Günlük arşivler: Mart 2, 2015

SİBER İSTİHBARAT DOSYASI /// Harbin Beşinci Boyutunun Yeni Gereksinimi : Siber İstihbarat

Harbin Beinci Boyutunun Yeni Gereksinimi.pdf

HRANT DİNK DAVASI /// ZAMAN GAZETESİ : Hrant Dink suikastında MİT’çiler de oradaydı

‘Kördüğüm’ adlı kitabında Dink cinayetinin perde arkasını aralayan Bayram Kaya, “Bir dönem olayın derin bağlantıları olduğunu belirten hükümet, bugün olayı paralele bağlama telaşında. Bu bile olayın aydınlığa kavuşamayacağının göstergesi.” diyor.

Gazeteci Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde İstanbul’da Agos Gazetesi’nin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Olaydan sonra 17 yaşındaki Ogün Samast, kendisine yardım ve yataklık ettiği belirlenen Yasin Hayal ve bir dönem emniyette muhbir olarak görev yapan Erhan Tuncel tutuklandı. Ancak eylemin arkasındaki derin güçlerle ilgili kapsamlı bir çalışma ortaya konulamadı. Gazeteci-yazar Bayram Kaya tarafından kaleme alınan, Öteki Adam Yayınları’nda çıkan “21 numaralı suikast yolcusu- Kördüğüm” isimli kitap, Dink cinayetinin perde arkasını sonuna kadar aralıyor.

Dink cinayeti, üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen bir türlü aydınlatılamadı. O yüzden mi kitabınızın adı ‘Kördüğüm’?

Evet. Olayın üzerinden 8 yıl geçti ancak bir arpa boyu bile yol alınamadı. Cinayet işlendiğinde soruşturma nerede ise şimdi de aynı yere geldi. Cinayetle ilgili olarak sadece katil Samast ve tetikçileri Hayal ile Tuncel’in adı geçiyor. Hiç kimse sormuyor. Samast’ı olay yerine getiren istihbaratçılar hangi kurumda görevli? Bu kişiler neden soruşturma dosyasına şüpheli olarak girmedi? Bir dönem olayın derin bağlantıları olduğunu belirten hükümet, bugün olayı paralele bağlama telaşında. Bu bile olayın aydınlığa kavuşamayacağının en bariz göstergesi.

HÜKÜMET, DİNK CİNAYETİNİ KARARTMA PEŞİNDE

Dönemin Başbakanı Erdoğan, Dink’in öldürülmesini ‘kanlı bir provokasyon’ olarak nitelendirmişti. Ancak Aralık 2014’te Hizmet Hareketi’ni hedefe alarak ‘Paralel yapının eline kan bulaştı.’ dedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Dönemin Başbakanı bu olayın aydınlatılması için dönemin İstihbarat Başkanı Ramazan Akyürek ve MİT Müsteşarı Emre Taner’i özel olarak görevlendiriyor. ‘Ucu nereye varırsa varsın bu olayı aydınlatın.’ diyor. Ancak olayın ucu derinlere ulaşınca hükümet geri adım atıyor ya da attırılıyor. Lafı eğip bükmeye hiç gerek yok. Dink cinayeti derin devletin bir cinayetidir. Siz isterseniz buna Ergenekon deyin, isterseniz de Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın planlı bir cinayeti deyin. Bu olay, devlet aklının 2004 yılında planladığı 2007 yılında ise uygulamaya koyduğu stratejik bir cinayettir. Bu olaydan devletin haberdar olmaması söz konusu olamaz. Kaldı ki hükümet Dink cinayetinin tam olarak ortaya konulması için gerekli özveriyi göstermedi. Gösterseydi bazı istihbarat kurumları koruma zırhına bürünmezdi.

Kitapta Dink cinayetinde kamu görevlilerinin ihlallerine geniş yer vermişsiniz. Dink’in öldürüleceği yönündeki uyarı yazısı teyit edilmediği için mi koruma işlemi devreye sokulmuyor?

Dink cinayetinde ciddi bir ihmal ve kusur söz konusu. 2006’da uyarılmasına rağmen İstanbul Emniyeti ya uyuyor ya da gözünü kapatmayı tercih ediyor. Bu kadar net bir bilgide Emniyet’in gerekli korumayı alması gerekirdi. Bunun için Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ya da bakanın iznine ihtiyaç yok. İstanbul Emniyet Müdürü’nün küçük bir girişimiyle Dink’e koruma verilebilirdi. Ancak Dink’e koruma verilmesi bir yana devletin valisinin makam odasında gazeteci tehdit edildi. Bu bile devletin Dink’e bakışını net olarak ortaya koyuyor. Ayrıca dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç ve Faruk Sarı da şüphelilerle ilgili olarak gerekli incelemeyi yapmamıştır. Kaldı ki Dinç, halen İstihbarat Dairesi başkanı olarak görev yapıyor. Bu görevlendirme bile hükümetin Dink cinayetine bakışını gayet net özetliyor.

Cinayet, Akyürek ile Yılmazer’in üzerine yıkılmak istendi

Özellikle iki isme dikkat çekmek istiyorum; istihbaratçı Ramazan Akyürek ile Ali Fuat Yılmazer. Dink cinayeti bu iki ismin üzerine mi yıkılmak isteniyor, o yüzden mi İstihbarat Dairesi hedef haline getiriliyor?

Ramazan Akyürek ve Yılmazer’e bir dönem özel görevler verenler, onları el üstünde tutanlar, bugün onlara operasyon yaptırıyor. Dink cinayeti kasıtlı olarak Akyürek ve Yılmazer’in üzerine yıkılmak istendi. Çünkü o dönemde İstihbarat Dairesi başarılı bir şekilde Ergenekon operasyonlarını yürütüyordu. İki isim hedef haline getirilerek hem Dink cinayeti üzerine yıkılmak istendi, hem de operasyonlar sekteye uğratıldı. Bu operasyonda bazı bakanların da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü birileri, Akyürek’in Cemaat’e yakın olduğu iddialarından dolayı sürekli kendisini görevden almayı istedi. Dink cinayeti sonrasında da eline ciddi bir koz geçti. Hazırlanan Başbakanlık Teftiş Kurulu raporlarından sonra da iki ismin ipi çekildi. İki isim etkisiz hale getirildikten sonra da İstihbarat Dairesi’nde ve şubelerde ciddi tasfiyeler yapıldı.

Kamuda soruşturmaya tabi tutulan pek çok ismin farklı gerekçelerle görevlerinde yükseldiğini görüyoruz. Soruşturmalar sonrasında bazı kişiler bilinçli olarak dosya dışında tutuluyor. Bu konuyu biraz açar mısınız?

Burada İstihbarat Dairesi Başkanı Engin Dinç’in adı ön plana çıkıyor. Çünkü yardımcı istihbarat elemanı Erhan Tuncel, Dinç’in onayı ve talebiyle eleman olarak emniyete alınmıştır. Kendisi ile de yaklaşık iki yıl çalışmıştır. Bu sürede Tuncel ile Dinç arasında özel bir ilişki olduğunu görüyoruz. Zaten Tuncel, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne bununla ilgili bir mektup gönderiyor. Şimdi Dinç’in altındaki adamları tutuklanıp cezaevine konuluyor. Ancak Dinç ifadeye bile gönderilmiyor. İçişleri Bakanlığı neden Dinç’i savcılığa göndermiyor? Neden çekiniyor acaba? Cinayetin yaşandığı dönemde vali olarak görev yapan Muammer Güler önce milletvekili ardından bakan yapıldı. Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah da vali yapılarak bir nevi terfi ettirildi. İşte AKP’nin Dink cinayetine bakışı bu kadar net!

Rapordan Mit’le ilgili kısımlar çıkartıldı

Kitabınızda çok özel bazı görüntülere de yer vermişsiniz. Bu görüntüler de Samast’ın cinayetten önce yalnız olmadığını gözler önüne seriyor. Neden soruşturma dosyalarında bu kişilerin adları ve bağlantıları yer almıyor?

Kitaba koyduğumuz görüntüler gerçekten de çok özel. Benim edindiğim bilgilere göre Samast’ı olay yerine 5 istihbarat mensubu getiriyor. Bunların Jandarma ve MİT mensubu oldukları yönünde bazı bilgilere ulaştım. Bu şahısların bırakın dosyada şüpheli olmasını, adlarını ve sanlarını dahi göremezsiniz. Cinayet anındaki görüntüleri sildiğini sananlar bu kişileri korumak istiyor. Ancak görüntüleri silen devlet memuru ile ilgili bir işlemin yapılmaması da çok manidar.

Dink cinayetinde jandarma ayağı tam olarak aydınlatılmıyor. Sizce Trabzon Jandarma Alay Komutanlığı ile MİT İstanbul Bölge Başkanlığı neden olayın dışında tutulmaya çalışılıyor?

MİT’in Müsteşarlık, İstanbul ve Trabzon Bölge Başkanlığı’na girilmeden Dink cinayetinin perde arkasını göremezsiniz, çözemezsiniz. Çünkü olayın perde arkası orada gizli. Kaldı ki dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de mevcut Devlet Denetleme Kurulu (DDK) raporunda bazı değişikliklerin yapılması talimatını vererek olayın aydınlatılması yönünde gerekli özeni göstermemiştir. Zaten Jandarma ile ilgili tek kelime bile etmeye gerek yok. Jandarma bildiği bir cinayeti kamuoyundan saklayarak büyük bir skandala imza atmıştır. Ardından da sahte raporla olayın üzerini örtmeye çalışmıştır.

Altını çizerek vurguladığınız bir bölüm var; dönemin Cumhurbaşkanı Gül tarafından, Devlet Denetleme Kurulu raporunda MİT ayarı yapıldığına dair. Raporda MİT ile ilgili kısımlar neden çıkarılıyor peki?

Aslında Gül, Dink raporunda 7 Şubat krizine kadar ciddi destek vermiştir. Ancak 7 Şubat’ta Hakan Fidan ile birlikte bazı MİT mensuplarının ifadeye çağrılmasından sonra geri adım atmıştır. Özellikle de Fidan’ın bazı talepleri sonrasında da rapordaki MİT ile ilgili kısımlar çıkarılmıştır. Zaten rapordan MİT kısmını çıkardığınızda ortaya kuşa dönmüş bir rapor çıkıyor. Cinayetle ilgili MİT’te herhangi bir inceleme yapmadığınızda başladığınız aynı noktaya dönmüş oluyorsunuz.

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : Tavistock Institute (TOTAL PART 2)

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=9NEpsf25Tgs&feature=youtu.be

https://www.youtube.com/watch?v=VN6PnNOqW9I&feature=youtu.be

GÜNDEM ANALİZİ /// İSMAİL HAKKI PEKİN : YAŞAR BÜYÜKANIT’I VE İLKER BAŞBUĞ’U UYARDIM

Balçiçek İlter’in konuğu; eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı, Vatan Partisi Genel Başkan Yrd. İsmail Hakkı Pekin

İsmail Hakkı Pekin… “İnternet Andıcı’’ davasından 2011 yılında tutuklandığında, Ağustos 2007’den beri Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı’ydı. Ağustos 2013’e kadar cezaevinde kaldı. Davası Yargıtay 16. Daire’de sürüyor. İçerideyken emekli olan Pekin, şimdilerde Doğu Perinçek’in Vatan Partisi’nde genel başkan yardımcısı. Pekin ile Pazartesi Sohbeti’nin önemi büyük. Görev yaptığı dönemde ülkeyi sarsan olaylarla ilgili bu seviyede bir yetkili ilk kez konuşuyor.

-İstihbaratın başındasınız, sonra içeride…

Kabullenmek zor. Çok iyi bir mevkideydim. Geleceğim açıktı. Kuvvet komutanı olabilirdim. Genelkurmay Başkanlığı şansım bile vardı, terfi sırasına göre.

-Hayaliniz o muydu?

Genelkurmay Başkanı olma hayalim vardı.

-Siz kendi kendinize Zekeriya Öz’e ifade vermişsiniz…

Başka bir iş için oradaydım. “Gelmişken ifadenizi alalım’’ dedi, avukatsız ifade verdim. Yanlışmış tabii. İnsanları korkutmak ve ezmek isteyen biri. Tavrı öyleydi. Tepede oturuyor, elinde puro, “Bu sizin vazifeniz mi?”, korkunç bir üstten bakan tavır vs… Rahatsız oldum, ifade verdim.

İnternet Andıcı Genelkurmay’ın görevi mi?

Evet. Üstelik bu andıç hem Ömer Dinçer’in hem de Başbakan’ın genelgeleriyle yapıldığını söyledim. İfademden 1 hafta sonra o genelgeler yürürlükten kaldırıldı.

‘İNTERNETTEN YAYIN GÖREVİNİ MGK VERDİ’

-Genelgede Başbakan size “İnternetten andıç yayınlayın” mı diyor yani?

İnternetten yayın yapmak için MGK veriyor görevi. Dini gruplara karşı, örneğin Fethullahçılara karşı “Şu şu önlemler alınacaktır ve şu yayınlar yapılacaktır” diye… Görevi alan Genelkurmay Başkanı da Bilgi Destek Dairesi’nde internet üzerinden bu yayınları yapıyor. Hem siyasi hem de Ermenilere karşı yayınlar var.

-Hangi Ermenilere karşı?

Asılsız Ermeni iddialarına karşı, Gülen ve Kuloğlu grubu vs. Bunlara karşı. Çünkü TSK personelini alıp eğitiyorlar. Oraya gidip gelenler var. Takip ediyoruz.

-Kim takip ediyor?

Başbakanlık Takip Komisyonu kurulmuş 28 Şubat’tan sonra ve yanında bizlerden de adamlar var, her ay toplantılar yapılıyor. Başında da Ömer Dinçer var. O toplantılarda, Milli Eğitim’de ve TSK’da neler olmuş, irticai faaliyetler var mı yok mu, orada konuşuluyor.

‘HATA DA YAPMIŞIMDIR AMA ŞEYHLERE BİAT EDENLER VARDI’

-Kararlar?

Bu toplantılarda kararlar alınıyor, yazılıyor ve ilgili yerlere götürülüyor. İlgili kurumlardan da cevap alınıyor. 2007’den sonra görev aldım. 2008’den itibaren bu toplantılar seyrelmeye başladı. Sonra kaldırıldı. 28 Şubat’la ilgili kararlar kaldırılmadığı halde toplantılar iptal edildi. 2009’dan sonra emniyetten ve MİT’ten Fethullah Gülen ve diğer cemaatlerle ilgili bilgiler gelmemeye başladı. Önce polis kesti, sonra MİT. O zamanlar Askeri Şûra’da bu tip adamları atma konusunda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda Personel Daire Başkanlığı yaptım, Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı yaptım, yaklaşık 7 yıl bu tip adamları getirdim… Abdullah Gül ve Vecdi Gönül şerh koydular ama ona rağmen insanlar atıldı.

-“Bu tip adamlar” derken?

Gülen ya da başka cemaate girmiş, orada olduğu tespit edilmiş insanlar.

-Genelkurmay “muhafazakâr asker’’ ayrımını hakkaniyetli yaptı mı sizce?

Kurunun yanında yaş da yandı mı? Zaman zaman oldu. Açık, net.

-Siz hata yaptınız mı?

Yapmışımdır. Acayip ihbarlar alıyorduk. Adam cuma namazına gidiyor diye ihbar ediliyordu örneğin. Bunun dışında cemaat şeyhlerine biat edenler vardı.

“ÇİÇEK ‘HAYIR’ DEDİĞİNDE BİTTİ”

-Bir insan hem asker olup hem de bir cemaate üye olamaz mı?

Olamaz. Kendini o şeyhe adamıştır çünkü. Suçsuz insanlar da atılmış olabilir, “Her şey doğrudur” diyemem. TSK içine sızmış olayları biz kendimiz hallediyorduk ama dışarıdaki olayları MİT bize nasıl bildirirse o şekil algılıyoruz. MİT’in eğilimi neyse, o oluyor. Zaten ben 2007’den sonra işte “Şu kurmay albay Fethullahçıdır, bilgi verin!’’ diye yazıyorum, ama MİT’ten cevap alamıyorum.

‘TANER, ‘PAŞAM ARTIK BU İŞLE UĞRAŞMAYIN’ DEDİ’

-Yani 2008’den sonra siz atmak istiyorsunuz ama atamıyorsunuz…

Evet aynen öyle. Bilgi akışı kesildi. MİT Müsteşarı Emre Taner’e endişelerimi dile getirdim, “Bilgi alamıyorum” diye, “Çok uğraşıyorsun Fethullah Gülen ile, yaşlı bir adam, isterseniz tanıştırayım, zarar gelmez’’ dedi. Taraf Gazetesi çok üzerimize geliyordu, onun kaynağını bulmak için yine gittim. İçeriden de “hain’’ler vardı tabii.

-Taraf’ın haber kaynağını bulmak için mi? Siz mi karar verdiniz buna?

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ istedi, öyle gittim. Emre Taner “Paşam artık bu işle uğraşmayın, altından kalkamazsınız’’ dedi, aynen ilettim. 2008’de ilk tutuklamalardan hemen önce İlker Paşa’nın Genelkurmay Başkanı olmasına 1.5 ay vardı, Büyükanıt’a çıktım, bazı duyumlar aldığımı söyledim. İlker Paşa’ya yönlendirdi beni, ona da gittim anlattım. “Bu konuya bizim mahkemeler baksın” dedim. “TSK yıpratılacak” dedim.

-Ne cevap aldınız?

Kabul etmedi. “Biz bakarsak farklı olur” dedi. Zaten o toplantıda 4 kişiydik. Bence Genelkurmay Başkanlığı engellenecek diye adım atmadı. Alınması gereken tedbir oydu. Biz kendi soruşturmamızı kendimiz başlatmalıydık. Hatta bana kızdı ısrar edince, kuvvet komutanı ve 2 kişi daha vardı, “Oylama yapalım o zaman” dedi. Ben kaybettim tabii. Başbuğ Paşa hem bu gidişatı engeleyebilirdi hem de halka daha iyi anlatabilirdi.

-Başbuğ ile sonra görüştünüz mü?

Başbuğ General’imle cezaevinde görüştük sonra, 2010’da beni önüm açılsın diye terfi ettirmemişlerdi, onu hatırlattı, “Senin de terfine mani olduk’’ dedi.

-Büyükanıt ve Dolmabahçe konusu hakkında bir fikriniz var mı?

Tahminim şu, kendisiyle ilgili değil, paraya pula değer vermez. Kendisiyle ilgili “Sen bunları koruyorsun ama bu adamlar senin kuyunu kazmışlar’’ gibi birtakım iddialar konulmuş olabilir. 2010 yılında önü kesilmeye çalışılmıştı ama yapılamadı. Rakipleri diğer orgeneraller vardı. Ya da 27 Nisan bildirisinden hemen önce nasıl bir Cumhurbaşkanı istediğine dair bir açıklama yayınlamıştı, onun sözü de verilmiş olabilir.

-27 Nisan muhtırası AKP’ye mi yaradı?

Evet. Cemil Çiçek “Hayır” dediği anda o iş bitmişti. Bir şey verdiğiniz zaman arkasını getireceksiniz.

-Darbe mi yapsaydınız yani?

Onu diyorum ya, “Hayır” denilince elinize silah alıp basacak mısınız yani? O muhtıra, AKP için değil de emekli orgeneralleri memnun etmek için yazıldı. Telkinler sonucu. Önce 2. başkan, ardından genel sekreter, basın halkla ilişkiler görür. Kimse mi söylemedi yanlış olacağını bu işin? Bakın bunlar eski refleksler, aynısını İlker Paşa’da da gördük, Trabzon’daki demeci anımsayın. Kızması, bağırması. Bunlar eski âdetler. TSK’nın eskiden bir caydırıcılığı vardı, insanlar korkuyordu darbe yaparlar diye. Ama artık öyle değil. Üstelik başta Tayyip Erdoğan olmak üzere, siyasiler komuta kademesini tanıdılar, ne yapabileceğini ne yapamayacağını gördüler. Ayrıca ne ihtilali? İnsanların ihtiyaçları farklı. Kimseye yutturamazlar esip gürlemeyi. Kimse dikkate almadı, almaz.

-“İçeride hainler vardı” dediniz.

Evet her şey sızıyordu. Örneğin ben “katsayı’’ konusunda bir bilgi notu hazırlamışım, o bile sızdı.

-Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın okullardaki katsayıyla ilgisi nedir onu anlamadım ben, sizin işiniz mi bu?

İşimiz değil tabii. Ama bilgi vermek de lazım. Bizim ana görevimiz stratejik istihbarat yapmaktır, ayrıca o dönemde terörle mücadele bizde olduğu için PKK ile ilgili bilgi toplamak.

-Katsayı var, cemaatler var, Ermeniler dediniz, bunları niye inceliyorsunuz peki?

Bunlar istihbarata karşı koymak kavramında incelenen durumlar.

‘BAŞBUĞ BİLE ENDİŞELENDİ KOLTUĞUNDAN!’

-Fişlemeler?

Eee yaptık tabii. Özellikle 28 Şubat döneminde. Okullardan bilgi geldi. Yanlıştı tabii. Fişleme bizim işimiz değil. MİT’in görevidir o. Biz polis, MİT ve Jandarma İstihbarat’tan, ateşelerden, Türkiye’de yaşayan yabancılardan bilgi alırız.

-İstihbarata karşı koyma boyutu nedir?

İç güvenlik açısından PKK, cemaatler falan incelenir.

-Herkesi inceliyorsunuz, olan bitenden haberdarsınız; TSK’ya yönelik tehditleri nasıl fark etmediniz?

Bu yaşananlar yılların birikimiydi. TSK’da çok büyük sorunlar vardı ve büyük bir kısmının üzeri örtüldü. Terörle mücadele, eğitim konusunda yanlışlarımız oldu. Erler, subaylar ve astsubaylarla ilgili yanlışlarımız var. Terörle mücadelede alınmayan malzemeler var.

TSK‘DAKİ SORUNLARIN FARKINDAYDIM GELECEK KAYGISIYLA SUSTUM’

-Kol kırıldı yen içinde kaldı…

Öyle oldu. Şikâyetler çok birikti. Halının altına süpürüldü, bunlar cemaat ve içeridekilerce kullanıldı.

-“Başbuğ bile endişelendi koltuğundan” dediniz, dolayısıyla büyük bir koltuk kavgası var.

Evet var. İster istemez rütbe ve terfi konusunda herkes birbirini yedi, arkadan işler de çevrildi. Şikâyetler, ihbar mektupları gelir, insanların mezhep farkları ortaya atılır. Hepsi yapıldı. Aileler arasındaki sıkıntılar terfilere yansır.

-“Paşa eşleri etkilidir terfilerde” denilir, doğru mu?

Doğru. O onu beğenmez, bu bunu beğenmez. Eşler, generaller üzerinde etkili oldu. Bunların hepsi kırgınlıklar, sıkıntılar yarattı. Her şey liyakat prensibine göre yapılmadı ve insanlar küstüler. Yurtdışı görevlendirmelerinde de yanlış yapıldı ve birikti. TSK kendi kendini yıprattı. Çürümeler kopuş yarattı.

-O çürümenin ne kadarlık bir parçasıydınız siz bizzat?

Binbaşılığımdan beri işin farkındaydım.

-Neden içinde olmaya devam ettiniz?

Bir meslek seçmişim, ilerlemek istiyorum ve çoğunluğa uydum. Ses çıkaranların neler yaşadığını gördüm, önüm kesilirdi. Ve birçok yerde sustum. Susmak daha kolay galiba. Konuştuğunuz zaman cezalandırılırsınız. Gelecek kaygısı çok.

-Sustunuz, çürümenin parçası oldunuz, kendi deyiminizle fedakârlık yaptınız ama tutuklandınız. Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı olarak neler hissettiniz?

40 yıllık bir hizmet. Üstelik ben Kıbrıs’ta paraşütle atladım, Güneydoğu’da savaştım. Bu ülke için savaştım ben. Önce uykularım kaçtı. Sonra yakalama kararı öncesi bir gece bütün dengem değişti. Doktorumuzu aradım Gülhane’de, 3 gün uyutuldum. Sonra 1 ay kaldım orada. Bir sinir tedavisi gördüm. O zamandan başladığım bütün sinir ilaçlarına devam ediyorum. Çok üzgünüm. Hain ve darbeci sıfatını yedim, çok ağırdı. Bazı ülkelerde insanlar intihar ediyor.

‘BAŞBUĞ PAŞA’MA KIRGINIM, YÖNETEMEDİLER BU KRİZİ’

-Siz öyle bir şey mi yaşadınız?

Hayır ama doktorumun tavsiyesiyle iki tabancamı da Genelkurmay’a teslim ettim. Cezaevinden çıktıktan sonra da hibe ettim. Bir asker için iyi bir duygu değil bu. Bir kılıç, bir silah önemlidir benim için, yıldızlar da öyle… Hiçbir üniformamı almadım. TSK’ya kırgın değilim. Ben bir balıkçının çocuğuyum ve bugünlere getirdi beni, okuttu, eğitti, 3 dil biliyorum. Çok iyi yerlerde çalıştım. Ama komuta kademesine kırgınım. Başbuğ Paşa’ma kırgınım. Yönetemediler bu krizi.

-Yaşananlar için “TSK’ya kumpas kuruldu” diyorsunuz. Peki ya “topraktan adeta fışkıran” mühimmatlar?

Onların hepsi polisin elindeki mühimmatlar. Biz zamanında, özellikle 1994’ten sonra çok yakın çalıştık polisle, özellikle Özel Harekât’la ben de Doğu Bayazıt’taydım. Onların mühimmatlarını biz Kara Kuvvetleri’nden ve jandarmadan verdik. Bombalar roketatarlar, lav silahı vs… Hatta havan da vardı.

-Kaydı yok mu bunların?

Aynı ikmal kademesinde olmadığımız için sarf ederek veririz. Sarf gözüküyor ama poliste. Büyük ihtimalle onlar, bunlar. Polis, aldığına dair belge vermiyor ki…

YARIN: Şah Fırat Operasyonu askeri açıdan doğru mu? – Uludere’de neler yaşandı? – İstihbaratçılar Türkiye’de neler yapıyor? – Silahlara veda çağrısından sonra ne olacak?

BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ DOSYASI /// Mustafa Destici : Süleyman Şah toprağının terk edilmesi büy ük bir mağlubiyet

Süleyman Şah operasyonunu değerlendiren Büyük Birlik Partisi (BBP) lideri Mustafa Destici, "Ricat olduğunu, suç olduğunu iyi bildikleri için de zafer naralarını bir günden fazla atamadılar" dedi.

Büyük Birlik Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Teşkilatı ve Gaziosmanpaşa Alperen Ocakları tarafından ‘Ülkene Sahip Çık’ sloganıyla bir program düzenlendi. GOPARK Tesisleri’nde düzenlenen programa, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin yanı sıra birçok davetli ve partililer katıldı.

"SÜLEYMAN ŞAH TOPRAĞININ TERK EDİLMESİ BÜYÜK BİR MAĞLUBİYETTİR"

Süleyman Şah Türbesinin yeni yapılacağı yeri gördüğünü söyleyen Destici, “IŞİD tehlikesi var diye Süleyman Şah Türbesi’ni oradan aldılar, toprakları terk ettiler ve sınırımızın dibine getirdiler. Yarın PYD bu sefer tehdit ederse, ya da iç savaş biter Esed orda var olmaya devam ederse, ‘çık kardeşim topraklarından. Sen uluslararası hukukça kendine verilen toprağı tek taraflı olarak terk ettin. Burada benim seninle bir anlaşmam yok, al buradan türbeni götür’ dediğinde herhalde Türkiye’yi yönetenler o zaman şunu yapacaktır: Süleyman Şah Türbesi’ni alacaklar ve Söğüt’e getirecekler Ertuğrul Gazi’nin yanına. Ve millete ‘kimsenin yapamadığını başardık ve dedeyle torunu buluşturduk’ diyecekler. Türk milletine de böyle yutturacaklar.” değerlendirmesinde bulundu.

BBP lideri Mustafa Destici, Süleyman Şah toprağının terk edilmesinin büyük bir ricat ve mağlubiyet olduğunu hükümetin de çok iyi bildiğini ve bunun bir suç olduğunu söyledi. Destici, "Ricat olduğunu, suç olduğunu iyi bildikleri için de zafer naralarını bir günden fazla atamadılar." diye konuştu.

"28 ŞUBAT’IN SİVİL AYAĞI DEVAM EDİYOR"

BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, 28 Şubat’ın sivil ayağının ülkede devam ettiğini belirterek, şunları söyledi: “Bundan tam 18 yıl önce cuntacılar, darbeciler milletin iradesini yok sayarak bir ’post modern’ darbe gerçekleştirdiler. Muhafazakar dindar kesimlere karşı bir haksızlık, zulüm furyası başlattılar. Bir dönem Fransız, İtalyan askerlerinin yaptığını maalesef bizim kolluk kuvvetlerimize yaptırdılar. Aynı zamanda sırf imam hatip mezunu diye, babası hacı, sakalı var, namaz kılarken sarık takıyor diye fişlendiler. İş adamlarına iş yaptırılmadı, batırılmaya çalışıldı. 28 Şubat’ın izleri az da olsa bir başka yönüyle hala ülkemizde devam ediyor. Bir başkalarına ilham olmuş, onlar şu anda sivil ayağını devam ettirmeye çalışıyorlar.”

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve HDP’lilerin Dolmabahçe Sarayı’nda yaptığı toplantı ve açıklamalara sert tepki gösteren BBP lideri Destici, "Ne hazin bir tablodur ki, ne acı bir tablodur ki, ne utanç verici bir tablodur ki Türkiye’yi yöneten hem bu iktidar, hem de bundan önceki iktidarlar 30 senede 30 kere bitirilecek PKK’yı bitirmediler ve bu iktidar bu büyük Türk milletine büyük bir utanç yaşatmaya kalktı, onun İmralı canisiyle, terörist başıyla masaya oturdu ve müzakere süreci başlattı. Başından beri şunu söyledik: Terörle, teröristle müzakere olmaz, pazarlık olmaz; mücadele olur. Adam gibi mücadeleni yaparsın, terör örgütüne diz çöktürürsün, elindeki silahı alırsın ondan sonra döner bölgedeki kardeşlerimizin problemleri neyse onu çözersin. Ama sen terörle, teröristle, onun elebaşısıyla pazarlığa oturdun mu onun taleplerini kabul etmişsin demektir" ifadelerini kullandı.

“Çözüm olsa hangimiz karşı çıkarız? Hangimiz barışa, kardeşliğe karşı çıkar?” diye soran Mustafa Destici, “Savaş mı var da biz barış yapacağız? Savaş devletler arasında olur. Bir ülkenin içinden çıkmış asilerle, eşkıyalarla, hainlerle, bölücülerle pazarlık olmaz. Hadleri bildirilir.” dedi.

Hükümetin, çözüm sürecinin ilk başladığı süreçte varılan anlaşmalar gereği PKK’nın silah bırakacağı, sınır dışına çıkacağı ve demokratik siyasete döneceği sözlerini hatırlatan Destici, AK Parti’nin hem iktidarını sürdürme adına hem de PKK’yı meşrulaştırma adına bu süreci millete büyük bir algı ve psikolojiyle sunduğunu dile getirdi. Bugün yapılanın da bundan farkı olmadığını söyleyen BBP lideri Mustafa Destici, PKK lideri Öcalan’ın PKK’ya yaptığı çağrıyı hatırlatarak şöyle konuştu: “Burada bile bir gizli mesaj var. Yani, silahları bırakmak için toplanın kongre yapın demiyor. Stratejik bir kongre yapın diyor. Yani diyor ki; ‘şu anda zaten meşrulaştınız, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenler sizinle pazarlık masasında. İstediklerinizi alacak boyuttasınız. Seçimden önce bunu çok daha iyi iktidardan alabilirsiniz. Stratejik bir kongre yapın ve taleplerimizi daha yüksek bir sesle isteyin ve sıkı pazarlık yapın’ diyor. Nasıl oluyor da Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir taraf, 21. yüzyıl eşkıya sürüleri bir taraf? Bu büyük Türk milletine bir hakaret değil mi, bir utanç değil mi? Ama Türkiye’yi yönetenler bilsinler ki bu utancın sahibi bizler değiliz, bu utancın sahibi sizlersiniz.”

Destici sözlerini şöyle sürdürdü: “Önce Irak’ın kuzeyi özerk hale getirildi. Şimdi Suriye’nin kuzeyinde 3 kanton ve geçici yönetim, daha sonra Türkiye’mizin bir bölgesinden koparılacak bir bölgeyle Amerika’nın şartsız müttefiki olacak Büyük Kürdistan… Büyük İsrail’in yoldaşı olacak bir kukla devletin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) içerisinde olduğu artık gün gibi ortada. Ve maalesef Türkiye’yi yönetenler ya bilerek ya da bilmeyerek, ya gaflet içerisinde ya da ihanet içerisinde bu projeye hizmet ediyorlar. BOP, büyük Türkiye’ye, Orta Doğu’daki bütün Müslüman ülkelere bir ihanettir, ihanet projesidir. Hiçbir Müslüman bu projenin içerisinde yer alamaz.”

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=eaqxlmmyr1I

İSTİHBARAT DOSYASI /// AZİZ ÜSTEL : Abdülhamid Han ve istihbarat

"İstihbarat, devletin bekası için elzemdir, vaz geçilmezdir!”

Yıldız Hafiye Örgütü, Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm’in İstanbul ziyareti sonrasında , Padişaha bir Alman polis müdürü önermesiyle kurulur.

Padişah’ın isteği dış düşmanlarla mücadele edecek bir istihbarat örgütüdür. Bunun üzerine Weiss, Schirman ve Tresco adlarında üç Alman istihbarat uzmanı daha katılır Yıldız Hafiye Teşkilatına.

Padişah Alman istihbaratçıların yanısıra tekke ve tarikatlardan da olabildiğince yararlanır. İstanbul ya da Anadolu’nun en ücra köşesinde küçük bir kıpırdanma olsa anında Yıldız’a iletilir. Aslına bakarsanız Yıldız Teşkilatı büyüyüp geliştikçe, çalışan sayısı arttıkça amacının dışına çıkmaya başlar zaman zaman da olsa. Kişisel çıkarlar ya da husumetler nedeniyle bazı teşkilat üyeleri rakipleriyle ilgili, aslı astarı olmayan bilgiler vermeye başlar; kurunun yanında yaş da tutuşur, yanar.

Aslında 19. yüz yılda yaşanan iç ve dış olaylar sultanı Yıldız İstihbarat Örgütü’nü kurmaya zorlamıştır adeta. Bu örgütle ilgili Abdülhamid Han anılarında şöyle yazar:

“Yabancı devletler kendi çıkarlarına hizmet edebilecek kişileri vezir hatta sadrazam katına çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamaz. Bu yüzden bana bağlı bir istihbarat örgütü kurmaya karar verdim. İşte düşmanlarımın ‘jurnalcilik’ dediği budur.”

(Abdülhamid’in Anıları—İsmet Bozdağ—Kervan Yayınları)

Örgütün üzerinde titizlikle durduğu bir konu da tahta yönelik darbe girişimlerini ortaya çıkarmaktı. Örgüt tahta yönelik darbe girişimlerinin tezgahlandığı, Jön Türk’lerin mesken tuttuğu Londra, Paris, Brüksel, Cenevre ve Kahire’de de çalışmalarını sürdürür.

“Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın sadece basit muhbirlik işleriyle uğraştığını öne sürmek tarihi gerçekleri saptırmaktan öte başka anlam taşımaz. (Enver Ziya Karal—Osmanlı İmparatorluğu) Elbette basit kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnaller de vardır. Ama unutmayın ki, III. Selim Han’ın kurduğu Derin Devlet Yıldız Teşkilatının merkezindedir. Adına Şurayı Devlet denen bu yapılanma günümüz MGK’sı gibi, hiç bir sorumluluk taşımayan ama devlet gemisinin rotasını belirleyen bir kuruluştu. Kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnalleri kısa sürede ayıklamayı öğrendi, öğretti! Bu yola baş vuranlara da ağır cezalar kesti. Şurayı Devlet, gün gelip de Encümen-i Daniş adını alsa da sür-git devletin siyasetini belirledi.

Jurnaller basit ispiyonlar, ihbar mektubları, dedikodular değildi çoğunlukla. Her ne kadar II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, bunların tamamına yakınını İttihatçılar yakmışsa da Başbakanlık arşivinde bunlardan bir kaç tanesini bulmak mümkündür. Paris Sefirliğiyle birlikte Brüksel ve Bern elçilikleri görevini üstlenen Salih Münir Paşa’nın şu istihbarat raporuna bir göz atın hele:

“Osmanlı Devleti Sefareti, Paris 113, Mabeyn Başkatipliği Yüksek Makamına ; Devletli Efendim Hazretleri;

İngiltere’nin uyguladığı genel siyasetle Osmanlı devleti hakkındaki davranış, tutum ve niyetleri konusunda düzenlediğim ayrıntılı raporu arz ediyorum. Bu konuda emir ve ferman zat-ı alinizindir. Temmuz 22, 1903”

Rapor şu cümleyle başlıyor: “İngiltere’nin yürüttüğü siyaset, insaf, samimiyet ve mertlikten tamamen yoksundur.” Ve sömürgeciliğin bir çok devleti boyunduruk altına alarak iliğini emdiğini, İngiltere’nin böylece bir imparatorluk olduğunu ayrınıtlarına girerek, Hindistan’dan Afrika’ya, Çin’e kadar örnekler vererek anlatır. Salih Münir Paşa’nın , İttihatçılarca “safsata, dedikodu” olarak damgladığı bu raporu 30 sayfadır ve günümüz profesyonel istihbaratçılarının bile kolay kolay yazamayacağı kadar bilgi ve analiz yüklüdür. İstihbaratın nasıl toplanacağı, nasıl incelenip düzenleneceği ve nasıl elde edilen bilgi doğrultusunda eyleme geçileceği bu raporda ayrıntılarıyla açıklanmıştır.

Yani Yıldız Hafiye Teşkilatı, Abdülhamid Han düşmanlarının söyledikleri gibi basit bir hafiye örgütü ya da polis istihbarat kuruluşu değildir. O günün koşullarında, yabancı istihbarat kuruluşlarından hiç de aşağı kalmaz. Ne yazık ki, Osmanlı’nın yaptığı her şeyi aşağılamayı huy edinenler ne Abdülhamid Han’ın büyüklüğünü ne de onun yaptıklarının önemini anlayabilirler…

JAPONYA DOSYASI : Japonya kendi CIA’ini kuruyor

İki Japon rehinenin öldürülmesinin ardından, yabancı istihbarat teşkilatlarına bağımlı kalmak istemeyen Japonya, CIA benzeri bir istihbarat teşkilatı kurmaya hazırlanıyor.

IŞİD tarafından öldürülen 2 Japon rehine konusunda CIA’e, MİT’e ve Ürdün istihbaratına bağımlı olduklarını söyleyen Japonya’nın iktidardaki Liberal Demokrat Parti’sinin yetkilileri, bu durumu değiştirmek istediklerini açıkladı. CIA benzeri bir istihbarat teşkilatı kurma amacıyla bir proje grubu oluşturduklarını belirten LDP yetkilileri, "Japonya’ya karşı düzenlenecek bir terörist saldırı karşısında şimdiki hazırlık seviyemiz yeterli değil" dedi.

Japon başbakanı Şinzo Abe, bu ayın başlarında ortadoğu ve çeşitli başka yerlere askeri istihbarat toplama amacıyla ataşe yollayacaklarını söylemiş ve muhalefetin tepkisini çekmişti.

AK PARTİ DOSYASI /// SONER YALÇIN : AKP’NİN KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR

AKP Hükümeti’nin sadece Süleyman Şah Türbesi-karakolunu mu kaybettiğini sanıyorsunuz? Yanılırsınız. Gerçeklerin üzerini kapatmak isteyen yandaş çevreler konuyu yine Lozan’a-İsmet İnönü’ye getirdi. Gerçek tam aksi ve üstelik AKP’nin iktidar boyunca Ege ve Akdeniz’de kaybettiği toprakları biliyor musunuz? Şaşırdınız mı? Şaşırmayın ve şu sorunun yanıtını arayın: İhmal mi? Yoksa…

Os­man­lı Ege ada­la­rı­nı üç saf­ha­da ele ge­çir­di:

1) 1456’da Ta­şoz, Se­ma­di­rek, Lim­ni, Gök­çe­ada ve Boz­ca­ada, 1462’de Mi­dil­li, 1470’de Eğ­ri­boz Ada­sı ve Şey­tan Ada­la­rı ile 1479’da Si­sa­m’­ı ha­ki­mi­ye­ti­ne al­dı.

2) 1522’de Ro­dos ve di­ğer Men­te­şe Ada­la­rı (ka­mu­oyun­da bi­li­nen adıy­la Oni­ki Ada), 1534-1545 yıl­la­rı ara­sın­da Ker­pe, Ço­ban ve Kik­lat Ada­la­rı­’nın ta­ma­mı ile 1566’da Sa­kız ve ci­va­rın­da­ki ada­lar Os­man­lı­’nın ol­du.

3) 1669’da Gi­rit ve 1718 yı­lın­da İs­ten­dil Ada­sı ele ge­çi­ril­di.

Pe­ki… Ege ada­la­rı­nı ne za­man kay­bet­tik?

1) Ege ada­la­rı, Yu­na­nis­ta­n’­ın 1826’da ba­ğım­sız­lı­ğı­nı el­de et­me­siy­le Os­man­lı ege­men­li­ğin­den çık­ma­ya baş­la­dı. (Mo­ra ve At­ti­ka Ya­rı­ma­da­sı’y­la bir­lik­te; Eğ­ri­boz, İs­ki­ri da­hil Şey­tan Ada­la­rı, Ya­mur­gi Ada­sı da da­hil ol­mak üze­re ge­nel ola­rak Kik­lat Ada­la­rı.)

2) Trab­lus­garp Sa­va­şı­’y­la İtal­ya Men­te­şe Ada­la­rı­nı; ve Bal­kan Sa­vaş­la­rı­’y­la Yu­na­nis­tan, Lim­ni, Gök­çe­ada, Ta­şoz, Boz­ba­ba, Se­ma­di­rek, Boz­ca­ada, Sa­ru­han, İp­sa­ra, Ahi­ker­ya, Sa­kız, Mi­dil­li, Si­sam, Me­is ada­la­rı­nı iş­gal et­ti.

3) Bi­rin­ci Dün­ya Sa­va­şı­’n­dan son­ra Mon­dros ve Sevr Ant­laş­ma­la­rı­’y­la Ege ada­la­rı üze­rin­de­ki Os­man­lı ha­ki­mi­ye­ti fii­len so­na er­di. (Sevr Ant­laş­ma­sı­’nın 84. mad­de­si ile; Gök­çe­ada ve Boz­ca­ada ile Se­ma­di­rek, Lim­ni, Mi­dil­li, Sa­kız, Si­sam, Ahi­ker­ya, Ta­şoz, Boz­ba­ba ve İp­sa­ra ada­la­rı Yu­na­nis­ta­n’­a ve­ril­di. 122. mad­de­si ile de; Me­is Ada­sı, Men­te­şe Ada­la­rı, İs­tan­bul­ya, Ro­dos, Her­ke, Ker­pe, Ka­şot, İl­ya­ki, İn­cir­li, Ki­lim­li, İle­ri­ye, Bat­noz, Lip­so, Söm­be­ki, İs­tan­köy ve tâ­bi ada­cık­lar İtal­ya­’ya bı­ra­kıl­dı.)

Ama…

Son sö­zü­nü söy­le­me­yen bi­ri var­dı; Mus­ta­fa Ke­mal…

Ye­di dü­vel

Ta­rih: 11 Ekim 1922

Mu­dan­ya Mü­ta­re­ke­si ile Türk-Yu­nan Sa­va­şı bit­ti. Do­ğu Trak­ya kur­ta­rıl­dı. Fran­sa­’nın ar­dın­dan İn­gil­te­re ve İtal­ya TBMM Hü­kü­me­ti­’nin var­lı­ğı­nı ka­bul et­ti.

Ta­rih: 20 Ka­sım 1922

Lo­za­n‘­da­ki ba­rış kon­fe­ran­sı­nın be­şin­ci gü­nü İn­gi­liz de­le­ge­si Lord Cur­zo­n‘­un baş­kan­lı­ğın­da Ege De­ni­zi­’n­de­ki ada­lar so­ru­nu gö­rü­şül­me­ye baş­lan­dı. Sa­at 15.00’te baş­la­yan otu­rum­da Ame­ri­ka Bir­le­şik Dev­let­le­ri, İn­gil­te­re, Fran­sa, Yu­na­nis­tan, İtal­ya, Ja­pon­ya, Ro­man­ya, Sırp-Hır­vat-Slo­ven Kral­lı­ğı ve Tür­ki­ye tem­sil­ci­le­ri ha­zır bu­lun­du.

İlk sö­zü alan İs­met (İnö­nü) Pa­şa, Ana­do­lu­’nun ta­mam­la­yı­cı par­ça­sı olan ada­la­rın Tür­ki­ye­’nin ege­men­li­ği al­tı­na ko­nul­ma­la­rı­nın zo­run­lu­luk ol­du­ğu­nu ifa­de ede­rek, Gök­çe­ada, Boz­ca­ada, Se­ma­di­rek, Lim­ni, Mi­dil­li, Sa­kız, Si­sam ve Ni­ker­ya (Ahi­ker­ya) ada­la­rı­nı is­te­di.

Yu­nan He­ye­ti Baş­ka­nı Ve­ni­ze­los bu ada­lar­da ka­la­ba­lık bir Rum nü­fu­su­nun ya­şa­dı­ğı­nı be­lir­te­rek İs­met Pa­şa­’ya kar­şı çık­tı.

Di­ğer dev­let­le­rin söz­cü­sü ola­rak ko­nuş­tu­ğu­nu ifa­de eden Lord Cur­zon, Gök­çe­ada, Boz­ca­ada ve Me­is dı­şın­da­ki tüm ada­la­rın Yu­na­nis­ta­n’­a bı­ra­kıl­dı­ğı­nı söy­le­di.

İs­met Pa­şa di­ren­di; Gök­çe­ada ve Boz­ca­ada’­nın ya­nı sı­ra Se­ma­di­re­k’­in Tür­ki­ye­’ye bı­ra­kıl­ma­sı­nı, Yu­na­nis­ta­n’­a ve­ril­me­si tek­lif edi­len tüm ada­la­rın özel­lik­le de Lim­ni, Mi­dil­li, Sa­kız ve Ni­ke­ya­’nın Tür­ki­ye­’ye bağ­lı özerk ol­ma­sı­nı is­te­di.

Lord Cur­zon, özerk­lik uy­gu­la­ma­sı­nın da­ha ön­ce Si­sam ve Gi­ri­t’­te de­nen­di­ği­ni ama bu­nun ge­nel anar­şi­ye se­bep ol­du­ğu­nu söy­le­ye­rek kar­şı çık­tı. An­laş­ma sağ­la­na­ma­dı ve ada­lar ko­nu­suy­la il­gi­li alt ko­mis­yo­nun ku­rul­ma­sı­na ka­rar ve­ril­di.

Alt ko­mis­yon ça­lış­ma­la­rı­nı üç gün­de ta­mam­la­dı. Alt Ko­mis­yon Ra­po­ru 29 Ka­sım Çar­şam­ba gü­nü sa­at 16.30’da Lord Cur­zo­n’­un baş­kan­lı­ğın­da top­la­nan ko­mis­yon­da tar­tı­şıl­dı.

Baş­ta ada­lar so­ru­nu ol­mak üze­re pek çok ko­nu­da an­laş­ma sağ­la­na­ma­mış ol­ma­sı­na rağ­men İn­gil­te­re, Fran­sa ve İtal­ya ken­di is­tek­le­ri doğ­rul­tu­sun­da 150 say­fa, 160 mad­de ve 9 ek söz­leş­me­den olu­şan bir ant­laş­ma met­ni ha­zır­la­ya­rak 30 Ocak 1923’te Türk he­ye­ti­ne ver­di.
Bu ant­laş­ma met­ni -ada­lar­la il­gi­li ola­rak- Sevr Ant­laş­ma­sı­’n­dan fark­lı de­ğil­di.
İs­met Pa­şa, 26 mad­de­ye iti­raz et­ti. Ve tek­lif­le­ri ka­bul edil­me­yin­ce 6 Şu­bat 1923’te Lo­za­n’­dan ay­rı­lıp An­ka­ra­’ya dön­dü. Du­ru­mu TBMM’­de an­lat­tı. Mü­za­ke­re­ler hu­su­sun­da ge­rek­li yet­ki­le­ri al­dı ve Gök­ce­ada, Boz­ca­ada, Men­te­şe ile Eşek Ada­la­rı­’y­la Ana­do­lu sa­hil­le­ri­ne çok ya­kın olan Me­is Ada­sı­’nın Tür­ki­ye­’ye bı­ra­kıl­ma­sı­nı bil­dir­di.

Eşek Ada­sı

Ta­rih: 23 Ni­san 1923

Lo­zan Kon­fe­ran­sı tek­rar top­lan­dı. Otu­rum baş­ka­nı İn­gi­liz Baş­de­le­ge­si Sir Ho­ra­ce Rum­bold idi. Ya­pı­lan gö­rüş­me­ler­de Eşek Ada­la­rı­’nın Tür­ki­ye­’ye bı­ra­kıl­ma­sı ka­bul edil­miş­ken Me­is Ada­sı­’nın Tür­ki­ye­’ye bı­ra­kı­la­ma­ya­ca­ğı ifa­de edil­di.

İtal­yan tem­sil­ci Mon­tan­ya, Me­is’­in ken­di­le­ri­ne ait ol­du­ğu­nu be­lirt­ti. İs­met Pa­şa, Me­is’­in Türk ka­ra­su­la­rı için­de ol­du­ğu­nu, Ana­do­lu­’nun ta­mam­la­yı­cı bir par­ça­sı sa­yıl­dı­ğı­nı söy­le­di. Tar­tış­ma­lar üze­ri­ne İs­met Pa­şa yi­ne ka­pı­yı vu­rup çık­tı.

Uzat­ma­ya­yım… So­nuç­ta… Ta­rih: 24 Tem­muz 1923

Lo­zan Ba­rış Ant­laş­ma­sı­’nın 12. mad­de­si ile Lim­ni, Se­ma­di­rek, Mi­dil­li, Sa­kız, Si­sam, Ahi­ker­ya, Ta­şoz, Boz­ba­ba ve İp­sa­ra ada­la­rı si­lah­lan­dır­ma­ma/as­ker bu­lun­dur­ma­ma şar­tıy­la Yu­na­nis­ta­n’­ta kal­dı.

Ay­nı ant­laş­ma ile; Men­te­şe Ada­la­rı; İs­tan­bul­ya, Ro­dos, Her­ke, Ker­pe, Ço­ban Ada­sı, İl­ya­ki, İn­cir­li, Ki­lim­li, İle­ri­ye, Bat­noz, Lip­so, Söm­be­ki ve İs­tan­köy ada­la­rı bun­la­ra bağ­lı ada­cık­la­rı ile be­ra­ber ve Me­is Ada­sı İtal­ya­’da kal­dı. (İkin­ci Dün­ya Sa­va­şı­’n­dan son­ra Yu­na­nis­tan 10 Şu­bat 1947 Pa­ris İtal­yan Ba­rış Ant­laş­ma­sı ile Lo­zan Ba­rış Ant­laş­ma­sı­’n­da İtal­ya­’ya bı­ra­kı­lan ada­la­rı ele ge­çir­di.)

Tür­ki­ye ise Lo­za­n’­da; Gök­çe­ada, Boz­ca­ada, Tav­şan Ada­la­rı ve Ana­do­lu sa­hil­le­ri­ne üç mil­den az uzak­lık­ta bu­lu­nan ada­la­rın-ada­cık­la­rın-ka­ya­lık­la­rın hep­si­ni al­dı.

Os­man­lı; Ege ada­la­rın­da 100 yıl­dır top­rak/ada kay­be­der­ken, Tür­ki­ye; Lo­zan Ant­laş­ma­sı­’y­la ilk kez top­rak/ada ka­zan­mış ol­du.

Şim­di…

Di­ye­cek­si­niz ki, ‘’­ha­ni AK­P’­nin kay­bet­ti­ği top­rak­lar ne­re­de?’’ O hal­de, bir son­ra ki ya­zı­ya ge­çi­niz…

OKUDUKLARINIZA İNANAMAYACAKSINIZ

Hurşit Adası‘nı bilir misiniz; İstanbul’daki Büyükada’nın beş misli büyüklüğündedir!
Koyun Adası‘nı bilir misiniz; İzmir’in hemen burnunun dibindedir!
Lozan’da hararetli tartışmalara neden olan Eşek Adası‘nı bilir misiniz; Aydın il sınırları içindedir.
Gir vikipedi’ye, yaz ‘’Bulamaç’’ diye; karşına ‘’Farmakos’’ çıkar; ‘’Oniki Ada’ya bağlı küçük ada’’ imiş!
Oysa… Bu dört ada ve Ege Denizi’ndeki Fornoz, Nergizçik, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık Türk adalarıdır.
Keza… Akdeniz’deki Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi de Türk adalarıdır!
Tamı tamına 16 ada…

Lozan Antlaşması’na göre Türk adaları. Lozan Antlaşması’nın ekli 2 No’lu haritada her şey çok açık ve altı kırmızı ile çizili. Görülüyor ki bu adalar, Türkiye Cumhuriyeti egemenliği altında.

Artık değil!…

AKP iktidarıyla birlikte hepsi tek tek Yunanistan tarafından işgal edildi!

Kardak Kayalığı için 1996’da Yunanistan’la savaşın eşiğine gelen Türkiye, 2004 itibariyle 16 adayı sessiz sedasız kaybetti!

Lozan Antlaşması’na göre, Türkiye’nin savaş borcu 84 milyon, Yunanistan’ın borcu 11 milyon ve İtalya’nın borcu 243 bin lira idi. Türkiye mevcut bu 16 ada dahil olmak üzere tüm borçlarını ödedi!

Parasını verdiği adalar Türkiye’nin elinden alındı.

Ayrıca… Adalara salt büyüklük açısından bakmak yanlıştır; çünkü deniz ve hava hukukuna göre adaların etrafında 6 millik karasuları ile hava sahası var. Ayrıca karasularına ilave olarak bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge de bulunmaktadır. Yani…

Kaybedilen 16 ada ile birlikte Yunanistan’ın kıta sahanlığı 7 bin kilometrekareye çıktı!

Böylesine vahim bir olay nasıl gerçekleşti?

AKP ihmali mi? Yoksa ne?..

İşgali gün yüzüne çıkaranlardan biri olan emekli Kurmay Albay Ümit Yalım diyor ki: ‘’AKP Hükümeti Avrupa Birliği (AB) müzakerelerinde gün almak için adaların Yunanistan tarafından ele geçirilmesine göz yumdu!’’

Yunan işgalinin başladığı yıl, 2004 idi. Peki bu yıl neler yaşanmıştı?

O yılın gündem konusu, Annan Planı idi; BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs’ın tek parça bağımsız bir devlet olması teklifini getirmişti. Rauf Denktaş‘ın plana karşı çıkması üzerine Erdoğan’ın neler dediğini anımsayınız!..

Nisan ayında her iki tarafta yapılan referandum sonucunda plan hayata geçirilemedi. Ne tesadüf, hemen Güney Kıbrıs, 1 Mayıs’ta AB’ye alındı. Ayrıca…

O yıl, 17 Aralık 2004’te AB, Türkiye ile müzakerelere başlama tarihi aldı.

Bak sen!.. AB üyesi olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs, Türkiye’yi veto etmemişti!

Emekli Albay Yalım, “Ekim-Kasım 2004’te Eşek ve Bulamaç Adaları’nda inşaat faaliyetlerinin başladığı, belediye, polis ve ilk yardım teşkilatı kurulduğu, Yunan Bayrağı çekildiği, silahlı asker, araç, gereç ve hücumbot yerleştirildiğini’’ tespit etti!

Ve… Ne tesadüf! Yunan işgali sürerken Kardak kahramanları kumpasla Silivri Cezaevi‘ne dolduruldu; Deniz Kuvvetleri’nin eli kolu bağlandı!.. Bugün…

Girin bakın Genelkurmay internet sitesine, Ege’de hava sahası ihlali sıfır görünüyor. Çünkü artık, hava sahası ihlalleri ve kara sınırı ihlalleri yayınlanmıyor! Niye? Çünkü:

Yunan işgali, bir Yunan askeri helikopterinin 31 Aralık 2008 günü, Türk hava sahasını ihlal etmesiyle ortaya çıktı. Yunan askeri helikopterinin Bulamaç Adası bölgesinde, Türk hava sahasını ihlal ettiği haberi, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinde aynı gün yayınlanarak kamuoyuna duyuruldu. Gerginlik oldu ve bir gün sonra Yunanistan Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı Bulamaç Adası’na gitti.

Ardından Eşek Adası‘na gitti. Ege Ordusu’nun burnunun dibindeki Koyun Adası‘nda Yunan Bayrağı dalgalandırıldı. Vs…

Açıkça bu bir meydan okumaydı. Türk tarafından ne oldu dersiniz?

Bir general ve bir büyükelçi hava sahası ihlali haberinin Genelkurmay internet sitesinden çıkarılmasını sağladı. Ve o general AKP tarafından 2011’de milletvekili yapıldı. Büyükelçi ise Brüksel’e NATO Daimi Temsilciliği görevine atandı!

Yunan işgali TBMM’ye getirildiğinde dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,

‘’Ege’de sahiplik konusu da dahil birkaç adayı ilgilendiren sorun olduğunu ve Türkiye’nin Yunanistan ile diyalog yoluyla çözüm bulmak için çaba sarf ettiğini’’ söyledi!

Yani… Demem o ki:

AKP’nin kaybettiği tek vatan toprağı Süleyman Şah değil!..

Soner Yalçın

SURİYE DOSYASI /// YILMAZ ARSLAN : Bir Suriye macerası

Sevgili okuyucularım, geçmiş yıllarda Suriye’nin başında Hafız Esad isimli bir diktatör vardı.
Bu adamın en büyük özelliği Apo’yu kendi başkenti Şam’da koruma altına almış olmasıydı.
Apo Şam’da yaşıyor, Suriye Hükümeti’nden her türlü desteği alıyor ve Türkiye’deki terör eylemleriyle can yakıyordu.
Bir uyardık olmadı, beş uyardık olmadı… Rica ettik, istirham ettik, ısrar ettik yine olmadı.
Adam bildiğinden şaşmıyordu.
Sonunda sabır taşı çatladı. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş 1998 yılında Hatay’a gidip komşu Suriye yönetimini uyarmak zorunda kaldı:
“Bu tutumunuz devam ettiği takdirde ordumuzla müdahale etmeye kararlıyız. “
O günlerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Meclis’te aynı doğrultuda bir konuşma yaptı ve çok sert sözler söyledi.
Hepimiz milletçe arkalarında idik.
Hafız Esad işin şakası olmadığını anlamıştı! Apo’ya sahip çıkmayı sürdürdüğü takdirde başına iş açılacak, Türk Ordusu ülkesine ağır zarar verecekti. Bunu göze alamadı ve Apo’yu sınır dışı etmek zorunda kaldı.
Sonrasını biliyoruz.
Kenya’da ele geçirilen Apo Türkiye’ye getirildi, yargılandı ve ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.

* * *

Hafız Esad 2000 yılında öldükten sonra yerine oğlu Beşar Esad geçti. Hemen ardından Türkiye’de AKP iktidarı dönemi başladı.
Artık Suriye ile herhangi bir sorunumuz kalmamıştı. İki ülke arasında dostluk ilişkileri sürüyordu.
Aramızdaki yaklaşık 900 kilometrelik sınırda önemsiz kaçakçılık hadiseleri dışında en ufak bir olay bile olmuyordu.
Terör derseniz, hiç yoktu çünkü Suriye geçmişten dersini iyi almış, Beşar Esad babasının yolunu izlemeye kalkışmamıştı.
Tayyip’le Esad bu süreçte çok yakın iki dost oldular. Artık karılı kocalı birbirlerini ziyaret edip kucaklaşıyorlar, birlikte tatile çıkıyorlar, dostluk ve kardeşlikten dem vuruyorlardı.
Tayyip düzenlediği mitinglerde Esad’a övgüler düzüyor, ondan “Kardeşim Esad” diye söz ediyor, Türkiye ile Suriye ilişkilerinin böyle olumlu ve kardeşlik havasında gitmesinden duyduğu mutluluğu her seferinde dile getirmekten kaçınmıyordu.
Bir “Dünya devinin (!)” bunları söylemesi çok önemliydi… Çünkü Tayyip, kendisini artık dünya devi, dünyanın en önemli liderlerinden biri olarak görme havalarına girmişti.

* * *

Ne olduysa işte o günlerden birinde oldu… Tayyip’e ABD’den bir talimat geldi:
Biz Esad’ı devirmeye karar verdik, kendini ona göre hazırla ve Esad’ı düşman ilan et!”
Yıl 2011… Tayyip Esad’a ufak ufak bindirmeye başladı.
Burada açık konuşalım, Suriye rejiminin Türkiye ile ilgili herhangi bir sorunu yoktu.
Suriye’nin ucu Türkiye’ye dokunan bir kötülüğü, olumsuzluğu, bizim ülkemize terör ihraç etmesi, iç işlerimize karışması vesaire gibi bir durumu da yoktu.
Ama artık durup dururken yeni bir düşmanımız olmuştu!
ABD’nin baskısıyla Suriye’yi karıştırdılar.
Komşumuz olan ülkeye Türkiye sınırlarından on binlerce silahlı terörist soktular…
Suriye’de laik bir rejim vardı. Azınlıkta olan Suriye Alevileri, çoğunlukta olan Sünnileri yönetiyordu.
Tayyip iktidarı mezhep kavgasına girişti. Suudi Arabistan ve Katar’dan destek alan Sünni İslamcı teröristlere her türlü silah ve cephane yardımı yaptı, sınırlarımızı onlara açtı ve Esad’ı devireceğini ilan etti.

* * *

Artık her fırsatta Esad’a sövüyor, tehdit ediyor, gidici olduğunu açıktan söylüyor ve nutuk atıyordu:
“Suriye zaten bizim eski vilayetimizdir… Esad en kısa zamanda devrilecektir… İnşallah ilk fırsatta Şam’da hep birlikte cuma namazı kılacağız!..”
Fetih naraları atıyorlardı!
İslamcı teröristler Suriye’yi mahvetmeye başladı.
Pek çok bölgeyi ele geçirdiler. Suriye Ordusu’nu pek çok yerde yenilgiye uğratıp ülkeyi harabeye çevirdiler.
Varsayalım aynı olay bizim başımıza gelmişti. PKK ve İslamcı teröristler ayaklanmış, ülkemizin önemli bir bölümünü ele geçirmişti…
Bilanço ağır olmuştu. On binlerce insanımız öldürülmüştü…
Biz ne yapardık?

* * *

Gün geldi, Türkiye-Suriye sınırına boşluktan yararlanan terör örgütleri yerleşti. Böylece yeni komşularımız oldu:
IŞİD, PKK, Müslüman Kardeşler, El Kaide vesaire.
Tayyip yönetimi bunlara en büyük desteği veriyor, ağır silahlar gönderiyordu.
Tam 2.5 milyon Suriye vatandaşı, yaşanan bu terör olaylarından kaçıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı.
Bunlar için milyarlarca dolar harcayıp kamplar kurduk. Güney illerimiz karıştı, Reyhanlı bombalandı, uçağımız düşürüldü.
Kamplara gitmeyenler ise Türkiye’nin dört bir yanına dağıldı. Sefil bir biçimde yaşamlarını sürdürüyorlar. Bazıları dilencilik yapıyor, bazıları çadırlarda aç yaşıyor.
Antalya gibi çeşitli turistik illerin valilikleri, Suriye vatandaşlarının kentlerine girmesini yasakladı.
Tayyip-Ahmet ikilisi uzun süredir her fırsatta ağlaşıyor:
“Eyyy uluslararası kuruluşlar, faturayı bize kestiniz ama para vermiyorsunuz. Bize acele para gönderin.”
Dilenci olduk ama kimsenin taktığı yok.
Aldık başımıza belayı.

* * *

Peki “Ha devrildi ha devrilecek” dedikleri Esad ne oldu?
Ülkesini harabeye döndürdüler, on binlerce insanını öldürdüler, milyonlarca kişinin Suriye’den kaçıp perişan olmasına neden oldular ama Esad yerinde duruyor.
Olan Türkiye’ye oldu. Piyasaya yeni komşularımız çıktı, milyarlarca dolarımız gitti, para için yalvarmaya başlayıp dünyaya rezil olduk.
Durup dururken Ortadoğu’nun o pis bataklığına düştük.
Çevremizde Türkiye’nin desteği ile yeni türeyen komşularımız, o dünyaca ünlü terör örgütleri… Süleyman Şah Türbesi operasyonunu bile PKK’nın Suriye kolunun desteği ve izniyle yapabildik.
Cumhuriyet tarihinde bu Suriye olayı gibi rezillik görülmedi, duyulmadı.
Tayyip’e, Ahmet’e, hükümete vesaireye bir sorabilsek bu pislikten, bu küçüklükten nasıl kurtulacağımızı, acaba onlar bilir mi!

Emin Çölaşan

MHP DOSYASI /// ÖMER SAĞLAM : Ülkücüler Tayyip Erdoğan’a neden oy veriyorlar ?

Necdet Özel kimdir?

TSK’nin başındaki kişi.

Yani Genel Kurmay Başkanı.

Bu kadar mı?

Hayır, elbette bu kadar değil.

O, aynı zamanda kesip yere attığı ayak tırnağının en küçük parçası bile milyonların oylarıyla meclise girme başarısı gösteren MHP Lideri Devlet Bahçeli’den daha kıymetli olan birisi!

Kime göre?

Elbette yapmış olduğu çıkışlarla sadece kendisine oy verenlerin Cumhurbaşkanı olduğunu açık eden R.Tayyip Erdoğan’a göre.

Peki, nedir Org. Necdet Özel’i, Tayyip Erdoğan’ın gözünde bu kadar değerli kılan?

Elbette birçok sebebi vardır bunun.

Ancak bizim için cevaplandırılması gereken soru şimdilik bu değil.

Bizim için asıl cevaplandırılması gereken soru şudur:

MHP lideri Devlet Bahçeli’yi, R.Tayyip Erdoğan’ın gözünde bir tırnak parçasından bile değersiz kılan sebep nedir?

Bize göre, bunun tek bir sebebi vardır.

O sebep, “Ülkücüler” dir!

Evet, yanlış okumadınız; MHP lideri Devlet Bahçeli’yi, en azından R.Tayyip Erdoğan’ın ve diğer AKP yöneticilerinin gözünde bu kadar değersiz kılan tek sebep bizatihi Ülkücülerdir!

Neden mi?

Çünkü Ülkücüler, Devlet Bahçeli’nin liderliğini uzun süredir tartışmaya açmışlardır.

Sosyal medyaya bakın; ortalık Devlet Bahçeli’yi yerden yere vuran yorum ve yazılarla yıkılıyor.

Peki, bunun sebebi nedir?

En azından bize göre; bunun da tek sebebi vardır.

O sebep, “Devlet Bahçeli” ve onun etrafında kümelenen ve her şeyi avuçlarında tutmaya ahdetmiş gözüken küçük oligarşik yapıdır!

Ülkücüler Tayyip Erdoğan’a Oy Vermişlerdir!

R.Tayyip Erdoğan biliyor ki; onun seçim başarısında Ülkücülerin önemli katkıları vardır.

Çünkü hemen her seçimde AKP’ye oy veren Ülkücüler olduğu gibi, AKP’de aktif siyaset yapan Ülkücüler de vardır.

Erdoğan bunu bildiği için, yani bir kısım Ülkücülerin, MHP’yi tercih etmeyip, kendi partisine oy verdiğini ve MHP yerine kendi partisinde siyaset yaptıklarını yakinen bildiği için, Devlet Bahçeli’ye alabildiğine saldırmaktadır.

Onu hakir görmektedir.

Devlet Bahçeli’yi de dahil ederek muhalefet liderleri hakkında “Bunlar üç koyunu bile güdemezler” şeklinde başlattığı hakaret sürecini, “Oslo Görüşmeleri”nin gündemde olduğu sırada “İspat edemeyen müfteridir, şerefsizdir” diyerek biraz daha iler götürdü ve en o sonunda Süleyman Şah Türbesi’nin kaçırılması konusunda Necdet Özel’e haklı olarak tepki gösteren Bahçeli’yi direk hedef alarak “Sen onun tırnağının bir paresi bile olamazsın” dedi.

Tekrar ediyoruz; Devlet Bahçeli’ye reva görülen bunca hakaretin tek sebebi Ülkücülerdir.

Çünkü Ülkücüler, AKP’ye oy veriyorlar ve bazıları da AKP’de aktif siyaset yapıyorlar.

Demek ki; bu adamlar Devlet Bahçeli’nin liderliğine güvenmiyorlar ve onun yönetimindeki MHP’nin iktidara geleceğine inanmıyorlar! Onun için de oylarını götürüp AKP’ye veriyorlar!

İsterseniz, hadiseyi rakamlar vererek biraz daha somutlaştıralım;

1995 yılı Genel seçimlerinde bazı partilerin almış oldukları oy yüzdeleri şöyledir:

RP : %21.38

ANAP : %19.65

DYP : %19.18

DSP : %14.64

CHP : %10.04

MHP : %8.18

Görüldüğü gibi; 1995 Genel seçimlerinde MHP barajı aşamayarak, meclis dışında kalmıştır.

1999 Genel seçimlerinde bazı partilerin almış oldukları oy yüzdeleri:

DSP: : %22.19

MHP : %17.98

FP : %15.41

ANAP : %13.22

DYP : %12.01

CHP : %8.71

28 Şubat Post Modern Darbesi’nin gölgesinde yapılan 1999 genel seçimlerinde, 1995 Genel seçimlerinde en yüksek oyu alarak iktidara gelen RP kapatıldığından bu partinin yerine kurulan FP %15.41 oranında oy almıştır. RP’nin 1995 seçimlerinde almış olduğu oyların %5.97’lik bölümü ise 1999 genel seçimlerinde diğer partilere, muhtemelen en çok da MHP’ye kaymıştır. Ayrıca MHP, ANAP ve DYP’den de oy alarak 1999 yılındaki oy oranını, 1995’e kıyasla yaklaşık %10 oranında arttırmıştır. DYP ve ANAP’tan gelen oylar önemli ise de RP’den gelen oyları şahsen çok daha önemli buluyorum ben. Zira bu oyların içinde önemli miktarda Ülkücü ve milliyetçi oylar da vardır. Demek ki; ülkücüler 1995 yılında RP’ye de oy vermişlerdir. Ayrıca MHP, 1999 yılında önemli miktarda tepki oyları da almış olmalıdır.

2002 Genel seçimlerinde bazı partilerin almış oldukları oy yüzdeleri ise şöyledir:

AKP : %34.28

CHP : %19.39

MHP : %9.62

Görüldüğü gibi 1999 yılında %17.98 oranında oy alan MHP, 2002 yılında %9.62 ile yine barajın altında kalmıştır. Yani 1999 yılında MHP’ye oy veren seçmenlerin yaklaşık yarısı (%8.36), 2002’de MHP’ye oy vermemişlerdir. Ya kime vermişlerdir? Geleneksel olarak CHP’ye vermeyeceklerine göre, herhalde yine RP’nin yavrusu olan AKP’ye vermişlerdir oylarını. RP’nin 1995 yılında %21.38 oranında oy almasına karşılık, onun yavrusu olan AKP’nin 2002 yılında %34.28 oranında oy aldığını düşünürsek, bu oyların en az %8’ini 1999 yılında MHP’ye oy verenler oluşturmaktadır.

2007 Genel seçimlerinde bazı partilerin almış oldukları oy yüzdeleri:

AKP :%46.58

CHP :20.87

MHP :%14.27

Görüldüğü gibi; MHP, 2002 yılında AKP’ye kaptırdığı %8.36’lık oyun %4.65’lik bölümünü 2007 yılında geri almış, ancak 2002 yılında almış olduğu oyların yaklaşık %4’ü’nü 2007 yılında da yine AKP’ye kaptırmıştır. Daha doğrusu %4’lük MHP oyu, AKP içinde artık kalıcı hale gelmiştir!

2011 Genel seçimlerinde bazı partilerin almış oldukları oy yüzdeleri:

AKP :%48.83

CHP : %25.98

MHP :%13.01

MHP’nin 2007 yılına kıyasla 2011 yılında AKP’ye kaptırdığı oy oranı %1.25, 2002 yılına kıyasla %5’in biraz üzerindedir. Bu demektir ki; yaklaşık %5’lik bir Ülkücü oyu, MHP ile AKP arasında gelip gitmektedir veya bu miktar bir Ülkücü kesim, en azından son iki genel seçimdir AKP’ye oy vermektedir.

12 Eylül 2010 referandumunda Devlet Bahçeli’nin “HAYIR” kampanyasına karşılık, yine önemli bir miktar Ülkücü ve Milliyetçi kişinin “EVET” şeklinde oy kullandığı biliniyor ki; bunun bir sebebi de Ülkücülerin, 12 Eylül Darbesi’yle Ülkücülere vurulan darbenin intikamının alınacağına inanıyor olmalarıdır. Hele hele Tayyip Erdoğan’ın Ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun ailesine yazmış olduğu bir mektubu gözyaşları içinde okuması, Ülkücüleri damardan vurmuştur bu referandumda!

2010 Referandumunda “EVET” oyu verenlerin oranının %57.88 olduğunu, AKP’nin bir yıl sonra yapılan genel seçimlerde %48.83 oranında oy aldığını düşünürsek, yine en az %5’lik bir Ülkücü ve MHP’li oyun, “EVET” yönünde tecelli ettiğini düşünebiliriz.

Ülkücüler Gel-Git Oynuyorlar!

Yukarıdaki seçim sonuçlarından hareketle denilebilir ki; dini siyasete alet eden partiler, en azından 1995 yılından bu yana oylarını sürekli yükseltiyorlar. Sol oylar az çok istikrarlı bir seyir takip ediyor. Daha doğrusu sol oylar varlığını sürekli muhafaza ediyor. Ülkücü ve milliyetçi oylar ise son derece oynak ve istikrarsız bir seyir takip ediyor. Açık söylemek gerekirse; Ülkücü ve milliyetçi oylar, ritim bozukluğu bulunan bir kalp gibi. Sürekli inip, çıkıyor.

Ülkücülerin ve Türk Milliyetçilerinin içinde bulunduğu bu bölünmüşlük ve istikrarsızlık, muarızları tarafından, özelikle R.Tayyip Erdoğan ve diğer AKP yöneticileri tarafından yakından bilindiği içindir ki; bugün Tayyip Erdoğan, meydanlara çıkıp, rahatça MHP lideri hakkında, onu bir tırnak parçasından daha değersiz göstererek kendisiyle alay edebilmektedir. Bunun müsebbibi de, yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız gibi Ülkücülerdir. Çünkü üzülerek söylemek gerekirse; Ülkücüler ve Türk Milliyetçileri, liderlerine yeterince sahip çıkmamaktadırlar. Peki neden?

Töre Konuşur Han Susar!

Bunun nedenini yukarıda kısaca söyledik aslında.

Bunun nedeni bizatihi Sayın Bahçeli ve çevresindeki bir avuç azınlıktır.

Kısaca, MHP’ye egemen olan kapsayıcı ve kucaklayıcı değil, dışlayıcı ve itici yönetim anlayışıdır.

MHP yönetimi, bugün son derece bölünmüş ve parçalanmış bir görüntü arz eden Ülkücüleri ve Türk Milliyetçilerini bir araya toplamak ve küskünleri partiye kazandırmak için gereken çabayı maalesef gösterememektedir.

Üzülerek söylemek gerekirse; MHP yönetimi, hâlâ “ya gelir bize biat edersiniz, ya da çekip gidersiniz ve biz sizi hain ilan ederiz…” şeklinde yaklaşıyor insanlara.

Dinlemekten çok, dinletmenin peşinde koşuyor.

Haliyle bu türlü siyaset, artık itici geliyor ve çağdışı bulunuyor insanlar tarafından.

Türk Milleti’nin siyaset geleneğinde “Töre konuşmaya başlarsa, han susar” şeklinde bir anlayış vardır.

MHP maalesef işte bu Türk geleneğini yitirmiştir.

Çünkü MHP’de sürekli Han konuşuyor şu zamanda.

Merak edenler için söyleyelim; “Töre konuşur, han susar” siyaset anlayışında, başarısız olanın yönetimi kendiliğinden bırakması, bırakmadığı takdirde kurultay kararıyla bıraktırılması esastır.

Hakkı Anlatmak İçin Halkı Kucaklamak Gerekir!

MHP liderliğinin içeriden ve dışarıdan tartışmaya açılmasının bir başka önemli sebebi de bizim kanaatimizce, MHP yönetiminin ve özellikle de MHP liderliğinin halkla temas kurmakta zorlanıyor görüntüsü veriyor olmasıdır.

Eğer siz, Ermenek’te meydana gelen Maden Faciası’nda hayatını kaybedenlerin yakınlarına taziyede bulunma işini Karaman il teşkilatınıza, Muhsin Yazıcıoğlu’nun annesinin cenaze töreninde bulunma işini Sivas İl Teşkilatınıza, Fırat Çakıroğlu’nun cenaze merasimine katılmayı İzmir ve Konya il teşkilatlarınıza havale ederseniz, siyaseten yanlış yapmış olursunuz.

Beğenin veya beğenmeyin Başbakan Ahmet Davutoğlu bile hem Sivas’taki cenaze törenine, hem de Konya’daki cenaze törenine katıldı ve ailelerin acısını yerinde paylaştı.

Üstelik o cenazelerin ikisi de Ülkücülere aitti.

Dolayısıyla; o cenaze merasimlerinde MHP yönetiminin de tam kadro bulunması icap ederdi.

Devlet Bahçeli’nin danışmanı da olan bir yazar dostumuz, Sayın Bahçeli’nin Fırat Çakıroğlu’nun cenaze merasimine katılmayışının gerekçelerini anlatan bir yazı yazmış.

Doğrusu şaşkınlıklar içinde okudum yazısını.

Özetle “Bahçeli o cenaze törenine katılmamakla büyük bir fedakarlık yaptı” diyor dostumuz. Kim bilir belki de öyledir!

Yaşımız gereği biz Milliyetçi siyasetin lideri olarak sadece Merhum Alparslan Türkeş’i ve Devlet Bahçeli’yi tanıyoruz. Ancak itiraf edelim ki; MHP liderliği tarihin hiçbir döneminde bu kadar tartışılmamış, bu kadar yıpratılmamıştır. Önümüzdeki 21 Mart günü yapılacak MHP Kurultayı ve 7 Haziran Genel seçimleri, bu yıpratılmışlığın tamir edilmesi için iyi bir fırsattır.

Bizim de kanaatimiz, 21 Mart günü yapılacak kurultayın sonucu ne olursa olsun, Türk Milliyetçilerinin 7 Haziran’da sandığa gidip, gerekirse bağırlarına taş basarak oylarını tekrar MHP’ye vermeleri yönündedir. Çünkü ülkemizin getirildiği nokta bunu gerektirmektedir ve MHP dışında barajı aşabilecek kapasitede bir milliyetçi parti de henüz ufukta görülüyor değildir. MHP yönetimi, sergilemiş olduğu tavır ve hareketlerle her ne kadar iktidar arzusu taşımıyor görüntüsü verse de sizler lütfen 7 Haziran’da gidin oyunuzu yine MHP’ye verin. Gelecek döneme ait kararınızı ise lütfen 7 Haziran sonuna erteleyin…