Günlük arşivler: Mart 26, 2015

SU-ENERJİ-DOĞALGAZ DOSYASI : Ortadoğu’da Su-Barış Bağı Ekseninde Su Sorununu Çözmek Mü mkün mü ?

Dr. Tuğba Evrim Maden

Araştırmacı, ORSAM Su Programı

temaden

Geçen hafta 18-19 Mart 2015 tarihinde Ürdün’ün Amman kentinde Bombay Merkezli Stratejik Öngörü Grubu- Strategic Foresight Group, İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Ajansı (Swedish International Development Agency) ve WANA Enstitüsü ortaklığında Ortadoğu’da Su- Barış bağlantısının keşfedilmesi başlıklı bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Stratejik Öngörü Grubu, 2009 yılından bugüne Mavi Barış başlıklı proje kapsamında Ortadoğu’da su sorunu ve ilgili havzaları kapsayan toplantılar düzenlemektedir. Söz konusu bu toplantıda, diğer toplantılarda da olduğu gibi sınıraşan su havzalarında işbirliği konusunda başarıya ulaşabilmiş örnek havzaların işbirliği süreci, farklılıkları ve benzerlikleri ele alınmıştır. Bu toplantıda söz konusu havzalar Orange- Senqu nehir Komisyonu ve Nil Havzası Girişimi deneyimlerini anlatmıştır. Ortadoğu’da su sorunu denince akla gelen ilk havza olan Ürdün nehri havzası da toplantıda ele alınmıştır. Toplantı öncesi yayımlanan “Su ve Şiddet” ve “Su güvensizliği – Ortadoğu’da Varoluş Krizi” raporları ekseninde su ve güvenlik bağlantısı, su güvenliği ve kırılganlığa sahip gruplar ve devletlerin, toplulukların artan su sorunlarına adapta olma kapasitesi ve işbirliği başlıkları ile kadın, Suriyeli göçmenler, iklim değişimi, suyun bir silah olarak kullanılması ve IŞİD örneği tartışılmıştır.

Toplantıda öne çıkan konular sırasıyla;

-Türkiye ve İran, Irak tarafından her zaman olduğu gibi yukarı kıyıdaş olması nedeniyle, barajları nedeniyle eleştirilmiştir. Buna ek olarak Irak, İran’la Al-Wand nehrine ilişkin olarak görüşmeler yaptığını da ifade etmiştir. ( Al-Wand nehri İran’da doğan, Diyala’yı besleyen ve KBY sınırları içerisinde tarımda sulama amacıyla kullanılmaktadır. İran, dönem dönem gerek teknik gerekse siyasi nedenlerle nehrin sularını kesmektedir)

– Suriyeli göçmenler, Lübnan ve Ürdün^de su kaynakları üzerinde büyük baskı yaratmaktadır. Her iki ülkede de su sorunu gitgide büyümektedir. Su kıtlığı ile birlikte su iletim ağlarının yetersizliği, kaçak yeraltı suyu kullanımı ve atık su problemi de önemli bir yer tutmaktadır.

-Geçen yıl yaşanan kuraklık Suriye, Türkiye, Ürdün, Irak ve Lübnan’ı olumsuz yönde etkilemiştir.

– Türkiye, 1980’den itibaren Fırat- Dicle havzasında kıyıdaş ülkeler Irak ve Suriye ile işbirliği konusunda gerek Ortak Teknik Komite, gerek 1987 protokolü, 1984 yılında sunduğu üç aşamalı plan ile işbirliğine açık bir politika izlemiş ve suyu hiçbir çatışma döneminde bir tehdit aracı veya dış politikasında bir ön şart olarak kullanmamıştır. Türkiye’nin sınıraşan su politikası hakça, makul ve optimum kullanım prensipleri üzerine inşa edilmiştir.

– Su en fazla Ortadoğu’da sulama amacıyla kullanılmaktadır ve tercih edilen geleneksel sulama yöntemleri nedeniyle büyük oranda su kaybı yaşanmaktadır. Bu konuda ülkelerin modern sulama tekniklerinin kullanımına geçiş yapması için işbirliği ve donanıma ihtiyacı vardır.

– Türkiye – Irak ile bu yılın başında, imzalanan protokol ile Türkiye Dicle nehri üzerinde su akımı ve tuzluluğunu ölçecek bir izleme istasyonu inşa edecektir. Aynı şekilde Irak’ta kendi sınırları içinde bir istasyon inşa edecektir. İki ülke elde edilen veri alışverişinde bulunacaktır.

– Dünyada su fakiri ülkeler arasında yer alan Ürdün’de gün geçtikçe su sıkıntısı artmaktadır. Son yıllarda yaşanan kurak periyot, göçmenler nedeniyle artan nüfus, ülkede yaşanan su kıtlığını arttırmaktadır. Ülkenin en büyük kampı olan Zaatari kampında kişi başına günlük 35 litre su düşmektedir. Zaatari kampına günde 4 milyon litre su sağlanmaktadır. Ayrıca, 40 yıldır sularının kullanımı Ortadoğu’da önemli bir sorun olarak devamlılığını koruyan Ürdün nehri ve nehrin kullanımına ilişkin İsrail’in Ürdün ile imzaladığı protokol şartlarına uymaması, Ürdün’ün Batı Şeria ile suyun kullanımına ilişkin görüşmeleri İsrail yüzünden yapamaması, mevcut suda faydalanmasında sorunlara neden olmaktadır.

-Suriye iç savaşı sonucu ortaya çıkan nüfus hareketi hem Suriye içinde hem de bölgede su sıkıntısını gün geçtikçe arttırmaktadır. Su yapılarının çatışmalar sürecinde zarar görmesi, tarım alanlarının yok edilmesi bölgede hem su, hem de gıda güvenliği sorununu ortaya çıkarmaktadır.

– IŞİD’in Fırat ve Dicle havza sularına Irak ve Suriye sınırları içerisinde müdahale etmesi, hem yayımlanan Su ve Şiddet raporunda hem de konferansta sık sık gündeme gelmiştir. Strategic Foresight grubunun yaptığı çalışmada, IŞİD, Kasım 2012’den itibaren Suriye’de Tişrin ve Tabqa barajlarını ele geçirerek su kaynaklarını bir silah olarak kullanmaya başlamıştır. Ocak 2014’de Felluce’yi ele geçirmesi, ardından 22 köyü sular altında bırakması da yapılan çalışmada ele alınmıştır. Mayıs 2014’te IŞİD müdahaleleri nedeniyle Esad gölü su seviyesinin düşmesi ve devamında Musul’u ele geçirdikten sonra Musul barajını kontrol altına alması, 2014 sonunda Musul kentinde suların zehirlenmesi gibi diğer müdahaleler ile su kaynaklarını silah olarak kullanmıştır. IŞİD’in su kaynaklarına müdahalesi Irak’ta ve diğer ülkelerde huzursuzluğa yol açmaktadır. Bu duruma karşın tüm bölge ülkelerinin bir araya gelip müdahale etmesi gerektiği ifade edilmiştir.

-Ortadoğu’da sınıraşan suların kullanımına ilişkin işbirliği örnekleri uzun yıllardır devletler arasında ikili ve üçlü anlaşmalar ile gözlenmektedir. Fakat tüm havza kıyıdaşlarını içinde dahil eden su kaynaklarının entegre yönetimini sağlayan bir anlaşma henüz imzalanamamıştır. Ortadoğu özelinde bu durumun gerçekleşmemesine neden olarak çatışmalar, devletlerarası güven eksikliği, standart veri, veri toplanması ve paylaşılmasında yaşanan sorunlar, kötü su yönetimi, gerek yönetim gerekse kullanıcılar tarafından su sorunu yaşandığına ilişkin farkındalığın oluşmaması ve en önemlisi devletlerin işbirliği yapmaya niyetli olmaması.

– Çözüm olarak güven inşası ve kapasite geliştirilmesi, işbirliği, veri paylaşımı, atık suyun tekrar kullanımı, suyun verimli kullanımı için paydaşların eğitilmesi, havza bazında bölgesel işbirliklerinin desteklenmesi, bölge ülkeleri arasında uzman ve deneyimlerin paylaşılması tavsiye edilmiştir. Ayrıca, son olarak sınıraşan suların hakça, makul ve optimum kullanımı için işbirliğinin gerekli olduğu gerçeğine vakıf olunması sorunun çözüm sürecinde etkin bir rol oynadığının altı çizilmiştir.

DİN VE DİYANET DOSYASI : D-8 ve İslam Ülkeleri

Dr. Seyid Ali Muhammed MUSEVİ

Pakistan Savunma Komitesi Başkanı Sayın Senatör Müşahid Hüseyin; TASAM Başkanı Sayın Süleyman Şensoy, değerli katılımcılar, bayanlar ve baylar; Öncelikle “İslam Ülkeleri’nde Çok Boyutlu Güvenlik İnşası” konulu 6. İslam Ülkeleri Düşünce Kuruluşları Forumu için burada sizlerle bulunmaktan mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Forum boyunca, toplumları için daha iyi bir yaşam oluşturma çalışmalarını sürdürmelerini sağlamak adına bizzat devletlerin kendisini etkileyen, devletlerarası ilişkiler ve dinamiklerle ilgilenen herkese hitap eden konular üzerinde verimli tartışmalar yapacağımıza eminim. Bu Forum strateji uzmanları, analistler ve politika üreticileri için fikir alışverişi ve fikir birliği yapmak üzere bir buluşma zemini olarak oluşturulmuştur. Konferans süresince tartışmalarda çok ilginç fikirler oluşacağın umuyorum. Konuşmama başlamadan önce lütfen İslamabad’a geldiğim için ve varışımızdan itibaren bana ve delegasyonuma sunulan sıcak ağırlama için derin şükranlarımı ve mutluluğumu belirtmeme izin verin.

Hayatımızda güvenlik kavramında bir değişime tanıklık ettiğimizi belirteceğim. Güvenlik kavramı günümüzde doğrusal olmayan, asimetrik ve çok boyutlu bir anlam taşımaktadır. Kapsamlı, ulusal ve sınır ötesi güvenlik, ekonomik ve siyasi güvenlik anlamlarına gelmektedir. Devletler uluslararası sistemin bir bütünü olarak güvenli ve dengeli oldukça demokrasi ve barış gelişmektedir. Bu referanslar ilerleme ve refah için büyümektedir. Burada bilmemiz gereken ise şudur; ilerleme barışın önkoşuludur ve aynı zamanda barış da ilerlemenin ön koşuludur. Bu belki bir klişe gibi görünebilir ama biz barış ve ilerlemenin birbirini nasıl pekiştirdiğini nadiren tam anlamıyla kavramaktayız… Koruyucu güvenlik ortak bir sorumluluktur. Ortak bir hareket gerektirir. Burada ise parçalara ayırmanın aksine özelleştirmenin bir incelemesi mevcuttur.

Şimdi dikkatleri, ekonomi güvenliği ile güvenlik görüşünün, genel güvenlik içinde oynadığı enstrümantal rol ve güvenliğin geleneksel kavramlarıyla nasıl karıştığı üzerine yoğunlaştıracağım. Öncelikle D8 Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün kısa bir krokisiyle başlayayım. Tarihî İstanbul Deklarasyonu ile eski Başbakan Erbakan liderliğinde Bangladeş, Mısır, Endonezya, İran, Malezya, Nijerya ve Pakistan liderlerinin 1997 yılında D-8 Ekonomik İşbirliği Örgütü’nü kurduğunu bildiğinize eminim. Bu hükümetler arası varlığın kuruluş ruhu; ticari ilişkiler ve ticaretin yoğunlaşması boyunca ekonomik işbirliğine yol açmakta ve uluslararası düzeyde karar verme aşamasına katılımı genişletmektedir. Üye devletler arası çeşitlilik kadar, ortak ve paylaşılan inançlar vardır, zorluklar kadar fırsatlarıyla eşsiz bir örgüt karşımızda durmaktadır.

Ekonomik işbirliği boyunca barış ve refahın, Örgüt’ün çekirdek görevi anlamına geldiğine inanıyoruz. Üyeleri hedeflerini, ticari hedeflerini belirlemiş; D-8 ile ekonomi etkinlikleri düzeyinde büyük etkisi olan ticaret kolaylığı ölçütleri üzerinde karar almıştır. Sadece içeriden sürekli bir taleple değil aynı zamanda çevresinden gelen taleple de kendine güvenen bir örgüt oluşturmaya çabalıyoruz. Bütün bunları yaklaşımlarla radikal değişime uğrayan uluslararası ilişkilerdeki değişikliğe bir cevap olarak yapmaktayız. D-8 Örgütü istikrar ve refah karşısındaki önemli tehditlere ulaşmaya çalışmaktadır. Eşitsizlik ve yoksulluk aşırılığı beslemektedir. Bunlar ekonomi ve güven üzerinde büyük bir zarara yol açmaktadır. İlk on yılında D-8’in ilerleyişi; düşük uygulama hızı ve politika formülasyonuyla gölgelenmiştir. D-8 kurumsallaşma, çalışma prosedürleri, tanımlama işlemleri, toplantı hiyerarşisi, sekreterlik ayarları ve benzeri birçok konuda ilerleme göstermektedir. Çok yönlü enstrümanlar uygulanmaya ve ekonomik sorunlar farkedilmeye başlamıştır.

D-8 tercihli ticaretin önündeki ticaret işbirliği Mayıs 2006’da imzalanmış ve Ağustos 2011’de yürürlüğe girmiştir. 25 Ağustos 2011’de D-8 arasında PTA etkisine girilmesi sonrası, denetleyici komite kurulmuştur. Komite bu ayarlamalar ve mekanizmanın taslak belgesi üzerinde çalışmaktadır. D-8 ticaretini artırmaya yardım etmek adına örgüt; D-8 vizesi, D-8 gümrük anlaşmaları üzerinde başarılı adımlar atmakta; insanlara eylemlerinde ve ticari hareketlerinde kolaylık sağlamayı hedeflemektedir. Bu önlemler 1997’den şuana dek D-8’in iç ticaretindeki artış üzerinde önemli ve olumlu bir etki oluşturmuştur. Sizin için hazırladığım birçok istatistiği atlayacağım. Ama zaten bunlar da D-8 örgütünde yaptıklarımızdır. Biz insanların ekonomik kaderlerini değiştirmek, ekonomik seçim özgürlüğü içerisinde yoksulluğun kaderini değiştirmek için sürekli çaba göstermekteyiz. Tabii ki burada ekonomik özgürlük ve refah üzerine çabalarımızı etkileyen politika ve diğer önemli güçler söz konusu. Ayrıca biz, ekonomik işbirliğinin, genel anlamda işbirliğinin dahili bir alanı olması gerektiğini liderlerimize ifade etmeye de çalışıyoruz.

Bu grup, güvenliğin görkemli doğasını doğrudan yansıtmıştı. D-8 Örgütü, İslam İşbirliği Teşkilatı’nda ortak üyeliği bulunan 8 ülke içindeki işbirliğini desteklemektedir. Ancak nüfus boyutu, ekonomik potansiyel, coğrafik uyum, insan kaynakları bileşimi, devasa çalışmalar bu grubu İslam dünyasında eşsiz kılmaktadır. İnanıyoruz ki milyonlarca insanın hayatlarındaki sürdürülebilir değişiklikler daha güvenli bir yeri ve huzurlu bir eş varoluşu kesinleştirecektir. Ortaklığın ve evrensel kardeşliğin gücüyle, amacımızı başarmayı umuyoruz. Bu bakımdan, ekonomik işbirliği; bütün boyutlarda bizi birbirimize kenetleyen güçlü bir bağdır. Güvenlik tüm bunları kapsamaktadır.

Dış görünüşlerimiz farklı olabilir ama burada ortak bir kavram var: Karşılanabilirlik. Temel ihtiyaçlar ve hayatın diğer imkanlarını karşılamak için bir kapasite oluşturmalıyız. Sadece ekonomik ortaklık barışçıl bir çevrede bunları garantileyebilir, tabii ki tam tersi de aynı şekilde mümkün.

Son olarak, dünya bugün kralların yaşadığı devirlerden tamamen farklı durumda. Bu da, bilgi ve nanoteknoloji çağı, genomik devrimi işaret etmekte. Bu çağda barış gibi konularda duyduğumuz fikir ayrılıkları ile kafa karışıklıkları yaşamaktayız. Gerçek barışın bedensel, entellektüel ve ruhsal mahrumiyetin ortadan kalkmasıyla sağlanabileceğini henüz öğrenmekteyiz. Mahrumiyet ve barışın aynı anda var olamayacağını bilmeliyiz. Ne kadar kısa sürede daha iyi şanslar oluşturursak, o kadar barış içinde oluruz. Bunu yapmak içinse, başkalarına karşı daha anlayışlı daha esnek olmalıyız…

Değerli katılımınız, dikkatiniz ve bu etkinliğin başarıyla sonuçlanmasına yönelik isteğiniz için hepinize teşekkür ederim.

( D-8 Genel Sekreteri Dr. Seyid Ali Muhammed MUSEVİ | Açılış Konuşması | 6. İslam Ülkeleri Düşünce Kuruluşları Forumu | 7 Mart 2014, İslamabad )

AFRİKA DOSYASI /// Etiyopya’nın Büyük Rönesans Barajı Üzerinde Varılan Anlaşma : Nil Havzası İşbirliğinde Yeni Bir Sayfanın Habercisi mi ?

Yrd. Doç. Dr. Vakur Sümer

ORSAM Danışmanı, Selçuk Üniversitesi

Mısır’ın resmi haber ajansına göre, Mısır, Sudan ve Etiyopya Nil Nehri sularının paylaşımı ve Etiyopya’daki Büyük Rönesans Barajı’nın işletilmesi konularında ön anlaşmaya varmışlardır. Mısır Dışişleri Bakanı Sameh Shoukry, üç ülkenin Doğu Nil Havzası’ndaki işbirliğinin ve Büyük Rönesans Barajı’nın idaresi konusundaki ilkeler üzerinde anlaşmaya varıldığını ifade etmiştir. Etiyopya Dışişleri Bakanı Tedros Adhanom ise buna ek olarak anlaşmanın ülkeler arasındaki ilişkilerde yeni bir sayfa açacağını söylemiştir. Atılan bu son olumlu adıma rağmen, Nil Nehri üzerindeki tartışmaların, özellikle de Mısır ve Etiyopya arasında, sona erdiğini söylemek için oldukça erkendir.

Nil Nehri’nin en büyük kolu Mavi Nil üzerinde inşa edilmekte olan Büyük Rönesans Barajı’nın 74 milyar metreküplük bir rezervi olacaktır. 600 megavatlık gücüyle Baraj, tahminlere göre Afrika’nın en büyük hidroelektrik enerji santrali olmasa bile en büyüklerinden biri olacaktır. Barajın 4.2 milyar dolarlık maliyeti, Afrika şartlarında muazzam bir rakamdır. Etiyopya’nın 2013’te Mavi Nil’in yatağını değiştirmesiyle başlayan baraj inşaatı, her şey yolunda gittiği takdirde 2017 yılında tamamlanacaktır. Mısır, aşağı kıyıdaş olan ülkelerin yani Mısır ve Sudan’ın zarara uğrayacağını öne sürerek bugüne kadar Baraj’ın yapımına karşı çıkmıştır. Öte yandan Etiyopya, aşağı kıyıdaşların hiçbir zarara uğramayacağını savunmuştur.

Mısır’ın iddiasına göre, Mısır’ın Nil Nehri üzerinde tarihi hakları vardır, zira Mısır Medeniyeti Nil sularından faydalanılmasıyla ortaya çıkmıştır, ve bu haklar 1929 ve 1950 yıllarında imzalanan uluslararası antlaşmalarla korunmaktadır. Bu nedenle, kıyıdaş ülkelerin bugünkü ilişkilerini daha iyi anlayabilmek bağlamında bu iki antlaşmayı daha detaylı bir biçimde incelemek yerinde olacaktır.

1929 Antlaşması özetle, şu şartlara bağlı olarak, Mısır ve Sudan’ın sırasıyla 48 ve 4 milyar metreküplük suyu kullanmasını öngörmektedir: Nil Nehri’nin kurak mevsimlerdeki akımı, Mısır’ın kullanımı için saklanacaktır; Mısır, yukarı kıyıdaş ülkelerde de su akışını izleyebilecek ve çıkarlarını olumsuz yönde etkileyebilecek her türlü baraj inşaatına müdahale etme hakkına sahip olabilecektir.

1959 Antlaşması ise, Nil Nehri’nin yıllık ortalama akışının Mısır ve Sudan’a, sırasıyla, 55.5 ve 18.5 milyar metreküp şeklinde paylaştırılmasını şart koşmuştur. Antlaşmaya göre Mısır, 80 milyar metreküplük su saklama kapasitesi olan Aswan Yüksek Barajı’nı inşa edebilecektir. Anlaşma aynı zamanda Sudan’a Mavi Nil üzerinde Roseries Barajı’nı inşa etme hakkını vermiştir. Son olarak da iki ülke arasındaki teknik diyalog ve işbirliğinin sürdürülmesi amacıyla Daimi Ortak Teknik Komisyon kurulması kararlaştırılmıştır. 1959 Antlaşması, diğer kıyıdaşların haklarını açıkça yok sayması nedeniyle oldukça ilgi çekicidir. Örneğin, Nil’in toplam akımının üçte ikisinden fazlasına katkı sağlayan Etiyopya’nın hakları hiçe sayılmıştır. Etiyopya, 1990lardan itibaren 1959 Anlaşmasını daha yüksek sesle eleştirir hale gelmiştir.

Mısır’ın güvence altına alınmış ve yalnızca Etiyopya tarafından itiraz edilen haklarının yanında, Nil Havzası İnisiyatifi’nin (NBI) kurulmasıyla sonuçlanacak olan yeni bir işbirliği 1990larda ivme kazanmıştır. Resmi olarak 1999’da yılında çalışmalarına başlayan NBI, “Nil Nehri’ni işbirliği çerçevesinde geliştirmenin, önemli sosyoekonomik faydaların paylaşılmasının ve bölgesel barış ve güvenliğin teşvik edilmesinin yollarını arayan bölgesel bir hükümetlerarası ortaklık” olarak tanımlanmıştır. Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Mısır, Etiyopya, Kenya, Ruanda, Sudan, Tanzanya ve Uganda’nın üye olduğu İnisiyatif’e, Eritre gözlemci olarak katılmıştır. Görünen o ki Nil Havzası İnisiyatifi, kıyıdaş ülkelerin dağınık biçimde direniş gösterdiği Mısır’ın hegemonik söyleminin aksine, Nil üzerindeki çatışmaların çözümü hakkında havza çapındaki ilk işbirliği platformu ve ortak girişimdir. Bu nedenle İnisiyatif, Nil Nehri suları üzerinde daha dengeli bir yapıya işaret etmektedir. Buna rağmen NBI, kıyıdaşların görüşmelerini takiben kalıcı bir kurumun oluşturulmasına kadar sürecek bir “geçiş kurumu” olarak görülmelidir. NBI’nın yetkisi de çok güçlü değildir.

Bununla birlikte, Etiyopya’nın artan talepleri, Rönesans Barajı’nı devam ettirme iradesi, ve NBI’nın gelişen yapısı nedeniyle Mısır, Etiyopya ile ve aynı zamanda diğer kıyıdaşlarla da işbirliğine daha yatkın duruma gelmiştir. Nil Nehri sularının paylaşımı konusundaki bu son anlaşma bu bağlamda ele alınabilir. Bir diğer faktör de, Mursi’nin Etiyopya’nın Büyük Rönesans Barajı’na yönelik sert eleştirilerinin aksine, Mısır hükümetinin tavırlarının değişmesi ve daha işbirlikçi bir ton benimsemeye çalışmasıdır. Son olarak da Etiyopya’nın Baraj ve sonrasındaki sulama projeleri için Mısır’ın -desteğini olmasa bile- rızasını almak istemesi de söz konusu olabilir. Anlaşmanın detaylarını henüz bilmiyoruz. Ancak unutulmamalıdır ki, son anlaşmanın kaderi hala bir netlik kazanmamıştır, zira hükümet başkanları tarafından onaylanması gerekmektedir.

ARAP DOSYASI : TBMM Gizli Celse Zabıtlarından Arap Dünyası Üzeri ne Notlar (1)

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gizli celse zabıtları yayınlanalı otuz yılı geçti. TBMM Basımevi tarafından ilk baskısı 1980 yılında dört cilt olarak yapılmıştı. Bu zabıtlar, 24 Nisan 1920’den 25 Ekim 1934 tarihine kadar olan gizli oturumlarda yapılan konuşmaların tutanaklarından oluşmaktadır. O günden bu yana Cumhuriyetin kuruluşunda ve temelindeki hadiselerin tarihini inceleyen ve araştıran pek çok araştırmacı, bu tutanaklardan faydalanarak araştırmalarını ve eserlerini zenginleştirdiler. Bu zabıtlar aynı zamanda Cumhuriyetin kuruluş zamanında yaşamış ve mecliste bulunmuş kişilerin biyografilerini hazırlayan araştırmacıların el kitabı niteliğinde olmuştur. Hatta sadece bu zabıtlardan hareketle bazı kitaplar da hazırlanmıştır.

Saltanatın kaldırılması, Hilafet tartışmaları, Lozan görüşmeleri ve bunun getirdiği bütün meseleler, Anadolu’da Milli Mücadele ve bu sıradaki isyanlar, inkılaplar ve uygulamalar gibi konularda son derece detaylı konuşmalar bu buna bağlı olarak da çok farklı tespitler gizli celse zabıtlarının içerisinde yer almaktadır.

Zabıtların tarihi dikkate alınırsa, Arap coğrafyasının Osmanlı’dan ve aslında Türkiye’den koptuğu tarihleri de kapsadığı hemen göze çarpacaktır. Bu açıdan zabıtlardaki konuşmaları yeniden inceledik. Buradaki konuşmaları, yorumları ve tespitleri göz önünde bulunduran Arap milletlerini ve coğrafyasını Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gözüyle anlamaya çalıştık. Birkaç yazı ile bu gözlemlerimizi sizlerle de paylaşacağız.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da açılınca İstanbul’dan intikal eden bin bir mesele ve problemle karşı karşıya kalınmış idi. Bununla birlikte Gizli Celse Zabıtlarında yer alan ilk oturumda ve ilk konuşmada Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye ve Irak hakkındaki beyanatı, yeni kurulan meclisin bölgeye nasıl yaklaştığını ortaya koymakla birlikte bölgenin de meclis gündeminin ilk sıralarında yer aldığını göstermektedir.

24 Nisan 1920 tarihli gizli oturumda, sözlerine meclisin mesaisine konu olan bölge aynı zamanda Türkiye’nin de milli sınırlarını teşkil ettiğini vurgulayarak başlayan Mustafa Kemal Paşa sözü bu sınırlar içerisinde bulunan Suriye’ye getirdi. Ona göre meclis kurulduktan sonra ilk iş milli hudutlarımız dâhilinde bulunan dindaşlar ile iletişim kurmaktı. Bu da yapılmıştı. Bunu aktardıktan sonra Mustafa Kemal, Suriye’den Emir Faysal tarafından gönderilen murahhaslar hakkındaki sözlerine şu şekilde devam etmiştir:

“Suriye halkı ve Irak halkı yani Arabistan, 1914 tarihinden evvel aynı hudut dâhilinde bulunduğumuz zamanlarda; Osmanlı Devleti’nin bir uzvu bir rüknü olmaktan fevkalâde müşteki ve müstakil olmak gayesini takip ediyorlardı. Buna karşı çalıştılar, fakat neticeyi istihsal edebilmek için kendi kuvvetlerine istinadın kâfi olmadığını gördüler ve maatteessüf hepimizi birden imhaya tevessül eden düşmanlarla teşriki mesai ettiler. İngilizler, Fransızlar kendilerinin hayali olan gayelerini gerçekleştirecek diye eteklerine sarıldılar.

Lâkin harbi umuminin neticesini gördükten sonra Suriye’de İngilizler, Fransızların idare tarzına, muhakkirane olan idaresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki ehli İslam pek büyük bir hataya duçar olduklarını takdir ettiler. Onu müteakip yine bir kısım kendi dâhillerinde müstakil olmak fakat yine bir suretle, bir şekilde Camia-i Osmaniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler.

Bittabi makam-i muallay-i hilâfete karşı olan merbutiyetleri cümlemiz gibi bütün ehli iman için bir vazife-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha ileriye gittiler. Bize hiçbir şekil ve surette istiklâlin lüzumu yoktur, biz halifemiz ve padişahımıza merbut olarak Camia-i Osmaniye dâhilinde bulunacağız, dediler. Suriye’de böyle muhalif cereyanlar mevcut idi.

Biz bittabi salahiyet-i resmiye ve ilmiyeye malik bulunmadığımız için, efradı milletten bir heyet-i milliye olduğumuz için, bu cereyanın müvellid-i hakikisi olan yine milletler vasıtasıyla temas etmiş oluruz. Fakat bizim Suriye’de İslam gayesi ile münasebetlerimiz oluşmaya başladıkça orada bir saltanat tesisi ile iştigal eden Emir Faysal’ın ve Emir Faysal’ı himaye eden Fransızların nazarı dikkatini celp etti. Neticede Emir Faysal dahi hususi murahhaslarını bizimle temasa getirdi. Resmi temasla bu müracaatın bizce telakki edilen şeklini izah etmek isterim. Her halde Suriyeliler her hangi bir ecnebi devlet ile münasebetinin kendileri için binnetice esaret olacağına kani oldular. Bundan dolayı bize teveccüh ettiler. Bizim bilmukabele gösterdiğimiz şekil şundan ibaret idi. Dedik ki artık milli hududumuz dâhilinde bulunan menabi-i insaniyeyi ve menafi-i umumiyeyi hududumuzun haricinde isaraf etmek istemeyiz.

Fakat ittihat, kuvvet teşkil edeceğinden bütün İslam âlemi manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehit olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız. Bunun içindir ki bizim kendi hududumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Suriyeliler de hudut-i dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esasına müstenit olmak üzere serbest ve müstakil olabilirler. Bizimle itilaf ve ittifakın fevkinde bir şekil ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisi ile irtibat peyda edebiliriz. Ahali bunu arzuları fevkinde lehlerine telakki etmiş olacaklar ki Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vakıf oldu. Müracaatları da bunun üzerine oldu. Ahalinin bu arzusu fiile de inkılâp etti. Suriye dâhilinde bazı ef’al ve harekât bittabi mesmuunuz olmuştur. İşte bu fiiliyat başladıktan sonra Emir Faysal suhuletle tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet haline orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki, muhtemelen ahaliye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve haricin tazyikatına mukavemet edecek vesaitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samimi telakki etmedik. Onun için vuku bulan siyasi müracaatta biz de siyasi cevap vermiş bulunduk. Ancak hakiki irtibat hükümet şeklinde değil fakat Suriye milletiyle Suriyelilerle olmuş oldu ve oradaki bu hareket hakikaten bize manevi kuvvetle beraber maddi kuvvet zammetmiştir. Milli hududumuzun cenup cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyatın semerat-ı maddiyesini görebiliriz.”

Mustafa Kemal’in konuşmasında geçen Suriye’de hem Fransızların mandasını isteyen hem de Osmanlı’ya bağlı kalmayı tercih eden iki cereyanın mevcudiyeti ve buna karşı Mustafa Kemal’in “Suriye’de böyle muhalif cereyanlar var idi” tespiti bugün hâlâ güncelliğini korumaktadır. Mustafa Kemal konuşmasına yine Arap coğrafyası üzerinden devam ederek şu sözleri söylemiştir:

“Irak’a gelince; Irak’ta İngilizlerin muamelâtı ahali-i İslamiyeyi fevkalade dil-gir etmiş oldu. Biz kendilerine temas aramadan evvel onlar bizimle temas aradı ve alelıtlak eskisi gibi bir Osmanlı memleketinin cüzü olmayı kabul ettiler. Fakat biz onlara karşı Suriyelilere söylediğimiz nokta-i nazarı söylemekten başka bir şey yapmadık. Ettiğimiz kendi dâhilinizde kendi kuvanızla kendi mevcudiyetinizle müstakil bir devlet olunuz. Biz her şeyden evvel istiklalimizin teminine çalışıyoruz. Ondan sonra birleşmemiz için hiçbir mani kalmaz ve Musul havalisinde Bağdat’ta ve sair birçok yerlerde … vaka olarak bir çok hadisat zuhur edecekti ve bugün dahi, eşgal-i zahirîyesi ne olursa olsun, bizim imhamıza çalışan düşmanlar, Suriye ve Irak’taki vakayi muvacehesinde milli faaliyetlerle bize tevcih ettikleri kuvvetleri tenkise mecbur olmuşlardı ve bugün dahi eşgal-i zahiriyesi ne olursa olsun gerek Iraklıların gerek Suriyelilerin bu iki mıntıkadaki dindaşlarımızın kalpleri bizimle beraberdir. Eğer bundan sonra esbabına tevessül edilirse bunlardan azami istifade etmen mümkündür”.

The post TBMM Gizli Celse Zabıtlarından Arap Dünyası Üzerine Notlar (1) appeared first on ORDAF.

IŞİD DOSYASI /// KENAN AKIN : IŞİD şimdi “nokta” terörüne döndü !

IŞİD’ın Suriye ve Irak cephelerinde durdurulması, örgütü değişik ülkelerde nokta hedeflere kanlı saldırılara yöneltmiş bulunuyor.
IŞİD teröristlerinin Yemen ve Tunus’a giriştikleri baskınlarda onlarca Şii can verirken, yüzlerce kişinin de yaralanması, yeni bir dehşet kasırgası yaratıyor.
Başı iç çatışmalardan bir türlü kurtulamayan ve daha büyük kanlı olayların beklendiği Yemen, bir tarafa bırakılırsa, seçimle “İhvan” tehlikesini geçiştirdiğini sanan Tunus üzerinde durmak gerekiyor.
Gerçekten de, “Arap Baharı” nın ilk ülkesi Tunus’un yakasını uğursuzlukların, daha doğrusu terörist baskınların bırakmayacağının sinyalleri alınıyor.
Tunuslular; 1956 yılında Fransa’dan bağımsızlıklarını geri aldıklarından beri, ilk kez “demokratik” bir seçimle Cumhurbaşkanlarını seçmiş olmalarına rağmen, terörist baskınların tehdidi altında yaşamaları, Orta Doğu’yu daha da geriyor.
Aslında Tunusluların, “Müslüman Kardeşler” projesini demokratik yolla ret etmeleri, Orta Doğu’da birçok lidere “uyarı” niteliğini de taşıyor.
Ne var ki, Arap dünyasındaki laik ülkelerden biri olarak görülen Tunus’ta, 2011’de Zeynel Abidin Bin Ali rejimini deviren isyandan bu yana İslamcı militanlar gücünü artırıyor.
Nitekim, Bardo Müzesi’ne girişilen ve birçoğu Avrupalı turist en az 25 kişinin öldüğü saldırı 2011’den bu yana yaşanan en büyük kanlı olaydı.
Saldırıyı IŞİD’le bağlantılı Selefi militanlar tarafından yapıldığı biliniyor.
Bazı araştırmacılar, IŞİD saflarında yer alan yabancılar arasında Tunuslular en büyük orana sahip olduğunu öne sürüyor.
Tunuslu yetkililer ise ülkeden yaklaşık 3 bin kişinin cihad adına Suriye ve Irak da dahil olmak üzere farklı ülkelerde savaşmaya gittiğini söylüyor.
Terör karşısında aciz kalınıyor
Son seçimlerde, İslamcı En Nahda’ya karşı sandıkta zafer kazanarak kurulan yeni hükümet, İslamcı militanlar için çok daha sıkı önlemler alacağı sözünü vermenin güçlüğünü çekiyor.
2011 sonrası yapılan ilk seçimleri kazanan En Nahda, cihatçı grupların üstüne gitmemekle itham ediliyor.
Bu algının 2013’te laik siyasetçiler Şükrü Beleyid ve Muhammed Brahmi’nin öldürülmesinden sonra derinleştiği hatırlanıyor.
Öte yanda Tunus; Cezayir sınırında İslami Mağrib El Kaide örgütüne karşı da savaşıyor.
Grubun Temmuz 2014’te Tunus’un dağlık bölgelerinde güvenlik güçlerine düzenlediği saldırıda en az 14 asker ölüyor.
Tunus, bölgedeki en küçük ordulardan birine sahip olduğundan böylesine saldırılar karşısında aciz kalıyor.
Ayrıca ordunun, ‘terörle’ mücadelede çok az bir deneyime sahip olmasından, terörün önü alınmıyor.
Hatırlanıyorsa, başında Ebu Ayadh el-Tunisi’nin bulunduğu İslamcı Ensar el-Şeria
Grup, Eylül 2012’de Tunus’taki ABD Konsolosluğu’na yönelen saldırıyı gerçekleştirmekle suçlanıyor.
Tunus demokrasiden uzak
Son kanlı olaylar, Tunus’un tam bir demokratik rejimden henüz uzak olduğunu gösteriyor.
Bazı yorumculara göre; Tunus’ta “Yeni Ulusalcı Devlet” ile “Siyasal İslam” anlayışı arasındaki çekişmeyi açıkça ispatlıyor.
En önemlisi, devrimden sonraki seçimlerin anahtar sözcüğü “İslam” iken, bugün yerini “Devlet” sözcüğüne bırakıyor.
Bu da toplumun “İhvanlaştırılmasının” önünü tamamen kapayacak bir siyasal duyarlılık anlamına geliyor.
Sözde, “Arap Baharı” nın “Yasemin Baharı” adı altında Tunus’ta başladığını ve yönetimi alt üst ettiğini hatırlattıktan sonra, Orta Doğu’yu kana boğan gelişmeler,
Arap ülkelerinin ne denli tehlikeler içinde olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Gerçi, ABD’nin tavrı daha doğrusu “Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi” nin yeni uygulanışı; sorunları, çatışmaları “dondurma” aşamasını işaretliyor.
Gerçekten de, ABD’nin İran’la uzlaşması Sünni-Şii dengesini de beraberinde getiriyor.
En önemlisi, ABD’nin hatta bütün dünyanın çekindiği ve ne yazık ki din adına terör yapan radikal grupların denetim altına alınma fırsatını yaratıyor.
Tabii ki, Türkiye’nin bu “denge” oyununda, en azından “kazanamayanlar” arasında yer alması ihtimali gün geçtikçe çoğalıyor.
Buna rağmen, Suriye takıntısından nedense vazgeçilemiyor.

MK ULTRA PROJESİ /// VİDEO : Dr. Mehmet Yavuz – Zihin Kontrolü – A Haber TV – Anlatılmamış Öyküler

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=CAnrINhPg04

SAĞLIK DOSYASI /// VİDEO : Vücudumuz Hakkında Şaşırtıcı 35 Bilgi

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=RY-6IEaB1is&feature=em-uploademail

AMERİKA DOSYASI : ABD’den Almanya’ya Snowden tehdidi

ABD’nin, Snowden’ı kabul etmesi halinde Almanya’yı, teröristler hakkında bilgi vermemekle tehdit ettiği bildirildi.

Amerikan istihbarat uzmanı Edward Snowden’ın NSA’dan sızdırdığı bilgileri dünyaya duyuran gazeteci Glenn Greenwald, kendi kurduğu ‘The Intercept’ isimli internet sitesinde kaleme aldığı makalede, Alman Federal Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel’in, ABD’nin tehdit ettiğini söylediğini bildirdi.

Greenwald’ın bildirdiğine göre Gabriel, Amerikalıların Snowden’ın Almanya’ya gelmesine izin verildiği takdirde, ‘İslamcı terörist’lerle ilgili önemli bilgilerin Federal Alman hükümetine verilmeyeceği tehdidi yaptıklarını belirtti.

Almanya’da yayınlanan ‘Die Welt’ gazetesinde konuyla ilgili, ABD ile Almanya arasındaki istihbarat alışverişinin sona ereceği yönündeki haber, Amerikan yetkililer tarafından yalanlandı. Daha önce de Greenwald’ın Waşington’daki internet sitesi ‘The Hill’de yayınlanan Almanya’nın ABD tarafından tehdit edildiği yönündeki iddiaları ABD tarafından yalanlanmıştı. Amerikan sözcü, Almanya ile istihbarat ilişkilerinin insan hayatı kurtardığını, bundan sonra da Almanya’da teröristlere karşı birlikte mücadelenin devam edeceğini bildirdi.

Gabriel ile Greenwald, geçen Pazar günü Almanya’nın Saarland Eyaletine bağlı Homburg şehrinde biraraya geldiler. Burada Greenwald’a ‘Siebenpfeiffer Ödülü’ verildi. Ödülün sunuş konuşmasını Alman Federal Başbakan Yardımcısı Gabriel yaptı. Greenwald, konuşmasında Almanya’nın Snowden’ı kabul etmemesini eleştirdi. Gabriel ise konuşmasında Snowden’ın Almanya’ya geldiğinde ABD tarafından taleb edilmesi halinde iade edilmek zorunda kalacağını belirtirken, Greenwald bunu çok ileri bir ihtimal olarak gördüğünü ifade etti.

Greenwald bu buluşmadan sonra yazdığı makalede Gabriel’le bu konuyu görüştüğünü ve Gabriel’in kendisine ABD hükümetinin çok sert bir şekilde Almanya’yı tehdit ettiğini söylediğini bildirdi.

MİT DOSYASI : Ulukışla dosyasından MİT’in silah ticareti çıktı

NİĞDE Ulukışla’daki IŞİD saldırısı davasının dosyalarından Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) silah kaçakçılığı yaptığını ortaya koyan konuşmalar çıktı. Ulukışla davasının şüphelilerinden olan Suriye Türkmenlerinden Ayhan Orli ve adı Kassuma olan bir kişinin silah kaçakçılığı ilgili yaptığı görüşme dinlemeye takıldı. Jandarma tarafından yapılan teknik dinlemede teröristlere silah sağlayan Ayhan Orli, grad füzelerinin Mersin’de olduğunu belirterek “Kardeş mallar ellerinde değil. Mallar muhaberatın (MİT) elinde, geçirmezler” diye konuşuyor. Ayhan Orli, Arapça yaptığı konuşmada Kassuma’ya Eş’arı, yani bankaların teminatlı çekini vermeden silahların teslim edilmeyeceğinin de altını çiziyor.

ÇEKSİZ HAREKET ETTİRMEZ

Ayhan Orli ve Kassuma adlı kişi arasında yapılan görüşmede Reyhanlı’da silah kaçakçılığından komisyon alan kuyumculardan da bahsedilerek paranın bankaya yatırlımması isteniyor. İşte Ayhan Orli ve Kassuma arasındaki 29 Temmuz 2014 tarihli konuşma şöyle:

Muzaffer Yılmaz (Kassuma): Şimdi sen. Mesela sen 300 grad var tamam.

Ayhan Orli: Evet.

Kassuma: Mevcut olan 300 grad var diyelim. Bizim taraftan binisi görse. Onların tarafından değil. Ya ben, ya Ebu Ala, ya da sen.

Orli: Kardeş mallar ellerinde değil. Mallar muhaberatın (MİT) elinde geçirmezler. Mallar muhaberatın (MİT)elinde, geçirmezlerr yani. Kendileri malları hazırlarlar. Falan kapıda alın derler.

Kassuma: Eyvaa Ebu Ala ne dedi sana.

Orli: Ebu Ala tamam dedi. Kendisi de keş para mevzusunu istiyor.

Kassuma: Ben şimdi koydum.Ne zaman parayı koyacağız.

Orli: Nasıl? Bugün.

Kassuma: (Anlamadım) Para.

Orli: Gradların yarısı Mersin’de mevcutlar. Eğer koymazsan hareket ettirmezler. Eğer göstermezsen Eş’arı (Çek/senet) malı getirmezler.

MİT İLE İŞBİRLİĞİNİN BÜYÜK RANTI

Suriye’de batı ve AKP destekli iç karışıklığın başlamasıyla birlikte, bu iç karışıklığı Ayhan Orli, Heysem Topalca gibi isimler ranta çevirdiler. Yayladağı’nda yaşayan Ayhan Orli, Suriyeli bir Türkmen. Orli, Suriye çatışmalar başlayınca Hatay’ın Yayladağı ilçesine göç edip, AKP ve batı destekli Suriye muhalefeti içinde çalışmaya başlıyor. Ağabeyi Adil Orli ise Suriye ordusuna karşı şavaşan Türkmen Taburu’nun yöneticilerinden. Suriye hapishanesinde bulunan bir mahkum Ayhan Orli ile ilgili “Ayhan Orli, Türk istihbaratıyla işbirliği yapıyor. Çok yoğun bir anlaşma var” ifadelerini kullanıyor. Suriye’deki ve MİT içindeki bağlantılarını kullanan Ayhan Orli, Suriye’deki terörist unsurlara silah sağladığı silahlardan milyon dolarla ifade edilen komisyonlar alıyor. Bu işi yaparken sadece istihbarat örgütüyle değil, bir çok uluslararası mafya ile de işbirliği yapıyor.

28 ŞUBAT DAVASI /// VİDEO : Emekli Albay Mustafa Hacımustafaoğulları Yaşadıklarını Anlatıyor

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=tZXgnNQlMvA&feature=em-uploademail