Günlük arşivler: Mart 30, 2015

ARAP DOSYASI : TBMM Gizli Celse Zabıtlarından Arap Dünyası Üzeri ne Notlar (BÖLÜM 1 VE 2)

BÖLÜM 1

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gizli celse zabıtları yayınlanalı otuz yılı geçti. TBMM Basımevi tarafından ilk baskısı 1980 yılında dört cilt olarak yapılmıştı. Bu zabıtlar, 24 Nisan 1920’den 25 Ekim 1934 tarihine kadar olan gizli oturumlarda yapılan konuşmaların tutanaklarından oluşmaktadır. O günden bu yana Cumhuriyetin kuruluşunda ve temelindeki hadiselerin tarihini inceleyen ve araştıran pek çok araştırmacı, bu tutanaklardan faydalanarak araştırmalarını ve eserlerini zenginleştirdiler. Bu zabıtlar aynı zamanda Cumhuriyetin kuruluş zamanında yaşamış ve mecliste bulunmuş kişilerin biyografilerini hazırlayan araştırmacıların el kitabı niteliğinde olmuştur. Hatta sadece bu zabıtlardan hareketle bazı kitaplar da hazırlanmıştır.

Saltanatın kaldırılması, Hilafet tartışmaları, Lozan görüşmeleri ve bunun getirdiği bütün meseleler, Anadolu’da Milli Mücadele ve bu sıradaki isyanlar, inkılaplar ve uygulamalar gibi konularda son derece detaylı konuşmalar bu buna bağlı olarak da çok farklı tespitler gizli celse zabıtlarının içerisinde yer almaktadır.

Zabıtların tarihi dikkate alınırsa, Arap coğrafyasının Osmanlı’dan ve aslında Türkiye’den koptuğu tarihleri de kapsadığı hemen göze çarpacaktır. Bu açıdan zabıtlardaki konuşmaları yeniden inceledik. Buradaki konuşmaları, yorumları ve tespitleri göz önünde bulunduran Arap milletlerini ve coğrafyasını Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gözüyle anlamaya çalıştık. Birkaç yazı ile bu gözlemlerimizi sizlerle de paylaşacağız.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca İstanbul’dan intikal eden bin bir mesele ve problemle karşı karşıya kalınmış idi. Bununla birlikte Gizli Celse Zabıtlarında yer alan ilk oturumda ve ilk konuşmada Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye ve Irak hakkındaki beyanatı, yeni kurulan meclisin bölgeye nasıl yaklaştığını ortaya koymakla birlikte bölgenin de meclis gündeminin ilk sıralarında yer aldığını göstermektedir.

24 Nisan 1920 tarihli gizli oturumda, sözlerine meclisin mesaisine konu olan bölge aynı zamanda Türkiye’nin de milli sınırlarını teşkil ettiğini vurgulayarak başlayan Mustafa Kemal Paşa sözü bu sınırlar içerisinde bulunan Suriye’ye getirdi. Ona göre meclis kurulduktan sonra ilk iş milli hudutlarımız dâhilinde bulunan dindaşlar ile iletişim kurmaktı. Bu da yapılmıştı. Bunu aktardıktan sonra Mustafa Kemal, Suriye’den Emir Faysal tarafından gönderilen murahhaslar hakkındaki sözlerine şu şekilde devam etmiştir:

“Suriye halkı ve Irak halkı yani Arabistan, 1914 tarihinden evvel aynı hudut dâhilinde bulunduğumuz zamanlarda; Osmanlı Devleti’nin bir uzvu bir rüknü olmaktan fevkalâde müşteki ve müstakil olmak gayesini takip ediyorlardı. Buna karşı çalıştılar, fakat neticeyi istihsal edebilmek için kendi kuvvetlerine istinadın kâfi olmadığını gördüler ve maatteessüf hepimizi birden imhaya tevessül eden düşmanlarla teşriki mesai ettiler. İngilizler, Fransızlar kendilerinin hayali olan gayelerini gerçekleştirecek diye eteklerine sarıldılar.

Lâkin harbi umuminin neticesini gördükten sonra Suriye’de İngilizler, Fransızların idare tarzına, muhakkirane olan idaresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki ehli İslam pek büyük bir hataya duçar olduklarını takdir ettiler. Onu müteakip yine bir kısım kendi dâhillerinde müstakil olmak fakat yine bir suretle, bir şekilde Camia-i Osmaniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler.

Bittabi makam-i muallay-i hilâfete karşı olan merbutiyetleri cümlemiz gibi bütün ehli iman için bir vazife-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha ileriye gittiler. Bize hiçbir şekil ve surette istiklâlin lüzumu yoktur, biz halifemiz ve padişahımıza merbut olarak Camia-i Osmaniye dâhilinde bulunacağız, dediler. Suriye’de böyle muhalif cereyanlar mevcut idi.

Biz bittabi salahiyet-i resmiye ve ilmiyeye malik bulunmadığımız için, efradı milletten bir heyet-i milliye olduğumuz için, bu cereyanın müvellid-i hakikisi olan yine milletler vasıtasıyla temas etmiş oluruz. Fakat bizim Suriye’de İslam gayesi ile münasebetlerimiz oluşmaya başladıkça orada bir saltanat tesisi ile iştigal eden Emir Faysal’ın ve Emir Faysal’ı himaye eden Fransızların nazarı dikkatini celp etti. Neticede Emir Faysal dahi hususi murahhaslarını bizimle temasa getirdi. Resmi temasla bu müracaatın bizce telakki edilen şeklini izah etmek isterim. Her halde Suriyeliler her hangi bir ecnebi devlet ile münasebetinin kendileri için binnetice esaret olacağına kani oldular. Bundan dolayı bize teveccüh ettiler. Bizim bilmukabele gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. Dedik ki artık milli hududumuz dâhilinde bulunan menabi-i insaniyeyi ve menafi-i umumiyeyi hududumuzun haricinde isaraf etmek istemeyiz.

Fakat ittihat, kuvvet teşkil edeceğinden bütün İslam âlemi manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehit olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız. Bunun içindir ki bizim kendi hududumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Suriyeliler de hudut-i dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esasına müstenit olmak üzere serbest ve müstakil olabilirler. Bizimle itilaf ve ittifakın fevkinde bir şekil ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisi ile irtibat peyda edebiliriz. Ahali bunu arzuları fevkinde lehlerine telakki etmiş olacaklar ki Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vakıf oldu. Müracaatları da bunun üzerine oldu. Ahalinin bu arzusu fiile de inkılâp etti. Suriye dâhilinde bazı ef’al ve harekât bittabi mesmuunuz olmuştur. İşte bu fiiliyat başladıktan sonra Emir Faysal suhuletle tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet haline orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki, muhtemelen ahaliye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve haricin tazyikatına mukavemet edecek vesaitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samimi telakki etmedik. Onun için vuku bulan siyasi müracaatta biz de siyasi cevap vermiş bulunduk. Ancak hakiki irtibat hükümet şeklinde değil fakat Suriye milletiyle Suriyelilerle olmuş oldu ve oradaki bu hareket hakikaten bize manevi kuvvetle beraber maddi kuvvet zammetmiştir. Milli hududumuzun cenup cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyatın semerat-ı maddiyesini görebiliriz.”

Mustafa Kemal’in konuşmasında geçen Suriye’de hem Fransızların mandasını isteyen hem de Osmanlı’ya bağlı kalmayı tercih eden iki cereyanın mevcudiyeti ve buna karşı Mustafa Kemal’in “Suriye’de böyle muhalif cereyanlar var idi” tespiti bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır. Mustafa Kemal konuşmasına yine Arap coğrafyası üzerinden devam ederek şu sözleri söylemiştir:

“Irak’a gelince; Irak’ta İngilizlerin muamelâtı ahali-i İslamiyeyi fevkalade dil-gir etmiş oldu. Biz kendilerine temas aramadan evvel onlar bizimle temas aradı ve alelıtlak eskisi gibi bir Osmanlı memleketinin cüzü olmayı kabul ettiler. Fakat biz onlara karşı Suriyelilere söylediğimiz nokta-i nazarı söylemekten başka bir şey yapmadık. Ettiğimiz kendi dâhilinizde kendi kuvanızla kendi mevcudiyetinizle müstakil bir devlet olunuz. Biz her şeyden evvel istiklalimizin teminine çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiçbir mani kalmaz ve Musul havalisinde Bağdat’ta ve sair birçok yerlerde … vaka olarak bir çok hadisat zuhur edecekti ve bugün dahi, eşgal-i zahirîyesi ne olursa olsun, bizim imhamıza çalışan düşmanlar, Suriye ve Irak’taki vakayi muvacehesinde milli faaliyetlerle bize tevcih ettikleri kuvvetleri tenkise mecbur olmuşlardı ve bugün dahi eşgal-i zahiriyesi ne olursa olsun gerek Iraklıların gerek Suriyelilerin bu iki mıntıkadaki dindaşlarımızın kalpleri bizimle beraberdir. Eğer bundan sonra esbabına tevessül edilirse bunlardan azami istifade etmen mümkündür”.

The post TBMM Gizli Celse Zabıtlarından Arap Dünyası Üzerine Notlar (1) appeared first on ORDAF.

BÖLÜM 2

TBMM-Suriye Yakınlaşması

9 Mayıs 1336 (1920) tarihli, başkanlığını Celâleddin Arif Bey’in yaptığı bir oturumun üçüncü celsesi Mustafa Kemal’in askeri ve siyasi vaziyet hakkındaki beyanatı ile başlamıştı. Mustafa Kemal konuşmasında ekseriyetle iç isyanlardan bahsetmişti. Bir mebusun (ismi zabıtlarda geçmemektedir) Mustafa Kemal’in 24 Nisan 1336 (1920) tarihinde yukarıda belirtildiği vecihle yaptığı konuşmasını ima ederek; “Paşa Hazretleri Arabistan hakkında bir şey söylemedi!” sorusuna Mustafa Kemal şöyle cevap vermiştir:

“Arabistan hakkında verilmiş olan tafsilâtı itmam edecek şeylerden sarf-i nazar edeceğim. Yalnız hakikatten mühim bir nokta var. Onu arz edebilirim. Suriyelilerin muhtelif merkezlerden, bizimle öteden beri anlaşmak istediklerini ve bazılarının anlaştıkları, daha evvelki konuşmamda arz etmiştim. Bu meyanda Emir Faysal da vardı. Bizzat yani hükümet namına bizimle anlaşmak isteyen Emir Faysal bizimle daha evvel, temasa gelmeden evvel, Hükümet-i Merkeziye ile de, Suriye Sultanı olan zatın o zaman gönderdikleri bir murahhas vardı. O murahhasla görüşmüştük. Emir Faysal ve hükümeti ve kendisi tarafından tasdik edildikten sonra tekrar buraya sahip-i salahiyet zevatla gelmesini söyledik. Anlaşma esasları kaleme alınmış fakat imza vazolunmamış; nevama bir müsvedde yapılmıştı. Evvelki gün Mardin’de verilen bir telgrafta o zat Iraklı Sıtkı Bey namında bir zat tekrar buraya gelmek üzere dün Mardin’den hareket etmiştir. (Çok iyi sedaları).”(s. 24)

17 Mayıs’ta gerçekleşen oturumda Mustafa Kemal’e Suriye’den daha evvel birisi geliyor demiştiniz, ne oldu diye sorulmuş kendisi de buna, “Suriye’den birisi geliyor, yoldadır.” şeklinde mukabelede bulunmuştur. (s. 33)

Zabıtlarda San Remo Konferansı

san-remo

San Remo konferansı, Birinci Dünya harbinden mağlup çıkan Osmanlı Devleti ve ona bağlı Arap coğrafyasının paylaşılması meselelerinin ele alındığı konferanslardan biriydi. İngiltere başbakanı Lloyd George, Fransa başkanı Alexandre Mitterand, İtalya başbakanı Francesco Nitti ve bunlara ilaveten bazı diğer devletlerden temsilcilerin katıldığı konferans 18-26 Nisan 1920’de, İtalya’nın San Remo şehrinde toplanmışlardır. Konferans süresince Türk temsilcilere hiçbir söz hakkı verilmemişti. Bu konferans nihayete erdikten birkaç hafta sonra da TBMM’de çeşitli tartışmalara sebep olacaktır. Bunların birincisi, 17 Mayıs 1336 (1920) tarihli oturumdur.

Sözü Mustafa Kemal şöyle açmıştır;

“… San Remo Konferansının hitam bulduğu tabii mesmuu âlilerinizdir.

Türkiye sulhu hakkındaki şartnamesinde İstanbul’dan gönderilen heyete tebliğ edildiğini ve bir aya kadar cevap verilmek üzere mezuniyet verildiğini işitmiş olacaksınız. Bizim de malumatımız vardır. Mukarrerat henüz neşrolunmadı. Yalnız bize suret-i hususiyede gelen malumatta bir defa Trakya’nın çatalca hattına kadar Yunanlılara itası vardı. İzmir’in Yunanlılara verilmesi şarktan bir kısım arazinin Trabzon şarkına kadar olan arazinin Ermenilere terki vardır. Bir de İstanbul boğazları hakkında Londra mukarreratının tatbiki takarrür ettiği bildiriliyordu ve zannederim ki esas metinde de bunlar vardır.”

Mustafa Kemal’in bu sözleri üzerine Sivas mebusu Mustafa Taki Efendi: “Şark hududu nerelere kadardır?”

Mustafa Kemal Paşa: “… Efendim şark hakkında en son aldığım malumatta eski malumatınızı tebdil edecek kadar büyük bir şey yoktur. Gürcistan malum vuku bulan taarruza karşı seferberliğini yapmakla meşgul ve hudut üzerinde bulunan bir köprüye şarktan gelmiş olan kuvvetler hücum ediyor, taarruz ediyor, Gürcüler de bu köprüyü tahribe mecbur oluyorlardı. Karabağ’da kuvvetler tehaşşüt ediyordu. Bu kuvvetlerin Ermenistan’a taarruzu ihtimali vardır. Kat’i malumatımız yoktur… Son günlerde anlaşılıyor ki İngilizler buna biraz mani oluyorlar. Onun için de ancak Odessa’dan ve Sivastopol’dan malumat alabiliyoruz ve bu malumat da bir hafta teahhür ediyor.”

Karahisar-i Sahip Mebusu Nebil Efendi Aydın hakkında sulh konferansında bir şey söylenip söylenmediğini de Mustafa Kemal’e sormuş ve Mustafa Kemal de buna bir kısım malumatlar çerçevesinde cevap vermiştir. Aydın özelinde sulh konferansında bir karar alınıp alınmayacağı sorusu bizi şaşırtmasın. Zira o sıralarda Yunanlılar bölgeyi işgal etmiş ve yavaş yavaş Anadolu içlerine ilerlemeye başlamışlardı. (s. 32-33)

San Remo Konferansından elbette Türkiye’yi memnun edecek bir sunucun çıkması beklenemezdi. Her ne kadar Osmanlı heyeti alınan kararlara itiraz etse de bir işe yaramamıştı. Bunun üzerine İstanbul’da çeşitli protesto yürüyüşleri yapılmış ve Osmanlı’nın paylaşılması adına alınan kararlara tepki gösterilmişti. Bu durum Meclis’te de tezahür edecektir.

İzmit Mebusu Hamdi Namık Bey 29 Mayıs 1920 tarihli konuşmasında şu cümlelere yer verecekti: “Muhterem efendiler, biz buraya geldiğimiz zaman yalnız bir düşünce ile gelmiştik. Ne kanun tanzim etmek, ne alelade işler yapmak ve hatta bu yolda kararlarımız da mevcuttur. Şimdiye kadar Meclis’in her türlü ef’al ve harekâtıyla takip ettiği gaye en büyük emel ve hedef sulh konferansı aleyhimizde bir karar ittihaz ettiği halde memleketimizin esbap ve sureti müdafaasını ihzar etmekten ibarettir. San Remo mukarreratını gördük ve öğrendik, bizim için ne kadar zalimane ne kadar hainane caniyane nikatı ihtiva ettiğini anladık. Bunu şüphesiz mütekreh, müteaffin bir paçavra halinde tanzim edenlerin suratına atar ve reddederiz efendiler…”(s. 49)

Yine Hamdi Namık Bey 3 Temmuz 1920 tarihli oturumda bu sözlerini hatırlatacaktı:

“… Bundan takriben kırk gün evvel San Remo muahedesi mevzubahis edildiği zaman bendeniz bir takrir vermiştim ve demiştim ki milleti şimdiden silahaltına almak lazımdır. Bazı taraftan bu teklif nabe-mevsim addedilmekle beraber, Heyet-i İcraiyeye havalesine karar verilmiştir. Elbette hükümet bu hususta bir şey düşünmüştür. Şimdi münakaşalarla vakit geçirecek değiliz. Umumi seferberlik mi ilân edeceğiz, esnan erbabından bir kısmını silâh altına mı alacağız, yoksa İsmet Beyefendinin bulundukları gibi har-i sağir tabir edilen bir çete muharebesi mi yapacağız? Ne yapacak isek, hükümet bunun için ne düşünmüş ise bizi tenvir etmesini rica ederim.”(s. 62)

11 Ekim 1920 tarihli Mustafa Kemal Paşa’nın reisliğinde toplanan Meclisin gizli oturumunda söz alan Hariciye Vekili Ahmet Muhtar Bey de konuşması esnasında, San Remo Konferansının bazı mühim maddelerine temas eder:

“… Onun için bu teklifi dermeyan eden makam-i resmiye Adana ve onun şarkında bulunan havali hakkında Ankara Hükümeti milliyesinin öteden beri tespit edilmiş bulunan esasat mahfuz kalmak yani Fransızların Kilikya dedikleri Adana zaten San Remo Ahitnamesi ile kabul etmediğimiz, edemeyeceğimiz … kuvayı askeriyesi yani işgal-i askerisi ilga edilmedikçe ve onun şarkında bulunan kıta ki yine San Remo ahitnamesi mucibince Suriye’ye terk edilmiştir ve Suriye mandaterliği de … işgaller kaldırılmadıkça yani bizim hudut-i milliyemiz dâhilinde bulunan hakimiyet-i mutlakamız suret-i katiyede kabul ve tasdik edilmedikçe kendileriyle hiçbir müzakereyi kabul edemeyeceğimizi… menafii iktisadiyeden başka bir şey olamayacağına nazaran bu mebhaste yani iktisat zemininde kendileriyle her vecihle müzakere edebileceğimizi ve ancak bunun mevzuu müzakere olabileceğini tebliğ ettik ve elyevm Hükümetimiz bu tebligatın neticesine intizardır… İki defa bir parça dolambaçlı olmakla beraber hükümete müracaatta bulunmuşlardır.”(s. 149)

Görüldüğü üzere Türkiye San Remo Konferansı’nda alınan kararlara karşı şiddetli bir tepki duymaktadır. Türkiye işgallerin kaldırılıp, kendisinin de müstakil bir devlet olarak nazar-i itibara alınarak yapılacak olan yeni bir muahedeyi ancak kabul edebileceğini hemen her platformda ayan beyan ortaya koymaktadır.

TBMM Gizli Celse Zabıtları, I. Cilt, TBMM Basımevi, Ankara 1980

The post TBMM Gizli Celse Zabıtlarından Arap Dünyası Üzerine Notlar (2) appeared first on ORDAF.

ARAŞTIRMA DOSYASI /// KUDRET HARMANDA : BİZİM BU CUMHURİYETE BORCUMUZ VAR !

Sabahleyin uyanınca içimde yanan bir şey hissetim. Bir ses "Bu gün annenin yanına git! Bir gününü birlikte geçir. Özlemiştir seni!" diyordu durmadan… Öğleden sonra kalktım yanına gittim. 15 Km ötedeki anamın yanına. 83 Yaşındaki bu ulu çınarın gölgesine oturmaya vardım.

Çölde susuzluktan dudakları çatlayan, dili damağı kuruyan birisi bir vahaya nasıl rastlarsa, kurak bahar günlerinde sararan ekin yaprağı yağmura nasıl kavuşursa, oğlaklar, kuzular analarına nasıl koşarsa, bizim kavuşmamızda öyle oldu. Ana oğul halleştik, dertleştik.

Ana oğul eskilerden söz ederken aklıma anamın doğduğu köye gitmek geldi birden. On bir kilometre ötedeki Kozağacı köyüne yolcu olduk. En son kararname ile kasaba iken köye dönüştürülen Kozağacı’nın meşelerle kaplı mezarlığına vardık. Anam tek tek saymaya başladı; "Bu mezar Tan oğlu Süleyman dedemin mezarı, yanındaki küçük mezar anamın ilki Esme abamın, onun yanındaki mezar adını aldığım Dudu halamın, arkadakiler Nenemin, Anamın, kardeşim İbrahim’in mezarı." Hepsinin mezar taşını sanki evladını okşayan bir ana şefkati ile okşuyordu. Adını aldığı halasının mezarına varınca "Bizim bu cumhuriyete borcumuz var oğul!" dedi… Bir anda rüzgar esmeyi bıraktı… Mezarlıkta öten kuşlar ötmeyi kesti…Çiseleyen yağmur birden kesildi… 83 yaşındaki bu Madanoğlu Yörüğü ömründe ilk defa ve belki de son kez böyle konuşuyordu… "BİZİM BU CUMHURİYETE BORCUMUZ VAR!"

Boğazım düğümlendi, yutkunum geçmedi bir an. Ömrüm boyunca siyasetin ve politikanın her türlüsünden nefret ettiğini bildiğim, siyasetin s harfini bile sevmeyen anamın dilinden bu sözü duymak beni şoka sokmuştu. "Ana iyi misin?" diye zoraki sorabildim. Gözlerinde nem, sesi titremekteydi. Halasının üzerinde yazı bile olmayan mezar taşını bir bebek gibi okşarken; "Dudu halam 21 yaşındaymış öldüğünde. Savaş zamanıymış. Çatlama gebeymiş. Sarı sancı olmuş, terleme hastalığına tutulmuş. Doktor yokmuş yakın yerde. En yakın ya Antalya, yahutta Konya’da varmış hekim. Burdur’da bile yokmuş anlayacağın. Nenem çok çabalamış, kurtaramamış. Yaz gününde titreye tireye gövdesi yüklü ölmüş gitmiş. Nenem hep ağlardı halamı andıkça. Bi hekim olsa yaşardı Dudu kızım derdi. Biz bu canı yaşıyorsak oğul, Cumhuriyet sayesindedir!"

Anam okuma yazma bilmez benim. Onların gününde okul yokmuş köylerinde. Burdur’un Çavdır ilçesine bağlı olan Kozağacı köyünde doğmuş. Evin üçüncü çocuğu. İlki altı aylıkken ölmüş. Kıtlık yıllarıymış. Anası yani nenem Zöhre gelin köyün varlıklı ailelerinden Seyfilerin Ala dedenin Fettah’ın kızıymış. Çokça tarlası, bağı, bahçesi, koyun ve davar sürüleri varmış Fettah dedemin. Durmuş dedem, henüz 13 yaşındayken alıp kaçmış nenemi. O günü şartlarında hükümet nikahı kıymışlar, Tefenni’de yaşını büyüterek nenemin. 14 ünde ilk çocuğunu Esma’yı kucağına almış nenem. Altı ay yaşamış Esma bebek. Dedemin anasının adıymış. Sıtmadan ölmüş altı aylık bebecik. Sonra bir kız daha olmuş. Adını Dursun koymuşlar, buda ölüp gitmesin, dursun da adıyla yaşasın demişler. Dedem Askere gitmiş Dursun olduktan sonra. "46 Ay eskercilik (askerlik) etmiş bubam. Anam yokluk içinde bakmış bıllama (ablama), o da ölecek diye pek korkarmış. Angara’da İreyisicumhur korumasıyımış bubam. 40 ay Atatürk’ün yanındaymış. Yakışaklı, pardılı adamıdı bubam.. Eskerciliğinden sonra ben olmuşun. Benden sonra teyzen ve dayıların oldular. Çobanıdık biz Koçaşın yüzünde. Okul yoğudu köyde. Olsa okurdum. Anam hep derdi, okul olsada okusanız diye. Nedersin okuyamadık. Dayıngil eskercilik ederken öğrendiler. Biz okuyamadık." 83 yaşındaki bu Yörük anası bana kısaca özetini yapıverdi hayatının, nenemin mezarı başında.

"Ben 23 yaşında vardım bubanıza. Eyi adamıdı cennet mekanı olsun. Kızlarımı okutacağım, hiç olmasın ilk mektebi bitirsinler dedim. Saldı bacılarını okula. Allaha çok şükür, dokuzunuzda okudunuz. Cahil kalmadınız, kör kalmadınız benim gibi…" Gözleri uzaklara, yetmiş yıl öncesine dalıp gidiyordu. Anlatırken tekrar tekrar o yılları yaşıyor, yokluğu, kıtlığı, hastalığı, sağlığı, çaresiz gelen ölümü anlatıyordu.

Henüz altı aylıkken ölen bacısı Esma’yı, 27 yaşında kara topraklara verdiği anacığı, tokuş melikli anasını, Zöhre gelini anlatıyor, soğuk mezar taşına bir başka dokunuyordu. "Anam hasta oldu. Bakımsız kalmış, 7 çocuk doğurdu. Acı ayazla çıkardık dağa. Kar, kış demezdi anam. Bi gün yattı, karnı şişti davul gibi. Emzikliydi. İbrahim henüz 1 yaşındaydı. Goca bubamın, Çanakkale’de 17 yaşında kalan Tan oğlu İbrahim’in adıydı. Bi bahar sabahı Rahmeti rahmana kavuştu. Anamın cenazesi boylu boyunca yatarken hanayda, İbrahim süt diye anama atılıyordu. Ardında 6 öksüz bırakıp gitti. Tokuç melikli anam, sırma zülüflü anam. Gelin anam…" Yılların yorgunluğunu taşıyan fersiz gözlerinden iki damla yaş düştü mezara… "Çok şey kazandık oğul, çok şey edindik. Dokuz evlet doğurdum, Allah devletimize zeval vermesin, dokuzunuzda sağsınız. Devletimiz hastane getirdi, yol getirdi, telefon, elektrik getirdi. Sen hasta olduydun, Burdur hastanesinde kurtardık seni. Bilemedik di derdini, götürdük Tefenniye, oradan saldılar Burdur Hastanesine, 27 gün yattın, yirmi yedi gün kucağımda salladım seni. Kurtuldun. Ömrün varmış, göreceğin gün varmış. Yaşadın…Ya olmasaydı Burdur Hastanesi? Ya olmasaydı Tefennideki Sağlık Ocağı? Ya gelmeseydi Konya’daki hastane Burdur’a? Biz bunları Cumhuriyetle kazandık oğul! Ondan derim bizim Cumhuriyete borcumuz var diye!"

Doğru dersin anam, çok doğru dersin. Yurt için canını veren, devleti için ömrünü harcayan biz Türkleri görmeyen, bizim dediğimiz, ama bizim olmayan bir devletten, her şeyi ile bizim olan bir devlete geçmek elbette çok büyük bir devrimdir!

Birisine milleti sadıka deyip, öbürüne kavmi necip denilip askere bile alınmayanlara her türlü hizmet ve ulufe verilirken Türk Milletinin ikinci sınıf görüldüğü bir anlayış, demiryollarının, su kanallarının, her türlü imarın sanki Anadolu’nun hakkı değilmiş gibi Arap yarımadasına, Mısır’a yapılırken Türk Milletinin hep ikinci planda görülmesi, Türk köylüsünün hep fakir kalması, sarı sancı dedikleri sıtmaya kurbanlar vermesi bu gün bu seksenlik Türk anasının aklında yer eden acıların hala unutulmadığının en canlı göstergesidir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana, sınırları içerisindeki halkına hiç bir ayrım gözetmeksizin hizmetin en güzelini vermeyi kendisine ilke edinmiş, güçlü devletin, zengin maliyenin ancak eğitimli ve müreffeh bir halkla olacağının bilinci ile vatandaşları arasında hiç bir ayrım yapmaksızın hizmeti en uç noktalara kadar götürmüş ve halkının refahı için çaba harcamıştır.

Anamın dediği gibi; "Bizim bu cumhuriyete borcumuz var!" Bu borcu ödemek günü de bu gündür! Laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin ÜNİTER yapısının devamı için her Türk vadesi gelen borcunu ödemek zorundadır! Çünkü şunun çok iyi farkına varmak zorundayız ki; bu coğrafyada üniter Türkiye Cumhuriyeti emperyalistlerin en büyük korkusudur! Milleti ve tüm kurumları ile ayakta olan bir Türkiye Cumhuriyeti sadece kendi vatandaşları için değil, Yemen’de ki Abdullah, Mısırda’ki Esma, Filistinde’ki Rabia için bile bir emniyet sübabıdır!

Unutmayın; bizim TÜRKİYE CUMHURİYETİNE borcumuz var!

MERKEZ PARTİ DOSYASI /// Abdürrahim Karslı : AKP bir hıyanet projesidir

Merkez Parti Genel Başkanı Prof. Dr. Abdürrahim Karslı, AKP’nin küresel güçlerin kurduğu bir hıyanet projesi olduğunu söyledi. Karslı, "AKP bir hıyanet projesidir. AKP küresel güçlerin projesidir. Meclisin içindeki diğer partiler de onların destekçisidir." dedi.

Abdürrahim Karslı, hazırlıkları tamamlanan Bayrampaşa Merkez Parti İlçe Binası’nın açılışına katıldı. Açılışa ilçe teşkilat mensupları, STK’lılar ve çok sayıda vatandaş katıldı. Karslı, açılışın ardından gündeme ilişkin bir konuşma yaptı. Cumhurbaşkanı’na tanınan örtülü ödenek ve istihbarat toplama yetkisini sert bir dille eleştiren Karslı, "En tepedeki insanımız sadece bir haber salıyor meclise verin bir kanun teklifi. Ne teklifi o? Cumhurbaşkanına örtülü ödenek ve özel istihbarat toplama yetkisi. Zaten kendisin gayri resmi istihbarat toplayan adamları vardı. Onları resmileştirmesi bin odalı sarayı doldurması lazım. O saraydaki harcamaları karşılamak için denetime tabi olamayan bir ödenek istiyor." ifadeleri kullandı.

KARSLI: "CUMHURBAŞKANI GÜNLERDİR PARALEL DEVLET DİYE BAĞIRIYOR. NE ESAMESİNİ BULDU, NE ESERİNİ BULDU"

17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları sonrası ortaya atılan ‘Paralel Devlet’ iddialarının gerçekle bağdaşmadığını ifade eden Abdurrahim Karslı şunları ifade etti: "Şimdi Cumhurbaşkanı günlerdir ‘Paralel Devlet’ diye bağırıyor. Ne esamesini buldu, ne eserini buldu. Ben hep söyledim. Bir ‘Paralel Devlet’ var. O da PKK ve yandaşlarının kurduğu devlet. Güneydoğu’da devletin yetkisini almış devlet. Paralel Devlet o. Şimdi ikinci bir ‘Paralel Devlet’ çıktı. O da Cumhurbaşkanı ve avanesi. Şimdi memlekette üç tane iktidar var. Bir karikatür Başbakan ve avanesi, iki PKK ve yandaşları, Cumhurbaşkanı ve kendi örgütü. Türkiye Cumhuriyetinin geldiği hal bu."

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerde İran’ı eleştirmesine değinen Karslı, "Bir Cumhurbaşkanı yıllar önce MİT’in başındaki adam İran’la ilgili işlerde ismi geçiyor diye çağırılıp karşı çıkıp, 3 yıl sonra bu İran tüm Ortadoğu’yu kontrolü altına alıyor diyorsa. Sizin bunlara söyleyecek hiçbir şeyiniz yok mu?" şeklinde tepki gösterdi.

"AKP BİR hıyanet PROJESİDİR"

AKP’nin bir hıyanet partisi olduğunu dile getiren Karslı, "AKP bir hıyanet projesidir. AKP küresel güçlerin projesidir. Meclisin içindeki diğer partiler de onların destekçisidir. Bu insan çıkıp da ben Büyük Ortadoğu projesin eş başkanıyım demedi mi? Diğer eş balkanı da Biri İspanya diğeri de İsrail. Şimdiki Cumhurbaşkanımız hala Ortadoğu projesini gerçekleştirmeye çalışan bu." ifadelerini kullandı.

Program kurdele kesimi ile son buldu.

AK PARTİ DOSYASI /// NAZLI ILICAK : Muhaberat devleti mi kuruluyor ?

Yazıya, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na acıdığımı söyleyerek başlamak istiyorum. O kadar itibar kaybediyor ki! Davutoğlu, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün yanında danışman olarak siyasete ilk adımını attı. O zaman parlak bir bürokrattı. Daha sonra Dışişleri Bakanı oldu. Kamuoyu araştırmalarında en yüksek oyu alanlardan biriydi. Ama politika böyle bir şey… Vezir de olursun rezil de.

Başbakanlık koltuğuna oturduğunda Davutoğlu “Artık torba yasa çıkmayacak” sözünü vermemiş miydi? Vermişti… Ama gelin görün ki, gene bir torba yasa çıktı. Üstelik son anda, bu yasaya Cumhurbaşkanlığı’na istihbarat toplama ve örtülü ödenek imkânı veren bir düzenleme eklendi. Bu da ayrı bir utanç vesilesi.

Cumhurbaşkanı’na örtülü ödenek teklifine göre, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 24’üncü maddesinin 1’inci fıkrasında yer alan “Hükümet icraatları” ibaresi, “devlet ve hükümet icapları” şeklinde; “Başbakanlık bütçesi” ibaresi, “Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık bütçeleri” olarak; “Başbakan’ın ailesinin” ibaresi de “Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve ailelerinin” diye değiştirildi.

Cumhurbaşkanlarının icrai bir yetkisi yok; zira sorumluluğu da yok. Bu örtülü ödenek nerelere harcanacak? Sonuç itibariyle, para bizim paramız ve yolsuzluk iddialarının hesabını vermeyenlere de zerrece güvenmiyorum. Diyelim ki, 100 milyonlar, hiçbir denetime tâbi tutulmadan sıfırlandı. Elimiz kolumuz bağlı, bunu seyretmek zorunda kalacağız.

Kısacası Türkiye yetkilerine sahip çıkamayan bir Başbakan’ın ve bütün yetkileri üzerinde toplamak isteyen bir Cumhurbaşkanı’nın yönetiminde, meçhule doğru sürüklenip gidiyor.

Örtülü ödeneğin gerekçesi olarak, “Kapalı İstihbarat” ve “Kapalı Savunma Hizmetleri” gösterildi. Otoriter rejimlerde, Başkan ile İstihbarat arasında çok yakın ilişki mevcuttur. Bu yüzden onlara “Muhaberat Devleti” denir. Sorumsuz olan bir makama, nasıl böyle bir yetki verilebiliyor?

AK Parti grubuna söyleyecek söz kalmadı. Milletin vekilleri olmaktan ziyade, saraya koşulsuz biat etmiş askerler olmayı içlerine sindiriyorlar.

Kendini AK Parti sempatizanı olarak tanımlayan bir vatandaş, Penguen Dergisi’ndeki karikatür için, “Erdoğan’a top işareti yapıldı” diye savcılığa başvurdu. Dava açıldı. İki karikatüristine 11 ay hapis cezası verildi. Ceza daha sonra 7 bin liraya çevrildi. Oysa Tayyip Erdoğan’ın da bu işareti yapan fotoğrafları var. Üstelik bir toplantıda konuşuyor. Şimdi, o toplantıya katılanlar, teker teker mahkemeye müracaat edip, “Erdoğan bize top dedi” diye şikâyette bulunsalar ne olacak?

Kim çizdiyse eline sağlık… Biri bana tweet atmış; görünce çok güldüm.

1) DÜĞME İLİKLEME: Karşındaki şahısta, “Sen top musun” algısına yol açabilir.

2) ÇAY KARIŞTIRMA: “Sen tekersin” iması çıkabilir.

3) MMM… MMM ÇOK NEFİS OLMUŞ HAREKETİ: “Sen tekerleğin önde gidenisin” anlamına gelebilir.

HAYAL MAHSÜLÜ HABERİN SÖZCÜLÜĞÜNDEN İBARET YAYINA CEVABIMIZDIR

Bugün Gazetesi’nde 11.09.2014 tarihinde yayınlanan, Nazlı Ilıcak tarafından kaleme alınmış “Çarşı’da Darbeciymiş!” başlıklı köşe yazısında; müvekkil Sayın Serhat Albayrak ve Sayın Berat Albayrak hakkında kamuoyunu yanıltmaya yönelik, kişisel itibarlarını zedeleme amaçlı senaryo ürünü olan gerçek dışı açıklamalar yer almaktadır.

Söz konusu yazıda; Zaman Gazetesi’nin düzmece haberini Bugün Gazetesi’nin sütunlarına taşımak suretiyle; kim tarafından internete yüklendiği belli olmayan, tamamen gerçek dışı beyanlarla kamuoyuna servis edilen, gerçekliği meçhul, dolayısıyla hiçbir değer taşımayan birtakım ses kayıtlarına dayanarak yaratılan kurgu devam ettirilmiş, amacın haber yapmak değil kara çalmak olduğu gözler önüne serilmiştir.Oysa ki, müvekkiller genç yaşlarından itibaren profesyonel iş hayatında yer alarak üst düzey yönetici pozisyonlarında bulunmuşlardır. Yıllar boyu yapmış oldukları bu çalışmalarının neticesindeki şahsi birikimleri ile Gap İnşaat tarafından gerçekleştirilen Şehrizar Konakları Projesi’nden satın aldıkları taşınmazların bedellerini 2013 YILI EKİM AYI içerisinde ödemişlerdir. Müvekkiller ile herhangi bir vekâlet ilişkisinin bulunmadığını bugüne kadar birçok defa açıkladığımız Ömer Faruk Akbulut’un ilgili projeden daire alım tarihi ise, Bugün ve Zaman Gazetesi’nde daha önce yapılan haberlerde de 2013 YILI ARALIK AYI olarak belirtilmiştir. Müvekkillerin sözü edilen projeden daire alım tarihi daha önce olduğundan; Bugün Gazetesi’nin haberlerinin yalan ve düzmeceden ibaret olduğu; müvekkillerle Ömer Faruk Akbulut arasında herhangi bir daire alım satımın olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Tekrar belirtmek isteriz ki, hem Bugün Gazetesi, hem de Nazlı Ilıcak’ın tekzibe konu köşe yazısına dayanak gösterdiği Zaman Gazetesi’nin bu ve buna benzer pek çok haberine ilişkin yapılmış olan düzeltme ve cevap başvuruları Türk Adaleti tarafından defalarca kabul edilmiş ve yapılan yayınların usulsüz, gerçeğe aykırı ve iftira niteliğinde olduğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda, Bugün Gazetesi’nin müvekkilleri kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırmak amacıyla ne yapacağını şaşırmış bir şekilde iftiralarına devam etmesi, basın tarihine kara leke olarak geçecektir. Bugün Gazetesinin, gerçek olmayan bir takım bilgi ve bağlantılar kurgulayarak müvekkilleri töhmet altında bırakan söz konusu iftiralarının, habercilikle ilgisi yoktur.

Bu ve benzeri gerçek dışı haberlerin tümüne ilişkin olarak müvekkillerin hukuken sahip olduğu hakların sonuna kadar en etkili şekilde takipçisi olacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Tekzibe konu köşe yazısında yer alan yalan ve düzmeceden ibaret olan bilgi ve açıklamaları; kötü niyetli ve hayali senaryoları; kısacası gazeteciliğin etik değerlerine yakışmayan bu gerçek dışı yazıyı kaleme alan Nazlı Ilıcak ve hayal ürünü yazıyı yayınlayan gazetenizi kınıyor, asılsız suçlamalara karşı cevabımızı kamuoyuna saygıyla sunuyoruz.

Serhat Albayrak ve Berat Albayrak Vekili Av. Fatih SAVAŞ

AK PARTİ DOSYASI /// ÖZCAN YENİÇERİ : AKP NEDEN TELAŞLI ???

Mevcut anayasal sistem 10 Ağustos 2014’de ’çok farklı bir cumhurbaşkanı olacağını’ söyleyen Tayip Erdoğan tarafından fiilen askıya alınmıştı. 27 Mart 2015 Tarihi itibarıyla çıkarılan torba yasalarla da bu fiili durum bir bağlamda resmi hale getirilmiş olmaktadır.

Nitekim 27 Mart 2015 tarihinde kabul edilen torba yasayla Cumhurbaşkanı’na da Başbakan gibi örtülü ödenek kullanma yetkisi verilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “devlet itibarının” gerekleri çerçevesinde ve istihbarat amacıyla örtülü ödenek kullanabilecek. Cumhurbaşkanı bu ödeneği, ’kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ile olağanüstü hizmetlerle ilgili devlet icapları için’kullanacak. Cumhurbaşkanının yürürlükteki anayasada ’kapalı istihbarat ve kapalı savunma’ gibi bir görevi yoktur. Bu görevler Başbakana aittir. Onun için de Başbakanlığın örtülü ödeneği vardır. Mevcut durumda Türkiye’nin iki Cumhurbaşkanı değil ama iki Başbakanı vardır.

Diğer yandan çıkarılan iç güvenlik yasasıyla hukuk devletine, temel hak ve özgürlüklere aykırı bir çok düzenleme de yasallaşmış bulunmaktadır. Buna göre Polise “silah kullanma” ve “48 saat” gözaltı yetkisi veriliyor. 4 Bin emniyet mensubu emekli edildi. Bakanların talebiyle 24 saat içinde hâkim onayına sunmak kaydıyla internete erişim engellenebilecek.
Çıkarılan torba yasalar ve iç güvenlik yasası marifetiyle Cumhurbaşkanı’na tanınan imtiyazlar ve hukuk devletine aykırılıklar mevcut anayasayı fiilen geçersiz ve hükümsüz kılmıştır.
Yürürlükteki mevzuata göre çıkarılan yasaların anayasa uygun olması gerekiyor. Yapılan düzenlemeler “Yeni Türkiye” nin yapılacak yeni anayasası ise 27 Mart 2015 günü ve önceleri çıkarılmış olan hukuk devletine aykırı ve cumhurbaşkanına imtiyaz öngören torba yasalara uygun olacak. Böylece Yeni Türkiye’de hukuk devletinin yerini kanun devleti almıştır.
Türkiye’de ki anayasal rejim; Cumhurbaşkanlığı ile Başkanlık, anayasa ile keyfilik, demokrasi ile totalitarizm, kanun devleti ile hukuk devleti arasında bir sarkaç gidip gelmektedir. Türkiye’de parlamenter sistem işletilmemektedir.

10 Ağustos tarihinden bu yana Türkiye’de ki anayasal rejim; çıkarılan yasalarla her işlevsiz kılınmış hem de tersyüz edilmiştir. Ortada zaman zaman atıf yapılan ama hükümlerine uyulmayan bir anayasa vardır.

Türkiye’nin Adalet Bakanı sıfatını taşıyan Efkan Ala, “Anayasayı tanımadığını” TBMM’de resmen açıklamıştır. Bütün bunlar “Başkanlık Sistemi” nin ayak sesleridir. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, açıkça “Parlamenter sistem 10 Ağustos’ta bir daha geri dönüş olmamak üzere milletimiz tarafından bekleme odasına alındı” türünden bir yargıda bulunmuştur. Parlamenter sisteme göre cumhurbaşkanı olan Erdoğan bunu söylemiştir.

Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan Erdoğan, Anayasa’nın tarafsızlık, siyaset üstü ve devletin birliğini temsil gibi hükümlerini, fiili olarak gerçekleştirdiği uygulamalarla yok hükmüne indirmiştir.

Tayip Erdoğan cumhurbaşkanı olarak, miting düzenlemiş, siyaset yapmış, AKP’ye dörtyüz milletvekili istemiş ve siyasi parti liderleriyle polemiklere girişmiştir. Doğal olarak tarafsızlık yeminini de çiğnemiştir.

TC Anayasasına göre Cumhurbaşkanı sorumsuzdur. Sorumsuz Cumhurbaşkanına sorumlu makamlar için öngörülen yetkilerle donatmanın mantığı yoktur. Fiili olarak Cumhurbaşkanı yönünden mevcut uygulama ’sorumluluk yok’85yetki çok’biçimine dönüşmüştür. Anonim değişle Cumhurbaşkanlığı yönünden “Ekmede yok, biçmede yok’85Yemede ortak Osmanlı” değişini andıran bir durum vardır.

AKP, önümüzdeki seçim sonuçlarına göre anayasayı değiştirecek bir çoğunluk elde ederse başkanlık sistemi ve yetki ile sorumlulukları o zaman gözden geçirmesi gerekirdi. Mevcut anayasa başkanlığı değil Cumhurbaşkanlığını öngördüğüne göre cumhurbaşkanına başkan yetkileri tanıyan yasaları AKP’nin gece yarısı alelacele TBMM’den çıkartması ne anlama geliyor? Sizce bu telaşın ve acelenin nedeni nedir?

MOSSAD DOSYASI /// İBRAHİM BEKİROĞLU : “Türk Yahudileri Gitmeli mi, Kalmalı mı ?” (YENİ AKİT GAZETESİ)

Yukarıdaki soru Yahudilere ait Jewish Journal’den bir haberin başlığı… Habere göre Türkiye’de yaşayan 17 bin civarında Musevi vatandaş kendisini dışlanmış hissediyor ve ikinci sınıf vatandaş olarak görülmek onları ülkeyi terk etmeye zorluyor. Bilhassa Mavi Marmara olayından sonra Yahudi düşmanlığının arttığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bazı medya organlarının nefreti daha da körüklediği iddia ediliyor.

Haberden Yahudi vatandaşların huzursuz olduğuna net bir şekilde ikna olabiliyoruz. 500 yıldır bu topraklarda yaşayan Yahudi cemaatinin kendini dışlanmış hissetmesi ve hala yabancı olarak görülmesi hoş bir durum değildir. Devletin Yahudi vatandaşları sahiplenmesi en temel görevlerinden birisidir. Şahsen bu ülkenin Yahudiler için yaşanmaz bir hale gelmesine üzülürüm. Çünkü sünnet-i seniyye de aykırı bir durumdur bu.

Ancak tüm diaspora Yahudilerinin görmediği veya görmek istemediği bir hususu da vurgulamadan geçemeyeceğim; İsrail dışındaki her Yahudiyi tehlikeye sokan en önemli (f)aktör İsrail Devleti’nin kendisidir. İsrail’e göre her Yahudi İsrail’de yaşamasa da bir İsrail vatandaşıdır ve ajanıdır. Vatandaşlık neyse de ajanlık hiç bir ülkenin kabul edebileceği bir durum değildir. Ajanlığın ne kadar tehlikeli bir sonuç doğurduğunu geçtiğimiz Şubat ayında El Cezire’nin Güney Afrika istihbaratına ait gizli bilgileri yayınladığı haberi örnek vererek açıklayabiliriz. Deşifre olan bilgilere göre Güney Afrika’daki bir çok Yahudi Mossad’a gönüllü ajanlık (sayanim) yapıyor. Ajanlıklara örnekler veriliyor. Mesela Yitzhak Thalia isimli bir Yahudi işadamı, Denel firmasına ait bir anti-tank füzesinin çizimlerini satın alıp Mossad’a veriyor. Ayrıca İsrail Havayolları El-Al’in Johannesburg’da yolcu ve kargo personelinin yanısıra 45 tane de güvenlik personeli çalıştırdığından bahsediliyor. Bir havayolunun neden yabancı bir ülkede 45 güvenlik personeli olur? Çünkü personel havaalanı içinde istediği gibi gezip istihbarat topluyormuş. Bu bilgileri Güney Afrika istihbaratına veren de yine bir El-Al personeli. Personelin anlattığına göre El-Al uçtuğu her ülkede Mossad’la birlikte çalışıyor. Yine haberden öğrendiğimize göre sadece İngiltere’de 1998’de 4000 Yahudi, Mossad’a gönüllü ajanlık yapıyormuş.

Şimdi oturup sormak lazım; El-Al’in diğer ülkelerdeki mesela Türkiye’deki personelinin ajanlık yapması tolere edilebilecek bir durum mu? Yahudi cemaatinin en azından bir kısmının Mossad’la işbirliği içinde olduğu bilindiğine göre, tüm Yahudilerin potansiyel bir ajan olarak görülmesinden kim sorumludur? Her diaspora Yahudisi bir İsrail ajanı farz edildiğine göre, Türkiye’deki 17,000 Yahudi vatandaşı otomatik olarak ajan olmuyor mu? Jewish Journal’deki haberde Türk politikacıların ve medyanın İsrail devleti ile Yahudiler arasında ayrım yapmadığından yakınılıyor. Peki Yahudiler kendilerini İsrail’den ayrı görebiliyorlar mı? Erdoğan İsrail’in yaptıklarını Hitler’e benzettiğinde neden alınganlık gösterdiler? Nesim Malki ve Üzeyir Garih öldürüldüğünde neden Mossad da soruşturmaya müdahil olmak istedi?

Bu soruları samimane soruyorum. Uzun süredir Yahudileri ve İsrail’i takip eden biri olarak Yahudilerin çoğunluğunun İsrail’in her yaptığını meşru gördüklerini, tepkileri ise anti-semitizm olarak kabul ettiklerini müşahede ettim. İsrail’in katliamlarını dillendirmeyi suç olarak görüyorlar. Ama İsrail’in suçlarını sorgulamıyorlar.

Gerek bu bakış açısı gerekse de her Yahudinin İsrail tarafından ajan olarak kullanılmasının sorgulanması gerekiyor. İsrail, Ben Gurion havalimanında çalışan yabancı havayolu çalışanlarının ajanlık yapmasını herhalde kabul etmezdi. Öyleyse diaspora Yahudilerine ajan olarak bakmaktan vazgeçmeli ve onların yaşadıkları toplumda hedef olmalarına engel olmalı.

Türkiye’nin Yahudilerle (İsrail’i ayrı tutuyorum) kurumsal bir sorunu olduğuna inanmıyorum. Fakat İsrail devleti için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bazen çare sizdedir. Görmeniz için uzaklara bakmadan önce önünüze bakmanız yeterlidir.

DİN VE DİYANET DOSYASI /// VEDAT AKBAŞAK : Mezhepçilik Dinci Bölücülüktür

Mezhepçi anlayış; dinci bölücü anlayıştır. Kan ve göz yaşıdır.

Yaklaşık 3000 yıllık dinler tarihinde din ve mezhep farklılıkları bahane edilerek yapılan savaşlarda 250 milyon kişinin öldüğü tahmin edilmektedir. Bunların yaklaşık 175 milyonu Hıristiyan, 25 milyonu Yahudidir geri kalan 50 milyon ise Müslümanlardır.

Hıristiyan dünyasında mezhep savaşları 1648 de sona eren Otuzyıl Savaşları’ndan sonra imzalanan Vestfalya Barış Anlaşması’yla son bulmuşken; günümüzde İslam dünyasında ne yazık ki, farklı mezhep mensubu Müslümanlar birbirlerini öldürmeye devam etmektedir.

İslam dünyasında mezhep farklılıklarının bahane edildiği iktidar çekişmelerinden dolayı yaşanan acılardan bazıları şunlardır:

* Emevi hanedanlığının Arap ırkından olmayanlara bu arada Hz. Peygamberimizin Ehli Beyti’ne ve sahabelere uyguladığı zulüm ve soykırım sonucu ikiyüzbinden fazla Müslümanın öldürülmesi

* Muaviye’nin altmış yıl boyunca Cuma Hutbelerinde Hz. Ali ve soyuna Küfür ettirmesi.

* Su kanalı açılması bahanesiyle Hz. Ömer’in mezarının talan edilmesi.

* Cemel savaşında yaklaşık 20.000, Sıffın savaşında ise 70.000 kadar Müslümanın birbirini öldürmesi.

* Halifeliğine biat etmeyen Medine halkı üzerine ordularını gönderen Yezit’in Medine’li hanımları da savaş ganimeti ilan etmesi sonucu bin civarında gayri meşru bebeğin (evladü’l Harre) dünyaya gelmesi ve dokuz binden fazla Medine’li Müslümanın katledilmesi.

* Haccac komutasındaki Emevi ordusunu mancınıklarla 64 gün boyunca taş ve ateş yağdırarak Mekke’yi ve Kabe’yi yakıp, yıkması

* Emevi’lerden sonra saltanatı ele geçiren Abbasilerin, Emevi sultanları ve halifelerinin mezarlarını talan ederek çıkardıkları kemikleri köpeklere yedirmeleri .

* Çıkarlarına hizmet etmeyi reddeden Ebu Hanife İmam’ı Azam’ı katletmeleri.

* 930 yılında batinilerin Kabe’yi istila etmeleri yüzlerce sünni Müslümanı katletmeleri.

* Şah İsmail’in İmam’ı Azam’ın mezarını talan etmesi ve binlerce sünni Müslümanı katletmesi.

* Yavuz Selim’in Şah İsmail’e karşı sefer düzenlemesi ve binlerce şii Müslümanın katledilmesi.

* Yakın tarihimizdeki Kahramanmaraş, Çorum katliamları ve “Allahü Ekber” nidalarıyla Madımak Oteli’nde insanların diri diri yakılmaları.

* Günümüzde Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da ve diğer bir çok İslam ülkesinde yaşanan kaos ve farklı mezhep mensuplarının birbirlerini -camilerde bile- bombalamaları, Yüce Allah’ın ikazına (Enam-153) emrine (Aliimran-103 Şura-13) uymayan ve mezheplere ayrılan, bölünüp, parçalanan İslam ümmetinin başına gelen felaketlerden bazılarıdır.

Bu zihniyyetin daha neler yapabileceğini görmek isteyen 13 asır geriye dönerek Muaviye, Yezit dönemini incelemeleri gerekir. Dini saltanat imtiyazı haline getiren; dinci, bölücü faşist zihniyyetin fikir babaları Muaviye ve Yezit’tir. Emevi şeriatıdır.

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez.

Toplu vurdukca yürekler, onu top sindiremez..” (Mehmet Akif Ersoy)

Saygılarımla.

İSLAM ÜLKELERİ DOSYASI : Çok Boyutlu Güvenlik ve İİT

Amanul Haq

Saygıdeğer Senatör Müşahid Hüseyin, Sayın Dr. Sayed Ali Mohammed Mousavi, Sayın Başkan Süleyman Şensoy, Değerli katılımcılar, bayanlar ve baylar; Selamun Aleyküm…

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) adına sözlerime, tarihi şehir İslamabad’da gerçekleşmek üzere planlanan vakitli ve uygun "Çok Boyutlu Güvenlik Mücadeleleri" teması altında 6. İslam Ülkeleri Düşünce Kuruluşları Forumu’na övgü ile başlayacağım. Bu Forum’un Organizatörlerine sıcak karşılamaları ve hoş ayarlamaları için şükranlarımızı sunuyoruz.

Aynı zamanda daha önceden planlanmış başka programları dolayısıyla bu ağustos Forum’a şahsen katılamayan İİT Genel Sekreteri Sayın Iyad Ameen Madani’nin hepinize en iyi dileklerini sunduğunu iletmek istiyorum.

Değerli konuklar, çağdaş dünya için barış ve istikrar; zor ve karmaşık güvenlik mücadeleleyle gölgelenmektedir. Günümüzde dünyanın büyük bir kısmı çatışmakta ve sorun kaynakları İİT ülkeleri coğrafi sınırlarında bulunmaktadır. Terörizm belası, aşırılık, etnik ve mezhep çatışmaları, organize suçlar, dinler arası mücadeleler; yoksulluk, adaletsizlik, insan hakları ihlali ve kötü yönetim konuları gibi yeniden patlak verme potansiyeline sahip eski çözülmemiş konuların hepsi sadece günümüz insanları için değil aynı zamanda gelecek nesiller için de tehdit, belirsizlik, çatışma ve istikrarsızlık dolu bir çevre oluşturmaktadır.

İİT aktif bir şekilde; dikkat, analiz ve somut eylem planları gerektiren günümüz mücadelelerinin çok yönlü boyutlarını hedef aldığı bakış açısını savunmaktadır. Bunların en başında da Müslüman Dünyası içerisindeki sürekli ekonomik yoksunluk, dışlama, ayrımcılık ve marjinallik, yoksulluk, fırsat eksikliği, yanlış yönlendirilmiş gelişim, eğitim yapıları ve yabancı ilgi etkileri ile girişimleri gibi güvenlik riskleri ve istikrarsızlığın yayılmasına yardımcı koşulları öne çıkaran politik ve sosyoekonomik bağlamları anlayıp, onları hedef almak yer almaktadır.

Altta yatan sebepleri ele alacak olursak; İİT ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve eğitimsel süreçleri teşvik ettiği kadar iyi yönetim ve insan haklarına saygıyı desteklemek adına çok çeşitli adımlar atmıştır. Bu adımlar ve girişimler; Müslüman Dünyası’nda barış ve istikrarı getirecek İİT vaadi açıklaması olarak, İİT Bağımsız Kalıcı İnsan Hakları Komisyonu (IPHRC) ve Barış, Güvenlik ve Uzlaştırma Birliği (PSMU) kuruluşlarını da kapsamaktadır. Bu bağlamda, Kasım 2014’te İİT Üye Devletleri’ndeki düşünce kuruluşları ağı oluşumu hakkında; bizzat yüzleştikleri mücadeleleri ele aldığımızda İİT’nin siyasi formülasyonundan yararlanıp onların uzmanlıklarını kullanmak için özel bir açıklama yapılması gerekmektedir.

Her neyse, şu bir gerçek ki yapıların salt kurulumu Müslüman toplum ve topluluklarının eşsiz karakteristik ve duyarlılıkları göz önünde bulundurulduğunda özel önlemler alınmadan güvenlik mücadelelerine karşı yeterli bir yanıt olamamıştır. Üstelik İİT özel önlemler girişim ve uygulamaları üzerinde çalışmaktadır. Örneğin:

Mevcut yabancı kuşatma durumunda özgür iradeleri ile insani haklarının reddini sonlandıracak; ayrıca sömürgecilik altında bulunan herkese yapılan tarihi adaletsizlikleri fark ettirecek, bunlardan ötürü özür diletip sonra da onaylayacak bir pozisyon almak;

Kendi siyasi gündemine hizmet etme amacıyla Müslüman Dünyası için güvenlik mücadelelerini sorgulayan durumları etkileyen dış aktörlerin potansiyelini incelemek;

Düşüncesiz ve ideolojik olarak renklendirilmiş görsel medyanın kültürler, ırklar ve etnik gruplar arasındaki boşluğu genişletmeye ne derecede katkıda bulunduğunu araştırmak;

Mezhepsel şiddetin sebepleri ile yüzleşip, bu konuda çözüme ulaşabilmek adına yeni bir paradigma kristalize etmek için mezhep çatışmaları alanları üzerinde çalışmak;

İstihdam ve radikalleşme adına daha az duyarlı olunması için sosyoekonomik programların tanıtılması sayesinde terörist gruplar tarafından istismar riski altında bulunan gençliği ve diğer toplulukları güçlendirmenin yollarını aramak;

İİT’nin bir kolu olan Fiqh Akademi sayesinde Ulema, Düşünce Kuruluşları, aydınlar ve sosyal bilimciler için aşırılık ve mezhepçilik söylemleri üzerinde odaklanılıp bu söylemlerin parçalara ayırılması amacıyla bir dizi toplantı, çalıştay, sempozyum ve konferans düzenlemek;

Ilımlılık, adalet, eşitlik ve hoşgörü çerçevesinde İslami değerlere vurgu yapan Üye Devletlerin dışındaki Müslüman topluluklarla bir köprü oluşturmak adına çabalamak.

Değerli katılımcılar, burada çok boyutlu güvenlik mücadeleleri üzerinde tartışırken iki hayati konunun altını çizmemek hata olurdu. Şiddetli aşırılığın yayılması ve İslamofobia trendinin artması üzerine özel bir odaklanma gerekli. Bu bağlamda, başlıca sebepleri açık bir biçimde anlayabilmek, terörizmi yaratıp İslamofobia’yı arttıran şekillendirici fikirlerin ve akımların altını çizebilmek son derece önemlidir.

Her kim tarafından ve de her nerede yapılırsa yapılsın; İİT Üye Devletleri kuralcı konumlarıyla son derece katı bir biçimde terörizmin her çeşidi ve tezahürünün karşısında yer almaktadırlar. Aynı durum terörizmle bağlantılı olan herhangi ülke, ırk, din, kültür veya milliyetlerle oluşturulan her türlü yardımlaşma girişimlerini anlaşılır bir red karşılaması ile de izah edilebilir.

Diğer konular içerisinde İİT belgeleri “İslam’ın özünün eninde sonunda doğruluk, adalet, gelişmiş bilgi ve bilimler ve huzurlu şekilde bir arada yaşama ışığında cehalet, zulüm ve zorbalığın karanlığının dışında bir dünya elde etmek anlamını taşıması” olarak kabul görmüş ve İslam’ın ılımlılık, hoşgörü ve barış dini olduğunu tekrardan onaylamıştır. Yine de, bazıları tarafından İslam sık sık, özellikle ve özünde sert olarak görülmektedir. Eleştiriler bunu aşırı hoşgörüsüzlükle bağdaştırmakta ve radikalizmi doğurduğunu iddia etmektedir. Bunu sonlandırmak için de bizler diğer tüm dinlerde, ideolojilerde ve kültürel üstünlüklerde olduğu gibi İslam adına kendi sert ve çıkarcı hareketlerinin yerindeliğini iddia eden üstünlük, işgal, terörizm ve aşırılık kurgularını yok etmeye çabalamalıyız.

Müslümanlar ve İslam sıklıkla ifade özgürlüğü kavramı söz konusu olduğunda düşman yerine konulmaktadır; oysa Müslüman olarak bizler düşünce ve ifade özgürlüğünün temel anlamda sadece din özgürlüğünün bir hak farkındalığı değil aynı zamanda daha geniş insan haklarının sağlanması ve korunması anlamına da geldiğine inanmaktayız. İlaveten, hiçbir özgürlük kesin sınırlara sahip değildir ve mevcut hukuk ilimleri tarafından kurulmamıştır; dolayısıyla tamamen sorumluluk ile geliştirilmesi gerekir.

Saygıdeğer bayanlar ve baylar; konuşmamı şu şekilde sonlandırmak istiyorum. Biz, Müslümanlar günümüz güvenlik mücadeleleri tarafından en geniş çapta etkilenenler arasında yer almaktayız. Ellerinde çoğu hatalı ve yanlışlarla dolu yazılar İslam adına birilerini kaçıran gruplar tarafından zarar görmekteyiz. Dünyanın dertleri için Müslümanları ve İslamı damgalayan, suçlayan ve dışlayan ideolojik, İslamofobik sesler tarafından bir bombardımana tutulmaktayız. Geleneksel sömürgecilik, neo-sömürgecilik, neo-liberalizmin siyasal kavramı ve statik siyasal çevrenin sonuna gelmiş bulunuyoruz.

Böylece İslam İşbirliği Teşkilatı olarak İİT; çok yönlü doğası, kaynakları ve tezahürlerinden de anlaşıldığı üzere bu mücadelelerle baş etmek adına bütün çabalara katılmak, katkıda bulunmak ve ön safhada yer almak adına elinden gelen her türlü gayreti göstermektedir.

Görüşlerimizi bir araya getirip günümüz dünyası tarafından yüzleşilen çok boyutlu güvenlik mücadelelerini etkili şekilde hedefleyerek edindiğimiz ortak rolleri incelemede etkili bir potansiyele sahip bu platformu oluşturduğunuz için bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Gelecek iki gün içerisinde hepinize başarılı müzakereler diliyorum.

( Amanul Haq, İslam Ülkeleri Teşkilatı Kabine Direktörü, Barış, Güvenlik ve Arabuluculuk Birimi Başkanı | Açılış Konuşması | 6. İslam Ülkeleri Düşünce Kuruluşları Forumu| 7 Mart 2015, Islamabad )

ERMENİ SORUNU DOSYASI : BİR FRANSIZ AVUKATIN GÖZÜNDEN ERMENİ MES ELESİ

Galip_Baysan21

BİR FRANSIZ AVUKATIN GÖZÜNDEN ERMENİ MESELESİ

Avrupa’daki gelişmeleri cesur bir Fransız Avukatı Georges de Maleville’nin kitabından daha doğru bir deyimle gördükleri karşısındaki isyanından alacağımız kısa notlarla netleştirmek istiyoruz.

“Fransız Hükümeti -Türkleri hiç de ilgilendirmeyen çeşitli nedenlerle -Alfartville’de, Ermenilerin hepsinin ve hemencecik, Türklere karşı gösterecekleri ve sonsuza dek olması gerekeceği kinin ifadesi olan “kin Anıtı”nın dikilmesine izin verdi.

İletişim araçlarıyla her yerde tekrarlanan bu slogana inanılacak olursa, Türkler Türk olarak, her zaman için, Ermenilerin amansız düşmanı idiler. Bu söylenti hemen hemen bayağı bir düşüncedir.

Gerçekten de böyle bir söz günümüz yetişkin insanlarına çok eski anılar, çok eski devirlerle ilgili bir zamanlar okunmuş olan öyküleri anımsatmaktadır. Kuşaklar önce ölen siyaset adamlarının söylemlerini; “Ermeni katliamı” hakkında Gladstone’un intikam alıcı sözlerini…

L. Genet’in 1945 yılında yayınlanan ve Fransa’da özgür ortaö ğretim döneminin resmi el kitabı olan çok ılımlı “Çağdaş Tarih Kitabı, S:517’de, Abdülhamit hakkında şunlar okunabilmektedir. ‘Gladstone İngiltere’si Ermenileri korumak istermiş gibi davranınca, sultan reformları ilan eder. Gerçekte o katliamları hazırlamaktadır. 1894’ten 1896’ya kadar, arka arkaya üç katliam gerçekleştirilir. Bu bunalım 250.000 kişinin ‘canını almıştır.” 1945 yılında, geleneksel ortamlarda, küçük Fransızlara öğretilen şeyler bunlardı.”[1]

“Sonra birden bire, 1975’de, Lübnan’ın parçalandığı sırada, son derece uyumlu bir plâna göre, kendisinden söz ettirmek üzere yabancı ülkelerde görevli bir dizi Türk diplomatını öldürmek suretiyle, ‘olay yaratan’ Yakın Doğu’da üstlenen terörist elemanların desteğiyle açıkça harekete geçen devrimci bir Ermeni örgütünün ortaya çıktığı ve dünyanın tüm ülkelerinden gelen teröristlerin hemencecik bu “Ermenilere” katıldığı görülmektedir.

Paris’in ENA’sında, bir öğretim elemanının bu konuda temiz yüreklilikle şunları yazması insanı şaşırtmaktadır. ‘Üç dört yıl süreyle önemli bir başarısızlığa uğramadan, yapan kişilerin adlarını gizli tutan operasyonların sonunda, Ermeni terörizmi, bu suikastlara yol açan soykırım gerçekliliği ve öneminin olayların dehşeti içerisinde, kınamayı rahatça aştığı ölçüde, Ermeni davasına hizmet etmiştir. Acı duyulsun ya da duyulmasını, tanıtıcı terörizm burada haklılığını bulmaktadır.’

Böylece, tartışılan olaylara tamamen yabancı yüksek düzeydeki görevlilerin açıkça katledilmeleri, katillere özgü siyasi nedenler içerisinde, haklılığını bulacaktı. Kurbanın katilinin bağımsız olarak ve kendi iradesi ile kendisinden nefret etmek nedenlerinin bulunduğunu sandığı bir ulusa ait olması halinde, herhangi bir kimse, herhangi bir kimseyi öldürmekle kendini “haklı” bulur. Bu, ‘İnsan öldürme çılgınlığının egemenliği’ ve barbarlığın kurumsallaşmasıdır.”[2]

“Ermeni davasının sözde öç alıcıları çeşitli ülkelerin havayolları bürolarını havaya uçurmaya, daha sonra, hemen hemen her yerde, hava limanlarındaki halkı makineliyle taramaya başladıklarında, kamuoyu, büyüklenmelerine karşın, bu sözde güçsüzlerin hakkını koruyan insanlarda, uluslararası terörü yöneten eli kanlı deliler görmekte gecikmemiştir. Kısacası, bunlara ceza yasalarını tam sertliğini uygulamak gerekirdi.[3]

“Terörist taşkınlıklar olgusuyla karşılaşılan başarısızlıktan sonra, “Ermeni davasının intikam alıcıları” da kamuoyu karşısında taktik değiştirmeleri gerektiğini ve en iyi yöntemin, kararın birkaç “tarafsız müttefikin” ilgilendiği yardım sayesinde, sürpriz olacağı resmi siyasi kuruluşlara propagandalarının doğruluğunu kabul ettirmekten ibaret olduğunu anlamışlardır.

Strasburg parlamentosundaki en yeni durum budur. Ve orada olup bitenlerin sonucu, sadece hiçbir şey elde edememiş olan Ermenistan için değil, Avrupa için de ağırdır.

Olayın asıl nedeni, Avrupa Parlamentosunun siyasi komisyonuna sunulan Vandemeulebrouke raporunda yatmaktadır. Bu raporda, bu parlamenter, her türlü gerçeğe rağmen “Ermeni soykırımının” Cenevre’de Birleşmiş Milletler Alt Komisyonu tarafından onaylandığını ve bunun sonucu olarak, Avrupa parlamentosunun da bu sorunu kesip atması gerektiğini söylemekteydi.

Burada bir kez daha, Ermeni propagandasının, kelime oyunları ve karışımları kullanmak suretiyle, giderek daha geniş bir dinleyici karşısında, büyük bir kudurganlıkla sürdürülen gerçeklerin çarpıtılması politikasının ortaya konulduğu gözlemlenmektedir.

Söz konusu rapor, 26 Haziran 1986 tarihinde, Avrupa Parlamentosunun Siyasi Komisyonu tarafından kabul edilemez olarak beyan edilmiştir. Ancak belli bir lobinin yeni bir atağı ile, 1987 Şubatında, rapor yine aynı komisyonunu önüne getirilmiş ve komisyon bunu tartışılmak üzere, tüm üyelerin katıldığı toplantıya göndermiştir. İşte bu koşullar altındadır ki Avrupa Parlamentosu 18 Haziran 1987 tarihinde, şaşırtıcı bir karar almıştır. Üyelerin çoğunluğu yokken (Tıpkı 2001 Ocak ayında Fransız Meclisinde yapacakları gibi), Avrupa Parlamentosu az bir çoğunlukla (518 üyeden, 128 üyenin katıldığı bir toplantıda 68 oy leyhte, 60 aleyhte olmak üzere) ‘Ermeni Lobisi’ tarafından dolaylı olarak önerilen karar kabul edilmiştir.”[4]

“İntikam olayları iletişim araçlarının yardımı ile 1984’de, Paris’de, Sorbonne’da toplanan böyle bir (düzmece) mahkemeye başvurmuşlardır. Bu sözde ‘Halklar Mahkemesi’ Türk tarafının göstermiş olduğu kanıtlardan bir tekini dahi incelemeden kararını vermiş ve Türkiye Cumhuriyetini 1915 trajedisi için mahkûm etmiştir.”[5]

Bu satırların gerçekler karşısında susmanın asıl insanlık suçu olduğunu anlamış bir Fransız Avukatının kaleminden çıktığını tekrar hatırlatırız.

Dr. M. Galip BAYSAN

DİPNOTLAR:

[1] Georges de Maleville, 1915 Osmanlı – Rus – Ermeni Trajedisi, Fransız Avukatın Ermeni Tezleri Karşısında Türkiye Savunması, S:14 (Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul – 1998).

[2] Aynı Eser, S.104-105.

[3] Aynı Eser, S.105.

[4] Aynı Eser, S. 112- 115.

[5] Aynı Eser, S. 107-108.

DİN VE DİYANET DOSYASI /// VİDEO : Kur’ana Göre Dünya Düz Müdür Yuvarlak Mıdır ??

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=zUpmY8WcVAQ&feature=em-uploademail