Günlük arşivler: Mart 7, 2015

SLAYT SHOW : OTOMOBİLİN TARİHİ

Histoire_de_l’automobile.pps

Prof. Dr. CELÂL ŞENGÖR HOCADAN MÜTHİŞ BİR YAZI : ACI GERÇEKLER.. . (Hâlâ okumamış olanlar için)

cel.jpg

Türkiye’de ahlâk düşüklüğü ayyuka çıkmıştır. Ben bu kadar değişik toplum içinde bulundum, çalıştım, gezdim; ahlâk seviyesi Türkiye’deki kadar düşük bir toplum görmedim. Ahlaksızlık özellikle Özal’la birlikte yukarı doğru hızlanmış, AKP döneminde adeta dikineyükselişe geçmiştir.

Cehaletin Eserleri

Bu toplumun hemen hiçbir değeri kalmadı: Tek değer, kişilerin ve/veya grupların hak etmedikleri şeylere uzanmak için olabilen her yolu denemesinin en makbul marifet sayılmasıdır. Türkiye rüşvet vehırsızlıkta Avrupa birincisi, dünya dördüncüsüdür. Dünya ülkeleri arasında cahillik düzeyiyle en ön saflarda yer alıyor, dünya üniversiteleri arasında adı anılabilecek ilk 500 arasında hiçbir üniversitesi yoktur.Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere devleti yönetenlerin hakkında bulunan suç dosyaları nedeniyle dünya birincisidir (Kemal Baytaş, Sözcü 13 Şubat 2011). İçeri atılan gazetecilerin sayısıyla dile gelen aykırı fikre tahammülde, nihayet İran ve Çin’in bile gerisine düşerek sondan birinciliği kaptı.

Gün geçmiyor ki ırzına geçilen kadın, cinsiyet nedeniyle veya töre denen ahlaksızlıklar yüzünden öldürülen kız ve kadın haberleri gazetelerimizde, televizyonlarımızda yer almasın. En son öğrencilerimizi hatta devlete ait kurumlar ve devletin memurları eliyle harcamak, onların hayatlarını karartmak sıradan olay oldu, bunları yapan ve kötü niyetleri artık her gün dile gelen akıl ve beceri fakirleri devletin ve hükümetin güvencesi altına alındı. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural Bey bu konuda devlet görevlilerinin «tatmin olduk» sözlerinde suç ortaklığının dile geldiğini televizyonlardan haykırdı.

Tüm bunlar ne zaman oluyor? Muhafazakâr değerlerimizin şahlandığı, Atatürk’ün getirdiği akılcılıktan hızla uzaklaştığımız bir dönemde; bunun öncülerinin üç ay sonra halktan %40’ın üzerinde oy alacağı iddia ediliyor. Türkiye halkı tamamen keçileri kaçırdı mı, yoksa bu ahlaksızlıklar zümresi onun gerçek değerlerini mi yansıtıyor? Bence ne biri ne diğeri…

Halk o kadar cahilleşti ki, yaptığı şeylerin veyakendisine yapılanların çoğunun ahlâksızlık olduğunu, bu ahlâksızlıkların er veya geç kendisini zarara uğratacağını,
çoluk-çocuğunu süründüreceğini göremez hale geldi, safsatayla uyutulmayı tercih eder oldu.

Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları «modernize» ederek yaşanmaz hale getirir ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir. Kendi tarihinden habersizdir. Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır. Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (çünkü Avrupalı «gâvur» dünyayı keşfederken, muhteşem [!] padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis‘in kafasını vurdurmaktadır).

Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna "softa şekâveti" denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığımız gibi (I. Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yeyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554’te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. Elâlemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı! Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?

Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa‘yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu. Artık yeter!

Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukalâ tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter!

Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.

***

1. Kanuni’nin torunu kadın düşkünü III. Murat’ın devrinde Osmanlı akçesi birdenbire değerinin yarısını yitirmişti. Yani devlet aniden yarı yarıya fakirleşmişti (1593 enflasyonu).


2.
Kadırga nedir bilmiyorsanız, yakında Deniz Müzesi gene açılacak, gidin görün. Fatih’in kadırgalardan oluşan 140 parça muhteşem (!) Osmanlı Donanması, 4 tane Ceneviz gemisini İstanbul muhasarasında Marmara’da durduramamıştı!

Prof. Dr. Celâl ŞENGÖR

ERMENİ SORUNU DOSYASI : Yine Sabancı Üniversitesi..Bu Kez Sözde Soykırım..Ve küfürbaz bir Profesör

Değerli Dostlar,

Sabancı Üniversitesi akademisyenlerinden Cemil Koçak’ın beş yıl önce Mustafa Kemal için, " Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı 5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın, diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti." demiş olduğunu Sözcü’deki köşesinde Kemal Baytaş yazınca bizler Sabancı Ü. Rektörü Nihat Berker’e bu durumu şikayet etmiştik. (ekte)

Prof. Koçak bizlere yanıtında böyle sözler söylemediğini, Kemal Baytaş’a tekzip yollayacağını bildirmişti. Fakat o tekzip hiç yollanmadı!

Şimdi yine Sabancı Üniversitesinden Prof. Fikret Adanır Hamburg’daki bir konferansta sözde soykırımı kabul ettirmek için tarihimizi ve arşivlerimizi kirleterek, Türkiye’ye, Osmanlı’ya, Türkler’e iftira kustu.

"Konuşmacılar içinde en haksız, hatta sapık değerlendirmeleri Sabancı Üniversitesi Öğretim üyesi Fikret Adanır yaptı. Bunlardan ikisini söyleyeyim:

1)Osmanlı’nın( Türkler’in )Ermeniler’e 1915’de yaptığı tam anlamıyla “soykırımı”dır. Çünkü bunu “ o niyetle- kasıtla-yapmışlardır. Bunlar belgelidir.

2)Türkler “ soykırımı” yapmasalardı “ulus” olamazlardı." diye anlatıyor Başkonsolos Ülkü Başsoy (Ekte)

Konferansa dinleyici olarak katılan TGB’li ve üniversiteli gençlerin soru sormalarına bile izin verilmeyince gençler ellerindeki pankartlarla ve "yalan,yalan, tümüyle yalan konuşuyorsunuz" diye hep birlikte yüksek sesle haykırarak podyuma çıktılar ve konferansı düzenleyicilerle yüz yüze tartışmaya başladılar.

"Bu arada Prof. Janz, "“tarihçiler hukukçudur” saçmalamasını yapıp işin içinden sıyrıldı! Böyle bir profesöre nasıl bir yanıt verilebilirdi?" diyor Saygın Ülkü Başsoy! Ve ekliyor,"…Bir başka Türk vatandaşı da Adanır’a bu Ermeni tezlerini savunmakla “artık nobel” ödülünü bile alabileceğini söyledi. Bu arada iki Türk gencinin “ 28 Ocak’da AİHM Büyük Dairesi’nin alacağı son kararın da bir önceki Mahkeme kararına benzer olması durumunda ne yapacaklarını sorması üzerine Prof. Adanır, AİHM’ne küfrederek,

“ ne b.. yerlerse yesinler” yanıtıyla ne tür ve düzeyde bir akademisyen olduğunu, kendi söylemiyle belirledi." (ekte)

Değerli Dostlar,

Bu topraklarda yetişen, bu topraklarda yaşamını devam ettiren, Profesör lakaplı kişilerin neden bu topraklarda esen ihanet rüzgarlarına kapıldıklarını ben çözemedim, acaba çözebilen var mı?

Dostlukla,

Lâle Gürman

ÜLKÜ BAŞSOY’UN BİLDİRİMİ.docx

CEMİL KOÇAK İÇİN REKTÖRE İLK MEKTUP.docx

AK PARTİ DOSYASI /// ALİ ERALP : SARAY SOYTARILARI.

13 yıllık AKP döneminde “Yalakalık, yandaşlık, dalkavukluk” geçerli bir meslek haline geldi…

Bir geçim kaynağı oldu…

Yalakalar, yandaşlar önemli mevkilere ve makamlara atandılar.

Bu dalkavuk takımına karşı olan yurtseverler, onurlu insanlar ise, onları şiddetle eleştirdi… Yerden yere vurdu… Ama “Bana mısın” demediler… Onları eleştirenler, düşüncelerini daha iyi anlatabilmek, daha iyi açıklayabilmek için onlarca sözcük türetti…

“Yağdanlık” dediler… “Dalkavuk” dediler… “Şakşakçı, şaklaban, yalaka, kemik yalayıcı, kıç yalayıcı, omurgasız adam, yalpak adam, yağcı, yanardöner, soytarı, arsız, bukalemun…” dediler.

Bütün bu sıfatlar, bu benzetmeler karşısında bir parça olsun yüzleri kızarmadı onların…

Utanmadılar, sıkılmadılar…

Yüzlerine tükürüldü… “Yağmur yağıyor…” dediler…

Bunların arasında kimler yoktu ki…

Sanatçılar, politikacılar, iş adamları, gazeteciler, televizyoncular, sendikacılar, çeşitli meslekten adamlar…

Say sayabildiğin kadar…

Bir emirle köşe yazarlarının, televizyon sunucularının, yapımcılarının işlerine son verdiler…

Zamanın başbakanının düzenlediği sabah kahvaltılarına, ziyafetlere katılabilmek, el etek öpebilmek için sıraya girdiler…

Gözleri, ne vatan uğruna şehit olanları gördü, ne Cumhuriyet birikimlerinin yağmalanmasını, ne Atatürk fotoğraflarının duvarlardan indirilmesini, ne yerlerde sürüklenen işçileri, köylü kadınları, ne banka önlerinde, maaş kuyruklarında can veren emeklileri ne de açlık sınırının altında yaşayan insanları…

Ormanlar yağmalandı. Dereler kurutuldu…

Bizzat orman bakanları tarafından zümrüt yeşili doğa harikalarımız, madencilik, taşocağı ruhsatları ile “Kelaynaklara” dönüştürüldü…

Zeytin ağaçları söküldü… Hem de binlerce…

Gönderden bayraklarımız indirildi, ayaklar altına alındı… Yakıldı. Parçalandı…

İstiklal marşımız, andımız, ulusal bayramlarımız yasaklandı…

Görmediler… Duymadılar… Dönüp bakmadılar bile…

Onların bir tek hedefi vardı: Saltanatı ellerinde tutanlara daha şirin, daha tatlı, daha şeker görünüp, makam ve mevki elde etmek ya da servetine servet katmak…

Ölenler, sürünenler, sömürülenler onların derdi değildi… Sorunu hiç değildi…

Üstelik bunların içerisinde kendilerini keskin solcu tanıtanlar, Gezi Direnişlerine katılıp, sonra tövbe istiğfar edenler, yıllarca o açlık sınırının altında yaşayanların desteğinde ünlenip, sırça saraylarda, köşklerde, yalılarda yaşayan şarkıcılar, türkücüler de vardı…

Ben onlara kısaca “SARAY SOYTARILARI” dedim ve onları birçok makalede teşhir ettim…

“ONLAR KRALIN, PADİŞAHIN SOYTARILARI İDİ…”

Bu meslek yüzyıllardan beri vardır… İcra edilir… İnsanlık var olduğu sürece de bu parazitler var olacaktır…

Bunlar en çok da zayıf, güçsüz, adaletsiz, hukuksuz devlet yönetimlerinde ortaya çıkarlar. Osmanlının çöküş döneminde dalkavukluk bir geçim kaynağı olmuş, geçerli bir meslek haline gelmişti… Ama Cumhuriyet döneminde ne dalkavukluk kurumu ne de dalkavuk kalmıştı…

Turgut Özal zamanında “Yalakalık kurumu ve yalakalar” yeniden ortaya çıktı… Semra Özal Hanımefendinin PAPATYALARI onu bir gölge gibi takip ediyor, peşinden sürükleniyorlardı…

YALAKALIK AKP DÖNEMİNDE İSE ZİRVE YAPTI… ALTIN ÇAĞINI YAŞADI…

Ne ararsan var bu yalakaların arasında şimdi… Derde devadan gayrı… Tümünün ortak özelliği ise, onur yoksunu, haysiyetsiz, uşak ruhlu olmaları…

Bunların içinde “Karımla yakalasam kıskanmayacağım tek erkek başbakanımızdır…” diyen mi arıyorsun…

“Sayın Başbakanımıza dokunmak bile inanın bence ibadettir…” diyen mi arıyorsun…

Zamanın Başbakanı için “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider…” diyen mi arıyorsun…

Son zamanlarda Osmanlı dili ve Osmanlıcılık el üstünde tutulunca bu kez de AKP’den aday adayı olanlar Osmanlı giysilerine merak saldılar… Osmanlı Padişahlarının başına taktığı börk ve postlu cübbe ile pozlar verip, resimler çektirdiler, afişlerini dört bir yana asmaya başladılar…

Saray soytarılığı, hokkabazlık, palyaçoluk ülkemizde altın çağını yaşamaktadır bugün…

İleri demokrasinin geldiği en son nokta bu işte… Saray Soytarıları el üstünde şimdi…

Eleştiri, direniş, gerçekleri gün ışığına çıkarmak ise yasak…

Atilla Taş gibi, onları eleştirenler hemen gözaltına alınıyor; PKK istedi diye Nazlı Öztarhanların işine son verileceği söyleniyor…

AKP iktidarı daha rahat hareket edebilmek, ülkeyi dalkavuklarla diledikleri gibi yönetebilmek için şimdi de gürültü – patırtı, kavga – dövüş içerisinde, “İç güvenlik Yasasını” çıkarmaya çalışıyor…

Bu yol, bu yöntem çıkmaz yoldur… Tüm faşist yönetimlerin çaresizlik içerisinde kaldıklarında uyguladıkları sert önlemlerdir…

Ama günü ve saati geldiğinde saray soytarıları ile birlikte tüm faşist yöneticiler, hainler, vatan satıcıları Atatürk döneminde olduğu gibi yargılanacaklardır…

Zaten AKP için tehlike çanları çalmaya başlamıştır… Ekonomik kriz en yüksek düzeyine ulaşmıştır ve resmi istatistiklere göre her 10 kişiden biri işsizdir…

YALAKALAR, YANLIŞ ATLARA OYNADIKLARININ HENÜZ FARKINDA DEĞİLLER…

AKP, yönetiminin dünyaya direk kalacağını sanmaktadırlar…

YANILIYORLAR, ALDANIYORLAR…

(alieralp37)

EKONOMİ DOSYASI /// NECDET BULUZ : Ekonomimiz için siyasi istikrarın önemi.

NECDET BULUZ

Aylardan bu yana ekonomideki dalgalanmalar birbirini izliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Merkez Bankası arasındaki faiz indirimi sıkıntıları öyle görünüyor ki, ekonomimizi daha da dar boğaza sürükleyecektir. Bu kavganın dolardaki önlenemeyen yükselişi tetiklediği de ifade ediliyor.

Dolar’daki yükseliş, 1,5 ay içinde Türk parasına yüzde 11,5 değer kaybettirmiştir. Bu kayıbın devam edeceğine dair söylentiler ve bulgular da bulunuyor. Hatta Doların 2,80’lere kadar tırmanacağından söz ediliyor.

Dışa bağımlılığımızın artmasının da bugün bedellerini ödemeye başladık. Dolar ile alıp, Türk parası ile satıyoruz. Dolar’daki artış, pahalılık getiriyor. Dışa bağımlı olduğumuz malların Dolar karşılığında alındığını hesapladığımızda Dolar’daki her artış pahalılığı, dolayısı ile enflasyonu artıracak demektir. Açık söylemek gerekiyorsa tam bir ithalat bağımlısı ülke konuma geldik.

Türkiye’den yapılan 100 dolarlık ihracatın sadece 41,5 dolarlık kısmı yerli katma değerden oluşuyor. Kalan 58,5 dolarlık kısmını ithal ediyoruz. İşte o nedenle döviz fiyatının artması ihracatı da etkiliyor ve beklenen sonuçları alamıyoruz.

Bugünlere nasıl gelindi? Bugün yaşananlar birden bire mi oldu? Öncelikle bunun kökenine inmek ve doğruları ortaya koymak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’yı hedef alıp “Faizleri düşürmüyorsun, başka yerlerden mi talimat alıyorsun?” diye yükleniyor. Ekonomiden Sorumu Ali Babacan’ı da hedef alıyor. Faizlerin indirilmesini istiyor. Birilerini vatan hainliği ile suçluyor.

Ekonomide faizlerin emir ve talimatlarla indirilip, yükseltilemeyeceğini söylemek istiyoruz. Yapıldığı takdirde de sonuçları beklenemeyecek kadar riskli olur, ekonomi çakılır.

AK Parti Hükümeti, i başına geldiği günden bugüne kadar zaten yanlış bir ekonomi politikası izledi. Türkiye’nin sıcak para cennetine dönüştüğünü görmeyen, söylemeyen var mı? İşte, sıcak para ve yüksek faize dayanan bu politika ülkeyi bugünkü noktaya getirmiştir.

Elimizde bazı istatistikî rakamlar var:

Sıcak para 2002 yılında toplam 2 milyar dolarken, bugün 150 milyar doları bulmaktadır. Ekonomistler, bu paranın istihdam üreten kalıcı yatırımlar için değil günlük-gecelik yüksek faize ve borsa spekülasyonuna gitmekte olduğunu söylüyor. Sıcak para girişlerinin üretimi gerilettiğini, ithalatı artırdığını, dış borçları yükselttiğini, yatırımın yapılmadığını, bunun da istihdamı azalttığını vurguluyorlar.

Ekonomideki bu tablo bugünkü işsizliğin de en büyük nedenlerinden birisidir.

Bir başka yanlış da bizim gibi gelişmekte olan ancak bir türlü gelişmeyen ekonomilerde enflasyon rakamlarının yüzde 5’in altında hedeflenmesidir. Enflasyonu düşürmek için atılan her adım bizi daha da yanlışa götürür. Dikkat edilecek olursa, Hükümetin hedeflediği enflasyon rakamları ile piyasalardaki ve mutfaklardaki enflasyon rakamları arasında uçurum vardır.
Demek ki, enflasyon için ön görülmesi gereken yüzde 8-10 aralığıdır. Yatırım ortamı ve istihdamı artıracak adımların bu şekilde atılması daha gerçekçi olacaktır.

Bizim bu konudaki tahminimizi de söyleyelim:

Bugün, Merkez Bankası ve Başkanı Erdem Başçı ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ı hedef haline getirenlerin sıcak paracılar olduğunu düşünüyoruz. Rantçı müteahhitlerin ellerindeki stokları eritmek için, vatandaşları borçlandırarak bu hedeflerine ulaşmak için bir baskı politikası içinde olduklarını da düşünmek gerekiyor.

Bütün bunları değerlendirirken, yatırım için, özellikle de yabancı sermayenin akışını sağlamak için siyasi istikrarın da olması gerektiğini unutmamak gerekiyor. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın “Yatırım için enflasyon ve faiz oranları kadar siyasi istikrar da önemli” diyor. Doğru bir teşhis değil mi?

Bugüne bakalım: Türkiye’de tam işlediğine inandığımız bir siyasi istikradan söz edebilir miyiz?

Ekonomist Ufuk Söylemez, geçenlerde konu ile ilgili bir yazıda “Hem faiz düşsün, hem sıcak para aksın, böyle bir şey olmaz” diyor. Önlem konusunda şu görüşlerini yansıtıyor, birlikte okuyalım:

“Önemli olan yatırım ve istihdamı arttırabilmek için, genel yatırım ortamının iyileştirilmesidir. Hukuk devleti, denetim ve gözetim mekanizmalarının çalışmasıdır. Yolsuzluk- kayırma ve ihale usulsüzlüklerinin asgariye inmesidir. Siyasi istikrarsızlığın, rejim tartışmalarının ve terör tehdidinin olmamasıdır. Kısacası “kredibilitenin” sağlanmasıdır. Bunlar yoksa faizi indirmeye çalışmanız bir şey değiştirmez. Sorun ekonominin temel bir mantık ve uygulama değişikliğinde kilitleniyor. Ne yardan-ne serden vazgeçmem derseniz, yani hem emir ve talimatla faizler düşsün, hem de kurlar düşük kalsın ve sıcak para oluk oluk aksın derseniz, olmayacak duaya amin demiş olursunuz!”

necdetbuluz
necdetes

CIA DOSYASI : CIA’de tarihi olay ! Böylesi ilk defa olacak

CIA, istihbarat açıklarını gidermek ve siber güvenlik gibi alanlara odaklanabilmek için kurum içinde büyük çaplı değişikliklere gidiyor.

CIA Başkanı John Brennan, kurum dışından uzmanların üç aylık incelemelerinin ardından kurum tarihindeki en büyük yeniden yapılandırmalarından birine başlanacağını duyurdu.

Düzenlediği basın toplantısında, istihbarat açıklarının ele alınması için değişimin zorunlu olduğunu belirten Brennan, casusluk misyonlarında çoğu zaman işten sorumlu tek bir kişiyi bile belirlemede sorun yaşadıklarını söyledi. Brennan, "Daha fazla iç görü, daha fazla bilgi ve erişimin olmasını istediğim birçok alan var" dedi.

Ülkede uzun süredir, CIA’ın 11 Eylül saldırılarından bu yana daha çok teröristlerin yakalanması ve öldürülmesine odaklandığı, kurum içinde birçok ofis ve yöneticiyle aynı anda çalışılmasının karmaşa ve bürokrasiyi artırdığı, bunun da kurumun casusluk faaliyetleri ile istihbaratları analiz etme kapasitesini zayıflattığı eleştirileri yapılıyordu. Bu yönde tartışmalar, 2011 yılında Arap Baharı yaşanmaya başladığında CIA’nın bunu neden önceden öngöremediği yönünde ülkede yoğun tartışmaların hedefi olmuştu.

KURUMA EKLENECEK YENİ MİSYON MERKEZLERİ

CIA, 1947 yılında kurulduğundan bu yana 4 ana direktörlüğe ayrılıyordu.

Yeniden yapılanma kapmasında, ajanlar için teknolojik aletleri geliştiren Bilim ve Teknoloji Direktörlüğü ile yönetim ve lojistik destekleri veren Destek Direktörlüğü yerlerinde kalacak.

Ancak, kaynaklardan gelen bilgileri harmanlayan ve değerlendiren İstihbarat Direktörlüğü’nün adı Analiz Direktörlüğü’ne dönüştürülecek.

Bunun yanında, kurumun ajanlarının yönlendirildiği ve operasyonların yürütüldüğü Ulusal Gizli Servis Direktörlüğü’nün adı da Operasyonlar Direktörlüğü olarak yenilenecek.

Kurum içindeki çalışma şekli ve birimler arası koordinasyon da bu yeni yapıya göre düzenlenecek.

Siber teknolojiyi geliştirme ve siber güvenlik bağlamında bu direktörlüklere "Dijital Yenilik Direktörlüğü" de eklenecek.

Ayrıca, CIA içinde, spesifik konulara veya coğrafi bölgelere odaklanan "misyon merkezi" adlı 10 yeni birim kurulacak.

BND DOSYASI : Alman istihbaratı, NSA Komisyonundan belge saklıyor

Amerikan istihbarat örgütünün Almanya’daki çalışmalarını açıklığa kavuşturmak için kurulan Federal Parlamento NSA Komisyonu, Alman dış istihbaratı BND’nin ilgili 130 belgeyi vermediğini açıkladı.

Almanya’da Amerikan istihbarat örgütü NSA’nın yaptığı çalışmaların açıklığa kavuşturulması için Federal Parlamento tarafından oluşturulan Komisyona, Alman dış istihbaratından sorumlu BND’nin konuyla ilgili bazı belgeleri vermediği ortaya çıktı.

NSA Komisyonu Sosyal Demokrat Parti SPD grup başkanı Christian Flisek, Federal Haber Alma Servisi BND’nin dış şubelerine ait yaklaşık 130 önemli belgenin Komisyona ulaştırılmadığını söyledi.

BND hakkında bilgi vermek üzere çağrılan R. S. isimli tanığın ifadelerinden bazı belgelerin BND tarafından saklanarak Komisyona ulaştırılmadığı anlaşıldı. Tanık ifadesinde Rheinhausen dinleme servisinin yazılı kayıtlarından bahsetmiş, bu belgeler ise NSA Komisyonuna verilmemişti. BND buradaki dinleme görevini Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirmiş.

BND, NSA Komisyonuna NSA ve diğer istihbarat örgütleriyle ilgili tüm belgeleri verdiğine dair yazılı bir teminat vermişti. Flisek, bu teminatın Komisyondaki parlamenterler için konuyla ilgili tüm bilgilere ulaştıklarına dair bir güvence teşkil ettiğini belirtti.

BND’yi kontrol eden Federal Başbakanlıktan yapılan açıklamada, BND Başkanı Gerhard Schindler’in bu konuda bir hata yapıldığını kabul ettiği, daha önce ulaştırılan belgelerin ve Komisyona verilen teminatın yeniden gözden geçirileceğini söylediği bildirildi.

BND ve Başbakanlıktan yapılan bu açıklamalara muhalefet partilerinden tepki geldi. NSA Komisyonu Yeşiller Partisi grup başkanı Konstantin von Notz, BND’den bir defa hata yapıldığı ve bunun giderileceği yönünde bir açıklama beklerken, herşeye yeniden başlama teklifi geldiğini ifade ederek eleştirdi.

Şimdi NSA Komisyonu, BND’nin CIA ve NSA ile birlikte gerçekleştirdiği ‘Eikonal’ ve ‘Glotaic’ adı verilen ortak çalışmalarını incelemek için ilgili tanıkları yeniden sorgulayacak. Komisyonun iki hafta sonra tekrar toplantı yapması bekleniyor.

EMNİYET DOSYASI : ESKİ İSTİHBARAT DAİRE BAŞKANI SABRİ UZUN’UN “İN” KİTABINDAN BİR BÖLÜM

İstihbarat dünyasının küçük sırları

Emniyet’te 40 yıl görev yapan istihbaratçı Sabri Uzun’un, teşkilat içinde yuvalananlarla yüzleşmesini, mücadelesini, kurulan tuzak ve komploları anlatan kitabından kısa bir bölüm…

İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan iki rütbeli, Uşak’a geldi. Birlikte Milliyetçi Hareket Partisi İl Başkanı Köleoğlu’nun, Uşak Ulucami’nin yanında bulunan işyerine gittik. Arkadaşlar, Köleoğlu’na “hayatî tehlikesinin” bulunduğunu uygun sözcüklerle anlattılar. Birkaç gün sonra Köleoğlu, işyerinde öldürülecekti.

Ben de sonumun çok yakın olduğunu hissediyordum. İstihbarat Grubu’nda birlikte çalıştığım üç kişiden biri olan polis memuru Diyarbakırlı Abdullah Budak, 27 Nisan 1980’de, elinde tabancası ateş etmeye hazır olduğu halde, Kemalöz Mahallesi’nde gün ortasında öldürülmüştü.

SSK Hastanesi’nin morguna giderek, Abdullah’ı gördüm. “Kardeşim, senin kanını almazsam, Allah, benim çocuklarımı da babasız bıraksın” diye söz vererek ağladım. Doktor, Abdullah’ın elbisesini makasla keserek çıkartıp, yere attı. “Bu elbiseleri alabilir miyim?” diye sordum ve aldım, naftalinleyerek sakladım. 1981’in Mart ayında, Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan sorgu sırasında, o elbiseleri yanımda götürecek, Abdullah Budak’ın katillerine kanı gösterecektim.

Burada anlatmak istediğim, olayın dramatik yönü değil, 27 yaşında bir komiserin, devlet adına nasıl kendisini “hasım sahibi” gibi görüp, öldürüleceği bilgisini dahi gizleyerek yaşamak zorunda olmasıdır. Artık, tabancamı elimde, el çantamın altında açıkta taşımaktaydım. Sürekli etrafımı kolluyordum. Öldürüleceğimi biliyordum da, silahlı çatışmayla ölmek istiyordum. Kardeşime bıraktığım o vasiyetnamede, “Ben ölürsem kanımı sen al, sen almazsan oğlum alsın. İkiniz de kanımı almazsanız, huzuruma gelmeyin” diye yazmıştım. Oğlum o tarihte daha 4 ay 17 günlüktü.

Şunu özellikle belirteyim ki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin o günkü hali daha iyi anlaşılsın diye o günlere ait bir anımı anlatmak isterim:

Abdullah Budak öldürüldüğünde cenazesi, eşi ve çocukları da birlikte, mesai arkadaşı bir polis memuruna ait özel bir otomobille Diyarbakır’a gönderilmişti. Valiliğin önünde yapılan cenaze töreni sırasında halktan 1500 lira toplanıp söz konusu otomobilin benzin parası karşılanmıştı.

12 Eylül 1980 günü sabahı saat 05.00’te evimin kapı zili çaldı. Ben, öldürüleceğim korkusuyla pencereye çıkamıyordum. Eşim camdan baktı. Komşunun çocuğu “ihtilal oldu, ekmek alın” diyordu. Eşim bunu bana aktardığında, “ekmeğe gerek yok hanım, artık ben aç da yaşarım. Yaşama şansım arttı hanım, yaşama şansım arttı” dedim. Evet, ben darbeye sevinmiştim. Çocuklarım babasız kalmadıysa, o darbe sayesinde kalmadı.

Uşak Emniyet Müdürlüğü, o dönemde Valilik binasındaki 7 odada hizmet veriyordu, İl Emniyet Müdürlüğü hizmet binası olmadığından örgütsel suçluları koyacak bir nezarethane dahi yoktu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, “Terörle Mücadele Yasası” yapmamıştı. Terör suçlularının yargılanacağı mahkemeler yoktu. Emniyet Teşkilatında “Terörle Mücadele” edecek Daire Başkanlığı ve İl Şube Müdürlüğü kurulmamıştı. Terör ve Organize Suçlarla Mücadele amaçlı Teknik Dinleme ve İzleme Kanunu yoktu. Necdet Menzir’in, İstanbul İl Emniyet Müdürü’yken 1992 yılında Almanya’ya yaptığı bir iş seyahati sırasında Alman polisinin, “biz, istihbaratın yüzde 95’ini teknik istihbarat kaynaklarından alıyoruz” sözü karşısında ne kadar şaşırdığını anlatmasını hatırlarım. O yıllarda Türkiye’de elde edilen istihbaratın yüzde 95’i, ajanlardan (insan kaynaklı) temin ediliyordu; teknolojiye çok yabancıydık. Ne teknik cihazımız, ne teknik personelimiz, ne de o teknolojinin kullanılmasına izin veren kanunlarımız vardı.

Kendi mesleklerinde karakterlerini, becerilerini ispat edememiş bazı vali yardımcıları, kaymakamlar, mülkiye müfettişleri, Emniyet Teşkilatı’na gelip, birkaç yıl zaman geçirdikten sonra başka görevlere geçiyorlar veya İl Emniyet Müdürü oluyorlardı. Bir tür ”makam hırsızlığı”ydı yaptıkları… Hizmet üretmek diye bir sorunları yoktu. Polis Teşkilatı’nda yapılan modern atılımların tamamı, polis kökenli müdürler sayesinde gerçekleşmiştir.

Lütfen dikkat! Herkes, kendi mesleğinin dışında mesleklerde görevlendirilirse, devlet sistemi çözülmeye başlar. Mesela; Türkiye’de Mülkiyeliler ve askerler, kendi mesleklerinin dışında (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu, Emniyet Teşkilatı, Kültür Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakanlık Müsteşarlığı gibi) görevlendirilmeye başlanmışsa, siyasî irade “yalama yapıyor”, ülke er veya geç bir siyasî felakete sürüklenecek demektir. Bu kitabımla, Haziran 1978 – Nisan 2013 yılları arasında yaşadığım tecrübeleri, sıkıntıları, hukuksuzlukları ve “Cemaat Zulmü”nü anlatmak; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin TBMM öncülüğünde, demokratik, laik, hukuk devleti olabilmesi için temel insan haklarına dayanan anayasal sistemin işletilmesine katkı sağlamak istedim. Bu kitap duygularımı, düşüncelerimi, değerlendirmelerimi içermektedir; adlî ve idarî delil değildir.

Bu kitap, devletin adlî ve mülkî makamlarını işgal edip de “hizmet üretemeyen âcizlerin” önünü açıp, onları sanki görev yapıyorlarmış gibi becerikli kılmak için yazılmamıştır. Türk milletinin bilmesi gerekenleri öğrenmesi için yazılmıştır.

* * *

Bir mülkiye müfettişine 4 Aralık 2009 günü verdiğim ifadem “kayıp”; halen bulunamadı.

Mülkiye müfettişlerine, 20 Eylül 2010 günü verdiğim ifademde, “Kozanlı Ömer” kod adlı Osman Hilmi Özdil’in, “Valiler Kararnamesi’nde belirleyici olduğunu” söylemiş, “Kayınbiraderinin B. ilinden, B. iline tayin edilmiş vali olduğunu” belirtmiştim.

Bir gazete, verdiğim ifadenin doğruluğunu ispatladı ve “Burdur İli’nden Bolu Valiliği’ne tayin edilmiş İbrahim Özçimen’in, Hanefi Avcı’nın yazdığı "Haliç’te Yaşayan Simonlar – Dün Devlet, Bugün Cemaat" isimli kitapta adı geçen ve kod adı Kozanlı Ömer olan Osman Hilmi Özdil’in kayınbiraderi olduğunu” yazdı. Bir başka deyişle, durumu mülkiye müfettişleri değil bir gazeteci aydınlattı. Vali İbrahim Özçimen, 2010’dan 2014’e kadar Bolu Valiliği’ne devam etti.

Bu örnekten, mülkiye müfettişlerine verilen ifadelerin hiçbir öneminin kalmadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Bu ifadenin önemi yoksa benden neden ifade vermem istenmiştir? Aynı mülkiye müfettişlerine ifade veren 51 Emniyet Müdürü’nden üçü “Emniyet Teşkilatındaki Cemaat Yapılanması”nı anlatmıştı. Bu üç kişiden birisi de bendim.

MİT DOSYASI /// ORHAN DEDE : Yeni Türkiye’nin yeni MİT’i

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) eski Başkanı Hakan Fidan’ın AKP’den adaylığı konusunda kırgınlığını Suudi Arabistan’dan dönerken uçakta tekrar dile getirdi ve “biz devlet yönetiyoruz” dedi.

Erdoğan’ın MİT konusu üzerinde bu kadar çok durması sizce de düşündürücü değil mi?

Türkiye istihbarat konusunda çok iyi bir noktada olsa bu kadar önemsemeyeceğim.

Musul’daki konsolosumuzu ve beraberindekileri IŞİD kaçırırken istihbarat neredeydi?

Reyhanlı’da kanlı saldırılar olurken istihbarat neredeydi?

Dış politikada Türkiye’ye rağmen bütün o gelişmeler olurken başta ABD olmak üzere batılı sözde müttefiklerin istihbarat konusunda bize koklattıkları bilgi kırıntılarıyla yetinen bir dış istihbarat, Türkiye için olsa da olur olmasa da olur.

Peki, hal böyleyken MİT neden Cumhurbaşkanı Erdoğan için bu kadar önemli?

Normal şartlar altında asıl ağırlığını Türkiye’nin dış istihbarata veriyor olması gerekir.

Çünkü ülkemizin çevresi adeta kaynayan bir kazan gibi.

Dünyanın dört bir tarafından Suriye başta olmak üzere yakın coğrafyamıza adeta sel gibi terörist taşınıyor. Bu beladan dolayı İngiltere, Türkiye’ye polis göndermeyi bile tartışıyor.

Reyhanlı ve Sultanahmet’te yaşananlara benzer saldırılar böyle teröristlerin işiydi.

Son yıllarda dış politikada yaşadığımız kayıplar, dış istihbarat konusundaki zafiyeti gözler önüne seriyor.

Türkiye’nin dış istihbarat açısından vahim durumu ortadayken Erdoğan’ın çok başarılıymış gibi Hakan Fidan’ın MİT’in başında kalmasını istemesinin başka bir sebebi olmalı.

Zannım o ki, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bundan sonra iç istihbarata yoğunlaşması isteniyor.

İç istihbarata yoğunlaşacak MİT Sayın Erdoğan için çok önemli, çünkü beraber yürüdükleri, Türkiye’yi 13 yıl boyunca yeni Türkiye’ye dönüştürdükleri paralel yapıyı devlet kademelerinden ayıklamak, boşalan noktalara “ak paralel yapıyı” yerleştirmek ancak MİT’in vereceği istihbaratla mümkün olabilecek.

Bu yüzden MİT ve Hakan Fidan Cumhurbaşkanı Erdoğan için vazgeçilmez.

Anlaşılan MİT’in bundan sonraki en önemli görevi yasama yürütme ve yargı güçlerinin yetkisini elinde bulunduran “tek adamın” hâkimiyetini korumak olacak.

Türkiye’nin demokratik krallığa doğru gittiğini söyleyen Prof. Dr. Haydar Baş çok haklıymış.

Türkiye’nin bundan sonraki süreçte dönüşeceği demokrasi görünümlü krallık rejimini anlaşılan o ki MİT koruyacak.

Peki, MİT “tek adamı” kimden koruyacak?

ABD’den mi, İsrail’den mi, yoksa Avrupa Birliği’nden mi?

Tek adam zaten bu saydıklarımızla Katolik nikâhlı özde müttefik olduğu için MİT’in görevi tek adamı bunlardan değil, milletten korumak olacak.

O yüzden MİT artık tek adam için çok ama çok önem arz ediyor.

HRANT DİNK DAVASI /// (FETULLAHÇI) ZAMAN GAZETESİ : Trabzon’daki Hayal’i İstanbul’da aratmış

Hrant Dink suikastını soruşturan İstanbul Cumhuriyet Savcısı Gökalp Kökçü’nün cinayetle ilgili şok bir belgeyi gizlediği iddia edildi.

Dink suikastında dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’in polisi yanılttığı ortaya çıktı. Yanlış istihbaratla Yasin Hayal’i bulamayan polis, ekipleri geri çekti ve Dink suikastının önü açıldı. Bugün gazetesinde dün yayınlanan habere göre Dink suikastıyla ilgili savcılık gerçek sorumlulara yönelik işlem yapmadı. Ancak kanlı saldırının önlenmesi için kritik adımlar atan eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek’in hukuksuzca tutuklanmasını sağladı.

Akyürek, Hayal ve ekibinin saldırı yapacağını bildirmesinden dolayı Erhan Tuncel’i cinayetten yaklaşık bir yıl önce yardımcı istihbarat elemanı yapıp ‘Mehmet Kurt’ kod adıyla görevlendirdi. Akyürek, Trabzon Emniyet müdürüyken Tuncel’den alınan “Dink, Yasin Hayal grubu tarafından öldürülebilir” bilgisini İstihbarat Dairesi’ne iletti. Aynı yazı İstanbul’a aktarıldı. Akyürek’in Trabzon’dan ayrılmasından sonra Engin Dinç’in talebiyle Erhan Tuncel’in emniyetle ilişiği kesildi ve Yasin Hayal grubuyla bağ kalmadı. Akyürek ise istihbarat daire başkanı olduktan sonra, 12 Ekim 2006’da yani Dink suikastından üç ay önce 81 ilin emniyet müdürlüklerini Ermeni vatandaşlara saldırı olabileceği uyarısını yaptı.

Engin Dinç, suikasttan 11 ay önce yazdığı yazıda Yasin Hayal’in İstanbul’a geldiğinde Sarıgazi ilçesinde fırında çalışan ağabeyi Osman Hayal’in yanında kalacağını kesin ifadelerle yazdı. İstanbul Emniyeti, bu yazı üzerine belirtilen adres civarında teknik ve fiziki inceleme yaptı ancak bir ize rastlanmadı. Bahsedilen tarihte Hayal’in İstanbul değil Trabzon’da olduğu ortaya çıktı. Dinç’in, o dönem amiri olan Ramazan Akyürek’i ve diğer illeri yanlış yönlendirdiği, istediği kadar bilgiyi istediği oranda paylaştığı öne sürüldü. Dink cinayeti öncesinde saldırının önlenmesi için önemli adımlar atan Ramazan Akyürek’in tutuklattırılarak suçlu gibi gösterilmeye çalışıldığına dikkat çekiliyor. Amacın cinayeti cemaat üzerine yıkma olduğu belirtiliyor. İstanbul Emniyeti’ni yanlış yönlendirerek önlem alınmasını engelleyen dönemin Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Engin Dinç’e yönelik herhangi bir işlemin yapılmamış olması soruşturmada amacın suçluları bulmak olmadığına işaret ediyor.