Günlük arşivler: Mart 19, 2015

PKK DOSYASI : Paris Suikastı ve Cemil Bayık’ın söyledikleri

Bugün, Cumhuriyet gazetesinde Ahmet Şık’ın Cemil Bayık ile uzun söyleşisine (Söyleşinin diğer bölümleri için: “Ya Apo Kandil’e, ya biz İmralı’ya”) dayanan bir haber var. Haberin Başlığı: “Hakan Fidan, ‘Paris suikastını MİT’teki bir grup yaptı’ dedi”. Cemil Bayık Paris cinayetine ilişkin olarak çok önemli bilgiler veriyor.

Aşağıya bu haberin tamamını olduğu gibi aktarıyoruz.

Hemen alta da cinayetin hemen ardından, hem Sakine Cansız’ın anısına yazdığımız, hem de elde hiç bilgi olmadan cinayetin ne anlama geldiğine ilişkin yazımızı koyuyoruz.

Görüleceği gibi, o zamanlar sırf akıl yürütmeyle yaptığımız çıkarsamalar, daha sonraki bulgularla ve Cemil Bayık’ın açıklamalarıyla esas olarak doğrulanmış bulunuyor.

Tekrar edelim. “Barış” politik bir süreçtir. Açık politik tavır ve politik ilişki gerektirir.

Ama Hükümet süreci hala gizli ilişkilerle ve istihbarat örgütlerine havale ederek götüremye çalışıyor. Bu onun aslında barış gibi bir sorunu olmadığını; kendini güçlü hissetttiği ilk anda da en acımasız ve kanlı saldırıları başlatacağını gösterir.

Savaş nasıl generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir işse, barış da istihbarat örgütleriyle sürdürülemeyecek ciddi bir iştir.

“Barış Süreci”nin akibeti büyük ölçüde seçimlere bağlıdır. HDP’nin barajı aşması, Hükümetin kendini güçlü hissetmesinin ve süreci havaya uçurmasının yolunu tıkar.

Aksine, HDP’nin bir başarısızlığı, savaşın ve saldırıların başlaması anlamına gelir.

Bu nedenle HDP’ye verilecek her oy aynı zamanda barışı sürdürmeyi sağlayacak bir oydur. Belyki her oy bir can kurtaracaktır.

Dikkat edilsin, “çözüm”den henüz hiç söz etmiyoruz. “Barış”tan, silahların susmuş olmasından, ateşkes halinden söz ediyoruz.
Çözüm ise her şeyden önce Demokratikleşme demektir. Demokratikleşme ulusun tanımının değiştirilmesi ve bu merkezi, bürokratik, militer cihazın tasfiye edilip halkın üzerinde yükselmeyen ona hizmet eden bir cihazın kurulması demektir.

Geniş yığınların bugünkü güç ilişkilerini kökten değiştiren bir gücü ve eylemi olmadıkça Demokratikleşme ve de dolayısıyla “çözüm” olmaz.

Sakine Cansız’ın Ardından

Sakine Cansız’ı ilk kez nerede ne zaman gördüm ve tanıştım hatırlamıyorum. Ama adını duyar bilirdik.

Muhtemelen Öcalan’ın kaçırılışından sonra Hamburg’ta kurduğumuz “Öcalan’ın Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi”nin hazırladığı toplantı ve tartışmalar esnasında olabilir. Kendiliğinden, işgüç içinde bir tanışma gerçekleşmiş olmalı.

Sonra 2005 yılında Hamburg’ta tertiplediğimiz, konuşmacılar arasında Ertuğrul Kürkçü, Haluk Gerger, Ragıp Zarakolu’nun da bulunduğu toplantıda Sakine Cansız da bir konuşmacıydı. Konu: “Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji” idi. Örgütünün görüşlerini formüle etmişti. Elbette Ortadoğu konu olunca Ortadoğu’nun en büyük, hem demokratik karakterli; hem de gerillaları ve milyonlarca taraftar ve destekleyicisi bulunan bir hareketinin önde gelen bir üyesinin ne diyeceği önemliydi.

Kim zaman sık sık karşılaşır, kimi zaman aylar ve yıllarca göremezdik. O Özgürlük Hareketi’nin esas kadrolarından biriydi. Özgürlük hareketinin bir kadrosu olmak Kıvılcımlı’nın “Uyarmak İçin Uyanmalı, Uyanmak İçin Uyarmalı” veya Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabında belirttiği gibi, “demir çarık demir asa”, halk hizmetinde yaşamak; yaşamını mücadeleye vakfetmek demektir. Eğer çok büyük bir inanç ve teorik hazırlık yoksa, bu uzun ve zorlu yaşamda soluksuz kalmak kaçınılmazdır. Sakine bu maratonculardan biriydi. Eğer eski çağlarda yaşasaydı muhtemelen bir azize olurdu.

Bir yanıyla Avrupa metropollerinde göçmen olmuş Kürt özgürlük hareketini destekleyenlerin ve tabi kadınların örgütlenmesinde çalışır; bir yanıyla Kürdistan’ın dağlarında gerillalık yapar. Böylesine farklı dünyalarda, farklı işlerde bulunmak onlara ayrı bir geniş görüşlülük ve çok yönlülük de kazandırır.

Özgürlük Hareketi bilinçli olarak, kadrolarını yerler ve işlevler arasında dolaştırarak, onların siyasi ve kültürel gelişimlerini de sağlar. Böylece yerleşik bir hayatın konformizminden de uzak, dolayısıyla toplumsal konumlarıyla kaybedecek bir şeyi olmayan ve radikal bir konumda kalmalarını sağlarlar. İşin mahiyetinden doğan bütün bürokratikleşme eğilimlerinin, harekete tam egemen olamaması ve birlikte yaşanacak ve kendisine karşı sürekli mücadele edilecek bir hastalık olarak kalması biraz da bu işleyiş sayesindedir.

Basının psikolojik savaş amaçlı yanıltıcı propagandalarının aksine, özgürlük hareketinin militanları, gerek politik gerek insani nitelikler bakımından ortalamanın çok üzerindedirler. Adanmış bir yaşamları vardır. Bu yaşamın bir ucu Kürdistan’ın dağlarında, diğer ucu metropollerdeki yoksul Kürtlerin evlerinde, derneklerindedir.

Ayrıca unutmamalı Sakine gibiler, Kürdistan’daki kadın uyanışının öncü örnekleriydi. Nice genç kız, aile baskısına ve feodal geleneklere karşı çıkabilecek gücü Sakine gibilerin örneğinde bulmuş olmalıdır.

Sakine oturmuş güçlü bir örgütten olmanın verdiği güvenle, keskin ifadeleri törpüleyici, diplomatik ve uzlaşmaya dönük bir dille konuşurdu dışa karşı. Biz ise, yepyeni bir teori, program, strateji ve taktiği şekillendirdiğimiz için, netliğe önem veren, farklılıklara vurgu yapan; diplomatikten ziyade teorik bir dille konuşurduk. Bu nedenle dillerimiz farklıydı. Ama birbirimizin dilini ve sorunlarını anlardık ve bu gereğinde pratik işlerde birlikte iş yapmaktan da gocunmazdık.

En son Hamburg’da Altona tren istasyonunda karşılaşmıştık. Yine bir görev gereği bir yerden geliyor veya bir yere gidiyordu. Her zaman olduğu gibi “Hocam bir oturup konuşalım” demişti. Bu dileği karşılıklı olarak her karşılaşmamızda söyler ama o hızlı yaşam içinde, yollar tesadüfen kesişinceye kadar arayıp konuşamazdık. Avrupa kazan Sakine kepçeydi.

Demek ki en son Paris’te imiş. Dersim’de başlayan ve Paris’te bir dernek lokalinde bir suikastla biten acı, sevgi ve adanmışlıkla dolu bir hayat.

Sevgiyle çünkü bunca acı ve adanmışlık ancak sevginin gücüyle taşınabilir.

Bu sevgi, eski tasavvuf ehlinin dediği, insanı Fena-fillah ya da Nirvana’ya ulaştıran Toplum’a adanmış; bireyi aşmış bir sevgi olabilirdi.

*

Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in Paris’in ortasında, bir dernek lokalinde güpegündüz böyle profesyonelce öldürülmeleri, Orta doğu’daki güçlerin mücadelesinde bir nitelik sıçramasının ifadesidir.

Özgürlük Hareketi’nin Avrupa’daki bütün faaliyeti, bütün dernekleri sürekli gözlem ve kontrol altındadır. Hükümetler mesajlarını bu dernekleri kapatarak veya yöneticileri vs. tutuklayarak verirler ve kontrol altında tutmaya çalışırlardı. Ne olursa olsun, savaşın en keskin olduğu, Ergenekon’un cirit attığı zamanlarda bile böyle bir girişim olmamıştı.

Bu nedenle bu sefer bir nitelik değişiminden söz etmek gerekiyor.

Sakine Cansız’ın Avrupa Sorumlularından ve kurucu ve Öcalan’a sadık kadrolardan olduğu için seçildiği bellidir. Cinayet yeri olarak Avrupa’da Fransa ve Paris’in ve de bir dernek lokalinin seçilmiş olmasının da bu mesaja dahil olduğu düşünülebilir.

Seçimlere bakılırsa, mesaj Özgürlük Hareketine ve Öcalan’adır.

Böylesine profesyonel ve dengelere oynayan bir cinayeti ancak devletler ve onların gizli terör örgütleri yapar ya da yaptırabilir. Ortadoğu’da mesajlar suikastlerle verilir.

Avrupa’da devletler yukarıda da değindiğimiz gibi daha “uygar” yöntemler izlerler -başları sıkışmadıkça tabii. Ama bu o devletlerin, diğer yöntemleri izleyenlere, bazen gözlerini kapayıp görmezden gelerek destek vermelerini engellemez.

Bir kere bu gibi cinayetleri ancak bir devletin istihbarat örgütleri işleyebileceğinden ve devletlerin istihbarat örgütleri sürekli olarak birbirlerinin ne yaptıklarını bildiğinden, Paris’teki cinayet, hele 24 saat kontrol altındaki bir dernekte, dünyanın en büyük gerilla örgütlerinden birinin sempatizanlarının derneğinde işleniyorsa Fransız istihbaratının bu konuda bilgisiz olması düşünülemez.

Ama bir devlet bunu bilmesine rağmen böyle bir cinayeti işletiyorsa veya buna göz yumuyorsa, bu çok büyük riskleri göze almak demektir. Kazanılacak ve kaybedilecek şeyler de bu riskler ölçüsünde büyük demektir.

Bugünün dünyasında en büyük çatışma Orta Doğu’dadır. Bir yanda ABD, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan vs.nin bulunduğu blok vardır. Diğer yanda Rusya, Çin, İran, Irak Şiileri, Suriye rejiminin bulunduğu blok. Bu blokların çatışması en büyük ve önemli güç yığışmalarına yol açmakta. Çatışan taraflar bakımından ortada bir hayat memat meselesi bulunmaktadır.

Avrupa görünüşte ABD’nin yanındadır ama el altından diğer bloğu destekler. Çünkü, ABD’ye karşı stratejik çıkar ortaklığı içindedir. Dolayısıyla bir göz yummaya her zaman yatkın bir durumdan söz edilebilir.

Elbette bu temel güçlerin her ülke içinde çıkarları kendileriyle örtüşen paralelleri de vardır. AKP Amerika’nın başında bulunduğu bloğun dengesi olunca, otomatik olarak, Ergenekon ve askeri bürokratik oligarşinin eski çizgisini savunmak isteyenler de Rusya ve İran’ın bulunduğu blokla çıkar ortaklığı içinde olur.

Tabii bu güçlerin her birinin kendi içinde de farklı stratejilere yönelik olarak çatışan güçler vardır ve iç mücadelelerde dıştaki güçlere karşı nesnel çıkar ortaklıkları gerçekleşir. Örneğin, Türkiye’de Askeri Bürokratik oligarşi içinde, aynı kalmak istiyorsak (yani askeri bürokratik oligarşi gücünü ve imtiyazlarını korumak istiyorsa) değişmeliyiz (Eski beton kafayı atıp, demokrasi şampiyonuymuş gibi yapıp muhalefeti örgütlemeliyiz – örneğin 27 Mayıs gibi) diyenler farklıdırlar. Bunlar aynı gücün egemenliğini sürdürmesi için farklı stratejilerdir ve aynı güç içinde olmalarına rağmen farklı bloklarla nesnel çıkar ortaklıkları içindedirler. Tabii bu tür bölünmeler her gücün kendi içinde de vardır.

Böyle bir tablo içinde bakıldığında, Sakine’nin Paris’te öldürülmesi en başta PKK’ya verilmiş bir mesajdır. Şimdi böyle bir mesaj, büyük olasılıkla, Türkiye’deki görüşmelerin başlamasıyla ilgilidir. Muhtemelen Türk Gladyosunun ve Avrupa birliğindeki, ABD ve Türkiye’ye karşı Rusya ve İran’ı destekleyen güçlerin örtülü bir onayı da olabilir. Muhtemelen böyle bir onay olmadan da böylesine bir nitelik değişikliği yaratan bir suikast yapılmaz ve yapılamaz.

Bu aralar Türkiye’de sanki kolay bir işmiş gibi herkes barış diyerek barış üzerinden bir savaş yürütüyor.

Barış demokratikleşme olmadan olmaz. Demokratikleşme ise politika ve politik hedefler sorunudur. İstihbarat teşkilatı yöneticileri aracılığı ile barış yapılamaz.

Özgürlük hareketi Orta Doğu’daki en demokratik güçtür. Bu gücü tasfiyeye yönelik olarak yapılacak her hamle anti demokratiktir ve barış düşmanıdır.

İstihbarat teşkilatı başkanı aracılığıyla görüşme yapmanın kendisi bile, barış adı altında bir savaş yapıldığını gösterir. Bu nedenle şimdilik bir yol kat ediliyor gibi görünse de bir çıkmazdan kurtulamaz. Bunların tek yararı, Özgürlük hareketi üzerindeki psikolojik savaş perdesini yırtmaya yaramaları olabilir. Bu anlamda bir politik çözüme istemeden de olsa hizmet ederler.

Eğer Türkiye, istihbarat teşkilatı başkanı ile Öcalan’la görüşmeler yaparsa, başka devletlerin de istihbarat teşkilatları, kendi sözlerini söylerler.

Bu anlamda, Sakine’nin Cansız’ın bedeni, hükümetin Demokratikleşme olmadan özgürlük hareketini tasfiye ve sözde barış politikasının ilk kurbanıdır denebilir.

Eğer Hükümet açıktan Özgürlük hareketini tasfiye edilecek değil, demokratikleşme için ittifak yapılacak bir güç olarak muhatap alsaydı. Özgürlük hareketini tasfiye edilecek değil, ittifak yapılacak bir güç olarak görseydi, diğer güçler de açık politik tavırlar almak zorunda kalırlardı. O zaman İstihbarat örgütlerine söyleyecek söz kalmaz, Sakine ve arkadaşları, şimdi canlı olarak aramızda olurdu.

Demir Küçükaydın

*

Hakan Fidan, ‘Paris suikastını MİT’teki bir grup yaptı’ dedi

KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık “Hakan Fidan, Paris cinayetini MİT içinde cemaatçiler, ulusalcılar var onlar yaptı dedi. Ama o, MİT’in başındaki kişidir ve haberinin olmaması mümkün değil” dedi.

BOP DOSYASI /// AYDOĞAN VATANDAŞ : BOP Eş Başkanlığı’ndan, NATO’dan kopma sürecine mi ?

İkinci dünya savaşının galibi olan dönemin üç büyükleri, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin, Şubat 1945’de Yalta Konferansı’nda bir araya gelmelerinin hemen ardından Sovyetler Birliği, 19 Mart 1945 tarihinde Türkiye’ye nota verdi ve 1925 Dostluk Antlaşması’nın, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen yeni duruma uygun olmadığını ve “esaslı değişiklikleri” gerektirdiğini belirtip feshetti.

Türkiye, Sovyetlerin bu saldırgan ve tehditkar tutumunun ardından İngiltere’nin desteğini aradıysa da savaştan yorgun düşmüş olan İngiltere, Türkiye’nin talebini karşılayamadı.

Türkiye 4 Nisan 1945 tarihinde Sovyetler’e verdiği cevapta Sovyetlerle dostluk ilişkilerini sürdürmek istediğini belirtse de, Sovyetlerin cevabı Kars ve Ardahan’ın Sovyetler’e bırakılmasının yanısıra, Boğazlarda askeri üs talebi oldu.

Türkiye’nin 1946’da çok partili sisteme adım atması, işte bu jeopolitik gerçekliğin neticesi olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı güvenlik ihtiyacını ABD karşıladı.

ABD, 1944’de ABD’de vefat eden Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini 6 Mart 1946’da, Amerikan Donanması’nın en büyük savaş gemilerinden olan Missouri Savaş Gemisi ile İstanbul’ a gönderilmesine karar vererek Türkiye’yi Sovyetler’e bırakmayacakları mesajını verdi.

Dönemin ABD Başkanı Truman daha sonra Truman Doktrini olarak anılacak olan 12 Mart 1947 tarihli kongre konuşmasında ABD’nin Yunanistan ve Türkiye’ye yardım politikasını açıkladı. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi süreci böyle hayata geçti.

Bu gelişmelere paralel olarak 14 Mayıs 1950’de Türkiye’de CHP’nin 27 yıllık iktidarı kapandı ve Adnan Menderes liderliğinde 10 yıllık Demokrat Parti dönemi başladı. Türkiye güvenlik kaygısıyla çok partili sisteme geçtiğinde tam demokrat bir ülke olmadı, askerlerin kontrolünde bir demokrasi sürecine girmiş oldu.

Türkiye’nin güvenlik gerekçesiyle girmiş olduğu NATO şemsiyesinden uzaklaşma eğilimleri olduğu dönemlerde Türkiye’de demokrasi kesintiye uğradı ve sistem yeniden dizayn edildi.

1989’da Sovyetlerin çözülmesi ile birlikte NATO’nun dağılmaması için geleceğe dönük yeni bir tehdit değerlendirmesi yapılması gerekiyordu ve yeni tehdit uluslararası terör örgütleri ve bu örgütlerin kitle imha silahları edinme ve kullanma ihtimali olarak tanımlandı. Türkiye’nin soğuk savaş sonrası eskisi gibi stratejik önemi olacak mı tartışması sürerken, Türkiye kendisini yepyeni bir rolün içinde buldu.

11 Eylül 2001 saldırıları ardından gelen ve Bush doktrini olarak geçen Büyük Ortadoğu Projesi, İslam dünyasında demokrasinin ve özgürlüklerin, serbest pazar ekonomisinin desteklemesi yaklaşımını içeriyordu. Türkiye seküler demokrasisi ve Müslüman kimliği ile İslam ülkelerinde beliren batı karşıtı, şiddeti öneren İslamcılığın önüne geçebilir ve bir örnek olarak belirebilirdi.

AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesi, ABD ve AB’de büyük kabul görmesi, Başbakan Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu Projesi’nde ‘Eş Başkan’ olarak ortaya çıkması, Türkiye’nin İspanya ile birlikte Medeniyetler İttifakı inisiyatifinin liderliğini üstlenmesi hep bu doktrinin uygulanması ile ilgiliydi.

Erdoğan’ın psikolojik analizini yapanlar, Kadir Mısıroğlu gibi isimler vasıtasıyla Erdoğan’ı BOP’a ikna ederken ‘Hilafet’ temasını, Erdoğan’ın İslam dünyasının lideri olabileceği fikrini bir motivasyon aracı olarak kullandılar.

Arap Baharı ile birlikte Erdoğan, İslam Dünyası’nda örgütlü durumda bulunan Müslüman Kardeşler üzerinden bu projeye tutkulu bir şekilde inanmaya başladı.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı zira Arap dünyasında hem böyle bir isteklilik yoktu hem de Mavi Marmara olayında Erdoğan’ın ve Türkiye’nin İsrail’e karşı aslında her hangi bir gücünün olamayacağı gerçeği ortaya çıktı. Erdoğan, İslam dünyasının lideri olabileceği rüyasını görürken, Türkiye Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kazanımlarını bir bir kaybetti.

Görülen bu rüyanın kabusa dönmesinin nedenlerinden biri, ABD’ye fazlasıyla duyulan güven oldu. ABD ve Türkiye, Suriye konusunda 2012’de aynı sayfada iken, 2013’te Türkiye Suriye’de yalnız kaldı ve Esed rejimine karşı her türlü yolun denenmesi fikrini benimsedi.

İşte bu tercih tuzaktı ve Erdoğan’ın bu fikri benimsemesinde İran-Rusya faktörü önemli bir yer tutuyordu. Esed’in yerine El Kaide-İŞİD çizgisinin gelebileceği ihtimali ABD’yi Esed-İran tezlerine yaklaştırdı ve Türkiye hem yalnızlaştı hem de adı terör örgütleri ile anılan bir ülke haline geldi.

Polis’in önüne Rıza Sarraf olayının konulması sonuçları itibariyle bakıldığında basit bir olay değildir ve yukarda anlattığım kapsam içerisinde değerlendirilebilir.

İran’ın bölgesel vizyonu, nükleer güce erişerek Ortadoğu’da ve İslam dünyasında dengeleri lehine değiştirmek fikri üzerine kuruludur. Bu süreçte, İran, Türkiye’yi NATO’ya ve ABD’ye karşı bir enstrüman olarak da kullanmış, pazarlık gücünü artırmıştır.

Erdoğan’ın Şangay Beşlisi söylemi, Çin füze sistemi tercihi yine bu kapsamdadır.

Erdoğan, geçen yıl Ermeni meselesinde açılım yapma işareti verirken bu yıl çok daha keskin bir söylem içerisinde. Bunun nedeni ABD Başkanı Obama’nın bu yıl ‘Ermeni Soykırımı’ ifadesini kullanabilme ihtimalidir. Bu yıl böyle bir şey olursa, bu Erdoğan’ı seçimler öncesinde daha milliyetçi bir söyleme itecek, aynı şekilde NATO vizyonundan biraz daha uzaklaştıracaktır.

11 Eylül’den sonra İslam dünyasının demokratikleşmesi doktrini gündeme geldiğinde ABD’de İslam dünyasıyla uzlaşmaya karşı, çatışma tezini dillendiren çok büyük bir lobi bulunuyordı ve o lobi bugün ABD’de İŞİD’in de yükselmesi ile sesini daha da güçlendiriyor.

2002’den sonra AKP’yi destekleyen akademik çevreler biraz da yazdıklarının çöpe gittiği düşüncesiye mahcubiyet içerisinde ya hayal kırıklıklarını ifade ediyorlar ya da susmayı tercih ediyorlar.

Erdoğan, girdiği bu süreç dolayısıyla bilerek ya da bilmeyerek ‘Medeniyetler Çatışması’ lobisinin ekmeğine yağ sürüyor.

MİZAH DOSYASI : 10 Gündür Kendisinden Haber Alınamayan Rus Lider Putin’in Umre’de Olduğu Ortaya Çıktı

Kazakistan gezisi, Rus İstihbarat Teşkilatı ile yapacağı toplantılar da dâhil birçok programını iptal ederek ortalıktan kaybolan Putin’in Umre’ye gittiği ortaya çıktı. Rus halkı bir hafta önce Müslüman olduğu iddia edilen liderleri Putin’in nereye kaybolduğu endişesini taşırken bugün aldıkları haberle adeta şok geçirdiler.

Dmitry Peskov: “Endişelenecek Bir Şey Yok”

Tüm dünya, programlarını iptal edip sessiz sedasız ortalıktan kaybolan Rus liderin nereye gitmiş olabileceğini tartışırken ilk resmi açıklama da Rusya Devlet Başkanı Putin’in basın sözcüsü Dmitry Peskov’dan geldi. “Endişelenecek bir şey yok, Başkanımız Hicaz’da” diyen Peskov, Putin’in Müslüman olduktan sonra ilk yapmak istediği şeyin Kâbe ziyareti olduğunu, Hacı adayları sırasına girip vakit kaybetmek istemediği için de Umre’yi tercih ettiğini sözlerine ekledi.

"Hepimize Koku ve Tespih Getirecek!"

Konuyla ilgili ayrıntılı bir basın toplantısı düzenleyeceğini belirten Peskov: “Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, Başkan Putin şu an Medine’de. Kendileri tavaf vazifesini ve diğer vecibelerini yerine getirip Mescid-i Nebeviyi ziyarete geçmiştir. Bu sabah görüştüğümüzde, Kremlin çalışanlarına koku ve teşbih getireceğini söyledi. Ben ayrıca misvak ve takke de getirmesini rica ettim.” Sözleriyle birkaç gündür yaşanan belirsizliğe bir nokta koymuş oldu.

Patrik Bartholomeos “Gidene Kal Diyemem, Giden Gitmiştir Zaten!”

Öte yandan Putin’in Müslüman olduğu haberi tüm İslam dünyasında sevinç gösterilerine sebep olsa da Hristiyan dünyasında tepkiyle karşılandı. Ortodoks dünyasının Ruhani lideri Patrik Bartholomeos, Rus liderin İslamiyet’e geçişi hakkında Twitter hesabından yaptığı açıklamada “Gidene kal diyemem, giden gitmiştir zaten ama şunu söylemeden de geçemem, giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir” diyerek Putin’e duyduğu sitemi dile getirdi. Patrik’in attığı bu tweet Katolik Lider Papa Francis’ten de destek gördü. Bartholomeos’un bu tweetinin, Papa’nın da retweet etmesiyle şu ana kadar 12 bin kez paylaşıldığı belirtiliyor.

Putin’e Yeni İsim: Valid Emir Bahattin

Yeni Şafak Gazetesi’nin “Pu-Din” yakıştırmasının ardından Türk basınındaki kötü mizahın malzemesi olmak istemeyen Rus Başkan İslamiyet’e intisap eden birçok Gayrimüslimin yaptığı gibi ismini değiştirme kararı aldı. Alacağı ismin sahabe dönemini çağrıştırmasına özen gösteren Putin için “Valid Emir Bahattin” seçeneği öne çıkıyor. Konuyla ilgili daha geniş bilginin ise Basın Sözcüsü Peskov tarafından önümüzdeki günlerde paylaşılacağı bildirildi.

Silah Ticaretinden Umre Seyahatine Uzanan Bir Hayat!

İslamiyet’e ve İslam Coğrafyasına olan ilgisi siyasi hayatının ilk yıllarına kadar dayandığı belirtilen Putin’in Müslüman halkların neredeyse tamamına silah temin ettiği biliniyor. Rus liderin savaşa ve silahlara karşı özel ilgisi nedeniyle kendisini Müslümanlara daha yakın hissetmiş olabileceği dünya basınında tartışılırken bugünden sonra takınacağı tavır merak konusu olmaya devam ediyor. Putin’in silah ticaretinden Umre seyahatine uzanan hayatının ise bundan sonraki günlerde epey ilgi çekeceği tahmin ediliyor.

Müslüman Putin’den İlk İcraatlar!

Rus Basını Putin’in Müslüman olduktan sonra yapmayı planladığı icraatları tartışmaya başladı. Kremlin kulislerinden edinilen duyumlara göre Valid Emir Bahattin’in ilk icraatları arasında şunların olacağı tahmin ediliyor:

– Rus kızlarına kapanmanın öneminin küçük yaşlardan itibaren anlatılacağı sisteme geçilecek.

– Votka kademeli olarak yasaklanacak ve bu süreçte Rusların milli içkisinin Boza olduğu hatırlatılacak.

– Yanında eşi olmayan Rus kadınların Türkiye’ye gitmesini yasaklanacağı gibi, Rusya’ya da Türk inşaat işçisi sokulmayacak.

– Rusya kendi Nihat Hatipoğlu’sunu yetiştirinceye dek, haftada en az bir kez program yapması için Hatipoğlu Moskova’da ağırlanacak. Gelmek istemez ise devreye KGB sokulacak.

– Rusya’da mesailer, namaz saatlerine göre ayarlanacak. Ülkenin batısı ve doğusu arasında 9 saat fark olması nedeniyle bu işlem yavaş yavaş yapılacak.

– Ukrayna’ya karşı verilen Kırım mücadelesi cihat kapsamına alınacak. Gerekirse IŞİD’den destek istenecek.

– Sarışın, renkli gözlü, uzun boylu olması nedeniyle Tuğçe Kazaz, en güncel dini inancı kontrol edildikten sonra eğer hala Müslüman ise Rus kadınlarına örnek teşkil etmesi için Moskova’ya transfer edilecek.

– Kremlin Sarayı modifiye edilerek dünyanın en büyük camisi haline getirilecek.

– Rusya’nın Avrupa Birliği’nde olmaması, bu oluşumun bir Hristiyan Birliği olmasına bağlanacak.

– Mitinglerde İnşallah, Maşallah, Evelallah’ın etkili kullanılması için AKP danışmanlarından fikir alınacak.

KİTAP TAVSİYESİ : Görünmeyen Hükümet CİA Amerikan İstihbarat Teşkilatı

KİTABI SATIN ALMAK İÇİN BURAYA TIKLAYIN.

TARİH : KOCASEYİT’İ HİÇ BÖYLE BİLMEDİNİZ

Seyit_Onbasi

ÖZEL BÜRO NOTU :SEYİT ONBAŞI GİBİLER BİR DAHA GELİR Mİ BİLİNMEZ. DÖNEM AYNI DÖNEM DEĞİL. ARTIK ESKİSİ GİBİ DÜNYA, İYİLERİN BOL BULUNDUĞU, AHLAKIN, DÜRÜSTLÜĞÜN, ERDEMLİ OLMANIN NORMAL OLDUĞU BİR YER DEĞİL MAALESEF. VATAN SEVGİSİNDEN BİHABER OLAN HERŞEYİ PARA İLE ÖLÇEN VE DEĞERLENDİREN BİR DÖNEMDEYİZ. O NEDENLE ECDADIMIZIN BU KAHRAMANLIKLARI ÇABUK UNUTULDU. UMARIZ BİZDEN SONRAKİLER ONLARA HAK ETTİKLERİ DEĞERİ VERİR VE İLELEBET YAŞATIRLAR.

KOCASEYİT’İ HİÇ BÖYLE BİLMEDİNİZ

Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.

Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.

1889’da Balıkesir’in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.

Mavi gözlü ve ufak tefektir.

Gariban Anadolu köylüsü.

Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.

1909’da askere gider.

1912’de Balkan Savaşı’na katılır.

1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.

18 Mart1915’te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı’nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası’nda görevlidir.

(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası’na isabet eder. Mecidiye Tabyası’nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk’tur. Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır. İlk denemesinde Ocean gemisini vurmayı başaramaz, ikinci kez tekrar bunu dener ve başarır, ancak yine vurmayı başaramaz İngiliz zırhlısını. ve son denemesinde Niğdeli Ali’nin de yardımıyla top mermisini bataryaya yerleştirir. Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar. Bazı iddialara göre, Seyit Onbaşı’nın attığı top, Fransız Bouvet zırhlısını vurmuştur. Bazı askeri tarihçiler ise Seyit Onbaşı’nın hikayesini yalanlar, düşman zırhlılarının mayına çarparak battığını anlatır.)

Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.

O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.

Seyit Ali, 1909’da gittiği askerden, 1918’de onbaşı olarak döner.

1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.

1918’de terhis olur.

SABAHA KADAR EVİNİN KAPISINI ÇALMADI

Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.

Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.

Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.

“-Sen kimsin?

-Ben Seyidim.

-Biz seni öldü biliyoruz.

-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?

-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.”

Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”

Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.

O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.

BİR TEK ATATÜRK HATIRLAR

Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran’a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”

Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir. Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der. Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam” demiş, “biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit’te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”

Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.

Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.

Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.

Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.

Seyit Ali Çabuk, 1939’da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.

Köyündeki mezara gömülür.

Kocaseyit’in köyü, hala yoksul…

Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.

TSK bir dönem köye de sahip çıkmış, Kocaseyit Anıtı da yaptırmış ama Ergenekon, Balyoz darbeleri sonrası onun da eli çekilmiş.

Güneydoğu’dakilerden farksız köylü topraksız, koyun keçi güdüyor, ovaya yevmiyeye gidiyor.

Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.

Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.

En azından o yine şanslıymış, bugünküler üzerine bir de suçlanıp, hapse atılıyor, intihara zorlanıyor.

Hüseyin VODİNALI