlemeye karar vermiş. Yarışmada istenilen şey ise üç boyutlu olarak yazdırılmış yapılardan oluşan bir uzay yaşam alanı tasarlamak

Uzayda herhangi bir yapı kurmanın önündeki en büyük engel, şüphesiz inşa edilecek materyallerin uzaya gönderilmesi için harcanması gerek para. Şu an uzaya küçük bir bozuk paranın gönderilmesi bile büyük miktar paraları gözden çıkarmak anlamına geliyor. Bilim adamları, mühendisler ve girişimciler de bu genel olarak aynı soru üzerinde duruyor; işin içinden en az materyal ile nasıl çıkarız. Ayrıca bu durum uzay yolculuğu yapan insanlara bolca su ve ****l kaynağı sağlayacak asteroit madenciliği için temel itici bir unsur.

Şu an için ön plana çıkan şeyler gezegenimiz dışında yeterli oksijen ve suyu nasıl bulacağımız. Ancak gerekli çözüm sürecine girmek için, önce yaşam alanlarını olabildiğince uygun bütçeyle inşa etmek gerekli. İşte düzenlenen yarışma da burada devreye giriyor. NASA tarafından yarışma hakkında yapılan açıklama şu şekilde;

”Düzenlediğimiz yarışma, çağımızın ön plana çıkan sistemlerinden, üç boyutlu yazıcıların eşsiz özelliklerinden maksimum verim almamızı sağlayacak. Son otuza kalan projeler 50 bin dolarla ödüllendirilecek ve büyük finale katılacak.

Yarışmanın ikinci aşaması iki farklı seviyeye ayrılacak. İlk seviye, yerli ve geri dönüştürülebilir malzemelerden bir araya gelen bileşenleri üretmek için, gerekli üretim teknolojileri üzerinde duracak. İkinci seviye ise yerli ve geri dönüştürülebilir malzemeler kullanılarak oluşturulmuş, gerçek ölçekli yaşam alanları tasarımları üzerine olacak”.

j2bgy0xrufezbhe2hpx8.jpg

NASA uzun süredir Dünya benzeri yaşanabilir gezegenler bulmak adına çalışmalar yapıyor. Ve artık yaptığı çalışmaları bir seviye ileri ***ürerek somut adımlar atmak istiyor. Dünya genelinde yarışmacı sayısı olarak büyük bir katılımın beklendiği bu yarışma da, NASA’nın somut adımlar atması için beklediği kıvılcım olabilir.

MİZAH : 2015 GENEL SEÇİMLERİ (TEMSİLİ) :))))))))

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=8Mf0i9TGncc&feature=em-subs_digest

KAMPANYA : Sina Çölü’nde Köle Ticareti

849.552 kişi imzaladı. Hep birlikte hedefimiz 1.000.000

İşkenceciler, kocasından 35,000$ fidye istedikleri dokuz aylık hamile Haben’i* zincire vurup acımasızca dövdü. Haben dehşet içindeki diğer tutsakların yanında, zincirli haldeyken doğum yaptı ve göbek bağını elindeki tek şey olan paslı bir metal parçasıyla kesti. 2014’te böyle şeylerin yaşanıyor olması akıl almaz bir şey!

Mucizevi bir şekilde, Haben kurtuldu — ama o, insan ticareti yapan suç çeteleri tarafından kaçırılan ve çaresiz aileleri özgürlüklerine karşılık yüklü miktarda fidye ödeyinceye kadar Mısır’ın Sina çölünde işkence gören binlerce Doğu Afrikalıdan yalnızca biri. Eğer Mısırlı liderlere bu çirkin sırrın ortaya çıktığını ve Sina’nın "Kızıl Deniz’in Rivyerası" olarak anılan turistik şöhretine zarar verdiğini gösterebilirsek bu insan ticareti zincirini kırabilir ve kölelerin serbest kalmasını sağlayabilirler.

Bu kadın, erkek ve çocukların esarette geçirdiği bir dakika bile çok fazla. Acil dilekçeyi hemen imzala ve herkese gönder. 1 milyon imzaya ulaştığımızda Avaaz harekete geçmesi için Mısır’a baskı yapmak amacıyla muazzam bir medya kampanyası başlatacak:

*Haben gerçek ismi değil ama hikayesi gerçek.

KAMPANYA LİNK : https://secure.avaaz.org/tr/end_the_torture_trade_loc/?bBBvsjb&v=39415

AK PARTİ DOSYASI /// ALİ ERALP : Bu Dünya Sultan Süleyman’a Kalmadı.

AKP ve yandaşları bugünkü gücüne, kudretine, sınır tanımaz zorbalıklarına güvenerek dünyaya direk kalacaklarını sanıyorlar. Kendilerini Türkiye’nin karşı konulamaz tek hâkimi gibi görüyorlar.

Oysa bu dünya, Sultan Süleyman’a kalmadı.

Türkiye Cumhuriyeti karanlık bir dönemden geçmektedir bugün. Hem de zifiri karanlık…

Yer karanlık, gök karanlık… Kapkara bulutlar kaplamış sevgili yurdumuzun ufuklarını…

Karanlık düşünceli insanlar, karanlık ilişkiler, karanlık bir yönetim… Hırsızlık, talan, korku, baskı, şiddet, hapishane… Ortalık toz duman! Göz gözü görmüyor. Şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar işbaşında…

Mustafa Kemal Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz…” demişti.

Oldu.

Beyinleri, yürekleri kara, kapkara insanlar, şimdi de yeniden iktidarı almak ve kara şeriat düzeninin anayasasını hazırlamak için yeni bir seçime hazırlanıyorlar…

Oluk oluk para saçıyorlar ortalığa…

Halkımız, sadaka ekonomisiyle uyutulmaya, uyuşturulmaya çalışılıyor.

Emeği ile alın teri ile kazanıp vergi ödeyen vatandaşların birikiminden kesilen paralarla halkın bir kesimi maaşa bağlandı. Memnun edildi. Yandaşlara kıyak yapıldı. “Allah AKP’ye zeval vermesin” diyen bu aç, açık kalmış, yeni maaşlı takım AKP’nin şimdiki oy deposudur.

İşleri güçleri “sahte din tacirliği”, insanları aldatmak; ulusalcılarla, orduyla, yargıyla, 1923 Devrimi ile hesaplaşmak…

Cumhuriyet tarihinin hiçbir dönemimde bu kadar çok yalan söylenmedi, bu kadar çok sahtekârlık yapılmadı. Bu kadar çok, düzmece, uyduruk belge hazırlanmadı. Türk ordusu, Cumhuriyet, Atatürk bu kadar çok hırpalanmadı, aşağılanmadı…

Vatan toprakları Yağma Hasan’ın böreği gibi, kapış kapış gidiyor. Kapanın elinde kalıyor. Ege’de, Akdeniz’de, Güneydoğu’da arazi, arsa sahibi olabilmek için yabancılar kuyruğa girmiş durumda.

Ama ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar, ne kadar çağırırlarsa çağırsınlar, küfretsinler, boşuna çabalar bunlar… Çünkü Abbas yolcu. Çünkü AKP oyları güneş altında kalan kar gibi eriyor artık.

Pahalılık, enflasyon başını aldı gidiyor… İş aslanın ağzında… Ortalık işsiz kaynıyor…

AKP durmadan güç yitiriyor, oy yitiriyor… Anketler ortada…

Telaşları, korkuları, şaşkınlıkları bundan. Durmadan saldırıyorlar. Ne söylediklerinin ne yaptıklarının farkında değiller.

Ama korkunun ecele faydası yok. Hesap günü yaklaşıyor. AKP yolcu…

Bu seçimde AKP’nin oyları düşecek. Aslında geçen seçimlerde de halk o kadar yüksek oy vermemişti ama sandık ve bilgisayar oyunları ile sonuçları değiştirdiler.

Daha önce uyardım, şimdi yeniden uyarıyorum. Bu kez gözlerimizi dört açalım. Namusumuz gibi, şerefimiz gibi, onurumuz gibi oylarınıza, sandıklarınıza sahip çıkalım.

Oy kullanan her vatandaşın bir görevli gibi sorgulama, denetleme, izleme hakkı vardır. Türkiye’nin ve çocuklarımızın geleceği için, Türkiye Cumhuriyeti için, milletimiz için, yargımız için denetleme görevimizi yapalım.

Sadece kendi partilerimizin değil öteki partilerin de oylarını kayıt altına alalım. Gerekirse cep telefonlarımızla görüntülerini çekelim.

“Lüks hayata”, saltanata, milyarlık yüzüklere, havuzlu villalara alışan Türkiye’nin 21. Yüzyıl padişahları, sultanları tahtını vermemek için elbette her yolu deneyecektir. Geçen seçimlerde yaptığı gibi yine hile hurda yoluna başvuracaktır. Gecenin bir vaktinden sonra AKP oyları hızla artmaya başlayacak, elektrikler sönecek, karanlık yüzlü bilgisayar uzmanları işbaşına geçecektir.

Tüm muhalif partilere sesleniyorum: Sonsuza dek muhalefette kalmak, muhalefet olmak istemiyorsanız, sadece büyük kentlerde değil, kasabalarda, köylerde de önlemler alın. Bilgisayar uzmanlarına görev verin. Yeryüzünde eşine rastlanmayan bu sakat bilgisayar sisteminin denetimini sağlayın. Artırdığınız oyları ve kazanacağınız iktidarı sandıklarda, bilgisayarlarda kaybetmeyin.

HARAMZADELERİ, EŞKIYALARI BİR KEZ DAHA DÜNYAMIZA HÜKÜMDAR YAPMAYIN…

Yandaş medya, yargı, emniyet iktidarın yan kuruluşları gibi çalışsalar da AKP artık kitleleri dilediği gibi yönlendiremeyecektir. Bunun belirtilerine her an, her yerde tanık olmaktayız.

Attila İlhan’ın deyişi ile “Türkiye’de Dip dalgası kendini hissettirmeye başlamıştır.”

ABD de AKP de yıkılacaktır…

Çünkü deniz bitiyor. Deniz bitmek üzeredir…

Yaşadıkları ihtişam dünyasından, sultanlık sarhoşluğundan başlarını kaldırıp şöyle bir baksalar geçmişe, hiçbir ülkede zorbaların hükümdarlıklarını sürdüremediklerini göreceklerdir.

Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmamıştır…

Hitler tüm Avrupa’yı teslim alıp, Rusya sınırına kadar dayanmıştı. Dur, durak bilmiyordu. Engel tanımıyordu. Peki, ne oldu sonu? Ne oldu sonra?

Mussolini, sol yumruğunu göstererek yurtseverlere ve tüm dünyaya meydan okuyordu. İktidarını sol bacağından asılarak sonlandırdı.

Türk ordusuna, devrimcilere, Atatürk’e savaş açan, hapishaneleri yurtseverlerle dolduran, işkencelerden geçiren Menderes’ler, Evren’ler, Çiller’ler de yok artık…

Toz olup gittiler… Sıra AKP’ye gelmiştir.

Hesap günü yaklaşıyor… Çoluğu çocuğu, yandaşı, yaşlısı, genci ile Yüce Divan’da yargılanacaklardır…

O günler çok uzak değildir…

(alieralp37)

DARBELER DOSYASI /// Metin AYDOĞAN : Kenan Evren ve 12 Eylül

Kenan Evren ve 12 Eylül

Kenan Evren ve 12 Eylül diyince akla; askerler, cezaevleri, idamlar ve aydınlara uygulanan yoğun kıyım geliyor. Bu doğrudur. Bunlar şiddet döneminin yaygın uygulamalarıdır ve o dönem insanlarının yaşadığı gerçeklerdir. Ancak, Kenan Evren ve 12 Eylül’ün niteliği ve gerçek amacı konusunda görülemeyen ya da yeterince görülemeyen bir yanı vardır. Önemli olan bunu görmektir. 12 Eylül, ulusal pazarın uluslararası şirketlere koşulsuz açılarak küresel işleyişin parçası durumuna getirilmesi girişimidir. 24 Ocak Kararları, bu girişimin en açık anlatımıdır. 24 Ocak, Türkiye’de ancak 12 Eylül gibi bir “demir yumruk” la uygulanabilirdi. Önceden desteklenerek yaygınlaştırılan ve uzun süre göz yumulan terörün “önlenmesi” ya da “kardeş kanının akmasını durdurmak” türünden söylemler, gerçeği gizlemeye çalışan bahanelerdir. 12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına yapılmıştır. 12 Eylül işçi sınıfının ve aydınların 24 Ocak Kararlarına tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.

Yalnızca Askeri Darbe mi?

Kenan Evren, 12 Eylül için, 1983’de kaleme aldığı anılarında şu saptamayı yapıyor: “12 Eylül harekatının başarılı olmaması demek, bir iç savaş sonucu Türkiye’nin parçalanması ve bin seneye yakın bir zamandır bizim olan bu toprakların değişik ellere geçmesi, başka bir deyişle Türklüğün ve Türklerin, Asya’daki diğer Türkler’in durumuna düşmesi demekti.”1 Bu yargı, ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? “Harekat başarılı olmasa” Türkiye nasıl ve kimler tarafından “parçalanacaktır?” Anadolu Türklüğünü “Asya’daki Türkler’in durumuna” kim düşürecektir? Türkiye’nin, 12 Eylül’ün başarılı olmaması durumunda parçalanıp parçalanmayacağı bilinmez, ama aradan geçen 35 yılın ortaya çıkardığı açık gerçek; Türkiye’nin bugün, parçalanma kaygıları yaşayan bir ülke durumuna gelmesi ve bu duruma gelişte, Kenan Evren’in başında olduğu12 Eylül’ün belirleyici düzeyde payının olmasıdır.

1980 yılı Türkiye için, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere, toplumsal yaşamın her alanında büyük bir çöküşün yaşandığı bir kırılma yılıdır. 1980’den söz edilince herkesin aklına doğal ve haklı olarak, silahlı bir eylem yani darbe gelir. Bu, olayın gerçek boyutunu ortaya koymayan eksik bir yaklaşımdır. 1980 olayları, bir bütün olarak ve biraz dikkatlice ele alınacak olursa, yaklaşımın yetersizliği kolayca görülecektir. 12 Eylül sabahı uygulamaya sokulan eylem, söylendiği ya da uygulayıcılarının sandığı gibi “terör olaylarının” zorunlu kıldığı bir sonuç değil, ülkeyi küresel isteklere sınırsızca açan bir başlangıçtır.

1980’de, siyasi çatışmanın Türkiye’yi kan gölüne döndürdüğü doğrudur. Darbe’nin amacının, “kardeş kanının akmasını ve terörü önlemek” olarak açıklandığı da doğrudur. Ancak, olay ve gelişmeler, Türkiye’ye yönelik emperyalist politikalardan bağımsız, yalnızca bir iç sorunmuş gibi ele alınamaz. Böyle yapılırsa, yaşananlardan ders alınamaz ve ulusal varlık için çekince oluşturan büyük bir yanlışa düşülmüş olunur.12 Eylül’le gerçek darbe; Türkiye’nin ekonomisine, siyasetine, aydınlarına ve anlamını Atatürkçülükte bulan ulusal bağımsızlık geleneklerine yapılmıştır. Darbe’nin tarihi, 12 Eylül değil, 24 Ocak 1980’dir. 12 Eylül, çalışan kesimlerin ve aydınların 24 Ocak Kararları’na tepki gösteremez duruma getirilmesi eylemidir.

24 Ocak Kararlarının Önemi

1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevi verdi. Program kısa sürede hazırlandı; bir başka deyişle IMF tarafından hazırlanmış olan program, 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklandı.

Tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçen ve IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program; Türkiye’yi tek taraflı olarak yabancı sermayeye açıyor, tarım, ticaret ve sanayide ulusal hedeflerden vazgeçiliyor ve günlük kur uygulamasına geçilerek Türk lirasındaki değer yitimi sürekli hale getiriliyordu. Milli kambiyo rejiminden vazgeçiliyor, ithalat liberasyonu adıyla dışalım serbest kılınıyor, kotalar kaldırılıyor ve kamu yatırımları kısılıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, temel ürünlerde destek fiyatlarının kaldırılacağı, ücret artışlarının düşük tutulacağı, tarım ürünlerindeki taban fiyatlarının sınırlanacağı açıklanıyordu.2

Programın ön uygulamaları bile etkisini hemen gösterdi. 1980 başında 47 TL olan 1 Amerikan Doları, yıl sonunda 90 liraya çıktı, programa karşı gösterilen tepki, ‘iç savaş’ durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karıştı.

24 Ocak Kararları ancak 12 Eylül gibi, bir “demir yumruk”la uygulanabilirdi. Emek örgütleri başta olmak üzere mesleki kuruluşlar, dernekler ve partiler kapatılmalı, yasama ve yürütme gücü, tartışmasız bir ortamda, sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetime verilmeliydi. Nitekim öyle oldu ve ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği’nin “demokratik” desteği altında; Kenan Evren’in baında olduğu beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi’nin her kararı yasa sayıldı. Tüm siyasi partiler, dernekler, meslek örgütleri kapatıldı, yüzbinlerce insan gözaltına alındı, binlercesi tutuklandı, 50 kişi idam edildi.

12 Eylül’ün Türk toplumunda yarattığı çöküntü çok yönlü ve çok boyutludur. Ancak, en büyük zarar Cumhuriyet’le kurulan ulus-devlet yapısına, bu yapıya biçim veren yönetim anlayışına ve tümünü içine alan siyasi işleyişe verilmiştir. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve ulusal hakları koruma istenci, hemen tümüyle yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın partilere yansıyan etkisi, doğal olarak bölünme, parçalanma ve yabancılaşma oluşmuştur. CHP ve DP ya da CHP ve AP’den oluşan iki partili düzen bozulmuş, ortaya içinde yasallaştırılan İslamcı ve Kürtçü partilerin de olduğu bir parti karmaşası çıkmıştır. Bugün Türkiye’de 65 yasal parti bulunmaktadır. Bunların en büyükleri bile, yüzde onluk seçim barajını aşmayı başarı sayacak kadar küçülmüş ve etkisizleşmiştir. Hemen tümü denetim altındadır. Varlıklarını sürdürebilmek için, ulusal haklardan ödün vermeyi alışkanlık edinmişlerdir. Yoksullaşan halk siyaset dışında kaldığı için, Türkiye’de ulusal siyaset yapılamaz duruma gelmiştir. 12 Eylül’ün siyasi partilere yönelik en etkili sonucu, etkisizleşme ve parçalanma olmuştur.

Darbe Hazırlamak

1980 öncesinde çatışmaları önlemede; Meclis’in, partilerin ve kolluk güçlerinin yaklaşımı, dikkat çekici bir ilgisizlik ve olağan olmayan bir başarısızlık içerir. Toplumu derinden etkileyen olaylar yaşanırken, yönetim gücünü elinde bulunduran politikacılar, çoğu kez olaylarda taraftırlar. Emniyet güçleri, siyasi erkten olayları sona erdirmeyi amaçlayan bir davranış göremedikleri için, kararlı bir tutum içine girememiştir. Görev sorumluluğu duyarak olayların üzerine giden kamu yöneticileri sahipsiz bırakılmakta, emniyet müdürleri ve savcılar öldürülmekteydi. Bu koşullarda görev yapan emniyet görevlileri, yetkilerini tam olarak kullanamamakta ya da kullanmamaktaydı. Çatışmaları önlemek için kullanılmayı bekleyen yasal yetki, özellikle sıkıyönetim bölgelerinde yeterince vardı ancak politikacılar, sürekli yetkisizlikten söz etmekte, yasama gücü ellerinde olmasına karşın, yetki verici yasa çıkarmamaktaydı.

Örneğin Başbakan Süleyman Demirel, 1980’de yaptığı bir açıklamada, Başbakan değil de sıradan bir yurttaşmış gibi şunları söylüyordu: “Olayları yapanları ve yaptıranları devlet olarak biliyoruz. Ancak, sıkıyönetim komutanlarının ne yazık ki yetkileri çok az.”3 Demirel’in bu sözlerle neyi anlatmak istediğini düşünmek gerekir. Meclis çoğunluğuna sahip olmasına karşın, neden yasal düzenlemeler yapmamıştır. Bunu yaptırmayan güç nedir?

Ülke 12 Eylül’e doğru giderken Kenan Evren, Genel Kurmay Başkanı olarak, kamuoyuna sıkça açıklamalar yapıyor, Cumhurbaşkanı’na yazılı “görüş” ve “öneriler” sunuyordu. Açıklamalarında, “Devletin bekası”ndan, “terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejimin korunması gerektiği” nden söz ediyor, siyasi partilerin soruna, “Atatürkçü milli bir görüşle çareler araması”nın “kaçınılmaz bir zorunluluk” olduğunu söylüyordu. 1980 başında Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta “Anayasal kuruluşlar ile siyasi partilerin bir kere daha uyarılmasına” karar verildiğini bildiriyor, mektup ekinde gönderdiği yazanakta, “Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla, vatandaşlarımızı kederde, kıvançta ve tasada ortak bölünmez bir bütün halinde, milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir” diyordu.4

1980 Ocağı’nda yaşanan bir başka ilgi çekici gelişme, Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirdiği Turgut Özal’ın, 24 Ocak Kararları’ndaki “ekonomik önlemler paketi” ni, Kenan Evren ve Kuvvet Komutanlarına sunmasıydı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, hükümetlerin ekonomik uygulamalarına karışmak, onay vermek ya da hükümetlerden ekonomik “birifing” almak gibi bir gelenek yoktu. Bu tür işler, doğrusu ya da yanlışıyla hükümetlerin yetkisine bırakılmış, o güne dek taraf olunmamıştı. Ancak, bu kez CIA personel biyografisinde, “gelmiş geçmiş en Amerikan yanlısı Türk lideri” denilen5 Turgut Özal’ın IMF isteklerinden oluşan programı askerlerce dinleniyor ve onay veriliyordu. Kamuoyuna pek de duyurulmayan bu uygulamada alışılmadık bir durum vardı.

Alışılmadık durumun gerçekte, küresel güçlerin isteklerini yerine getirecek bir darbeye doğru gittiği, sekiz ay sonra ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin Cumhuriyet’le kurulmuş ulus-devlet yapısını çökertecek olan bir sürece, onay veriliyordu. Bu onay, gerçekte, onay sahiplerinin yönetime hazırlandığının göstergeleriydi. Nitekim Kenan Evren, üç ay sonra 24 Mayıs 1980’de, “karargah etüdü istediği üç kişilik özel bir ekiple” yaptığı toplantıdan sonra not defterine şunları yazıyordu: “Birinci Ordu-Selimiye: Bugün görüştüğüm kuvvet komutanları, artık müdahale etmekten başka bir çare kalmadı dediler.”6

ABD ve Darbe

Amerikan Silahlı Kuvvetleri, yayın organı U.S. Armed Forces, Kenan Evren’in yazdığı bu nottan bir hafta sonra çıkan Haziran 1980 sayısında şunları yazıyordu: “Türkiye’deki gelişmeler, öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin müdahalesinden başka bir çıkış yolu görülmemektedir. Ordu müdahale edecek, ancak gelişmeleri uzun vadede o da düzeltemeyecektir.”7

Kenan Evren, 12 Eylül’den önceki en sert ve son açıklamasını 30 Ağustos’ta yaptı. Bu konuşmada “demokratik düzenin ve ülke bütünlüğünün yok edilmesini amaçlayan idrakten yoksun vatan hainleri”nden söz ediyor, bunların “tarihimizde bir zamanlar türemeye yeltenen benzerleri gibi” ezileceğini söylüyor ve Türk ulusu “sonsuza kadar daha birçok 30 Ağustosları, refah ve mutlulukla kutlayacaktır” diyordu.8

12 Eylül, Türk Ulusu’nu Kenan Evren’in söylediği gibi “refah ve mutluluğa” değil, yoksulluk ve karanlığa götürdü. Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP tarafından geliştirilen ve sırasıyla DYP, SHP, RP, DSP, MHP ve AKP gibi partilerce ara vermeden sürdürülen ekonomik ve siyasi programlar; Türkiye’yi kendi gücüyle ayakta duramayan, dış karışmalara açık, rejim sorunu yaşayan bir ülke durumuna getirdi.

Yalnızca ekonomide değil; siyasetten yönetim yapılanmasına, dilden kültüre, eğitimden sanata, toplumsal yaşamın hemen her alanında büyük bozulmalar yaşandı. Ulusal değerlerin yaşatılmasında öncülük edecek aydınlar ayırımsız bir biçimde ve benzeri az görülen bir şiddetle ezildiler. Ülkeyi ve ulusu sevmek, onun için bir şeyler yapmaya çalışmak, bağımsızlıktan yana olmak, örgütlenip halka öncülük etmek, en ağır cezaları göze almayı gerektiren eylem ve eğilim durumuna geldi. Sonuçta ortada, ulusal hakları savunan, ülke sorunlarına duyarlı insan kalmadı. Çıkarcılar, işbirlikçiler ve vatan satıcılar, köşe başlarına yerleştiler. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve en sahipsiz dönemine girdi.
ABD Türkiye sorumlusu Paul Henze, 11 Eylül gecesi, yani darbeden bir gün önce, dünyadaki önemli gelişmelerin anında bildirildiği The White House Station adlı birim tarafından arandı ve kendisine Türkiye’de beklenen darbenin o gece yapılacağı bildirildi.9 Bir gün sonra ABD Dışişleri Bakanı Muskie, Başkan Carter’a, “herhangi bir kaygıya gerek olmadığını, Türkiye’de müdahale yapması gerekenlerin müdahale ettiğini” haber verdi.10

Darbe’ye Avrupa Birliği Desteği

12 Eylül Darbesi’yle yalnızca Amerikalılar ilgilenmediler. Başta Almanya olmak üzere Avrupa Topluluğu (Avrupa Birliği’nin o zamanki adı) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) içindeki gelişmiş ülkelerin tümü, Türkiye’deki gelişmelerle yakından ilgileniyordu. Birleştikleri nokta, yönetim yapısının değiştirilmesi ve Türkiye’nin küresel güçlerin kullanımına açılmasıydı. Batı başkentlerinde, “Türkiye’nin çok tehlikeli bir yere doğru, hızlı adımlarla” gittiği konuşuluyor, “gidişi durduracak kesin çözümlerin gerektiğinden” söz ediliyordu.11 Sürekli olarak, seçilmiş yönetimlerin vazgeçilmezliğini ileri süren Batı’nın “demokrat” yöneticileri, konu Türkiye olduğunda askerleri içeren “kesin çözümler” istemekten çekinmiyordu. Olaylara bakışları şöyleydi: “Afganistan’a Rus müdahalesi olmuştur. İran’da durum kritikdir. Şah gitti gidecektir.. Sırada Türkiye vardır. Acaba Türkiye de aynı duruma düşebilir mi? Türkiye’yi kurtarmak gerekmez mi?”12 Batı medyasında ve diplomatik çevrelerde bunlar tartışılıyordu.

Avrupa’da konunun bu biçimde işlenmesi doğal olarak tartışma düzeyinde kalmadı, somut uygulamalara dönüştü. Kamuoyu “ikna” edildi. Türkiye’nin ulusal haklarını zedeleyecek uygulamalar söz konusu olduğunda “ödünsüz demokratlar” olan Avrupalılar, bir anda darbe destekleyen anti-demokratlar oldu. 12 Eylül gerçekleştirildiğinde Bonn Büyükelçisi olan Vahit Halefoğlu, o günlerdeki siyasi yaklaşımlar konusunda şöyle söyler: “12 Eylül’den önce Türkiye’deki hadiseleri gören tanıdıklarımız, arkadaşlarımız (Almanlar y.n.) ‘Bu anarşiye asker neden müdahale edip son vermiyor? Bu böyle devam edemez’ diye bir takım fikirler ortaya sürüyorlardı. Türkiye’deki olaylar o kadar çığrından çıkmıştı ki, Almanya’daki insanlar dahi bunun bir müdahale ile halledilmesinin doğru olacağına inanıyordu. Nitekim, 12 Eylül’den sonra Alman bakanlar, Alman halkı ve medyası, olup bitenlere karşı bir tepki göstermedi, anlayışla karşıladılar. Türkiye’nin yeniden demokrasiye dönmesini kolaylaştırmak için yardımcı olmaya çalıştılar… Türkiye’yi düştüğü badireden kurtarmanın, Batılılar’ın yararına bir hareket olacağına karar verdiler. OECD içinde bir konsorsiyum kurarak, Türkiye’ye her yıl 1 milyar dolardan fazla bir yardım yapma kararı aldılar. Yardım işini yürütmek için de Almanya’yı görevlendirdiler….”13

Dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, darbenin üzerinden henüz 48 saat bile geçmeden bir açıklama yapıyor, “Türkiye artık dipsiz kuyu değil”14 diyerek duyduğu mutluluğu dile getiriyor ve Türkiye’ye yardımı sürdüreceklerini söylüyordu. Schmidt’in açıklamasından bir gün sonra, 15 Eylül’de Avrupa Topluluğu, Türkiye ile “normal ilişkilerin sürdürüleceği”ni açıklıyor, aynı gün Frankfurter Allgemeine Zeitung, Bonn’un Türkiye’ye açık destek vereceğini birinci sayfadan duyuruyordu. Gazetede yer alan haber-yorumda; “Almanya’nın tutumunun her durumda Türkiye’nin iç işlerine etki yapacağı” söyleniyor, “yapılacak mali yardım ödemeleri, generalleri güçlendirecektir” deniyordu.15

Almanya, 12 Eylül’ün sıkı biçimde uygulamaya soktuğu 24 Ocak Kararları’nı, büyük bir dikkatle izledi, uygulamaları yönlendirdi. Turgut Özal sık sık Almanya’ya gidiyor, Alman hükümetiyle “garantisiz ticari borçlar, kredi ertelemesi ve yeni ödeme kuralları” gibi konularda görüşmeler yapıyordu. Almanya, Halefoğlu’nun söylemiyle “Türkiye’ye karşı büyük bir anlayış” gösteriyordu.16 Helmut Schmidt’e çok yakın bir gazeteci olan ve Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit’in başyazarlığını yapan Theo Sommer, 19 Eylül’deki yazısını Türkiye’deki gelişmelere ayırmış ve bu yazıda Almanya’nın “siyasi ve mali angajmanlarla” Türkiye’nin iç işlerine doğrudan karıştığını ileri sürmüştü. Sommer, “Boğaziçi’nde reform şansına yatırım yapıyoruz” diyor, açıksözlü bu yaklaşımıyla, 12 Eylül’ün ekonomiye dayanan ana hedefinin ne olduğunu, belki de en iyi anlatan Batılı oluyordu.17

Kenan Evren ve Aydın Kırımı

Türkiye’de aydınlar söylendiği gibi “bir yumruk” değil, belki de binlerce “yumruk” altında ezildiler. 12 Mart öncesi ve sonrasında yoğunlaştırılmış olan şiddet, 12 Eylül’le birlikte adeta zincirlerinden boşandı ve olağanüstü boyuta ulaştı. Her meslek ve yaştan yüzbinlerce eğitimli insan; sorgular, hapisler, işkenceler ve direnilmesi olanaksız bir kıyımla karşılaştı. Kendileriyle birlikte, aileleri ve yakın çevreleri de büyük acılar çeken bu insanlar, bedensel ve tinsel sağlıklarını, okul ya da işlerini ve hepsinden önemlisi ülkelerine olan sahiplenme duygusunu yitirdiler. Pek çok aydın, doğrudan yaşamını yitirdi, pek çoğu bedensel ya da tinsel olarak sakat kaldı. Türkiye, yalnızca aydınlarını değil, geleceğini de yitirdi. Üstelik bu, kendi ordusunun komutanları tarafından yapıldı. Bağımsızlıktan yana olan bilim adamları, yazarlar, gazeteciler sürekli olarak tehdit altındaydılar. Aydınlar azalıyor, toplumsal değerler yıpranıyor ve herşeyden önemlisi, ülkenin temel dayanağı orduyla aydınlar arasında köklü bir yabancılaşma yaşanıyordu. 1960’da “ordu-millet elele” diyerek eyleme geçen genç aydınlar, artık çok ayrı şeyler söylüyor, ülke eğitimsiz ve duyarsız insanların yaşadığı bir yer oluyordu.

12 Eylül uygulamalarıyla 650 bin kişi gözaltına alındı ve bunların büyük çoğunluğuna işkence yapıldı. İşkenceler, yalnızca konuşturmak, bilgi sağlamak amacıyla değil, kişilikleri ezmek, direnme gücünü yok etmek için herkese yapılıyordu. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, fişlenenler kamusal alanlar başta olmak üzere birçok haktan yoksun kılındı. Açılan 21 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişinin idamı istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 259 idam dosyası Meclis’e gönderildi. Devrimci ve ülkücüleri içeren 50 kişi idam edildi.19

Halkevleri, mühendis ve tabip odaları, sendikalar başta olmak üzere çalışanlara ait tüm kitle örgütleri kapatıldı; yöneticileri tutuklandı. 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak”, 71 bin kişi örgüt yönetmek suçlarından yargılandı. 23 bin 677 dernek kapatıldı. 388 bin kişiye pasaport verilmedi, 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi mülteci olarak yurtdışına kaçtı. 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişinin sorgu sırasında “işkenceden öldüğü” belgelendi. 299 kişi cezaevinde, 95 kişi “çatışmada” öldü, 43 kişi “intihar” etti.20

Öğretmen örgütlenmesinde görev alan, önder konumdaki 5 bin 854 öğretmenin işine birkaç ay içinde son verildi. Üniversitelerde 120 profesör ve doçent, Adalet Bakanlığı’ndan 47 hakim atıldı. 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi ve bunlara 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. 300 gazeteci saldırıya uğradı, üçü silahla öldürüldü. Zararlı görülen gazeteler, toplam 300 gün yayın yapamadı. 39 ton kitap ve dergi imha edildi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı, TRT’nin çektiği kimi belgeseller yakıldı.21

Cumhuriyet’in biçim verdiği okullar ve üniversiteler, geleneksel yurtsever çizgisinden uzaklaştırılırken, eğitim açık ve yoğun biçimde dinselleştirildi. Kenan Evren, “imam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye laikliği dinsizlik olarak anlamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930’lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum” diyordu.22 3 Mart 1924’te gerçekleştirilen Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) ilkesi, imamhatip okullarının yaygınlaştırılmasıyla; yasası korunan ancak kendisi uygulanmayan bir duruma düşürülerek, eylemsel olarak uygulamadan kaldırıldı. Din dersleri Anayasal bir zorunluluk durumuna getirilerek laiklik ilkesi çiğnendi. Üniversitelerde okuyan öğrencilerden, harç ve eğitime katkı adıyla para alınmaya başladı. Vakıf üniversiteleri kurulmasına izin verildi, devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi.23

1 “Kenan Evren’in Anıları” Kenan Evren, Milliyet Yay., 1.C., 4.B.–1990, sf.19
2 Büyük Larousse, Gelişim Yayınları, 19.Cilt, sf.11 827
3 a.g.e. sf.392
4 a.g.e. sf.382
5 “Teksas – Malatya” Ufuk Güldemir, sf. 87; ak. Emin Deper “Oltadaki Balık Türkiye” Çınar Araştırma, 5.Baskı, sf.224
6 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.33
7 a.g.e. sf.33
8 “Türkiye’de Gençlik Hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Y., 2000, sf.393, 394
9 “Ülkücü Hareket – I” Hakkı Öznur, Akik, Ankara – 1996, sf.267
10 “12 Eylül Saat 04:00” Mehmet Ali Birand, Karacan Yay. 1984, sf.34
11 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
12 a.g.g. 17.09.2000
13 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
14 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
15 a.g.g. 20.09.2000
16 “Almanya Bize Yardımcı Oldu” Osman Çutsay, Cumhuriyet 17.09.2000
17 “Darbeye Sosyal Demokrat Destek” Osman Çutsay, Cumhuriyet 20.09.2000
18 “Türkiye’de Gençlik hareketleri” T.S.Yılmaz, Top.Dön.Yay., 1997, sf.394
19 Darbenin Bilançosu, Cumhuriyet 12.09.2000
20 a.g.g. 12.09.2000
21 a.g.g. 12.09.2000
22 “Haftaya Bakış” Ahmet Taner Kışlalı, Cumhuriyet 03.03.1986
23 “İlk Darbe Öğretim Birliğine” Cumhuriyet 12.09.2000

Metin AYDOĞAN,10 Mayıs 2015

Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."

http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!

Oğuz Kağan

http://www.guncelmeydan.com/pano/kenan-evren-ve-12-eylul-metin-aydogan-t39615.html

YUNANİSTAN DOSYASI /// Melih Aşık : Çipras dostluğu !

​Antalya’da NATO zirvesine katılan Çipras hükümetinin Dışişleri Bakanı Nikos Kocias Hürriyet gazetesine röportaj vermiş. Bir barış meleği gibi takdim edilen Kocias aslında hiç de dostane sözler sarf etmiyor:

– Türkiye’nin Ege’de it dalaşına neden olan uçuşları illegaldir.

– Yunan Savunma Bakanı’nın Kardak’a çiçek bırakması saygı amaçlıdır.

– Kardak Yunanistan’a aittir.

– Kıbrıslı Rumlar Türk askerinin adadaki işgaline son vermesini istiyor. Sabahları dağda Türk bayrağını görerek ve ‘Ertesi gün Türkler mahallemize gelir mi’ korkusuyla uyanmak istemiyorlar.

Yunan Bakan bunları Türk yetkililerin yüzüne de söylediğini bildiriyor.

Ancak bizim tarafta bir rahatsızlık gözlenmiyor…

Stratejist Cahit Dilek diyor ki:

– Yunan Bakan Ege’de uçmayın, bunlar illegaldir diyerek Ege Denizi’nin ve üstündeki hava sahasının Yunalılara ait olduğunu vurguluyor. Daha önceleri hava sahası ihlali falan diyorlardı. İllegal diyerek sanki ellerinde yasal bir anlaşma varmış izlenimi yaratarak tüm Ege’de hak sahibiyiz diyor. Halen Yunan işgali altındaki 16 adaya yönelik AKP hükümetinden hiç tepki gelmemesinden cesaret alarak 1996 krizinde pılını pırtısını toplayıp kaçtığı Kardak’ı sahiplenip burası Yunan toprağıdır diyebiliyor…

Yunan Dışişleri Bakanı ile ilgili haber ve röportajları okuduk.. Kendisine hiç kimse Ege’de işgal ettikleri adaları sormuyor. Yunan Bakan belli ki Türkiye’nin edilgen ve tavizci siyasetinden cesaret almış… Doludizgin koşuyor…

Pierre Loti’den…

Onur Öymen geçen yıl Paris’te sahafları dolaşırken çok ilginç bir kitaba tesadüf ediyor; “Les Massacres d’Armenie” yani “Ermenistan’daki katliamlar”… Yazarı ünlü bir isim; Pierre Loti… 1918 yılında yazılmış olan kitapta Türklerle Ermeniler arasındaki çatışmalar, Ermenilerin saldırıları ve yaşanan acılar dile getiriliyor. İstanbul’a ilk kez bir deniz subayı olarak gelen Pierre Loti’nin (1850 – 1923) yazdığı 50 dolayında kitabın 15’i Türkiye ile ilgili. Yukarıda sözü edilen kitabın en ilginç yanı Fransızca baskısında iki sayfasının boş bırakılmış olması ve üzerinde “Sansür edilmiştir” ibaresinin bulunması. Tabii Ermenilerin baskısıyla sansür edilmiş…

? ? ?

Pierre Loti 23 Ocak 1921 tarihinde zamanın Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’a bu kitabıyla ilgili yazdığı mektupta diyor ki:

“Ermenistan’daki katliamları kitabımda tanıkların ve kanıtların desteğinin gücüyle sanıyorum ki, söylenebilecek hemen her şeyi söyledim; öldürmelerin karşılıklı olduğunu… Ermenilerin sahip oldukları Hıristiyan sıfatını kullanarak Batı’nın bağnazlığını Türkiye’ye karşı kışkırtmak için yaptıkları şikâyetlerdeki çılgınca abartmaları anlattım”

Türkçesi yanına Fransızcası da konulan kitabı, Kaynak yayınları “Ermenistan’daki Katliamlar ve Türkler” başlığıyla kısa süre önce yayımladı. Okumanızı öneririz…

ÇİNLİ

2014 Aralık ayı Belleten’inde Ebru Boyar’ın “Türk – İngiliz ilişkilerinde prestij faktörü” adlı makalesini okuyoruz. Orada bir alıntı gözümüze çarpıyor. Çinli yazar Tsen King’den bir alıntı:

“Bazıları Kemal’in bir diktatör olduğunu söylerler. Belki bazen bir diktatör gibi hareket ediyordu. Bunu inkâra hacet yoktur fakat bu, faşist diktatörlüğü ile hiç alakası olmayan bir diktatörlüktü. Faşist diktatörler hayati harici işlerde tecavüzkâr, dahili işlerde müstebittirler. Kemal’in siyasi harekâtı ise tamamen başka idi. Onun diktatörlüğü sadece Türk halkının iyiliği ve cumhuriyetin müstakbel emniyeti meselesine inhisar ediyordu.”

Özetle… Her diktatör aynı değildir.

“Güneş doğarken de batarken de gökyüzü aynı renge boyanır. Zamanı bilemezsen aradaki farkı yani gündüz mü başlıyor gece mi başlıyor anlayamazsın…”

Peter Ustinov

ALKOL

Diyanet İşleri Başkanlığı, gazlı içeceklerin alkollü içecekler sayılamayacağına karar verdi.

Açıklamada şu satırlar dikkati çekiyor:

“ Meyvelerde doğal olarak yüzde 0.01 – 0.05 oranında alkol bulunabildiği gibi, aromatik bileşenlerin kullanılması durumunda ürün içinde etil alkol, keton gibi maddeler oluşabilmektedir. Hatta ekmek de dahil birçok fermante üründe üretim sonucunda az miktarda alkol ortaya çıkabilmektedir. Bileşiminde yüzde 0.5 gr/litre ve daha az oranda alkol bulunan gıda maddelerinin tüketimi, alkol alımı amaçlı değildir. Bu ürünlerin tüketilmesi, alkol tüketimi anlamına gelmemektedir.”

Diyanetin açıklaması bilimseldir. Hiç kimse artık “Hayatımda ağzıma alkol koymadım” demesin!

Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nden HALKIMIZA ÇAĞRI !!!! ULUSAL MAN İFESTO

Çağımızdaki çalkantıları çözemeyen, Kemalist sistem ile yüz yüze gelmeye cesaret edemeyen siyasi partiler, her türlü akımlar, bilinçli ya da bilinçsiz olarak emperyalizmin değirmenine su taşımanın ötesine gitmediler, gidemezler de.

Sosyal sınıflar arasında yapılmayan hiçbir tahlil doğru değildir. Sosyolojik, siyasal ve ekonomik toplum yapısını belirleyen bilgidir. Bilgi insanın maddi üretimini, tabiat olaylarını, tabiatın özelliklerini, kanunlarını ve kendisi ile tabiat arasındaki ilişkileri anlaması demektir.

Üretim ve üretici güçlerin tarzı ele alınmadan sadece ve doğrudan doğruya üst yapı üzerinden yapılan araştırmalar daima eksik kalır. Bu araştırmalara göre tayin edilen, sosyal politika hedefleri toplumsal ve ekonomik sorunları hiç bir zaman çözemeyeceği gibi esas amaç olan toplum yapısını değiştirmek görevini de yerine getiremez.

Diğer taraftan din; toplumumuzun ya da toplumların her değişim döneminde sınıfsal çıkarlar temelinde erozyona uğrayarak özünden çıkartılmış, mülkiyet ve üretim ilişkilerine göre şekillenip yorumlanmıştır. Milliyetçilik ise ulus devletlerin oluşumunda devrimci bir karakter taşırken, kapitalizm emperyalist aşamaya geçince ırkçılığa dönüşmüştür.

Bu aşamada BCP programını ana çizgileri ile göz önünde tutarak; ülkenin içinde bulunduğu durumu, karşı karşıya kaldığı sorunları ve tıkanmış olan çözüm yollarını ayrıntılı bir biçimde açmak zorundayız. Ayrıca bugünkü koşullara belli bir değişim sonunda gelindiğini de göz önünde bulundurmak, geçmişten günümüze olan gelişmeleri doğru değerlendirmek ve bunun geleceğe olan yönünü tayin etmek de diğer bir zorunluluktur.

Bugün dünyada yaşanan ve karmaşık gibi görünen çelişkiler, sistemler arası savaştan başka bir şey değildir. Buna 1914 – 1924 yılları arasında yenilen emperyalizmin ‘rövanş alma isteği’ de diyebiliriz.

1900’lü yıllarda Avrupa’da devrimci sürecini tamamlayan kapitalizm, emperyalist yapıya dönüştüğünde, ilk olarak Avrupa ve tüm batıda devrimci gelişmelerin önüne set çekerken, Doğu henüz kapitalizm ile yeni tanışmakta ve imparatorluklar ile yönetilmekte idi. Doğuda kapısı ilk çalınan Osmanlı İmparatorluğu oldu. Çünkü Osmanlı dağılma sürecine girmiş ve bu dağılma sürecinde İngiliz ve Fransızlar, Rus çarı ile 16 Mayıs 1916’da Sykes Picot Antlaşması’nı imzalamıştı (bkz.http://tr.wikipedia.org/wiki/Sykes-Picot_Anla%C5%9Fmas%C4%B1) . Bu antlaşmaya göre Osmanlının çekileceği topraklar bu iki ülke arasında paylaşılacak, Güneydoğu’da Kürdistan ve Ermenistan olmak üzere iki devlet kurulacaktı. Paylaşım haritası çizilince Suudi Arabistan ve Ürdün Osmanlıya karşı ayaklandırıldı. Ayaklanmanın komutanı İngiliz Generali Alenby, komutasındakiler ise İsrail Yahudileri idi. Bu antlaşmanın karşılığında 2 Kasım 1917’de yapılan Balfour Deklarasyonu ile Filistin Yahudilere verilecekti (bkz.http://tr.wikipedia.org/wiki/Balfour_Deklarasyonu_%281917%29).

1917 Ekim Devrimi’ni yapan Lenin, bu planı deşifre edince oyun bozuldu. Fakat İngiliz ve Fransız orduları Orta Doğu’ya girmiş, savaş Anadolu topraklarına yayılmıştı. Bu çağ aynı zamanda Asya’da ‘milli kurtuluş devrimleri’ çağıdır. Biz de bu çağdan Milli Kurtuluş Savaşı’nı vererek çıktık.

Milli savaşı kazanmak uluslaşmak değildir. Uluslaşmak Türkiye’de anayasal düzenin kurulması, yani bireyin Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısında eşit haklara sahip olmasıdır. Diğer bir deyişle; bireyin hakları esas, diğer sorunlar talidir.

Evet, genç Türkiye’nin sınırları çizilmiştir, fakat esas çelişki yeni başlamıştır. Dışa karşı esas, içe karşı tali olan sorun tersine dönmüş; içe karşı esas, dışa karşı tali sorun halini almıştır. Çünkü ülke içinde toprak, Osmanlının hızlı çöküşünün başladığı dönemlerde kontrol edenlerin elinde kalmış, toprağı kontrol eden derebeylikler; ağa, bey ve aşiret örgütlenmesi içerisinde toprağın yeni sahipleri oluşmuştur. Bu nedenle Kemalist sistemde toprak reformu (demokratik devrim) zorunlu hale gelmiştir. Bir yandan toprak ağaları ve aşiret beylerine karşı savaşı sürdüren Mustafa Kemal, diğer yandan da üretim çiftlikleri oluşturuyordu (bkz.http://ziraat.akdeniz.edu.tr/ataturk-ve-tarim). Her biri yüzlerce dönüm arazi üzerine kurulan çiftlikler, üretim ihtiyaçlarına göre tesislerle inşa ediliyor, topraksız köylüler bu yerlere yerleştiriliyordu. Toprak reformu yapılmadı diyenler, bu kurum ve kuruluşları araştırıp yeniden değerlendirsinler. Toprak reformu tabii ki bundan ibaret değildir. Toprak reformunun gerçekleşmesi, feodal ilişkilerin ortadan kalkması ve büyük toprak sahiplerinin (bize Osmanlı’dan kalan) köy emekçileri üzerinde uyguladıkları tefeci-bezirgân sermayenin tahakküm ve sömürüsüne son verilmesi demektir. Toprak devrimi; devlet denetimindeki kredi kurumlarının, topraksız ya da az topraklı köylülerin yararına işletilecek duruma getirilmesi demektir. Diğer bir deyişle, bu köylüleri toprak ve tarım aracı sahibi haline getiren bir sistemdir.

Devrim, gerçek birlik, beraberlik, dayanışma; bütün halkın (Doğulu-Batılı) her türlü baskıdan kurtulmuş olarak, eşitlik ve kardeşlik içinde özgür Türkiye’nin ilerlemesine katkı sağlamasıdır. Bu da yeni bir yapılanmayı gerektiririr.

Cumhuriyet’in feodalizmi tasfiye etmek için oluşturduğu ekonomik yapılanmanın, banka, tarım ve sanayi ilişkilerine bakıldığında görülecektir ki; kooperatifler, birlikler, devlet malzeme ofisleri, bankalar ve benzeri kuruluşlar ekonomi ile iç içe ve kalkınmada da itici güçtür. Ekonomide böyle bir yapılanma, politikada yabancı bağımlılığını ortadan kaldıracağından, sömürünün sahibi olan üst yapı kurumlarını da söküp atmakla yükümlüdür. Devrim denilen kavram da budur. Bu devrim ile üretim araçları halka verilmiş, üretimin sahibi olan halk iktidara getirilmiş, ülkenin kaderinin tayin edilmesinde rol oynayan demokratik düzen gerçekleştirilerek, feodal üretim ilişkileri ortadan kaldırılmış ve sanayi toplumuna geçilmiştir.

Emperyalizm ve Asya’da Kapitalizm, I.Dünya Savaşı şafağında ortaya çıkmıştır. ‘Asya’da Kapitalizm nasıl olacak?’ sorusuna bir yandan Sovyetler Birliği kafa yorarken, bir yandan da Mustafa Kemal kafa yormaktadır. Bu sorunu Sovyetler’de işçi sınıfı üstlenirken, Kemalizm’de ise Mustafa Kemal bunu halkın sırtına yüklemiş ve böylece halk kavramını ortaya çıkarmıştır. Halk kavramının çeşitli ülkelerde ve her ülkenin çeşitli dönemlerinde ayrı anlamı vardır. Örneğin, Türkiye’de, Kurtuluş Savaşı yıllarında emperyalizme karşı olan her kesim, halkı (toprak ağası, aşireti, toprak beyi, yoksulu, köylüsü, işçisi v.b.) temsil ediyordu. Savaş bitip sınırlar çizildiğinde ise halk kavramı değişmiştir. Buradaki yeni çelişki; emperyalizmin içeride kalan kırıntıları ile kurulacak sisteme karşı koyan kesim arasındaki çelişkidir.

Kemalist sisteme göre; hukümet parlamenter sistem ile kurulmaz, halk meclisi tarafından atama ile kurulur. Yine bu sisteme göre; Cumhurbaşkanı devletin değil, hükümetin başıdır. Ve meclis, hükümeti görevden alma yetkisine sahiptir (1924 Kurucu Anayasa’nın 3. ve 5. maddelerinde bu devlet yapısı anlatılmaktadır). Halk meclisi ise yapılan ekonomik altyapının kurum ve kuruluşlarından seçilir. İktidar ise halk iktidarıdır.

Bu farklı iki tip devrim Asya’da imparatorlukların çöküşünü ve ulus devletlerin oluşumunu sağlarken, emperyalizme vurduğu darbe ile Avrupa ve ABD’de krize neden olmuştur. 1929 bunalımından Keynes modeli (liberal sistem) ile çıkan emperyalizm, yeni sömürgecilik anlayışını Kurtuluş Savaşımızdan aldığı dersten sonra değiştirmiş, fiili işgal yerine, sermaye ihracı ile tek dünya din imparatorluğu üzerine inşa etmiştir (bkz.http://tr.wikipedia.org/wiki/Keynesyen_ekonomi). Tek dünya din imparatorluğu; Sosyalist sistemlerde sermayenin işçi sınıfının elinden alınarak, Kemalist sistemlerde ise halkın elinden alınarak, şahıs ve şahıs şirketlerine verilmesiyle sağlanacaktır. Yukarıdaki söylemimizde ‘sistemler arası savaş’ diye söz etmemizin nedeni de işte budur.

Bunun hayata geçirilmesi için, önce görünmeyen hükümet CIA kuruldu. Bakınız, yazar David Wise ve Thomas Ross “Görünmeyen hükümet CIA” (bkz. http://bianet.org/bianet/kultur/13936-gorunmez-hukumet-cia) isimli kitaplarında ABD’yi şöyle tarif ediyor: Bugün ABD’de iki hükümet vardır. Birincisi, vatandaşların gazetelerden, çocukların ise yurttaşlık kitaplarından öğrendikleri hükümet; ikincisi, soğuk savaşta ABD politikasını yöneten birbiri ile iç içe girmiş gizli mekanizmadır. İkinci hükümet istihbarat toplar, casusluk yapar, bütün dünyada gizli hareket planlar ve bu planları uygular. Dış ülkelerin başkentlerinde Amerikan elçileri sözde Amerikan temsilcileridir ama, bunlara görünmeyen hükümeti denetleme yetkisi verilmiştir.”

Bilindiği gibi soğuk savaşta CIA’nın en önemli silahı dindir. Çünkü liberal sistem, laik olmayan kilise ve sinagoglardan oluşan bir ekonomik yapılanma biçimidir. İslam dininde Tanrı ile kul arasında hiçbir güç yok iken, laik olmayan kilise ve sinagoglarda Tanrı ile kul arasında 12 tane seçilmiş kişi vardır. Bu seçilmişlerin görevi ise; Tanrı ile yapılan akde (sözleşmeye) göre yeryüzünü liberal sistem altında yönetmektir. AB’yi temsil eden bayrakta bulunan 12 yıldız tesadüfi değil, seçilmişlerin bir temsilidir. Kutsal cephe; “Komünizm, Kemalizm din tanımaz” propagandaları ile başlayan soğuk savaş stratejisinin sonuçlarını, 1946-1949 yılları arasında İsrail devletini kurarak, Türkiye’de halk iktidarını parlamenter liberal sisteme dönüştürüp NATO içerisinde yapılanarak elde etti. Mustafa Kemal’in vefatını fırsat bilen ve Kemalist sisteme içeriden diş bileyen muhteşem ikili, (biri Alman uşağı İsmet İnönü, diğeri ise ABD uşağı Celal Bayar) Kemalist sistemi bizlerden gizleyerek çok partili bir dönemi başlattı. Bu yeni dönem, anti Kemalist dönemi başlatacak, yeni bir CHP ve DP programından oluşacaktır. Celal Bayar’ın Washington’da, 25 Ocak 1954’de düzenlediği basın toplantısında söylediği şu sözleri ibretle okumakta fayda var: ”Türkiye’ye yapılan iktisadi yardım, zaten yükselmekte olan ekonomik büyümeye kuvvetli bir müzahir olarak gelmiştir. Memleket, Türk milletinin satın alma kudretinin artması ve hayat standartlarının yükselmesi ile mamul maddeleri için büyük bir pazar haline gelmiştir. Yabancı sermayenin Türkiye’ye en müsait şartlar altında akmasını mümkün kılacaktır. Hülasa, denebilir ki Türkiye’de sarf edilen her dolar, mümbit bir toprağa ekilmiş refah ve bereket filizleri verecek bir tohum gibidir.".

(bkz. https://www.facebook.com/suaykaraman1/posts/521607157899039)

Celal Bayar’ın 1954’te, Türkiye’yi, mamul maddeleri ve tüketim maddeleri için büyük bir pazar olarak peşkeş çeken bu demeci; karşı devrimin tamamlanmış olduğunun, Kemalist düşüncelerin geri itildiğinin ve ülkenin emperyalist asalak işbirlikçi sınıfın eline geçtiğinin kesin kanıtıdır.

İşbirlikçi sermaye, sömürgeciliğe bağlı liman burjuvazisi demektir. İthalat – İhracat alanında, ithalatın daha kurnazca bir şekli olan montaj ve ambalaj sanayiinde, bankacılık ve sigortacılıkta yabancılar ile ortaklıkları ya da Türkiye’de kayda değer tüm zenginliklerini eline geçirmiş olan ya da geçirme çabasında bulunan emperyalizmin baş dayanağı, yabancı firmaların ajanlığı altında doğrudan doğruya egemendir. Amaç; iktisadi hayatımızın bu kilit noktalarına sirayet ederek, Türkiye’nin tüm ekonomisini tahakkümü altına almaktır. İşbirlikçi sermaye Türkiye’de gerçek sanayileşmeye, gerçek iktisadi kalkınmaya karşıdır. Emperyalistlerin uygun gördüklerinin dışında, Türk vatandaşının mülkü olan fabrikaların kurulmasına engel olunmaktadır. İşbirlikçi sermaye toplumdaki asalak zümrenin en güçlü olanıdır.

Öte yandan, kutsal cephe temsilcileri olan kilise ve sinagog 1962 yılında tek din olmak için anlaştı. Bu anlaşmaya göre SSCB yıkılacak, kilise sinagogdan özür dileyecekti. Bu aynı zamanda BAP (Büyük Asya Projesi)’nin birinci aşaması olacaktı. Kutsal cephe geçici olarak radikal İslam ile ittifak yaparak, bilindiği gibi 1980-1985 yılları arasında SSCB’yi çökertti ve liberal ekonomik yapıya dönüştürdü. SSCB’nin çöküşünden sonra 2002 yılında St.Petersburg Kilisesi’nde yapılan kutsal cephe toplantısı, papa II. Jean Paul tarafından şu sözlerle açıldı:

"Herhangi bir insana yöneltilen herhangi bir zulmü reddeden kilise, Yahudiler ile paylaştığı mirasın farkında olarak ve politik sebeplerle değil, İncil’in ruhani sevgisi ile hareket ederek, onlara karşı herhangi bir yerde ve zamanda yöneltilen kini ve antisemitik tutumu reddeder. Bizim sahip olduğumuz çok şey var. Cennetin ve dünyanın Tanrısı, hepimizin iyiliği için karşılıklı sevgi, saygı ve diyalogun olduğu yeni ve bereketli bir çağa yönlendirir bizi’’ diyerek beklenen özür diledi.

(bkz. http://www.kutluyol.org/SecilmisYazilar.php?id=916 ).

Papa II.Jean Paul’un, ‘yeni ve bereketli çağ’ dediği BAP’ın ikinci aşaması BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’dur. II.Jean Paul, BOP’da yapılacak işleri şöyle sıralar.

a) Çevrenin sorumlu bir şekilde yönetilmesi ve bilinç oluşumuna katkı sağlanması

b) İnsan hakları, özgürlük ve saygınlıktan yoksun yerlerde, bunların inşa edilmesi

c) Bütün bunların gerçekleşmesi için Vatikan-İsrail arasındaki ilişkilerin kurulması, Yahudi düşmanlığına son verilmesi, ırkçılık ve dini hoşgörüsüzlüğün bütün biçimleri ile mücadele edilmesinin sağlanması.

SSCB ve Kemalizm’in yıkım projeleri ve 70’li yıllarda Fethullah Gülen’in okullarına akıtılan paralar BOP’un altyapıları ve 1976-1981 yıllarının hazırlık aşamaları idi. O yıllarda ülkemizde yaşanan kaos tesadüfi değil, görünmeyen hükümet CIA’nın işi idi. 12 Eylül darbesi yapıldığında, bundan daha Türkiye basını bile habersizken, ABD basını darbeyi sabah saat 05’te manşetten ”Bizim çocuklar bu işi başardı” diye veriyordu (http://www.milliyet.com.tr/…/dunyadetay/04.06.2011/1398393/…). ’12 Eylül, ulusal solcu ve ulusal sağcıları işkence tezgâhlarında, İsa’nın öcünü alırcasına, çarmıhlardan çarmıhlara gererken, ümmetçi toplumu yaratacak olan Özal ABD’de kampa alınmış ve Kemalizm’in tasfiyesi için 1976’da Kemal Derviş tarafından yazılan ‘24 Ocak Kararları”nın hayata geçirilmesi için eğitiliyordu (24 Ocak Kararları Kemalizm’in tasfiye kararlarıdır.).

Irak ile sınırımızda tampon bölge açılarak çekiç gücü yerleştirilecek, ‘Güneydoğu sorunu’ adı altında APO görevlendirilecek ve PKK güçlendirilecekti. Onların çocukları başarılı oldu, silahlarımız yenilendi, yeni açılan üslerimiz Ortadoğu’ya yönlendirildi ve böylece bir taşla iki kuş vuruldu. SSCB’nin yıkılması için kutsal cephe ile ittifak yapan radikal İslam, ikiz kulelerin havaya uçurulması ile yerini ılımlı İslama bıraktı. Nehri geçerken at değiştirmeye kalkışan Batı emperyalizmi, Bin Ladin’i Afganistan’da karşısına aldı. Bin Ladin şöyle diyordu; “Bizim gerçek düşmanımız SSCB değil, ABD imiş”. Bir yandan Bin Ladin ile savaşan ABD, öte yandan sünnilerin önderliğinde “Ilımlı İslam” adı altında ruhani lider Fethullah Gülen’i Ortadoğu’nun halifesi gibi lanse etmeye başladı. Bill Clinton, İstanbul Çırağan Sarayı’nda şöyle demişti; ‘’Yahudilerin Haham’ı, Hristiyanların Papa’sı var ama Müslümanların bir ruhani lideri yoktur.’’

Özal’ın zamansız ölümü sonrası iktidara gelen Ecevit – Devlet Bahçeli hükümeti BOP’u suya düşürecekti. Özal hükümetinin devamı gerekiyordu. Görünmeyen hükümet devreye girdi, dönemin İstanbul Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ı hazırlamaya başladı. Arkasından ‘24 Ocak Kararları’nın sahibi olan Kemal Derviş’i göndererek Ecevit hükümetini devirdiler. AKP ile eş başkan Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıdılar ve suyu yoluna koyan görünmeyen hükümet 2003’de BOP girişimini başlattı. ‘’Yeni dünya düzenini ben kuracağım, benim ile gelen payını alır’’ sloganı ile ortaya çıktı. Ardından ‘’Saddam kimyasal silah ile dünyayı tehdit ediyor’’ gerekçesi ile 10 Mart 2003’de Saddam’ı vuracağını açıkladı. Böyle bir müdahaleyi ancak BM yapabilirdi. Çünkü dünyanın düzenini sağlayan karakol BM’dir. Dünyayı böyle bir tehlikeye atan ülkenin sorununu, silahlı kanadı olan NATO gücünü göndererek çözer. 20 Mart 2003’e kadar ABD’ye ‘bekle, ben sorunu çözerim’ derken, ABD bu kararı tanımadı ve aynı tarihte Irak’ı işgal etti. Bu tarih yeni dünya düzeninin başlangıcı olacaktı. Bu işgal AB’yi ve BM’yi parçalarken, dünyada da yeni müttefikleri oluşturdu

a) ABD ve İngiltere’nin başını çektiği, Irak işgaline katılan grup
b) Almanya ve Fransa’nın başını çektiği, Irak işgaline katılmayan grup
c) ŞİÖ (Şangay İşbirliği Örgütü)

Fas, Tunus, Cezayir ve Libya’dan sonra Irak işgali ile ‘Arap Baharı’ adım adım ilerlerken, diğer yandan Batıda Kuran’lar yakılıyor, Hz.Muhammed’in karikatürleri yapılarak alay ediliyor ve ‘’Büyük Asya Projesi’’nin patronları, arka arkaya şu açıklamaları yapıyordu.

– ‘’Tek Dünya düzeni ister istemez kurulacaktır, tek sorun bu sonuca güzellikle mi, yoksa zorla mı ulaşılacağıdır’’ –James Paul Werburg- (bkz.http://www.millicozum.com/mc/kasim-2004/deccalin-sovalyeleri).

– ‘’Tek bir dünya devleti oluşturduğumuzda modern dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendilerini yönetme hakkı, artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan elit otoritesi altına girecektir.’’ –David Rockofeller-‘’(bkz. http://blog.milliyet.com.tr/gizli-orgutlerin-ortak-hede…/…/… ).

– “ABD’nin misyonu ulus devletleri gömmek, halklarını daha küçük birimlere bölerek yaşatmaktır. Gelecek Amerika’nın mıdır? Yeni dünya düzeni Amerika İmparatorluğu ve tüm insanların rakip olmadığı evrensel düzenin adıdır.’’ –R. Strausz Hupe- (bkz.http://huseyinguzel.blogcu.com/emperyalizmin-amaci…/13788667).

Batı bu gelişmeleri yaşarken Tayyip, ‘’bu bir medeniyetler buluşması, ben Ortadoğu’nun eş başkanıyım’’ diyerek, yüz yıllık dostlukları bir kenara itip, Suriye işgali için efendilerinin talimatını yerine getiriyordu. Fakat Suriye işgali başlamak üzere iken kurbağa gözünü açtı. Putin; ‘’bu bir haçlı seferidir, biz Çin’i yanlış tanımışız’’ diyerek Karadeniz’de Çin, Kazakistan ve Rusya’dan oluşan üçlü tatbikatı başlattı. Bu tatbikat, üç guruba bölünmüş dünyaya, ayrı ayrı mesajlar veriyordu (http://www.tarafsizhaber.com/…/dr-mehmet-hakan-saglam-batil…). Bu, birinci guruba bir gövde gösterisi, ikinci guruba uyarı, gurupların dışında kalan ve stratejik önem taşıyan ülkelere de ‘’gözünüzü açın’’ mesajı idi. Söz konusu tatbikat ile Suriye işgalinin yolunu kapayan ŞİÖ, bedelini Rusya üzerinden Ukrayna ve Kırım ayaklanmaları ile ödüyordu. Bu saldırıları da ŞİÖ nezdinde bertaraf eden Putin, Batı emperyalizmini bunalımdan bunalıma sürüklemeye başladı. Bunalıma düşen emperyalizm, çareyi iç ayaklanma ve Sünni radikal İslam örgütlerini, Alevi Esad’ın üzerine kışkırtmakta buldu. İç ayaklanmanın temsilcisi olarak seçilen SUK ‘’Suriye Ulusal Koalisyon’’, eş başkan Tayyip tarafından İstanbul Maltepe’de, ÖSO ise Antakya’da kuruldu.

Destekçileri; PYD, El-Nusra ve el altından PKK İdi. Esad’a karşı bunlar yetersiz kalınca, 1500’e yakın radikal örgütleri Suriye üzerine göndermek için Ortadoğu’da toparladılar. Toparlanan ruh hastalarının finansmanlarını Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve BAE üstlenirken, silahlarını da İsrail ve ABD tedarik ediyordu. Tarihte benzerine rastlanmayan iğrenç saldırılara rağmen Esad devrilmedi. Dünyada yapılan 3.Devrimi (elektronik) de kaçıran Batı emperyalizmi, pazarı Çin’e kaptırınca bölgesel kontrolü elinden kaçırmaya başladı.

Boşluktan yararlanan PKK güç kazanmaya, 1500’e yakın ruh hastaları kontrolden çıkmaya başlarken, Esad direndikçe Tayyip kuduruyor, güvendiği efendilerinin elinden bir şey gelmeyeceğini ve piyon olarak kullanıldığını anlayınca, bölgedeki ruh hastası örgütlerden bir kısmını yanına alarak bir kısmına da el altından yardım ederek, ‘’RABİA’’ işaretini yapıyordu. Bu şu anlama geliyordu; ‘Gülen ile birlik olarak beni kullandınız, ya ben ya Gülen’ kozunu masaya sürerek, Süleyman Şah rolüne soyunmak. Yıllar önce planlanan ve bunun için Gülen okullarına ve Zaman Gazetesi’ne para akıtılarak ‘ılımlı islam’ yatırımı yapan ABD, Tayyip’in blöfü ile bunları çöpe atamazdı. Bu nedenle 17 – 25 Aralık operasyonu düzenlendi ve ABD Gülen’i tercih etti. 10 yıllık ortaklık bir günde yok oldu. Efendiler ve işbirlikçiler birbirine düştü. Böylece bölgede radikal örgütler, (PKK’dan sonra Tayyip de kontrolden çıkınca) ABD ve İngiltere kısmen geriye çekilmeye başladı.

Karşılıklı restleşme (blöf) yeniden başladı. Tayyip ŞİÖ’nün ve Almanya’nın kapılarını çalarken, ABD de İran’ın kapısını çalmaya, Mısır’da iktidardan indirdiği Sisi’yi yeniden iktidara getirmeye, yani alevi cemaat ile görüşmelere başladı. İkisinin de kapılar suratına kapanınca; Tayyip, Barzani ve PKK ile ilişkileri sıklaştırdı. ABD ise radikal grupların bağımsız örgütlenmeleri için, yıllardır hapishanelerde yetiştirdiği Bağdadi’ye yol verdi. Bunu bir fırsatmış gibi gören Bağdadi, ruh hastalarından oluşan örgütlerin büyük bir bölümünü IŞİD altında toparlayarak halifeliğini ilan etti. Bu bir emperyalist yönlendirme idi ama Bağdadi bundan habersizdi. Emperyalizm böylece bir taş ile üç kuş vuracaktı.

1.Kontrolden çıkmış olan PKK ve uzantısı PYD, AKP ve IŞİD’ı tekrar kontrol altına almak.

2.Müslümanları müslümanlara kırdırmak.

3.BOP’u hayata geçirirken devre dışı bıraktığı BM’yi yeniden toparlayarak yeni müttefikler oluşturmak ve devreye sokmak.

Tüm bunların hayata geçmesi için önce Ortadoğu’da eş başkan Tayyip’in, Katar hariç tüm destekçilerini devre dışı bıraktı. AKP’yi bölgede yalnızlaştırdı. Arkasından IŞİD’in bölgede sınır tanımaz, insanlık dışı kelle kesme eylemlerine seyirci kalarak KOBANİ’ye gelmesini sağladı. Kobani’ye geldiğinde PKK ve PYD’nin gücü kırılmaya başlayınca, dünyayı ayağa kaldırarak ‘IŞİD benim sorunum değil, BM’nin sorumluluğundadır’ demeye başladı ve BM’yi yeniden toparladı. Yeni müttefikleri 40 ülke ile oluşturdu. Putin ile ters düştü, Putin’e yaptırım kararı çıkartırken, AKP’ye de ‘’yabancı asker yetiştirmek’’ için teskereyi çıkarttırdı. 40 ülkeden oluşan yeni bir haçlı seferi başlatarak IŞİD’in üstüne seferber etti. Amaç IŞİD’i kontrol altına almaktı. Ama iş işten geçmiş, cehennemin kapıları ardına kadar açılmıştı. Çünkü Tevrat’a göre iki nehir arası ve iki nehrin birleştiği havza ‘’vaad edilmiş topraklar’’ idi. IŞİD’e göre ise aynı bölge, ‘’kıyametin gerçekleşeceği yer’’ idi.

IŞİD’e göre, 80 ülkeden ordular gelecek, Müslüman ordusu ile Halep ve Azra arasındaki Mercidabık ve Hatay Amik Ovası arasında bir yerde karşılaşacaktı. Yine Bağdadi, hadis yorumunda “bu karşılaşmada İslam ordusunun üçte biri kaçacak, üçte biri şehit düşecek ve geri kalanlar gâvur ordularını yendikten sonra, İslam orduları İstanbul’a gelerek buradan dünyaya yayılacak, sonunda Şam’a yürüyecek, Emevi Camisi’nde mehdinin gelişini bekleyecek. Bize karşı kurulan 80 ülkenin katılacağı koalisyon bunun kanıtıdır’’ diyor ve devam ediyordu; “Fırat kutsal bir nehirdir. Kıyametin yaklaştığı dönemde nehir suları çekilecek ya da havza değişecek ve bunun sonucu olarak, altınlar ortaya çıkacak. Bu altın için insanlar birbirlerini boğazlayacak, 100 kişiden 99’u ölecek, kalacak olan bir kişi ‘Halife Bağdadi’ olacak, o da mehdinin gelişini bildirecek. IŞİD’e göre bu yerler Fırat’ın doğduğu Anadolu toprakları ile Suriye’nin Cerap, Ayn-el Arap (Kobani) ve Rakka kasabasını da içine alıyor. Bu nedenle IŞİD’in büyümesinin önüne geçilemiyor, hem AKP hükümeti hem de ABD ve işbirlikçileri ile istediği gibi oynuyor. Hatırlarsak, Osmanlı’nın parçalanması için hazırlanan Sykes-Picot antlaşmasına göre buraya bir ‘’Kürdistan’’ kurulacaktı (16 Mayıs 1916).
Eşi benzeri görülmemiş bir yıkımdan sonra kanlı baharın ağzı kan kokan emperyalistleri ve işbirlikçiler ganimet bölüşümü için birbirlerine düştüler ve birbirlerini suçlamaya başladılar.

Böylece hem emperyalistler, hem de işbirlikçiler arasında ayrılıklara uzanacak çatlaklar oluştu. Bu çelişkilerin çözülmesi için önce restleşme ve gövde gösterileri başladı. AKP Zaman Gazetesi operasyonunu gerçekleştirdi. Suriye’ye muhalif örgütlerin komutanlarını (100 kadar) Gaziantep’te bir araya getirerek, “Devrim Komuta Konseyi’’ adı altında güçlerin birleştirilmesini istedi. ABD ise önce Ortadoğu’da (Katar hariç) AKP’yi destekleyen tüm ülkeleri AKP’den uzaklaştırdı. IŞİD’e tüm destekleri Türkiye üzerinden AKP’nin yaptığını açıklamaya ve açıklattırmaya başladı. Böylece bir anda Doğu – Batı arasındaki çelişki, yerini, emperyalizm ile işbirlikçileri arasındaki çelişkiye bıraktı. Bu da doğu temsilcilerinden biri olan Putin’in Ankara’ya gelmesine yol açtı. Çünkü Erdoğan ABD’yi, ‘Suriye’ye girerim’ diye tehdit ediyordu. Bu da üçüncü dünya savaşının başlaması demekti. Bu yüzden Putin, Papa ve Biden aynı günlerde Ankara’da idiler. Papa ve Biden son uyarılarını yaptıktan sonra, Tayyip’in tek dostu kalan Tamim, Ankara’ya geldi. Ankara’ya ABD’nin son mesajını getiren Tamim, ‘’Erdoğan, kusura bakma ama bu saatten sonra ben de yokum’’ diyerek Ankara’dan ayrıldı.

Dünyada ve özellikle de Ortadoğu’da, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı bir sürecin içerisindeyiz. Bu kaostan en karlı çıkan şu anda IŞİD. Nedeni ise, hem Batı emperyalizminin hem de eş başkanlık döneminde AKP’nin tüm pisliklerini o biliyor.
Daha önce BMGK toplantısı ile 60’a yakın IŞİD karşıtı koalisyon güçleri başarılı olamayınca, yeni koalisyon ve Orta Doğu’ya daha önce götüremediği AB ülkelerini götürmek ve Tayyip ile yeniden uzlaşma yolunu açmak için Fransa’da eylem gerçekleştirildi.

22 Ocak’ta Londra’da ev sahipliğini ABD Dışişleri Bakanı Kerry ve İngiltere mevkidaşı Philip Hammond’un yaptığı ve aralarında Türkiye’ nin de bulunduğu 24 ülkeden oluşan IŞİD karşıtı koalisyon bunun meyveleridir.

Dünyada ve ülkemizdeki gelişmelerin özeti bu. Bu gelişmeler de gösteriyor ki, dünyanın en tehlikeli ve pimi çekilmiş bomba gibi ne zaman patlayacağı belli olmayan tek ülkesi Türkiye.
Peki; durum böyle iken, ‘akıl tutulması’ içerisinde olan halkımız, içinde bulunduğu koşullardan nasıl kurtulacak? ‘1920 yıllarında boynumuza boyunduruk vuramadınız, gelin şimdi vurun’ mu diyecek? Yoksa silkinip ayağa mı kalkacak?

Mustafa Kemal; ‘Bu Türkiye’ nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir’ diyerek kurduğu Türkiye Cumhuriyet’ini gençliğe emanet ederken şunları söylüyordu: ‘Bu sistemi koruyamazsanız, yüz kat daha güçlenerek gelecek ve elinizden alınacaktır’.

Gün o gündür. Ordularımız dağıtılmış, kalelerimiz cebir ve hile ile ele geçirilmiş, iktidara sahip olanlar gaflet, delalet ve ihanet içindedirler.

Bu nedenle; biz MAVİ GÜNEŞ’in çocukları, ‘’Bağımsız Cumhuriyet Partisi’’ çatısı altında; ‘’YA BİR YOL BULUNUR, YA DA BİR YOL AÇILIR’’ sloganıyla Atatürk’ün izini sürerek, bağımsızlık için yola çıktık.

Bizim söylemimiz bu iken, düşman ne diyor; ‘Bize karşı çıkan devletleri komşuları ile birbirine düşürecek durumda olmalıyız. Ancak, eğer karşı çıkan devlet ve komşuları birlik olarak bize karşı çıkarlarsa, o zaman dünya savaşı çıkaracak güçte olmalıyız. –Siyonist Protokol/7-

(http://www.google.com.tr/url…)

GENEL SEKRETERLİK
Bağımsız Cumhuriyet Partisi