Günlük arşivler: Mart 31, 2015

Documents Reveal Canada’s Secret Hacking Tactics

Canada’s electronic surveillance agency has secretly developed an arsenal of cyberweapons capable of stealing data and destroying adversaries’ infrastructure, according to newly revealed classified documents.

Communications Security Establishment, or CSE, has also covertly hacked into computers across the world to gather intelligence, breaking into networks in Europe, Mexico, the Middle East and North Africa, the documents show.

The revelations, reported Monday by CBC News in collaboration with The Intercept, shine a light for the first time on how Canada has adopted aggressive tactics to attack, sabotage and infiltrate targeted computer systems.

The latest disclosures come as the Canadian government debates whether to hand over more powers to its spies to disrupt threats as part of the controversial anti-terrorism law, Bill C-51.

Christopher Parsons, a surveillance expert at the University of Toronto’s Citizen Lab, told CBC News that the new revelations showed that Canada’s computer networks had already been “turned into a battlefield without any Canadian being asked: Should it be done? How should it be done?”

According to documents obtained by The Intercept from National Security Agency whistleblower Edward Snowden, CSE has a wide range of powerful tools to perform “computer network exploitation” and “computer network attack” operations. These involve hacking into networks to either gather intelligence or to damage adversaries’ infrastructure, potentially including electricity, transportation or banking systems. The most well-known example of a state-sponsored “attack” operation involved the use of Stuxnet, a computer worm that was reportedly developed by the United States and Israel to sabotage Iranian nuclear facilities.

One document from CSE, dated from 2011, outlines the range of methods the Canadian agency has at its disposal as part of a “cyber activity spectrum” to both defend against hacking attacks and to perpetrate them. CSE says in the document that it can “disable adversary infrastructure,” “control adversary infrastructure,” or “destroy adversary infrastructure” using the attack techniques. It can also insert malware “implants” on computers to steal data.

The document suggests CSE has access to a series of sophisticated malware tools developed by the NSA as part of a program known as QUANTUM. As The Intercept has previously reported, the QUANTUM malware can be used for a range of purposes — such as to infect a computer and copy data stored on its hard drive, to block targets from accessing certain websites, or to disrupt their file downloads. Some of the QUANTUM techniques rely on redirecting a targeted person’s internet browser to a malicious version of a popular website, such as Facebook, that then covertly infects their computer with the malware.

According to one top-secret NSA briefing paper, dated from 2013, Canada is considered an important player in global hacking operations. Under the heading “NSA and CSEC cooperate closely in the following areas,” the paper notes that the agencies work together on “active computer network access and exploitation on a variety of foreign intelligence targets, including CT [counter terrorism], Middle East, North Africa, Europe, and Mexico.” (The NSA had not responded to a request for comment at time of publication. The agency has previously told The Intercept that it “works with foreign partners to address a wide array of serious threats, including terrorist plots, the proliferation of weapons of mass destruction, and foreign aggression.”)

Notably, CSE has gone beyond just adopting a range of tools to hack computers.

According to the Snowden documents, it has a range of “deception techniques” in its toolbox. These include “false flag” operations to “create unrest,” and using so-called “effects” operations to “alter adversary perception.” A false-flag operation usually means carrying out an attack, but making it look like it was performed by another group — in this case, likely another government or hacker. Effects operations can involve sending out propaganda across social media or disrupting communications services. The newly revealed documents also reveal that CSE says it can plant a “honeypot” as part of its deception tactics, possibly a reference to some sort of bait posted online that lures in targets so that they can be hacked or monitored.

The apparent involvement of CSE in using the deception tactics suggests it is operating in the same area as a secretive British unit known as JTRIG, a division of the country’s eavesdropping agency, Government Communications Headquarters, or GCHQ. Last year, The Intercept published documents from Snowden showing that the JTRIG unit uses a range of effects operations to manipulate information online, such as by rigging the outcome of online polls, sending out fake messages on Facebook across entire countries, and posting negative information about targets online to damage their reputations.

CSE declined to comment on any specific details contained in the latest revelations. In a general statement issued to The Intercept and CBC News, a spokesman for the agency said: “In moving from ideas or concepts to planning and implementation, we examine proposals closely to ensure that they comply with the law and internal policies, and that they ultimately lead to effective and efficient ways to protect Canada and Canadians against threats.”

The spokesman said that some of the Snowden documents do “not necessarily reflect current CSE practices or programs.” But he refused to explain which capabilities detailed in the documents the agency is not using, if any. Doing so, he said, would breach the Security of Information Act, a Canadian law designed to protect state secrets.

Photo: Shutterstock

Email the author: ryan.gallagher

MİT DOSYASI : BİR İSTİHBARATÇI PORTRESİ – HAKAN FİDAN VE İSMAİL HAKKI PEKİN

Tahminim o ki, sizler de “paylaşılamayan adam Hakan Fidan”ın kim olduğunu merak ediyorsunuzdur.

*

Ankaralı olduğu söylenir ama, Bursa İznik doğumludur. Dağ komando okulunda ve hava indirme tugayında görev yaptı. Kıbrıs barış harekatına paraşüt taburu takım komutanı olarak katıldı. Beşparmak dağlarına ilk atlayanlardandı. Yere iner inmez, stratejik Kralkızı tepesini ele geçiren birliktendi. Türk sınırlarının çizildiği ikinci harekatta vuruldu. Gazi oldu. Kıbrıs Bronz Liyakat Madalyası aldı.

*

Silahlı Kuvvetler Akademisi’nden mezun oldu. Brüksel’e gönderildi, NATO ana karargahında TMR başkanlığında görev yaptı. Kara kuvvetleri plan prensipler savunma araştırma şube müdürlüğü yaptı. Plan harekat ve teşkilat başkanlığı yaptı. Terörle mücadele bölgesinde, sınırötesinde kritik görevler üstlendi.

*

İstihbarat’ın başına getirildi.

*

Silivri’ye tıkıldı.

*

Tee seneler evvel, zorlu bi gece tatbikatından sonra sabah içtimasına iki dakika geç kaldığı için, iki gün hapis cezası almıştı. Tek hapis tecrübesi buydu. Oysa şimdi 7.5 sene vermişlerdi. Üstelik, terör örgütüne üye olmaktan vermişlerdi. O an hissettiği onur kırıklığını asla unutamıyor… 40 senedir gururla taşıdığı silahını teslim etti, beton tabut, Silivri’ye girdi.

*

B-11 numaralı koğuşa atıldı. Demir kapının üzerinde 30 santime 10 santim ebatlarında sürgülü delik vardı, dünyayla irtibatı bu delikti. Yemeği, mektupları, ilaçları bu delikten veriliyordu. İnsanlarla temas etmesi, insan yüzü görmesi adeta yasaklanmıştı, yere eğilse bile, delikten yemeği uzatan görevlinin yüzünü göremiyordu, sadece elini görebiliyordu. Tuvalet tıkandığında bile kapı açılmıyor, tuvaleti açmak için kullanılan hortum bu delikten sokuluyordu.

*

Hepi topu 32 adımlık havalandırma alanı vardı, etrafı 9 metrelik duvarlarla çevriliydi, kuyu’yu andırıyordu. Zemin betondu. Anca burada yürümesine izin veriliyordu. Bir avuç gökyüzünü, bu kuyunun dibinden seyrediyordu.

*

Silivri’ye tıkıldığında, annesi ağır hastaydı, kahraman oğlunun uğradığı iftiraya daha fazla dayanamadı, rahmetli oldu. İstersen bir gün izin verelim, cenazeye katıl dediler. Lütfetmişlerdi. Cenazeye giderse nasıl bir muameleye maruz kalacağını biliyordu.
Acı örnekleri vardı. Refakat eden askerler, cenazeye giden tutuklulara sanki teröristmiş gibi davranıyordu, taziyeye bile izin vermiyorlardı. Gözyaşlarını içine akıttı, son görevini yapamadı, annesinin cenazesine katılmadı.

*

Neticede, herşeyin kumpas olduğu ortaya çıktı. Silahsız işgal’le hem silahlı kuvvetleri imha etmişler, hem de “istihbaratın bir numarası”nı tasfiye etmişlerdi.

*

Üniformayı çıkardı, devlete-millete yönelik iftiralarla boğuşmaya devam etti, Ermeni soykırım yalanına karşı mücadele veren Talat Paşa Komitesi’nin başkanlığına seçildi. Ve, milletvekili adayı oldu.

*

Şimdi diyeceksiniz ki, ne kumpası, ne Silivri’si… Hakan Fidan’la Talat Paşa’nın ne alakası var?

*

Ne Hakan Fidan’ı kardeşim!

*

Bu anlattığım madalyalı istihbaratçı, genelkurmay istihbarat başkanı korgeneral İsmail Hakkı Pekin… Karşıdevrim’le mücadele etmek için İşçi Partisi’ne katıldı.

*

Ha illa Hakan Fidan kim diye merak ediyorsanız… Akp yandaşı başçavuş olduğunu biliyoruz, başka da bir kabiliyetini duymadık.

LÜBNAN DOSYASI : Saha Gözlemleri Işığında Lübnan’da Güncel Gelişmeler

A. Selcan Özdemirci

Sakarya Üniversitesi

Ortadoğu Araştırma Merkezi Arş. Gör.

Kemal Salibi Lübnan’ı “1975 yılından bugüne siyasi ve sosyal düzensizliğin en dikkat çekici ve mühim örneklerinden biri…” olarak tanımlar. 2011 yılında Suriye’de başlayan barışçıl halk hareketlerinin kanlı bir iç savaşa dönüşmesi tüm bölgeye hakim olan bir kaos ortamı yaratırken gerek çalkantılı ve çekişmeli iç siyaseti gerekse Suriye ile tarihsel ilişkisi bağlamında Lübnan’ı da fazlasıyla etkisi altına almış ve Salibi’nin ifadesinin bugün de geçerliliğini koruduğunu göstermiştir.

Suriye’deki gelişmelerle ilintili olarak bölgede etki sahibi olan ve olmaya çalışan aktörlerin bir temsil savaşı arenasına dönüştürdüğü Lübnan, hem iç siyasette hem de uluslararası düzeyde Suriye meselesine kilitlenmiştir. Bilhassa 2014 yılında gerçekleştirilmesi beklenen parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, Suriye meselesi ekseninde bir çıkmaza girmiş, bir yandan ülke içerisindeki mezhepsel kutuplaşma derinleşirken bir yandan da mülteciler temelinde yaşanan problemler büyümeye devam etmiştir. Bu bağlamda Suriye meselesinin Lübnan’ı, parlamento ve cumhurbaşkanı seçimlerinin yapılamaması, Hizbullah’ın rolü ve geçirdiği değişim ile mülteciler meselesi olmak üzere üç ana konu etrafında etkilediği söylenebilir.

Ülkedeki siyasi kaos nedeniyle yeni bir parlamento kurulamamış, Temmam Selam liderliğinde uzlaşı hükümeti kurularak hiç değilse Cumhurbaşkanı seçiminin önü açılmaya çalışılmıştır. Ancak uzlaşı hükümeti yeni bir Cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda başarılı olamamış ülkenin iki önemli siyasi ittifakı 14 Mart ve 8 Mart hareketlerinin Suriye konusundaki birbirine zıt tutumları ortak bir Cumhurbaşkanı adayı belirlenmesine engel olmuştur. Hizbullah’ın Suriye iç savaşına rejim tarafında katılması hem Lübnan siyasetinin kilitlenmesine hem de Hizbullah’ın girdiği dönüşüm sürecine işaret etmesi bakımından önemlidir.

Kendisini İsrail direnişi ile -en azından pratikte- meşrulaştıran ve bu anlamda Şiiler dışındaki unsurların da belli oranda sempatisini kazanan Hizbullah, zamanla Lübnan sınırlarını aşarak bölgenin en güçlü silahlı örgütlerinden birisi haline gelmiştir. İsrail’in Lübnan topraklarından çekilmesini müteakip “direniş” ikinci plana itilirken “ulusal söylem” temelinde kurulan siyasi ajandayı birincil konuma aldığı söylenebilecek olan Hizbullah, bilhassa 2014 yılındaki seçimlerin gerçekleştirilememesindeki etkisi itibariyle ülkenin en güçlü siyasi aktörlerinden birisi konumuna gelmiştir. Kendisini Lübnan’ın koruyucusu olarak tanıtan Hizbullah; eğitim, sağlık ve altyapı çalışmaları gibi faaliyetleriyle “devletin olmadığı yerlerde ben varım” diyerek Lübnan toplumunda bilhassa Beka bölgesinde karşılık bularak güçlenmiştir. Suriye iç savaşında rejim yanında aktif olarak savaşa katılması ise Hizbullah’ı yeni bir yol ayrımına getirmiş örgütün tarihsel süreç bağlamında farklılaşan ve dönüşen yapısına dikkat çekmesi bakımından da güçlü bir örnek teşkil etmiştir. İsrail’e karşı direnişin simgesi olan örgüt Suriye’deki savaşa müdahil olarak ilk kez Araplara karşı savaşmaya başlamıştır. Her ne kadar Hizbullah geliştirdiği ulusal söylem çerçevesinde Suriye’deki varlığını; Lübnan’ı IŞİD ve Nusra Cephesi tehdidine karşı korumak şeklinde açıklasa da söz konusu durum Lübnan içinde bilhassa Gelecek Hareketi tarafından ülkeyi kaosun içine çektiği ve savaşın ülke sınırlarına sıçraması tehdidini yarattığı gerekçesiyle yoğun eleştiriye maruz kalmıştır.

2015 yılının ilk çeyreğini geride bıraktığımız şu günlerde Lübnan’da aktif bir savaş yaşanmıyor olsa da ülkenin hemen hemen her alanda Suriye’deki meseleden fazlasıyla etkilendiği gözlemlenmektedir. Öncelikle savaştaki aktif rolü nedeniyle eleştirilen Hizbullah’ın yapılacak seçimleri boykot ederek siyasal sistemi tıkaması devletsiz bir Lübnan ortaya çıkararak Suriye’deki olayların ve bu olaylar üzerinde etkili olmak isteyen dış aktörlerin ülke üzerindeki tesirinin daha fazla büyümesine neden olmuştur. Ayrıca Hizbullah’ın savaştaki aktif rolü Lübnan içerisinde bir yandan terör eylemlerinin artmasına neden olurken bir yandan da tehdit algısının ve dolayısıyla mezhepsel kutuplaşmanın artmasına yol açmıştır. 2014 yılında Trablus’ta yaşanan çatışmalar ve söz konusu çatışmalarda IŞİD-Nusra militanları tarafından Lübnan askerlerinin esir alınması ülkedeki kutuplaşmanın derinleşmesine yol açmıştır. Hizbullah bu noktada kendisini ülkeyi radikal örgütlerden koruyan örgüt olarak tanıtırken Sünni toplumun ise hami arayışına girdiği bu bağlamda tam anlamıyla onay vermese ve sınırlı kesimler olsa da IŞİD ve Nusra gibi örgütlere sempatinin arttığı görülmüştür. Son tahlilde Suriye iç savaşının etkisi ile bölgede olduğu üzere Lübnan’da da devlet dışı aktörlerin etkinliğinin arttığı gözlemlenmiştir.

Hassas mezhep dengesinin hayati önem arz ettiği Lübnan’a resmi rakamlarla 1,5 milyonu aşkın Suriyeli mültecinin gelmesi siyasi problemlere ekonomik ve sosyal sorunların eklenmesine yol açmıştır. 4 milyon civarında nüfusu olduğu tahmin edilen Lübnan için söz konusu çoğunlukta sığınmacı akışının birçok alanda giderek büyüyen problemlere yol açacağı açıktır. İşsizlik, sığınma ihtiyacının yol açtığı kiralarda ani artış ve benzeri tüm soyo-ekonomik problemlere ek olarak sığınmacıların büyük kısmının Sünni Arap oluşu ülkedeki mezhep dengesine karşı bir tehdit olarak algılanmaktadır. Ayrıca sığınmacılar içerisinde yer alan Suriyeli Türkmenlerin rejim nedeniyle Suriye’ye geri dönüşünün imkânsız hale getirilişi Lübnan’daki Türkmen nüfusunun artacağını göstermektedir.

Son tahlilde bilhassa sahada yaptığımız gözlemler neticesinde ülke içerisinde hakim olan kaos ortamının giderek artan bir tehdit algısı ve korku atmosferi yarattığı ifade edilebilir. Söz konusu algı ile atmosferin birbirini besleyerek yeniden inşa ettiği bu noktada Lübnan’daki kaos ortamının giderek büyüdüğü ve Suriye meselesi çözülmeden ülke içerisinde huzurun tesis edilmesinin giderek zorlaştığı ifade edilebilir.

GENELKURMAY DOSYASI /// VİDEO : Turkish Soldier & Korean Daughter

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=98KBGvZymMA

IRAK DOSYASI /// PROF. DR. ALAEDDİN YALÇINKAYA : IRAK TÜRKMENLERİ VE IŞİD

IŞİD Karşısında Irak Türkmenleri Niçin Yok Sayılmaktadır?

Arap Baharı’nın gölgesinde, Suriye’de 2011’den beri yaşanan kanlı çatışmaların bereketli katkılarıyla ABD’nin 2003’den beri Irak’ta oluşturduğu zeminin mahzenlerinde ortaya çıkan IŞİD’in bazı karanlık yönleri belki de hiçbir zaman aydınlanamayacaktır. Konu, bazı yetkililerin tespit ettiği şekliyle “Irak’ta Kürtlerin devlet içinde bir konumları, yetkileri ve sınırları var; Şiiler zaten birçok pozisyonların ve ülkenin önemli bir kısmının hâkimi, fakat Sünniler ortada olup, böyle bir ortamda IŞİD benzeri bir terörist yapılanma kaçınılmazdır” tespitinin doğrularından çok yanlışları bulunmaktadır. Çünkü burada sorun, bir terör devletinin yanlış uygulamalardan dolayı kazara mı ortaya çıktığı, yoksa bazı politik emellere ulaşmak için böyle bir örgütlenmeye zemin mi hazırlandığı noktasında düğümlenmektedir.

Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında adeta sıkışmış durumdaki İsrail’in, yeni yerleşim yerlerine karşı tepkileri diğer bölgesel sorunlara tahvil etme politikalarına şiddetle ihtiyacı bulunmaktadır. IŞİD’in sesini duyurmaya başladığı günlerden bugüne İsrail ülkesi ve halkına pek bir zarar vermemiş olması belki de buna imkânı olmadığından kaynaklanmaktadır. Ancak dört dörtlük Hollywood sahneleriyle, görüntü, teknik detaylar, ışıklandırma ve bütün çekim imkânlarıyla naklen kelle kesme ve internette servise koyma etkinlikleri netice itibariyle başta ABD olmak üzere batılı ülkelere “bize müdahale et” çağrısında bulunmaktadır. Batı kamuoyunu böyle bir talebe zorlamaktadır.

Olayların ortaya çıkması ile birlikte bölge ve dünya kamuoyu, gücü yeten devletlerin bu mücadelede yer almasını talep etmiştir. Bu bağlamda oluşturulan koalisyona Türkiye’nin biraz soğuk kalması, hiç değilse İncirlik üssünün kullanılması konusunda talepleri gözü kapalı kabul etmemesi içte ve dışta ayıplanma konusu haline gelmiştir. Buna karşın Kobani savaşlarına katılacak olan Peşmerge ve PYD mensuplarına her türlü kolaylığı sağlaması adeta ayakta alkışlanmıştır. Bu süreçte her türlü Kürt unsurun IŞİD’i Kobani’den atmalarından dolay büyük bir zafer kazandığı kabul edilmektedir.

Bu aşamada dikkat çekilmesi gereken bir gerçek var: IŞİD’e karşı mücadele eden Türkmen varlığı yok sayılmaktadır. Halbuki bu süreçte Türkmenler de çeşitli şekillerde örgütlenerek birçok cephede başarılı savunmalarda bulunmuştur. Bununla beraber silah ve mühimmat taleplerine ve diğer teknik destek isteklerine hiçbir şekilde olumlu cevap verilmemiştir. Gerek ABD, gerekse Irak yönetimi aynı amaç doğrultusunda mücadele eden bu unsurlardan yararlanmak bir yana sanki onları ateşin önüne atarak yok olmasını beklemiştir. Halbuki zaman zaman rehinelere uygulanan infaz görüntüleri batılı yönetimleri “başka kimden yardım alabiliriz” noktasına getirmiştir. Bu süreçte daha önce terör sabıkası bulunan grupların teröristliklerinin şimdilik görmezlikten gelinmesi istenmiş, çünkü IŞİD terörünün çok daha korkunç olduğunu ortaya koyan görüntü ve sesler her fırsatta servis edilmiştir.

Bütün bu gerçeklere karşın ABD’nin veya Irak merkezi hükümetinin niçin bu savaşta Türkmen cephesiyle işbirliği yapmadığı henüz anlaşılmış değildir. Çatışmalarda hayatını kaybeden yüzlerce Türkmen hakkındaki haberler dahi medyada pek yer almamıştır. Türkmen Cephesi Lideri Erşad Salihi “IŞİD’e karşı mücadelede yalnız bırakıldık” derken, aynı zamanda bölge çapında oynanan oyunların bir sahnesini de aydınlatmaktadır. Kobani savaşları devam ederken Türkiye çeşitli şekillerde yardımda bulunmuş, geçiş kolaylığı yanında yaralıların tedavisi konusunda katkısını esirgememiştir. Ancak Türkmenler sözkonusu olunca bu çapta bir destek duyulmuş değildir.

Irak’ta başlayıp Suriye’yi ve bir anlamda bölgeyi tehdit eden IŞİD hareketi bastırılsa bile birçok bakımdan muamma özelliğini koruyacaktır. Bu çapta bir organize hareket, ABD’nin kontrolündeki Irak’ta nasıl oldu da bölgesel bir güç, hatta küresel tehdit haline ulaşabildi? Bütün dünyayı ürküten kelle kesme manzaraları yanında bölgede etkinliği olan güçlerin bu aşamaya kadar bu organizasyondan nasıl haberdar olamadıkları ve engelleyemedikleri öncelikle sorgulanmalıdır. Hesapların, hedeflerin, beklentilerin iç içe girdiği, kimin elinin kimin cebinde olduğunu uzmanlarından ve hareketi asıl yönlendirenlerden başkasının bilemediği bu bölgede IŞİD tezgâhının asıl maksadının ne olduğu, ne olacağı herkesin merakla sonunu beklediği bir Hollywood senaryosu haline gelmiştir. 2003’de Irak’a müdahalenin daha ilk günlerinde Türkmenlere ait nüfus ve tapu kayıtlarını yakma hadisesinde olduğu gibi, bölgedeki Türkmen varlığını birbirinden koparma ve yok etme, bu senaryonun önemli bölümlerinden mi acaba? IŞİD’e karşı savaşan bazı unsurlar uluslararası çapta alkışlandığı, kahramanlaştırıldığı bu mücadeleyi etkin bir şekilde yerine getiren Türkmenlerden niçin bahsedilmek istenmemekte, bu insanlardan katledilenler anılmamaktadır?

alaeddinyalcinkaya

ANKET : SİZCE TÜRKİYE’DE BAKANLIK SİSTEMİNE GEÇİLMELİ Mİ ????

LİNK : http://www.soruyorum.com.tr/anket/35/sizce-turkiye-de-baskanlik-sistemine-gecilmeli-mi.html

ANKET : HANGİ PARTİYE OY VERECEKSİNİZ ????

LİNK : http://www.soruyorum.com.tr/ka/600scFA58/

ARAŞTIRMA DOSYASI /// Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN : 5 YILDA 1O DEVLET YIKILACAK MI ?

Le Monde Diplomatique , Paris merkezli olarak yayınlanan ve daha çok Fransız devletinin dünyaya bakış açısı ile , siyasal gelişmeler karşısındaki tutumunu ele aldığı , yazı ve makaleler aracılığı ile dünya kamuoyuna yansıtmaya çaba gösteren bir yayın organıdır . Özellikle , Büyük Britanya imparatorluğu sonrasında gündeme gelen ABD-İngiltere ortaklığına dayanan Atlantik insiyatifinin dünyayı biçimlendirmesi doğrultusunda ortaya çıkan Atlantik emperyalizmi ile birlikte , Avrupa ve Amerika’da çok etkin bir konumda olan Yahudi lobilerinin Atlantik insiyatifini kullanarak Siyonist bir dünya planı gerçekleştirmeye çalışmaları sürecinde, bir Avrupa ve Atlantik ülkesi olarak Fransa, her zaman için yeni dengeleri arayan ve diğer Atlantik ülkelerinin emperyal saldırganlıklarına karşı başka bir yol bularak sorunların aşılmasına çalışan bir batı insiyatifi geliştirmeye çalışmıştır . Avrupa ülkesi olarak Avrupa Birliğinin öncülüğünü yaparken , Almanya’nın Avrupa kıtasının patronu konumuna gelmesi noktasında bir Atlantik ülkesi olarak da aynı zamanda Atlantik ülkeleriyle birlikteliği geliştirmeye çalışmıştır . Daha çok diplomatların ve devlet adamlarının izlediği Le Monde diplomatique isimli dergi , Fransa’nın bütün dünyaya yansıttığı farklı tutumun yansıtılmaya çalışıldığı bir ayna görevini yerine getirmektedir . Çeşitli dillerde yayınlanan bu dergi aynı zamanda aylık olarak bir de Türkçe kopya olarak basılmaktadır . Bu makalenin daha iyi anlaşılabilmesi için , ilgili röportajın yayınlandığı Le Monde Diplomatique dergisinin konumunun öncelikle belirtilmesi gerekmektedir .

Yukarıda sözü edilen derginin birkaç ay önce sonbahar aylarında yayınlanan bir nüshasında ,ABD’nin Sırbistan’a askeri müdahalede bulunarak , Kosova bölgesinin ABD bayrakları altında bağımsızlık ilan etmesini sağlayan eski Nato Avrupa Müttefik Orduları komutanı Amerikalı general Wesley Clark ile , son derece ilginç bir röportaj “5 yılda 7 ülkeyi ortadan kaldıracağız .Irak ,Suriye,Lübnan,Libya,Somali,Sudan ve İran “ başlığı altında yayınlanmıştır . General Wesley Clark bu söyleşisinde görev yaptığı Bush dönemini değerlendirdiği gibi , içine girilmiş olan siyasal konjonktürün devamı sırasında yakın gelecekte ortaya çıkabilecek gelişmeleri de açık sözlü bir tutumla değerlendirerek , dünya kamuoyunu bazı gelişmelere karşı uyarmaktadır . Askerlerin siyasete girmesiyle ilgili konuları tartışan general , yaşanan siyasal gelişmelerde askeri durumların ortaya çıkmasına da açıklık getirmeye çalışmaktadır . Amerikan emperyalizmi için Sırbıstan’ı bombalamaktan çekinmeyen bu eski Nato komutanı , Bush döneminde büyük hatalar yapıldığını , Irak ile savaşmanın yanlış olduğunu , esas savaşılacak ülkenin İran olması gerektiğini de açık yüreklilik ile , gene bu röportajında ortaya koymaktadır . Irak ile savaşmanın elle tutulur bir nedeni olmadığını , bu bölgede esas tehdit olan İran’ın hedef alınması gerektiğini Avrupa müttefik Kuvvetleri komutanı olarak Wesley Clark açıkca söylemiştir . Irak ile başlatılan siyasal karışıklık sürecinde sırasıyla ,Suriye,Lübnan,Libya,Somali,Sudan ve İran’ın da devreye alınacağını ve tıpkı Irak’ın çökertilip dağıtılması gibi ,diğer Orta Doğu devletlerinin de benzeri bir biçimde ortadan kaldırılacağını , geçmişte hazırlanmış olan bir bilgi notuna dayanarak açıklamıştır . ABD’nin Irak’taki varlığını kendisi için büyük bir tehdit olarak algılayan İran’ın , Irak ile savaştırılma yolu ile on yıla yakın bir süre savaş ve bir milyondan fazla insan kaybı ile çökertilmeye çalışıldığını , Saddam Hüseyin ile Baas rejiminin ABD tarafından kaldırılmasına İran’ın dolaylı olarak destek verdiğini ,geçmişten gelen büyük bir devlet birikimine sahip bulunan İran’ın ,sonradan olma bir devlet olan Irak ile hiçbir zaman benzerlik göstermediğini ,bölgede ABD’nin esas rakibinin İran olduğunu Wesley Clark açıklamıştır .

General Clark İran ve savaşları sırasında bölgede silah kullanan ve bombalar patlatan terörist grupların Amerika tarafından desteklendiğini açıkça ifade ederken , bölgede gerçekleştirilen gizli operasyonlara da büyük miktarda parasal destekler sağlandığını belirtmekten kaçınmamıştır . Irak savaşı sırasında bölgedeki Sünni ülkeler tarafından destek aldıklarını söyleyen eski komutan savaş sırasında Suudi Arabistan ile ABD arasında ciddi bir yakınlaşmanın ortaya çıktığını belirtmiştir . İran merkezli bir Şiilik düzeninin Orta Doğu’da yaygınlık kazanmasını önlemek üzere, Suudiler ile bir İran savaşına hazırlanmak gerektiğini ,gene eski Nato komutanı dile getiriyordu . Irak’daki Sünni Baas yönetiminin çökertilmesi ,Şii İran’ın önünü açıyor ve Saddam sonrasında Orta Doğu bölgesinde bir Şii düzenin kurulmasının önlenebilmesi için, Sünni Arabistan’ın Şii İran ile savaştırılması gerekiyordu . Merkezi alanda bir Atlantik hegemonyası ya da İsrail siyonizmi düzenlerinin kurulabilmesi için ,Sünni tehdit olan Baas yönetimi sonrasında Şii tehdit olan İran’ın da önünün kesilmesi gerekiyordu . Şiiler ile Sünnilerin savaştırılmaları için, El Kaide gibi aşırı grupların devreye girmesi ve bunlar aracılığı ile oluşturulacak terör girişimlerinin bölgesel savaşı tetiklemesi isteniyordu . Orta Doğu’da başlamış olan karışıklıklar , terör ve iç savaşlar gibi olumsuz gelişmelerin batı açısından kontrol edilebilmesi için bu bölgeye yeni bir Amerikan ordusunun gönderilmesi gerekiyordu . Irak’ta savaşmanın ABD açısından büyük bir hata olduğunu öne süren komutan ,parlamentonun bu doğrultuda bir karar almasının yanlışlığı düzeltemeyeceğini öne sürmektedir . Amerika’nın siyasal gücünü koruyabilmek için elinden gelen her yolu denemesi gerektiğini belirten Wesley Clark ,şimdiye kadar yapılan yanlışlar yeniden tekrarlanırsa Amerikan politikasının sonunda büyük bir buzdağına çarparak batacağını söylemiştir .

Bir emperyalist devlet olarak ABD’nin her yerde çıkarlarının bulunduğunu ve bu doğrultuda Orta Doğu petrolünden ABD’nin hiç bir zaman vazgeçemeyeceğini , petrol ve enerji kaynakları için ABD’nin bölgedeki bütün ülkelere müdahale edebileceğini ,bu doğrultuda güç kullanarak bölge ülkelerinin çökertilmesine giden yolun açılabileceğini ,eski Nato komutanı açıklıkla dile getirerek , bütün Orta Doğu ülkelerinin batı emperyalizminin tehdidi altında bulunduğunu da itiraf etmektedir . Her ABD başkanının İsrail’e sahip çıkmasının bir ABD politikası olduğunu ve bu doğrultuda İsrail’in güvenliği için ABD’nin her şeyi yapabileceğini ,Sırbistan’ın bombalandığı gibi istenirse , bütün Orta Doğu ülkelerinin ABD ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda bombalanabileceğini ,sivil insanlarının kayıplarının bile göze alınabileceğini ,savaş sırasında insan kayıplarının her zaman için olabileceğini , bir dünya gücü olarak ABD savaşmaya devam ettiği sürece ,Irak sonrasında bütün Orta Doğu ülkelerinin bir askeri müdahale sonrasında iç savaş yolundan çökertilebileceğini , batı ittifakının en büyük askeri gücünün eski komutanı açıkça ifade etmektedir . Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında , emperyal güçlerin yarattığı bir provakasyon aracılığı ile , önce Körfez sonrasın da da Irak savaşı yaratılmış ve böylece her iki savaş sonrasında merkezi alanda bir Amerikan hegemonya düzeni ABD ordusu aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır .

Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra eski Osmanlı hinterlandı üzerinde İngiliz ve Fransızların emperyal destekle oluşturdukları devletlerin hiç birisini ciddiye almayan bir emperyalist tavır eskiden bu yana sürüp geldiği için , İsrail’i çevreleyen Orta Doğu ülkelerine benzin istasyonları adı verilmiş ve böylece bu devletlerin hiç birisi batılı ülkeler tarafından ciddiye alınmayarak ,geleceğe dönük bir belirsizliğe terk edilmişlerdir . Batı Avrupa ülkeleri gibi üç yüz yıllık ulus devlet olma sürecine son derece uzak kalan eski Osmanlı ülkeleri , Birinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsız devletler olarak tarih sahnesine çıkmışlardır ama hiçbir zaman batılı devletler tarafından ciddi muhataplar olarak kabül görmemişlerdir . Birinci Dünya Savaşı sonrası konjonktürde bağımsız devlet olma hakkını elde eden eski Osmanlı eyaletleri ,bir imparatorluğun dağılmasının sonucunda tüzel kişilik kazanan bir siyasal yapılanma içerisinde gündeme gelmişler ama , küreselleşme dönemi ile ortaya çıkan yeni dönemde varlıkları tartışılmıştır .

2015 yılına girerken , İsrail ordusunun ilgili birimleri yeni yılda karşılaşılabilecek askeri ve güvenlik sorunlarını bir resmi rapor ile hazırlayarak kendi devletlerinin ilgili birimlerine aktarmaları ülkedeki gerçek durumun belirlenmesi açısından yararlı olmuştur . Merkezi coğrafyanın en önemli orta bölgesinde yer alan İsrail gibi bir devlet kendi geleceğini de tehlikeye atarak bir kaos raporu yayınlamaktan çekinmemiştir . Bu rapora göre , İslam ülkelerinde başlamış olan karışıklıklar dönemi sona ermeyecek, aksine gelecek dönemde daha da tırmanarak bütün bölgeye yayılacaktır . Irak sonrasında Suriye’de de benzeri olayların hızla tırmanarak gelişmeler göstermesi , bölgedeki diğer Arap ve İslam ülkelerini benzeri bir sürece doğru zorlamaktadır . Irak’ta olduğu gibi iç karışıklıkların başladığı bütün Arap ülkelerinde devletlerin parçalanması , aşiretler ve cemaatlar üzerinden gündeme gelmektedir .Irak’ın üçe bölündüğü gibi , Suriye’nin beşe , Libya’nın üçe ,Sudan ile Somalinin ikiye ,Suudi Arabistan’ın ise Mekke-Medine arasında oluşturulacak bir kutsal İslam devletine yer verecek biçimde üçe , İran’ın ise yaratılacak bir karışıklık dönemi sonrasında beşe bölünebileceği bazı siyasal merkezler tarafından dile getirildiği gibi , İsrail gibi bir bölge ülkesinin yeni yıl raporunda da resmen yer alabilmektedir . İsrail istihbarat raporuna göre terör ve sıcak çatışmaların girdiği Orta Doğu ülkelerinde Irak ve Suriye benzeri parçalanma ve çöküş senaryolarının hızla devreye girebileceği öne sürülmektedir .Hamas,Hizbullah, El Kaide , El Nusra ve IŞİD gibi ,dini kimlik olarak ortaya koyan terör örgütlerinin bölgesel etkinlikleri sayesinde ,Orta Doğu devletlerinin çöküşleri ve parçalanmalarının daha kolay olacağı görülmektedir . Bölge ülkeleri birer birer bölünürken , İsrail giderek bütün bölgeye egemen olacak ve ABD’de bu doğrultuda Siyonist devlete arka çıkacaktır .

Arap baharı adı verilen karışıklık olayları , Tunus’ta bir seyyar satıcının kışkırtılması sonrasında dışarıdan müdahaleler üzerinden sıcak çatışma olayları , Kuzey Afrika bölgesindeki Arap ve Müslüman devletlerin içini karıştırmak üzere planlı bir biçimde tırmandırılmıştır . Küresel emperyalizmin , giderek yoksullaştırdığı bölge insanları bulundukları ülkelerdeki yaşam standartlarını zaman içerisinde yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlar ve bu yüzden de halk kitlelerinin ayaklandırılması girişimleri, kısa zaman dilimleri içerisinde son derece başarılı gelişmeler göstermiştir . Orta Doğu bölgesinde eski Osmanlı ülkelerini terör üzerinden iç savaşlara doğru yönlendiremeyen batılı emperyalistler , Akdeniz ülkelerini karıştırarak bir Arap baharı senaryosu ile amaçlarına ulaşabilmenin yollarını aramışlardır . Irak savaşı sonrasında gündeme gelen dünya ekonomik krizi uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile Avrupa ülkelerine doğru paslanınca , Avrupa kıtasının güneyinde yer alan ülkeler zamanla ekonomik krizlere sürüklenmişlerdir . Akdeniz’deki Avrupa ülkeleri çalkalanırken , Akdeniz’in güneyinde yer alan Müslüman ülkeler de Arap baharı adı altındaki provakasyon hareketleri ile ayaklandırılmaya çalışılmıştır . Bu gibi girişimlerin sonucunda Tunus’ta neoliberal ılımlı İslamcı bir hareket iktidara gelerek, bu ülkenin sömürge yapısını perçinlemiştir . Kırk yıllık Kaddafi iktidarına ise ABD-İsrail ikilisinin girişimleri son vermiş ve bu eski Osmanlı ülkesi de , İngiltere, Fransa ve Almanya arasında bölüşülen bir yeni sömürgeleşme sürecinin kurbanı konumuna düşürülmüştür . Mısır’da ise , İsrail’in kontrolu altındaki bazı terörist grupların Kıptilerin kutsal yerlerini bombalamaları sonrasında büyük karışıklık hareketleri tırmandırılmış ve bunların sonucunda da Müslüman kardeşlerin bir islamı demokrasi arayışına son verilerek , dıştan destekli bir askeri darbe rejimi emperyalizmin isteklerine uygun bir tarzda devreye girmiştir . Böylece Orta Doğu ülkelerinin yanına kuzey Afrika ülkeleri de eklenince , geleceğe dönük bir yeni yapılanma genişletilmiş Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika projesi doğrultusunda öne çıkarılmıştır . ABD saldırısı ve işgali ile başlayan Körfez savaşı sonrasında Irak savaşı ile devam eden merkezi alandaki devletleri çökertme operasyonları , sonunda Suriye’ye gelmiş ve bir süre bu ülkede odaklanma yarattıktan sonra bölgedeki diğer devletlerin üzerine benzeri sıcak olaylar sıçratılmıştır .

Bir Amerikan gizli belgesine dayanarak , Nato eski komutanının beş yıl içinde yedi devletin yıkılacağını açıklaması , Orta Doğu sürecinde yeni bir boyutun ortaya çıkmasını sağlamıştır . Şimdiye kadar , Orta Doğu bölgesine demokrasi getirdiklerini , merkezi coğrafyada yaşayan müslüman kitleleri batı dünyası gibi uygarlaştıracaklarını , merkezi alanının olduğu gibi dışa açılarak normalleştirileceğini söyleyen batılı çevrelerin ve emperyalistlerin sahtekarlıkları ve ikili tutumları eski Osmanlı coğrafyasında yer alan bütün devletlerin sonunda parçalanarak yıkılacağını dile getirmektedir . Şimdiye kadar antiemperyalist çevrelerin üzerinde ısrarla durarak dile getirdikleri hususların gerçek olduğu , batılı emperyal ülkelerin dünya kamuoyunu uyutmak üzere dile getirdiği demokrasi ,insan hakları ve ekonomik dışa açılma masallarının bölge ülkelerini parçalayarak küçültme operasyonunun kılıfı olarak kullanıldığını açıkça ortaya koymaktadır . Batılı politikacılar ağızlarında geveleyerek eski masallar ile bölge halklarını uyutmaya devam ederken ,emperyal merkezlerin gizli orduları ile istihbarat servisleri her türlü terör ve kışkırtma operasyonları ile bölünme senaryolarını devreye sokmuşlardır .Clark’ın saydığı ülkelere bakılırsa , onun kehanetlerinin gerçekleştiğini gösteren çok hızlı gelişmeler ile karşı karşıya gelinmektedir . Sovyetler Birlğinin dağılmasıyla birlikte Basra körfezine gelen Amerikan ordusu ,bir türlü merkezi coğrafya topraklarından çıkmamış ve her geçen gün bölgeye daha fazla nüfuz ederek , İngilizler ile Fransızların çizmiş olduğu bölge haritasının değiştirilmesi doğrultusunda siyasal gelişmeleri kendi plan ve programları doğrultusunda yönlendirmeye başlamışdır . Tarihi Mezopotamya topraklarının yer aldığı Irak’ta başlatılan olaylar . soğuk savaş döneminin ön hazırlıklarını da kullanarak tırmanmaya başlayınca , önce körfez savaşı ve daha sonra da Irak’ın işgal savaşı birbirini izleyerek siyasal gündeme gelmiştir .

Saddam’ı kışkırtarak Kuveyt’in işgali bahanesini yaratan ABD , daha sonraki aşamada bütün Irak’ı işgal ederek , İsrail’i kurtaracak ikinci bir İsrail konumunda Kürdistan’ın fiilen kurulmasını sağlamıştır .Bir Kürt sorunu ile bölgedeki beş devletin parçalanması gündeme getirilirken ,esas hedef merkezi alanda İsrail’den daha büyük bir devlet bırakmamak olarak belirlenmiştir . İki büyük dünya savaşı sonrasında kurulabilen İsrail’in tüm merkezi alana egemen olabilmesi için , bütün bölge devletlerinin parçalanması düşünülüyordu . Bu doğrultuda soğuk savaş döneminde Lübnan merkezli bir terör dalgası başlatılmış , silah tacirlerinin bölgede bütün etnik grupları silahlandırması sonrasında da terör hem etnik hem de mezhepsel boyutlarda bölge ülkelerinde tırmandırılarak , eski Osmanlı ülkelerinin uzun süreli bir kaos ortamına doğru sürüklenmeleri sağlanmaya çalışılmıştır . Irak savaşı sonrasında , bütün bölge devletlerini çökertecek düzeyde bir büyük dünya savaşı küresel güçler tarafından orta dünya ülkelerine zorla dayatılırken , demokrasi görünümlü yıkıcılık ile kültürel haklar görünümlü bölücülük , dışa açılma görünümlü yeni mandacılık ile uzlaştırılmaya çalışılıyordu . Bölgede yaşayan gayri Müslim unsurlar batılı Hrıstıyan devletler ile bölgedeki tek Müslüman olmayan ülke olarak İsrail’in işbirlikçiliğine yönelerek ,yeni bir tür mandacılığın bölgede gelişmesinin önünü açıyorlardı . Bu doğrultuda , İsrail merkezi alana egemen olabilmek doğrultusunda kaos raporları yayınlayarak , yaşanmakta olan olayların normal gelişmeler olduğu biçiminde bir kamuoyu yaratarak , kendisine karşı gelişebilecek tepkileri önleme doğrultusunda medyayı kullanabilmenin çabası içerisine giriyordu . İsrail’i rahatsız eden büyük komşuları devlet olarak çökertilecek , ülke olarak da parçalanacaktı . Terör, alt kimlik çatışmaları ve mezhep kavgaları bu doğrultuda batılı gizli servisler tarafından kışkırtılırken , kutsal kitaplardaki kutsal savaş doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı da Suriye’deki karışıklıklardan yararlanılarak çıkartılmaya çalışılıyordu . İsrail’i çevreleyen Suriye,Irak,Lübnan,Ürdün,Mısır ve Arabistan gibi ülkelerin tamamının çökertilmesi ve devlet yapılarının yıkılması istenirken , kutsal kent ilan edilen Kudüs , hem İsrail’in hem de bütün bölgenin doğal başkenti olarak ilan ediliyordu . Bölge devletlerinin bir araya gelerek dayanışma içerisine girmeleri ise her aşamada önleniyordu .

İsrail sonrasında merkezi alan Büyük Orta Doğu olarak ele alınmış ve bu doğrultuda ve genişletilmiş kavramı ile bu alana hem Kuzey Afrika hem de Kafkasya üzerinden Orta Asya bölgeleri de dahil edilmeye çalışılmıştır . Eskiden Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içerisinde yer alan bütün Kuzey Afrika ülkeleri de bu alana dahil edilince , Libya’da iç savaş çıkartılarak ve Kaddafi öldürülerek bu büyük petrol ülkesi üçe bölünerek yıkılmıştır . Daha sonraki aşamada Mısır’da meydanlara halk kitleleri toplanınca, bu büyük ülkede bir iç savaş çıkartarak Sina bölgesinde yaşayan Hrıstıyan Kıptilerin ayrı devlet oluşturmalarına destek verilmiştir . Libya ve Mısır’da iç savaşlar devam ederken bölgenin güneyinde yer alan Mali ve Çad Cumhuriyetlerinde zenciler ile Tuarek’lerin çatışmaları tırmandırılmış , Orta Afrika Cumhuriyetinde ise Müslümanlar ile Hrıstıyanlar aşiretler düzeyinde iç savaşlara doğru yönlendirilmişlerdir . Boko Haram isimli yeni yetme terör örgütü de ,bölgenin en büyük ülkesi olan Nijerya’nın bölünmesi doğrultusunda Hrıstıyan ve Müslüman savaşlarını sürekli olarak tırmandırmış ve böylece batı emperyalizminin bölge ülkelerini parçalama senaryolarına bir terör örgütü olarak yardımcı olmuştur . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Kuzey Afrika’ya giren İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin kurmuş olduğu devletleri ABD-İsrail ikilisi kontrol edebilmek açısından çok büyük görünce , bunların küçültülmesi doğal olarak gündeme gelmiş ve bu doğrultuda hem etnik hem de dinsel kökenli gruplar birbirlerine karşı kışkırtılarak , bölge ülkelerinin çökmesine ve giderek parçalanmasına giden yol açılmaya çalışılmıştır . Bugün Libya, Nijerya, Mali, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyetlerinde devletleri çökertecek ve ülkeleri parçalayacak düzeyde iç savaşlar sürüp gitmektedir . Orta Doğu bölgesinin güneyi sayılabilecek Kuzey Afrika’da yer alan hem Sudan hem de Somali gibi ülkeler hızla parçalanmışlardır .

Somali ülkesinden bir de Somaliland adı altında küçük bir ülkeyi ortaya çıkaran emperyalistler ,Kızıl deniz girişinde giderek Çin’in kontrolu altına giren Somali’yi parçalayarak kendileri açısından daha büyük bir tehdidin oluşmasını önlemişlerdir . Nil nehrinin sularının doğduğu kutsal ülke olan Sudan ise , son dönemde ikiye bölünerek ortaya yapay bir ülke olarak Güney Sudan adı altında yeni bir devlet yapılanması çıkartılmıştır . Sudan’ın güneyindeki petrol sahalarına el koymak isteyen İsrail , bu büyük ülkeyi bölerek bir petrol ülkesi olarak Güney Sudan’a el koymuştur . Güney Sudan bağımsızlığını ilan ettikten sonra İsrail bu ülkede bir askeri üs tesis ederek bölgedeki su ve petrol kaynaklarının yönlendirilmesinde etkili olmaya çalışmıştır . Aynı uygulamayı daha önceleri Habeşistan Federasyonunun parçalanması sırasında Falaşaların ülkesinde gündeme getiren İsrail , önce Eritre halk kurtuluş ordusunu kurdurarak desteklemiş , bu kuruluşun silahlı mücadelesi ile Habeşistan gibi büyük bir ülkenin tek denize çıkışı olan Eritre bölgesi bu ülkeden kopartılarak bağımsız devlet yapılmış ve ertesi gün de İsrail bu küçük ülkeye gelerek, askeri bir üs kurmuş ve Eritre üzerinden bütün Kızıldeniz alanını kontrol altına almıştır .Orta Doğu’nun güneyinde yer alan Habeşistan’ın bölünmesi ile başlatılan parçalanma süreci, daha sonra Somali’nin ikiye bölünmesi ile devam etmiş ve son olarak da Sudan’ın ikiye bölünmesiyle parçalanma bölgede daha da yaygınlaştırılmıştır .Şimdi sırada Orta Afrika Cumhuriyeti ile birlikte , Nijerya,Çad,Mali ve de Cezayir’in bölünmesi gibi meselelerin olduğu görülmekte , ve genişletilmiş Kuzey Afrika politikasına önümüzdeki dönemde terör üzerinden parçalanma senaryoları ile devam edileceği anlaşılmaktadır . Bölgedeki devletlerin sınırlarının yapay olduğu , sömürgeci devletlerin çıkarlarına göre sınırların çizildiği ve hiç birisinin yaşayan aşiretler ile toplumsal bir bütünlük arz etmediği gibi gerekçeler günümüzün emperyalistleri tarafından savunulmakta ve bu doğrultuda , Orta Doğu bölgesindeki terör ve kaos senaryoları kuzey Afrika bölgesine taşınılarak, devlet yıkıcılığına devam edilmek istenmektedir . Wesley Clark’ın yıkılacak ülkeler olarak ilan ettiği Libya , Somali ve Sudan aslında daha şimdiden parçalanmış ve dağılma süreci içine sürüklenmiş ülkeler olarak dünya haritasındaki yerlerini kaybetme riski ile karşı karşıya kalmışlardır .

Amerikan Genel Kurmay dergilerinde yayınlanan yeni Orta Doğu haritalarında , Suudi Arabistan’da üçe bölünen bir ülke olarak ortaya konulmakta ama bu ülke ile parasal ilişkilerini iyi sürdüren İsrail Suudi Arabistan’ın üçe bölünmesi meselesini hiç ağzına almayarak bu ortaklıktan en üst düzeyde yararlanmaya çalışmaktadır . Irak’ın üçe bölünmesi , Suriye’nin beş parçaya ayrılması , Suudi Arabistan’dan üç ayrı ülke ortaya çıkarılması , Mekke ve Medine kentlerinin tıpkı Vatikan gibi kutsal İslam devletine dönüştürülerek başına bir halife oturtulması ,Filistin halkının bugünkü Ürdün bölgesine taşınması , Ürdün devletinin daha da büyütülerek bir Filistin devleti olarak Arabistan’ın Kuzey topraklarına doğru genişletilmesi , Amerikalıların gönüllerinden geçen haritalarda açıkça yer almaktadır . Gazze ile birlikte Batı Şeria ve Lübnan ülkesinin de İsrail tarafından işgal edilerek Yahudilerin merkez ülkesine dahil edilmek istenmesi , on milyonluk çekirdek Yahudi devleti ideali doğrultusunda geleceğe doğru planlanmakta ve bu doğrultuda bölge ülkelerinin de yapılandırılması çeşitli girişimler aracılığı ile zorlanmaktadır . Avrupa ve Amerika’dan sürekli olarak Yahudi nüfus transfer etmek isteyen İsrail yönetimi , on milyonluk çekirdek ülke peşinde koşarken ,bölgedeki bütün devletlerde ya parçalanma , ya çökertilme ya da nüfus kaydırma gibi girişimler öne çıkartılmaktadır . Araplara karşı bir tampon ülke olarak kurulan Ürdün bir Çerkez ülkesi olmasına rağmen yeni dönemde Filistinlilerin Ürdün’e taşınmak istenmesi yüzünden , bölgedeki birkaç milyonluk Çerkez nüfus , Hazar bölgesini Rusların elinden alacak bir Çerkezistan projesi doğrultusunda kuzey Kafkasya’ya doğru kaydırılmaya çalışılmaktadır .Suriye ve Türkiye’de yaşayan Çerkez toplulukları da Rus hegemonyasına karşı oluşturulacak Çerkezistan yapılanması doğrultusunda Hazar bölgesine doğru kaydırılmaya çalışılmaktadır . Son sıcak olaylara Ürdün’ün de karıştırılmak istenmesinin sebebi bu ülkenin eski yapısının değiştirilmek istenmesidir . İngilizlerin Çerkezler ile birlikte kurduğu Ürdün devletini, İsrail’liler Gazze ve Batı Şeriadan kaydıracakları Filistin’lilerin yaşayacağı yeni bir Arap devletine dönüştürmek istemektedirler .

Orta Doğunun kuzeyinde başlayan olayların diğer bölgelere doğru yayılması , yeni Orta Doğu projesinin emperyal yüzünün açık bir göstergesidir . Şimdiye kadar bölgenin kuzey ülkeleri ile uğraşılırken , Somali ve Sudan üzerinden Orta Doğu’nun güneyinde yer alan ülkeler de karışıklık senaryoları ile öne çıkmışlardır . ABD-İsrail ikilisi Nato üzerinden batının çıkarlarını öne koyarak Türkiye’nin deniz gücünü Somali bölgesinde Asya devletlerine karşı kullanmaya çalışmıştır . Türkiye Somali’de Çin’in önünü kesmeye çalışırken ,Kızıldeniz’de korsanlar gezmeye başlamıştır .Daha önceleri Somali çekişmesi yüzünden Hint denizi karışırken , Somali’deki çekişmenin karşı kıyıya taşması önlenememiş ve ortaya bir de Yemen meselesi çıkartılmıştır . Soğuk savaş döneminde kuzey ve güney olarak ikiye bölünen Yemen ülkesindeki halk çoğunluğunun Şii mezhebinden olması ortaya bir Şii-Sünni çekişmesi yaratmış ve İran Şii çoğunluk ile yakından ilgilenmeye başlayınca , Yemen’e batılı ülkeler bölgedeki Sünni ülkeleri bir araya getirerek, bir koalisyon yapılanması üzerinden müdahale etmeye kalkışmıştır . Wesley Clark’ın bölünecek ülkeler listesinde yer almayan Yemen , bölgedeki Şii-Sünni çekişmesi yüzünden bir iç savaşa sürüklenmiş ve eskiden olduğu gibi gene batı ile doğu güçleri arasında kalacak bir biçimde Yemen gene doğu ve batı olarak ikiye bölünebilecektir . Son zamanların en sıcak cephesi Yemen’de açılırken , Şii-Sünni çatışması tırmandırılarak , Arabistan ve diğer bölge ülkelerinde de mezhep çatışmaları kışkırtılmaya çalışılmaktadır . Irak,Suriye,Mısır gibi bölgenin büyük ülkelerinin yeniden bir Şii-Sünni çekişmesine doğru sürüklenmesi , bölgeden kutsal kitap senaryolarına uygun bir üçüncü dünya savaşı çıkartmak için yıllardır uğraşan savaş lobilerinin işini kolaylaştıracak gibi görünmektedir . Yemen’de yönetimi şimdilik ele geçiren Husilerin arkasında Şiiliğin olması ,İran’ı batının hedefi haline getirmiştir .

Orta Doğu’nun genişletilmiş haritası Kuzey Afrika’yı içine aldığı kadar İran’ın merkezinde yer aldığı Kafkasya ve Hazar bölgeleri ile birlikte , bütün Orta Asya’yı da içine almaktadır . İran bu noktada hem bir Orta Doğu hem de bir Orta Asya ülkesi olarak dünya haritası üzerinde yer almaktadır .Yemen sorununda taraf olan İran aynı zamanda bir bir Orta Asya ülkesi olduğu için ,Şii-Sünni çatışması Orta Doğu üzerinden Kafkasya’ya ve Hazar bölgesine kadar yayılma riski göstermektedir . Doğu İran’ı kapsayan Belucistan’ın yarısının Pakistan’da bulunması da , İran gibi bir büyük Müslüman ülke olarak Pakistan’ı da Orta Doğu’daki çekişmeler ile karşı karşıya getirmektedir .Andrew Krepinevich isimli Amerikalı yazarın 2009 yılında New York’ta yayınlamış olduğu “Ölümcül Senaryolar “ isimli kitabının birinci bölümü Pakistan’ın çöküşü ile ilgilidir . Tıpkı Afganistan gibi eski dönemlerin jeopolitik dengelerinde oluşmuş olan Pakistan isimli büyük İslam ülkesinin , tam bu aşamada Amerikalı bir yazar tarafından çöküş ile açıklanmaya çalışılması , Wesley Clark gibilerin Amerikalı bakış açısının bu bölgedeki devletleri kalıcı görmediğini bir kez daha doğrulamaktadır . Yirmi birinci yüzyıl savaşları üzerine hazırlanmış olan bir kitapta geleceğe dönük bir askeri öngörü geliştirilmeye çalışılırken , suni bir ülke olarak Pakistan’ın çökebileceğinden bahsedilmektedir . İngilizler Afganistan’ı Ruslar ile aralarında bir tampon ülke olarak yaratırlarken , Pakistan’ı da Hindistan geri çekilirken , bu ülkenin hem küçültülmesini hem de Müslümanlar ile Hindular arasında bölgesel bir denge oluşturulmasını hedeflemişlerdir . İkinci dünya savaşı sonrasında İngilizler Hindistan’dan geri çekilirken , aynı dönemde İsrail kurulmuş ve bölgenin jeopolitik dengeleri değişmiştir .

Bir büyük İslam devleti olarak İran mezhep savaşının içine çekilirken , bütünüyle batı emperyalizmine ve İsrail Siyonizmine hedef olmaktadır . Yemen’de tırmanan mezhep savaşı İran’a yönelirse ve bu devlet mezhep savaşına girmek zorunda kalırsa , batıdan Kürdistan sorunu , doğudan da Belucistan meselesi ile karşı karşıya kalabilecektir . Belucistan’ın yarısının İran’da diğer yarısının da Pakistan’da yer aldığı dikkate alınırsa, İran’ın savaşa sürüklenmesi Pakistan’ı da savaşa çekecektir .ABD haritalarında bağımsız bir Belucistan’ın başkenti Gwadar kenti batının yeni petrol limanı olarak yer almakta ve bu durumda Wesley Clark’ın söylediği gibi sonunda İran’ı da hedef alarak bölünmeye doğru sürükleyecektir . İran’ın bölünmesi beraberinde bağımsız Belucistan’ı getireceği için ,bu durum aynı zamanda Pakistan’ın da bölünerek çökmesi anlamına gelecektir . Pakistan’dan bağımsız bir Belucistan ortaya çıkacağı gibi ayrıca bir de Paştunistan devleti yeni bir ulusal yapılanma olarak devreye girecektir . Belucistan’ın ortaya çıkışı nasıl İran ve Pakistan’ı bölüyorsa , Paştunistan’ın doğuşu da hem Pakistan’ın hem de Afganistan’ın bölünmesini gündeme getirerek , Orta Doğu’daki etnik ve dinsel savaşları Orta Asya bölgesine doğru taşıyacaktır . Nereden bakılırsa bakılsın , Yemen üzerinden İran’ın hedef alınmasının Kafkasya ve Hazar bölgesi ile birlikte Orta Asya ülkelerini de savaşa doğru sürükleyebilecektir . İşte bu noktada iki büyük İslam ülkesi olarak İran ve Pakistan hem batı emperyalizminin hem de İsrail Siyonizminin hedef tahtasında yan yana durmaktadırlar . İran batıdan gelebilecek saldırılara karşı tek başına direnemezse , Pakistan ile ortak kadere sahip bir ülke olarak ikili dayanışma içine girebilir ve en önemlisi , İslam dünyasının tek atom bombasına sahip olan gücü olarak Pakistan’dan yararlanmak isteyebilir . İran’a yönelebilecek bir batı saldırısının Pakistan ile atom silahı kullanma işbirliğine gitmek gibi bir ortak İslam dayanışmasını ortaya çıkarabilir . Batı bloku , Orta Doğu’da kışkırttığı mezhep savaşı sonunda İran ile karşı karşıya gelebileceğini iyi hesap ederek hareket etmeli ve Pakistan’ın elindeki atom silahının kullanılmasıyla ,bir üçüncü dünya savaşı olarak doğu batı savaşını Asya toprakları üzerinde gündeme getirmemelidir . İran’a yönelebilecek bir askeri saldırı , Pakistan ile dayanışmayı gündeme getirebileceği gibi aynı zamanda , Rusya, Çin Hindistan ve Endonezya gibi dev ülkelerin batı saldırganlığına karşı İran’ın yanında yer almalarını da sağlayabilecektir .Yemen’deki çatışmalar gerekirse , Afganistan’a kadar yayılabilecektir .

Amerikalı general beş yılda yedi devletin yıkılacağını söylerken eksik söylemiş , çünkü Yemen şimdiden bölünme aşamasına geldi , Arabistan ,Mısır ve Ürdün gibi ülkelerinde yaşanmakta olan etnik ve dinsel terör sürecinde parçalanacakları açıkça görülmektedir . Yarın İran’ın savaşa girmesiyle birlikte Pakistan ve Afganistan’ın da yeni dönem savaşlarının içinde yer alacakları görülmektedir . İslam ülkelerine batılı emperyalistlerin saldırıya geçmesi ile çeşitli İslam akımları giderek aşırılığa doğru kaymakta ve bu nedenle de sadece savunma yapacaklarına , siyasal İslam ve cihat çağrıları üzerinden terörü tırmandırarak , batılı emperyalistlerin merkezi alanda geliştirmeye çalıştıkları savaş ortamının genişlemesine dolaylı olarak katkıda bulunmaktadırlar . El Kaide’den El Nusra’ya , İşid’den Boko Haram isimli örgütlere kadar bütün fundamentalist örgütler savaş lobilerine dolaylı olarak yol açmaktadırlar . Merkezi coğrafyada büyük devlet istemeyen batılı emperyalistler , Orta Doğu’nun enerji yataklarına el koyarlarken , bölge ülkelerini etnik ve dinsel farklılıklar üzerinden birbirleriyle çatıştırarak , bölge halklarının savaş saldırganlığına karşı direnmesini önlemektedirler . İran’a savunma için Atom bombası yaptırtmayan batılı emperyalistler , Pakistan’ın soğuk savaş konjonktüründe sahip olabildiği atom bombasını elinden alabilmek için de, Afganistan üzerinden savaş senaryoları ile Pakistan’ı köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadırlar . Gelecekte batının hedef aldığı bu iki ülke emperyalizme karşı bir işbirliğine girerse o zaman bütün dünya dengelerinin değişeceğini ve batı hegemonyasını esas alan savaş senaryolarının biteceğini şimdiden görmek gerekmektedir .

Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti , yanı başındaki bütün komşuları sıcak çatışmalar ve iç savaşlar üzerinden parçalanmaya ve çökmeye doğru sürüklenirken bu gibi gelişmelerin dışında kalamayacaktır . Soğuk savaş döneminde batı ittifakı içinde yer alan Türkiye’nin bu durumunu , batılı emperyalistler merkezi alan devletleri tasfiye ederlerken her açıdan kullanmışlardır . İsrail’i koruyan İncirlik üssü yüzünden Türkiye bütün komşuları ile karşı karşıya gelmiştir . Kuzey Irak’taki Türkiye’yi bölme senaryosuna destek olan Çekiç Güç , Türkiye’yi tehdit etmesine rağmen gene Türk topraklarında konuşlandırılmıştır . Dünya konjonktürü doğrultusundaki önemli gelişmelerin yaşandığı bu bölgede kendi çıkarlarını korumasını beceremeyen bir Türkiye’nin batılı emperyalistlerin bölge plan ve senaryolarına alet olması şimdiye kadar önlenememiştir . bu durumda , bütün bölge ülkelerine yönelen bölünme, dağılma ve parçalanma senaryolarına alet olan Türkiye’yi de aynı akibetin beklediği söylenebilir . Batılı dostlar Türkiye’nin bütün komşularını böleceklerini açıkça ifade ederlerken , ayıp olmasın diye Türkiye’yi liste dışında tutmaktalar ama , bölgedeki yıkım operasyonlarında Türkiye’nin olanaklarını tepe tepe kullanmayı iyi bilmektedirler . Soğuk savaş dönemi alışkanlıkları ile Türkiye’yi kendi planları doğrultusunda kullanmayı iyi bilen batılı emperyalistler ,Türkiye’nin kendisini toparlamasına izin vermedikleri gibi , gene eskisi gibi bölge ülkelerinin parçalanmasında ve kendilerinin gelerek merkezi alana yerleşmelerinde sonuna kadar bu ülkeyi kullanmaya çalıştıkları gözlerden kaçmamaktadır . Batılılar , merkezdeki ülkeleri parçalayarak küçültürken, on ülkenin açık olarak hedefe konulduğu görülmektedir . Türkiye Cumhuriyeti ‘de bölgedeki batının tek resmi müttefiki devlet olarak hem dağılma hem de yıkılma senaryoları ile karşı karşıyadır . Türkiye bu çıkmazdan ya toparlanarak ve komşuları ile bir güvenlik örgütlenmesine giderek kurtulacaktır ,ya da batı mandacısı kadroların elinde hem dağılma senaryolarına alet olacak hem de bölgede batı emperyalizminin İsrail merkezli yapılanmasında sonuna kadar kullanılarak yıkılacaktır . Sonuna kadar savaş isteyen silah ve petrol lobilerine karşı ,bölge devletleri yıkılmamak üzere merkezi bir güvenlik örgütlenmesini acilen oluşturmak durumundadırlar . Orta dünyanın savaş alanı olmaktan kurtulması , merkezi bir güvenlik örgütünün kurulmasına bağlıdır .

DUYURU : PROF. DR. KEMAL ARI MİLYONLARCA İZLEYİCİSİ OLAN “TURKISH FORUM”U ANLATIYOR

TURKISH FORUM (-Türk ve Türklüğe hizmet etmek, insana hizmet etmektir!)

TURKISH FORUM

(Türk ve Türklüğe hizmet etmek, insana hizmet etmektir!)

Önce her şey, Gül Celkan Hanımefendi’min sayfama gelip, yazılarımdan birini, sorumlu olduğu forumda yayınlayıp yayınlamayacağını sormasıyla başladı…
Ben, kendi internet sayfamda güncel ve tarihsel konulara değinen yazılar yazıyordum.
Yüzlerce yazı yazmıştım bu süre içinde.
Elbette yayınlanabileceğini söyledim ve yayınlandı.
İlk kez “Turkish Forum”la o an tanıştım…
Yazım yayınlanınca, değerli Gül Hanımefendi’ye, uygun görecekleri her yazımı bana sormadan alıp yayınlayabileceklerini söyledim.
Ben sanırım internet cahiliyim bir hayli…
Turkish Forum adını hiç duymamıştım.
Yalnız, yazım yayınlanınca, aynı forumun sayfasında, örneğin Ata Atun gibi çok değer verdiğim ve saygı duyduğum kimi büyüklerimin ve sevdiğim insanların yazılarına yer verildiğini fark ettim…
Derken, çevremde bulunan kimi arkadaşlarım, yazılarımın Turkish Forum’da yayınlandığını gördüklerinde söylediler:
Meğer bu forum ne çok tanınıyor ve izleniyormuş!
Zaten sonradan bilgilerim arttı ve forumu daha yakından tanımak için inceleme yaptığım zaman fark ettim…
ABD merkezli forum, internet ağı üzerinden milyonlarca insana ulaşıyormuş… Başta Kaya Büyükataman, Gül Celkan ve öteki değerli arkadaşlarım ne büyük bir iş başarmışlar meğer…
Bu elbette çok coşku verici bir şeydi.
Sonradan foruma sürekli yazılar yazmaya başladım.
Hem tarih, hem güncele ilişkin, ardı ardına yazılar…
Yazılarımı yine büyük bir sabırla Gül Hanım sayfamdan alıyor ve gece gündüz demeden foruma koyuyordu.
Sonradan Gül Cenkan’la ortak tanıdıklarımız olduğunu da gördüm.
Zaten kendisi bir akademisyen ve halen çalışmalarını sürdürüyor…
Ve o günden bu güne, değişik konularda o kadar çok yol alındı ki…
Ortak projeler, yapmayı düşündüğümüz etkinlikler…
Bir laboratuar gibi üretiyorduk; hem o hem ben ve öteki arkadaşlarımız…
“Konu” odaklı kompozisyon yarışmalarından sergilere; sergilerden konferanslara…..
Ve en önemlisi de bir dergi yayınına…
İnternet dünyası insana sayısız olanaklar sunuyor.
Nerede olursanız olun!
Koskoca dünya, sanki avucunuzun içinde, parmaklarınızın ucunda…
Basıyorsunuz düğmelere; uzaklar yakın oluyor; bir anda sevdiğiniz insanları ya da hiç tanımadığınız insanların ürettiklerini; onlara ve dünyaya dair her şeyi karşınızda buluveriyorsunuz…
Şimdi “Turkish Forum” tarafından e-dergi olarak yayınlanacak ve hakemli-indeksli dergi statüsünde yer alacak uluslararası dergi, bilimsel yönlerden de kimi konuları irdelemeyi amaçlıyor….
Ben de hasbelkader, işin bir yanından tutmaya hazır olduğumu her fırsatta dile getirdim.
Çünkü inanıyorum ki; Türk ve Türklüğe hizmet etmek, insana hizmet etmektir.
Türk, Atatürk’ün dediği gibi, tarihte demokrat olarak doğmuş insandır… Türklük ise övünülecek, yüce bir kavramdır. O nedenle büyük önder; “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, yeni bir güneş gibi doğacaktır!” demişti Onuncu Yıl Nutku’nda…
Şimdi, Forum adına başarılanlara bakarak, daha yapılacak pek çok büyük işlerin heyecanı içinde yazımı Atatürk’ün bir sözüyle bitirmek istiyorum:
-“Yüksel Türk! Senin için yükselmenin hududu yoktur!”
Evet; yeter ki istesin insan…
İsteyince başarılamayacak hiç bir iş yoktur!

MERAK EDENLER İÇİN TURKISH FORUM SAYFALARI :

http://www.turkishnews.com/tr/content/
https://www.facebook.com/TurkishForumPage

Kemal Arı, 19.02.2015

ÜNİVERSİTELER DOSYASI /// Suay Karaman : ÜNİVERSİTELER SUSAR MI ? (*)

Sözlerime, 8. Üniversite Kurultayı’nı düzenleyen Ege Üniversitesi Öğretim Elemanları Derneği’ne (EGÖDER) teşekkür ederek başlamak istiyorum. Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) kurucularından ve genel başkanlarından, değerli bilim insanı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın anısına ithaf edilen bu kurultayın başarılı geçeceğine inanıyorum. Hiçbir suçu olmadan Foça cezaevinde yatan bilim insanı Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye de, buradan sevgilerimi gönderiyorum. Bugüne kadar zindanlarda sağlığını ya da yaşamını yitiren tüm öğretim elemanları ile, 1978 yılında Trabzon’da öldürülen, şu an aynı görevi paylaştığım, TÜMÖD Genel Sekreteri Doç. Dr. Necdet Bulut ve öldürülen tüm öğretim elemanlarını da saygıyla anıyorum.

Üniversitelerle ilgili olarak, “Üniversiteler Kanunu” adı verilen yasalar 1933, 1946, 1960 ve 1973 yılında çıkarılmıştır. Ancak üniversitelerle ilgili yasa 1981 yılında “Yüksek Öğretim Kanunu” olarak değiştirilmiştir. Çıkartılan yasalar içinde üniversitelerin etkin olmalarını sağlayan 1960 yılındaki 115 sayılı yasaya özel bir vurgu yapmak gerekir. 28 Ekim 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi tarafından çıkartılan 115 sayılı yasa ile, 4936 sayılı Üniversiteler Kanununun bazı maddeleri özerkliği genişletici şekilde değiştirilmiştir. Yapılan bu değişiklikler katılımcı yönetimi genişletici ve demokratikleşmeyi artırıcı niteliktedir. 1946 yasasının antidemokratik sayılabilecek maddeleri ayıklanmış ve yasa düzeltilmiştir. Üniversitelerin özerkliği de, ilk kez 1961 Anayasası’nın 120. maddesinde açık ve net biçimde yazılarak güvence altına alınmıştır. Bu yasa ile birlikte daha demokratik bir yapıya ulaşan üniversiteler, ülke sorunları hakkında çekinmeden görüş bildirmeye başlamışlardır.

27 Mayıs Devrimi, her konuda olduğu gibi, yüksek öğretim konusunda da toplumun önünü açmıştır. 1961 Anayasası’na eklenen 115 sayılı yasanın üniversitelere kazandırdığı en önemli olgulardan biri de, öğretim üye ve yardımcılarının siyasi partilere üye olabilmeleri ve bu partilerin merkez organlarında görev alabilmeleri olmuştur. Bu sayede siyasi partilerin, bilim insanlarından yararlanmalarının da önü açılmıştır. Ayrıca üniversitelere, Anayasa Mahkemesi’ne dava açma yetkisi de verilmiştir. 27 Mayıs Devrimi’nden sonra üniversitelerde büyük bir demokratikleşme hareketi ve ülke sorunlarına sahip çıkma eylemi görülmüştür. Böylece üniversitelerin susmayacağı ve ülke için her türlü özveriye hazır oldukları da anlaşılmıştır.

12 Eylül darbesinin 6 Kasım 1981 tarihinde çıkardığı 2547 sayılı yeni yasa ile kurduğu YÖK kurumuyla birlikte çağdaş ve özerk üniversite yok edilmiştir. Bu YÖK yasası, Ocak 1981 tarihinde Şili’deki faşist cuntanın çıkardığı yasanın kötü bir kopyasıdır. Şili’de yaşananların aynısı hatta fazlası Türkiye üniversitelerinde de yaşanmıştır. YÖK yasasıyla birlikte üniversitelerde toplu tasfiyeler başlamış, öğrencilere disiplin cezaları verilmiştir. Özerklik tamamen ortadan kaldırılmış, yöneticiler atamayla gelmiştir. Üniversite harçları arttırılmış ve eğitimin özelleştirilmesinin yolu açılmıştır. Okutulacak dersleri ve programları YÖK belirlemiş, sakıncalı bulduğu kitaplara yasak getirmiştir. Üniversitelerdeki suskunluk ve korku bundan sonra başlamıştır. YÖK’ün çok sayıdaki anti-demokratik hükümlerinden bazıları geçtiğimiz 34 yıl içinde ayıklanmış olsa da özünü hala korumakta ve üniversiteler üzerindeki baskıcı havası aynen devam etmektedir.

YÖK ve YÖK’ün yaratıcısı İhsan Doğramacı ile ilgili söylenecek sözler o kadar çoktur ki, hiç bitmez. YÖK yasasıyla birlikte, Doğramacı’nın despot yönetim anlayışı, üniversiteleri iyice suskun hale getirmiştir. Seslerini çıkaranları ise üniversiteden atmışlardır. Özellikle Doğramacı yönetiminde, üniversiteler sessizlik devri yaşamıştır.

10 Mayıs 1989 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Berlin Özgür Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gerhard Bauer ile yapılan söyleşi, Doğramacı ve YÖK hakkında bize net bir fikir vermektedir. Bu söyleşide Gerhard Bauer’in dedikleri çok enteresandır: “Doğramacı’nın bir bilim insanı olduğuna inanmak güç. ‘Türkiye’de solcular çok azdır ve kafaları çalışmaz, onları dinleme’ diyordu. Halbuki ben O’nun aptal diye bahsettiği insanların pek çoğunu tanıyordum. Bana çok dürüstçe konuşuyorlardı ve yanlış bir tablo görmemi istemiyorlardı. YÖK hakkında o kadar kötü şeyler duydum ki, yaşamını bilime adamış bir kişi olarak bundan çok rahatsızlık duydum. Bence hiçbir ülke YÖK gibi bir kurumla cezalandırılmaya layık değildir. Demokratik ülkelerde bu tür akademik yaşamı güdümü altına alan kuruluşların yeri yoktur. YÖK’ün diğer üniversiteler üzerinde diktatoryası var.”

1994 yılında Erciyes Üniversitesi’nin açılışını Diyanet İşleri Başkanı yapmış ve şunları söylemiştir: “İlim ve akıl, dini teyit eder. İlmi öğrenin, yayın; gizleyip günaha girmeyin.” Gelinen bu nokta bilimi ve üniversiteyi derinden yaralamış, küçük düşürmüştür. Ancak bu durum karşısında üniversitelerden hiç ses çıkmamıştır.

Bugün siyasi iktidar arada bir yeni yükseköğrenim yasa taslakları hazırlayıp, kamuoyunun tepkisini ölçmektedir. Yapılmak istenen yükseköğrenimin özerkliğinden vazgeçerek özelleştirilmesi, iş güvenliğinin yok edilmesi ve üniversite yönetimlerinin siyasallaştırılmasıdır. Bu yasa taslakları hakkında üniversitelerden yeterli ses çıkmamaktadır. Bu konuyla ilgili toplantılara öğretim elemanları katılmamaktadır.

Siyasi iktidar tarafından ülkemizde hukuk dışı yaptırımlara hız verilmiş, yasalar ve anayasa bir tarafa bırakılmıştır. Bu anayasa dışı tutum ve davranışlara karşı hukuk fakültelerimizden ses çıkmamaktadır. Sözde Ermeni soykırımı hakkında fırtınalar koparılırken ve Dersim isyanıyla ilgili uydurma bilgiler ortaya saçılırken Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitülerinin sesleri çıkmamaktadır. Sanatı bitirmek için TÜSAK adı verilen yasayı çıkarmak isteyen siyasi iktidara karşı, Güzel Sanatlar Fakültelerinden ve Konservatuarlardan gerekli tepki verilmemektedir. Milli eğitimde çok yanlış kararlar alarak Ortaçağ karanlığına doğru sürüklendiğimiz bu ortamda Eğitim Fakülteleri sessizliklerini korumaktadır. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sözde fetva adı altında laik bir ülkede verdiği densiz demeçler, İlahiyat Fakültelerindeki sessizliği bozmamaktadır. Bunun gibi her konuda susan üniversiteler, toplumun çürümesinde baş rolü oynamaktadır. Toplumun ışığı olan üniversitelerde karanlık ve sessizlik başlayınca, bugün ülkemizin içinde bulunduğu ortamı normal karşılamak gerekir.

Günümüz üniversitelerinde her şeyin maddiyatla ölçülmesinin ardından sadece maddi tatmin için tüm etik değerlerini bırakan üniversitelerimizin susması da normaldir. Bırakın ülke ve dünya sorunlarını, kendi üniversitelerinde bile yöneticilerinin yanlış tutum ve davranışlarına ses çıkaramayanlara bakılırsa içinde bulunduğumuz karanlık ortamın tesadüf olmadığı ortadadır. YÖK dönemiyle birlikte bütün idari görevler için ek ücret ödenmesi, kamuda döner sermaye adı altında yüksek ücret alanların, etik değerlerini yitirenlerin ve bu ücretlerden vazgeçmek istemeyenlerin susması da normal değil midir?

Özellikle “her ile bir üniversite” kampanyası ile binası, yeterli akademik ve idari kadrosu olmayan üniversiteler kurulmaktadır. Ancak bu alt yapısız lise benzeri üniversiteler için de, susmak ön planda gelmektedir. Son yıllarda bazı yurt dışı üniversitelerinden sahte unvanlar alanların, üniversitelerimizde kadrolu olarak çalıştıkları bilinmektedir. Hatta bunlardan bazıları yöneticilik de yapmaktadır. Üniversitelerimiz bu durumda da yine suskunluğuna devam etmektedir. Bazı üniversite yöneticilerinin yaptıkları tacizler ortaya çıkarıldığı halde, bunlar üzerinde de hiç durulmamaktadır. Branş dışı ders veren öğretim elemanları ile bilim yapıldığını, kaliteli bir eğitim-öğretim olduğunu sananlara karşı da üniversitelerimiz suskunluğunu korumaktadır. Kamu üniversiteleri ile vakıf üniversiteleri arasındaki taban puanların uçurumu karşısında söyleyecek sözü olanlar da, beklenti içinde oldukları için, sessiz kalmayı tercih etmektedirler.

Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir. Ancak Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Halbuki öğrenciler derse girmiş, Rennan Pekünlü sadece türbanlı olarak derse girdikleri için tutanak düzenleyerek, dekanlığa göndermiştir. Anayasal kuralları ve yüksek mahkeme kararlarını uygulayarak görevini yapan Rennan Pekünlü’ye, türbanlı öğrencilerin eğitim hakkının engellendiği savıyla iki yıl bir ay ceza verilmiştir ve şu anda Foça cezaevinde bulunmaktadır. Bu konuda sorumluluğu bulunan Ege Üniversitesi Rektörlüğü hakkında suç duyurusunda bulunulması ve rektörün istifaya davet edilmesi gerekirken, susan üniversiteden sen çıkmamaktadır. Benzer durumda olan birçok öğretim elemanı daha vardır ve hukuki süreçler devam etmektedir. Öğretim elemanları bu durum karşısında da yeterince seslerini çıkarmamaktadırlar.

İşte yukarıda anlatılan bütün bu uygulamalar karşısında, 34 yıldır devam eden YÖK baskısı bu siyasi iktidarla birlikte daha da ağırlaşarak, üniversiteleri iyice sessizliğe boğmuştur. 20 Şubat 2015 tarihinde Ege Üniversitesi’nde PKK terör örgütü yanlısı grubun, bir öğrenciyi öldürmesi, toplumu derinden yaralamıştır. Ege Üniversitesi senatosunun yayınladığı bildiride bu acı olayı “başlangıçta bir öğrenci anlaşmazlığı şeklinde ortaya çıkan olay” diye nitelemesi de düşündürücüdür ve üzerinde sessiz kalmamayı, konuşmayı gerektirir. Yaklaşık üç ay önceden yapılması planlanan 8. Üniversite Kurultayına, bir hafta kala salon vermemek de, Ege Üniversitesi yönetiminin bir başka ayıbıdır. Bunlara sessiz kalanlar ve belki bizler, suskun üniversitenin oluşumuna katkı sağlamaktayız. Üniversite Kurultayına salon vermeyen bir üniversite yönetimi, aklı ve bilimin değil, dedikodu ve hurafelerin yanındadır. İzmir gibi aydın bir kente yakışmayan Ege Üniversitesi yöneticileri, cesaretlerini susan akademisyenlerden almaktadırlar.

Cumhuriyet kurulduğunda sadece bir üniversitenin dokuz fakültesi ve yüksekokulunda 307 öğretim elemanı ile 2914 öğrenci bulunmaktaydı. Bugün 123 kamu ve 73 vakıf üniversitesinde olmak üzere yaklaşık 117.000 öğretim elemanı ve yaklaşık 5.5 milyon öğrenci bulunmaktadır. Bu kadar öğrencinin okuduğu üniversiteler susarsa, öğretim elemanları sessiz kalırlarsa, ülkemizin geleceği karanlık olur. Üniversite, öğrencilere yalnızca bilgi veren bir yer değildir, aynı zamanda yaşamda doğru davranış kazanma üzerine düşünme alışkanlığı veren bir kuruluştur. Susturulmuş üniversitelerin sessiz öğretim elemanları öğrencilere nasıl düşünme alışkanlığı verebilecektir? Nasıl topluma ışık saçacaktır? Üniversite eğitimi, öğrencilere dünyayı, toplumu ve insanları anlamalarını sağlamıyorsa neye yarar?

Susan değil, özgürlükleri savunan, ülke geleceğine yön vererek bilimsel temele dayanan bir eğitimle aydınlıklara doğru yol alacağımız üniversitelerin özlemiyle, hepinize saygılarımı sunarım. Teşekkürlerimle..

İlk Kurşun Gazetesi, 30 Mart 2015.

(*) : 20-21 Mart 2015 tarihinde İzmir’de düzenlenen 8. Üniversite Kurultayı’ndaki konuşma.