Günlük arşivler: Mart 5, 2015

FETULLAHÇILARDAN İDDİALARA CEVAPLAR /// KİTAP ADI : İSTİHBARAT YALANLARI

Biz bu filmi görmüştük

Gazeteci yazar İdris Gürsoy’un İstihbarat Yalanları ve İftiralar adlı çalışması raflardaki yerini aldı. Kitapta, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra yaşananlar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Hizmet Hareketi’ne ve Fethullah Gülen Hocaefendi’ye yöneltilen yalan ve iftiralara ‘Gülen’e infaz girişimi’ alt başlığı altında yanıt veriliyor. Yazar bu bölümde, ‘paralel devlet’ iddialarının ‘başarılı’ bir algı operasyonu olduğunu belirtiyor. Kitabın ikinci bölümü, 1999 Haziran Fırtınası başlığı altında 28 Şubat sürecinde yaşananları mercek altına alıyor.

‘Soygun şahane Camia bahane’

Fethullah Gülen’in 1999’da benzer bir iftira kampanyası ile hedef alındığı belirtilen kitabın son bölümü ise Bir Mazlum: Said Nursi… Bu bölümde Gürsoy, Bediüzzaman Said Nursi’yi hedef alan kara propaganda örneklerini sıralıyor. 28 Şubat sürecinde kullanılan irticanın yerini ‘Cemaat’in aldığını kaydederek, ‘Soygun şahane Camia bahane’ sözüyle yaşanan süreci özetliyor. Bizim burada derlediğimiz bölüm ise ağırlıklı olarak son iki bölümden oluşuyor. 17 Aralık öncesi yaşanılanlarla 17 Aralık sonrası yaşanılanlar arasındaki benzerlikleri kısaca hatırlatalım istedik. Geçmişte ne oldu, nasıl karşılık buldu? Tüm bunları, bugün yaşanılanlarla değerlendirmeyi size bırakıyoruz.

İdris Gürsoy 17 Aralık sürecinde medyada yer alan kara propaganda örneklerini bir kitapta topladı.İstihbarat Yalanları ve İftiralar adlı kitapta tarihte yaşanan benzerlikler de yer alıyor.

Seçilmiş bölümler…

İftira kampanyası yeni bir şey değil!

Fethullah Gülen Hocaefendi’ye yolsuzluklara adı karışmış başbakan, ağır hakaretlerde bulunurken, Gülen’in, ‘28 Şubat’ı desteklediği’ iftirasını ortaya attı. Ecevit’le dostluğu dedikodu malzemesi yapıldı. Oysa postmodern darbenin tek bir mağduru kalmıştı: Fethullah Gülen. 1999’da benzer bir iftira kampanyası ile linç edilmek istenmişti. 17 Aralık’taki süreç, haziran fırtınasında da yaşanmıştı. O günün başbakanı Bülent Ecevit, istihbarat raporlarını elinin tersi ile itmiş ve ‘Bunlara ben inanmıyorum’ demişti. Turgut Özal da başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı döneminde Türk okullarını desteklemişti. Çevresindeki bürokratlar için ‘Hizmet’i onlara anlatamıyorum’ yakınmasında bulunmuştu. (sf.103)

Bizzat kendisi aradı!

1998 Mart MGK’sında Fethullah Gülen dosyası masaya yatırılmıştı. MİT masaya, eski Ankara Emniyet İstihbarat Bölümü’nden telekulak skandalı nedeniyle tasfiye edilen Cevdet Saral ve Osman Ak ekibinin raporunu koydu. Dönemin Başbakanı Ecevit dosyaları eliyle itip “Bunların hiçbirine inanmıyorum çünkü onlar böyle insanlar değiller!” dedi. Recai Birgün’ün anlattığı gibi, Ecevit, 1992’de Gülen ile üç defa görüşmüş onun samimiyetine inanmıştı. Gülen’i bitirmek için çalışan ekip pes etmedi. Yurtdışındaki okulları gidip bu ülkelere şikâyet ettiler. Yurtiçinde de dershaneler, okullar üzerinden terör estirdiler. 1999 başında Gülen’in bir suikastla öldürülmesi, İBDA-C’ye ihale edildi. Bu süreçte Gülen’in derhal ülkeyi terk etmesi, aksi halde öldürüleceği yine Ecevit’e yakın bir isim tarafından Gülen’e haber verildi. Ecevit, bizzat kendi de aradı ve uyardı. (sf113)

“Bu müthiş bir hadise Korkut!”

Fethullah Gülen Hocaefendi, Turgut Özal’ın cenaze namazına katılmıştı. Hocaefendi o gün yine 3 yıl önce Menderes’in ve arkadaşlarının naaşlarının nakli sırasındaki gibi hüzünlüydü. Turgut Özal’ın vefatı sonrasında Fethullah Gülen Hocaefendi şu değerlendirmede bulunuyordu: “Engin bir imanı vardı Turgut Bey’in. Yaptığı her şeyi şuurlu yapardı, manevî değerlere sonuna kadar bağlıydı ve bizleri çok severdi. Son gezisinde hele içi içine sığmıyordu. Orta Asya’da okulları da ziyaret ettiği geziden döndükten sonra kardeşi Korkut Bey’e okulları kastederek ‘Bu müthiş bir hadise Korkut!’ demiş.” (sf.129)

Ecevit, Gülen raporlarına neden itibar etmedi?

“Ecevit, Gülen ile yüz yüze görüştü, ‘Bu insandan, bunun düşüncelerinden bizim ülkemize zarar gelmez’ diye emin oldu. Önüne gelen raporlara bu yüzden itibar etmedi.” Bu sözler rahmetli Başbakan Bülent Ecevit’in en yakınındaki isim Recai Birgün’e ait.

Kendi bakanını yargıya gönderebilen ilk başbakan

1985 yılı başında, ANAP’ın iktidara gelişi üzerinden henüz 15 ay geçmişti. Devlet Bakanı İsmail Özdağlar hakkında çeşitli iddialar dolaşmaya başladı. ANAP’lı bakan, bir ihalede, tonu 9 dolar olan petrolü 15 dolardan taşıtıp aradaki farkı armatörlerle paylaşmak ve o günün parasıyla 25 milyon lira rüşvet almakla suçlanıyordu. Özal, iktidarının ilk yılında yolsuzluk şayialarının çıkmasına üzüldü ama iddiaları da ciddiye aldı. Danışmanı Adnan Kahveci aracılığıyla gizli bir soruşturma başlattı. Kahveci, teknolojiye meraklıydı, Özal’ın talimatıyla harekete geçti. İşadamı Uğur Mengenecioğlu’na verdiği bir teyple rüşvet görüşmelerini gizlice kayda aldırdı. İlk kez denenen bir yöntemle bir bakanın rüşvet istediğini teyp kaydıyla saptadı. Başbakan Özal kendisine ulaşan kaseti defalarca dinledikten sonra Cumhuriyet tarihinde ilk defa bir iktidar partisi, kendi bakanını yargıya gönderdi. (sf.131)

Dünden bugüne kara propaganda

n 1950-60 arasında Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri Tek Parti dönemini aratmayan baskılarla karşılaştı. DP’nin özellikle 1957’den sonraki döneminde zulümler arttı. Said Nursi’nin seyahat hürriyeti engellendi. Yeni soruşturmalar ve davalar açıldı. Risale-i Nur talebeleri tutuklandı. Kitaplar toplatıldı. Gazetelerde Bediüzzaman’ı hedef alan iftira kampanyaları düzenlendi.1960’lı yıllarda Nurculuğa karşı Çetin Özek ve İbrahim Agah Çubukçu imzası ile pek çok makale ve kitaplar yayımlandı. Hukukçu Özek ve ilahiyatçı Çubukçu’nun ortak noktası dindar kitleleri Said Nursi ve Risale-i Nurların İslam dışı olduğuna ikna etmekti. 1964 tarihli Varlık Yayınları’nda çıkan Özek’in Nurculuğun İçyüzü kitabında Said Nursi için; “Kendisini evliya gibi görüyordu, akıl hastasıydı, emsalsiz bir filozof sanıyordu!” deniyor. 1964 tarihli ‘Din ışığı altında Nurculuk’ başlığı taşıyan bir kitabın müellifi de cuntacı generallerden Faruk Güventürk’tü. 1965’te, Said Nursi’nin kitaplarının satış ve dağıtımı yasaklandı. Said Nursi ve talebeleri ile ilgili takibatlar hep darbe sonrası dönemlerde oldu. 1960’lı, 70’li ve 80’li yıllar soruşturmalar, davalarla geçti. Gazetelere sürekli gözaltına alınan ve yargılanan, evleri basılan, kitapları toplatılan Nurcu haberleri bu dönemlerde yansıdı. 28 Şubat sürecinde ise en büyük hedeflerden biri Fethullah Gülen Hocaefendi oldu. (sf.157-158)

Gülen, Özal’dan siyasi talepte bulundu mu?

‘Fethullah Hoca isteseydi Turgut Özal milletvekilliği verirdi. Ama Fethullah Hoca istemezdi. Çünkü Hoca’nın iktidar talebi yoktur. Fethullah Gülen ANAP hükümetinden bir günden bir güne siyasî bir talepte bulunmamıştır.” Bu sözler rahmetli cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın siyasî yol arkadaşı Mehmet Keçeciler’e ait. Keçeciler, Özal’ın yurtdışındaki Türk okullarına ve Gülen’e bakışını şöyle aktarıyor: “Özal, yurtdışındaki Türkler’in eğitimini çok önemserdi. MEB aracılığıyla bunun başarılı olamadığını gördü. Başbakanlığı sırasında gittiği bütün ülkelerde baktı ki yurtdışındaki okullarda en başarılı olanları Fethullah Gülen’in okulları. Turgut Bey, Türk ülkelerin liderlerine Fethullah Gülen okullarının açılması için tavsiyelerde bulundu. Onlara dedi ki: ‘Bakın bu okullar çok iyi eğitimler veriyor. Göreceksiniz çok beğeneceksiniz. İngilizce’yi de çok iyi öğretiyorlar.’ Türk cumhuriyetlerinde Gülen’in okullarının açılmasına aracılık etti.” (sf.123)

“Hayatını insanlığa adamış, dünya zevki namına hiçbir şey tatmamış ve İnsaniyet-i Kübra’nın yücelmesinden gayrı muradı olmamış bir insan bir zulümle karşı karşıya bulunuyor.” (sf.42)

GÜNDEM ANALİZİ /// BAŞBAKAN AHMET DAVUTOĞLU : Suriye’de kalırdık

Başbakan Davutoğlu, Şah Fırat operasyonunun B Planı’nı da açıkladı: Askerlerimize ateş açılsaydı, bölgeyi sınırdan Süleyman Şah Karakolu’na kadar tamamen kontrolümüze alacaktık.

Başbakan Ahmet Davutoğlu, Portekiz temaslarının ardından ABD’ye geçti. Davutoğlu, New York’a giderken uçakta gazetecilere Suriye’den Musul’a, çözüm sürecinden muhalefetin tutumuna ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.

ABD programınızda neler var?

2013-2104’te yabancı yatırımlar azaldı. Yabancı yatırımcıyı tekrar çekmek için 20-21 Ocak’ta Londra’daydık, şimdi New York’ta dünyanın dört bir yanındaki yatırımcılara Türkiye’yi anlatacağız. Hedef dikkatleri Türkiye’ye çekebilmek, bir heyecan uyandırmak. Çünkü Avrupa ekonomisi ciddi bir durgunluk içinde. Bugün (dün) görüştüğümüz Portekiz Başbakanı ‘Ekonomiyi toparladık’ diyor ama şu anki büyüme rakamı yüzde 1.

Suriye’de rejimle Özgür Suriye Ordusu arasındaki mücadelede son durum nedir?

Suriye’de uluslararası toplum, 3 yıl sonra dediğimize geldi. Suriye konusunda yaptığımız uyarıları yanıtsız bıraktılar ve bugün gelinen noktada Suriye’de olup bitenler ulusal güvenliğimizi tehdit ediyor. Biz ‘eğit-donat’ı 3 yıl önce söyledik, uluslarası toplum dediğimize 3 yıl sonra geldi. Bu 3 yıl içinde DEAŞ bölgede yerleşti. 3 yıl önce Suriyeli ılımlı muhalifleri eğit-donat ile destekleseydik DEAŞ bugün bu noktaya gelemezdi.

DEDİĞİMİZE ÜÇ YILDA GELDİLER

Biz Suriye’de 3’üncü seçenek mümkün diyoruz. ‘Suriye halkını rejim barbarlığı ile DEAŞ barbarlığı arasında bir seçim yapmaya zorlamayın, ılımlı muhalifler ile Suriye yeniden inşa edilmeli’ tezini savunuyoruz. Örneğin Halep, ne DEAŞ’ın ne rejimin eline düşsün. Her iki durumda da Türkiye’ye yeni bir mülteci akını olur. Sınıra yakın yerlerde istikrar unsurlarının varlığını önemsiyoruz. Halep gibi Erbil düşseydi, bizim için ulusal güvenlik sorunu çıkardı. Sınırımızda terörist unsurlar istemiyoruz.

Musul’u IŞİD’ten geri almak için operasyon hazırlığı var. Türkiye’nin bu konudaki politikası nedir?

Irak’ta dört temel politikamız var. Merkezi hükümet ile çok sıkı bir şekilde görüşüyoruz. Onları çeşitli yardımlarla destekliyoruz. İki uçak malzeme gönderdik. Irak’ın istikrarı için merkezi hükümete büyük önem veriyoruz. İkinci olarak Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nin istikrarını önemsiyoruz. Komşumuz. TSK, Peşmerge’ye eğitim veriyoruz. Üçüncü olarak Türkmenler’in güvenliğini temin edecek şekilde onlara destek veriyoruz. Ve son olarak Musul. Kendi şehirlerini kurtarcakları, dolayısıyla Sünni-Şii çatışmasına yol açmayacak, bunu engellemeye yönelik bir politika yürütüyoruz.

MUSUL’DA SÜNNİ ORDU BİRLİKLERİ OLMALI

Türkiye Musul’da sıcak çatışmaya girer mi?

Türkiye doğrudan Irak ya da Suriye’de sıcak bir çatışmanın tarafı olmaz. Musul’a desteğimiz olur ama doğrudan çatışmayız. Ama Türkiye’ye doğrudan saldırı olursa anında cevap veririz, buna potansiyelimiz de kudretimiz de var. Halktan güç alan yapılara desteğimiz olur. Seçilmiş Musul Valisi Nuceyfi bizim için hala Musul’un valisidir.

Musul Valisi’nin en büyük kaygısı, DEAŞ çekilince Şii milisler gelmemeli. Musul’da böyle bir tehlike var. Buraya Sünni ulusal muhafız güçlerinin girmesi lazım. Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin kaygıları koalisyondan farklı. Koalisyon, DEAŞ Musul’dan çıkarsa bunu başarı görüyor. Doğru, bu şart ama bizim için DEAŞ çıkınca ne olacak sorusu onemli. DEAŞ’ın boşalttığı yere Suriye rejimi girmemeli. Veya Irak’ta Şii milisler girmemeli. Sonra Koalisyon bunları bir öncelik olarak görmüyor, biz ise bir adım ötesini görecek şekilde koalisyona destek vermek durumundayız. Koalisyon “DEAŞ’i temizleyelim, sonrasına bakarız” diyor. Bu yanlış bir strateji. Ateş bizim sınırımızda yanıyor ve en çok da bizi yakıyor. Biz sınırımızda risk azalsın istiyoruz. Bazı istihbarat örgütleri de bu çatışma ve kaos ortamının devamını istiyor. Onları da takip ediyoruz.

Bir tarafta Rusya’dan silah destekli rejim var diğer tarafta ise yani DEAŞ’ın elinde Musul’dan ele geçirdiği ABD silahları var. Ilımlı muhalefetin elinde sadece hafif silahlar var.

ASKERİ KONTROL ALANI YAPARDIK

Süleyman Şah Operasyonu’ndan sonra Türkiye’nin bölgedeki hareket kabiliyeti arttı mı?

Ordumuza bir ay önce Süleyman Şah operasyonu ile ilgili yazılı talimat verdik. İftihar ediyorum, getirdikleri plan aynen işledi. Hiçbir aksama olmadı. Ve herkese şu mesaj verildi; Türkiye isterse bir gecede Suriye’de 40 km içeriye anında girer. Eğer bir zaiyat verseydik, bir saldırı ile karşılaşsaydık, karakola kadar olan alanı tümüyle kontrol altına alacaktık. Karakolu başka bir yere taşımayacaktık. Türkiye ile karakol arasındaki alan askeri olarak kontrol altına alınacaktı. Kimseden izin almadık, şurası dedik yeni yer. Orayı kontrol ettik, 5-6 saat iki yerde Türk bayrağı oldu. Bu arada saldırıya uğrasaydık, Karakozak’ta ya da başka bir yerde. O zaman girip, saldırıyı kim yaptıysa tasfiye edip, o bölgenin tümünü kontrol altına alacaktık. B planımız buydu. Orada tek bir kurşun atılsaydı, o kurşunu atabilecek tüm hedefler belliydi, nereden gelebileceği, o hedeflerin olduğu her yer kontrol altına alınacaktı. Çünkü o ana kadar Karakozak bizim toprağımız, oraya saldırı Türkiye’ye saldırı anlamına gelecekti. Karakozak’ı Eşme’ye taşıdığımızdan itibaren Eşme bizim toprağımız. Önemli olan karakol değil, Süleyman Şah’ın üzerinde bulunduğu toprak.

TÜRBE NEREDEYSE ORASI

Koalisyon operasyon sonrası açıklama yaptı, Suriye’de egemen olunca sular altında kalan Caber Kalesi’ne yakın bir yere taşıyabiliriz.

O gece kapsamlı bir harekat için bütün planlamalar yapılmıştı. Suriye’nin bütününü kapsayan planlar. Bize saldıran kim olursa olsun, hedef olacaktı, bütün saldırı unsurları yok edilecek, orası kontrol altına alınacaktı. Suriye rejimi ilerleyen Türk birliğine saldırıda bulunsa bütünüyle ilgili tedbir alınırdı. Düşünün 15 km’lik bir konvoydan bahsediyoruz. Biri bir füze atsa, o andan itibaren nereden gelmişse o saldırı, nereden gelirse, saldırının geldiği bütün odaklar hedef haline gelecekti.

Çağrıyı Demirtaş geciktirdi

İmralı ile Kandil arasında bir kopukluk var. Çözüm süreci ile ilgili Nevruz’da daha ileri bir adım bekliyor musunuz?

Silah bırakma çağrısı tarihi bir dönüm noktası. Herşeyin demokratik siyaset içinde tartışılabileceğini ortaya koyuyor. Silahlı yöntemlerle bir yere ulaşılamayacağını herkes görüyor. Bizim içim ölçü, silahlı yöntemlerin tümünün terkedilmesi, tartışılacak konu neyse, bunların şiddetten uzak konuşulması. Bu ortam bazılarını rahatsız ediyor. Çatışma ortamı ekonomik sektör oluşturuyor. Sadece içeride değil yabancı istihbarat ve bazı dış odaklar da rahatsız oluyor. Elinde silah olanlar “Barış olursa ben ne yapacağım” diyor. Bundan başka Kürt ve Türk ulusalcılar rahatsız oluyor. Bu durumun düzelmesi bu Baasçılar’ın elindeki argümanları aldı.

Demirtaş’ın açıklamaları…

Biz siyasiler güçlü olsun isteriz. Ama siyasiler de “siyaset” yapmalı. Demirtaş neden 7 ay önce bu çağrı yapılmadı diyor. Çünkü sen bir tweet attın, halkı sokağa döktün. 6-7 Ekim’de provokasyon ile yapılan şey bu işin 7 ay önce yapılmasını engelledi. Ama halk artık bu olaylarda devlete döndü. Çünkü gördü ki artık eski devlet yok. “Senin hakların gaspediliyor” denilince prim vermiyor. Tüm dünyada etnik, dil, mezhep temelli bölünmeler olurken, Türkiye 30 yıllık bir sorunu çözüyor. Hem de çevre istikrarsızken bu sorun çözülüyor. Bu çok büyük başarıdır. Irak, Suriye istikrarlı olsa daha kolay olurdu. Hem de seçime giderken yapıyorsunuz…

BİR ANNE BİZİ OĞLUNUN DÜĞÜNÜNE DAVET ETTİ

Oğlu askerde olduğu halde rahat uyuyabilen anne ya da oğlum yarın dağa kaçırılır korkusu olmadan uyuyabilen anne-baba. Şimdi bu sağlandı. Bu atmosfer yayıldı mı bundan daha fazla barışı teşvik edecek birşey yoktur. Katılamayacağım muhtemelen ama Diyarbakır annelerinden biri, dağdan inen oğlunu evlendiriyor, düğününe Sare Hanım’la bizi de davet etti. Vaktim olsa katılmayı arzu ederdim. Ne zaman dağda öleceği belli olmayan bir çocuk dağdan indi ve evleniyor. Bu güzel bir şey. Geri dönüp aile kurması, sosyal hayata katılması… İnşallah bir dönem kapanır. Umutluyum. Artık şiddete tekrar başvuran kaybeder.

Çözüm sürecini seçim yatırımı olarak kullandığınız söyleniyor, ne diyeceksiniz?

Seçim yatırımı yapılacak başka konu yok mu? Hamasi nutuklarla aynı oyu yine alırız. Çözümden herkes kazanır. Desteklerlerse oy CHP’ye de gider, MHP’ye de gider, HDP’ye de gider. Hamaset olmamalı. Zarar verir. Kazancımız ne? İstikrar. Seçime suhuletle gitmekten daha büyük kazanç olur mu?

Perinçek CHP’nin liderliğine oynuyor

Kılıçdaroğlu vahim ama bilinçli hata yapıyor, sandığa değil sokağa çağırıyor. Basiretsiz devlet adamının tipik bir yaklaşımı bu. Siz muhalefetsiniz, “Bir an önce sandığa gidelim, değiştirelim” demeniz lazım.

Ama Kılıçdaroğlu yüzde 35 oy oranı hedefliyorum demiş. Türk siyasi hayatında böyle zillet içeren ifade görmedim. Geçen yıl paralel çete “AK Parti yüzde 35’e düşecek” diyordu, paralelcilerin bizi en fazla düşürdüğü yer CHP’nin nihai hedefi olmuş. CHP’nin 10 ilde aday adayı yok. Kimse milletvekili olmak için başvurmamış. Üç büyükşehirde (Erzurum, Van, Mardin) ise sadece birer aday çıkmış. Çünkü vatandaşların CHP’den umudu yok. Bakınız sadece iki parti gitti Esed’e; CHP ve Vatan Partisi.. Belki de Doğu Perinçek CHP liderliğine oynuyor. İleride bir ad daha değiştirirler, Perinçek genel başkan olursa hiç şaşırmam. İşte o zaman taşlar yerine oturur, CHP gerçek anlamda Türk Baasçı rolünü üstlenebilir.

Ekonomide faiz tek parametre değil

Cumhurbaşkanı faiz indiriminde ısrar ediyor, görüş farklılığı aşılabildi mi?

Merkez Bankası’nın geçen yıl enflasyon hedefinin tutmamasının sebeplerinden biri tarım fiyatlarındaki artıştı. Neden, kuraklık vardı. Bu bize şunu gösteriyor; enflasyonu sadece Merkez Bankası’nın faiz ya da kur politikaları belirlemiyor. Burada işi kutuplaştırıp, iki kutup gibi değerlendirmek doğru değil. Yatırımlar için enflasyon ve faiz oranları kadar siyasi istikrar önemli. Geçen yıl Cumhurbaşkanı, Başbakan değişti, o dönemde Ak Parti içinde bir kriz olsaydı, bu faizleri yukarı çekerdi. Burada çok dikkatli bir şekilde para politikaları ile enflasyon arasındaki ilişkiyi yönetmek gerekiyor. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde de tartışılıyor. Bu doğal. Önemli olan bunun tek unsur, tek parametre olarak görülmemesi. Türkiye’nin ne doğalgazı, petrolü ne birikmiş sermayesi var. Dışarıdan sermaye çekmek zorundayız. Burada faizle enflasyon beklentisi arasında sağlıklı bir ilişki kurmazsak, dış yatırım düşmeye başlıyor.

Ekonominin gidişatını yatırımcılara nasıl anlatacaksınız?

Dünyada şu an en uygun yatırım ortamını araştıran, ciddi bir sermaye var. Ya sıcak para şeklinde, finans piyasalarına gelip kar etmeye çalışıyor ya da kalıcı olarak fabrika kurmaya geliyor. Biz tabii doğrudan yatırımı, sanayi kurmak için gelenleri tercih ederiz. Ama kısa vadede Türkiye’den paranın kaçmaması lazım. Dünyadaki reel faiz oranlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye cazip olmalı. Burada bir denge bulmamız gerekiyor. Hem sermaye kaçmasın, hem de yatırıma gelecek sermaye için kalıcı bir yatırım ortamı olsun. Bu sağlanabilir. İyimserim. enerji giderlerimiz düşüyor.

Avrupa Merkez Bankası’nın parasal genişleme politikası da bize fırsat sunuyor. Ortaya çıkacak para için en önemli limanlardan biri Türkiye. Brezilya krizde, Arjantin krizde, Japonya durgunlukta. AB durgunluktan çıkmaya çalışıyor. Japonya’daki rezerv fazlasını çekebiliriz. İyimserim.

Yatırımcılarla öğle yemeği

Başbakan Davutoğlu, New York temasları kapsamında çok uluslu yatırım bankası Goldman Sachs’ın binasında, Goldman Sachs Doğrudan Yatırımcıları’yla öğle yemeğinde bir araya geldi. Türk ve yabancı yatırımcıların hazır bulunduğu toplantıda, Davutoğlu’na Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve İBB Başkanı Kadir Topbaş eşlik etti. Goldman Sachs’ın İstanbul’da bir ofis açmasından memnuniyet duyduğunu dile getiren Davutoğlu, ofisin çok aktif olacağına inandığını söyledi. Davutoğlu yatırımcıları Türkiye’ye yatırım yapmaya çağırdı.

RESEARCH DOCUMENT : Archive Sues State Department Over Kissinger Telcons

700 Transcripts Still Withheld, Eight Years after Appeal

Threat of suit in 2001 led to recovery of Kissinger documents

Digital National Security Archive has published 15,000 to date

National Security Archive Electronic Briefing Book No. 503

Edited by William Burr

Posted March 4, 2015

For more information contact:
William Burr – 202/944-7000, nsarchiv

Washington, DC, March 4, 2015 – The National Security Archive today filed suit against the State Department under the Freedom of Information Act to force release of the last 700 transcripts of former Secretary of State Henry Kissinger’s telephone calls (telcons). The Archive’s appeal of State’s withholding dates back to 2007.

Kissinger had removed the telcons, along with his memcons and office files, from State when he left office at the end of 1976. A lawsuit by the Reporters Committee for Freedom of the Press to recover the documents failed in 1980 with a Supreme Court ruling that the plaintiffs lacked standing.

President Gerald R. Ford sitting between two bureaucratic rivals — Secretary of State Henry Kissinger and Secretary of Defense James R. Schlesinger — during a meeting with Congressional leaders on 29 April 1975 to discuss the collapse of Government of South Vietnam (Photo courtesy of Gerald R. Ford Library, photo number A4383-25A)

The National Security Archive in 2001 crafted a new legal complaint directed at the State Department and the National Archives for abdicating their duty under the Federal Records Act to recover the Kissinger documents, which were produced on government time with government resources. Remarkably, the State Department Legal Adviser William Howard Taft IV agreed with the Archive, asked us to hold off on our legal action, and formally notified Kissinger that he needed to return the documents or complete copies thereof.

When Kissinger did so, in August 2001, the Archive promptly filed a Freedom of Information request for the telcons, and has published 15,502 of the conversations in the Digital National Security Archive series through the online publisher ProQuest.

But the State Department withheld, starting in 2007, some 700 of the telcons, claiming they were "pre-decisional" or covered by executive privilege — claims that should long since have expired in the case of 40-year-old records. The Archive’s formal appeal of the withholding, along with repeated queries by the Archive to State and the White House Counsel’s Office about the status of the telcons, have been met only with years of delay, thus making the lawsuit necessary.

The Archive is represented by expert FOIA practitioner David Sobel, a winner of the James Madison Award from the American Library Association for his open government advocacy. Posted today on the Archive web site at www.nsarchive.org are the legal complaint, an overview of the issue by Archive senior analyst William Burr (author of the critically-praised book, The Kissinger Transcripts), and six of the most recently released Kissinger telcons as examples of what is at stake in the lawsuit.

Excerpt from conversation with White House Press Secretary Ron Ziegler who teased Kissinger about his dates with leading Hollywood actresses.

Today the National Security Archive filed a lawsuit against the Department of State insisting that it expedite declassification review and processing of a Freedom of Information Act appeal concerning hundreds of transcripts of Henry Kissinger’s telephone conversations (telcons) produced when he was Secretary of State during 1973-1977. The Archive has waited nearly eight years since that appeal and nearly 700 telcons remain at issue. The initial FOIA request, filed in August 2001 yielded thousands of telcon transcripts, high quality records which brought greater openness and clarity to the turbulent foreign relations history of the Nixon-Ford years. As part of the FOIA processing hundreds of documents were coordinated with other agencies, including the White House. In June 2007, the State Department denied over 800 of the transcripts, many of them records of White House-level conversations, on executive privilege and "pre-decisional" (b) (5) grounds. There were rumors that Kissinger’s influence at the George W. Bush White House was behind that decision, but whatever the facts are, the Archive challenged the exemptions in an appeal filed in July 2007.

Since it filed that appeal, the Archive has waited patiently. When the Obama administration came to power in January 2009, the Archive reminded the State Department’s Appeals Panels of this unfinished business citing the President’s 21 January 2009 memorandum which declared that agency heads should follow a "presumption of disclosure" when making decisions on FOIA requests. While the Archive argued that any legitimate executive privilege interest had long faded away and that the "pre-decisional" exemption could not reasonably apply to forty-year-old documents, the records have languished since 2007 at the State Department and the White House’s Office of the General Counsel. In light of the unwarranted delay, the Archive saw little choice but to file a lawsuit to accelerate the release of the remaining telcons ensuring that they will be available to historians and social scientists without undue delay.

The record of Henry Kissinger’s telephone conversations is a significant historical resource which illuminates the inner workings of the Nixon and Ford administrations. If Kissinger had his way, it is likely that the telcons would be under seal at the Library of Congress to this day. Nevertheless, they became available for declassification review and release after the National Security Archive threatened to sue the National Archives and the Department of State in 2001 for their failure to follow federal records laws by allowing Kissinger to keep under personal control records that were produced with U.S. government resources on U.S. government time. That Kissinger had taken the telcons (and other unique records) from the State Department and the White House, in violation of federal records laws, was a great vulnerability in his legal position, one that the Supreme Court had exposed in its 1980 ruling. Rather than dragging the issues through the courts, the Department of State and the National Archives requested Kissinger to return copies of the telcons so that they could become part of the open historical record. Apparently not wanting a fight with the Bush administration, Kissinger assented.

Excerpt from conversation where President Nixon exploded that Mexican President Echeverria had met "total enemies" of the administration, including I. F. Stone and Arthur Schlesinger Jr.

As part of its mission to obtain and disseminate valuable declassified records on U.S. foreign and military policies, the National Security Archive has published comprehensive collections of records involving Henry Kissinger’s role in government during the Nixon and Ford administrations: The Kissinger Telephone Conversations (2008) and a collection of memoranda of conversations: The Kissinger Transcripts (2007). Last fall, the Archive updated both collections with new material: The Kissinger Conversations, Supplement, which includes over 280 new telcons from the Nixon and Ford administrations. A sampling of the documents appears below.

One of the telcons is from late June 1972, of a lengthy and wide ranging conversation with Nixon, after Kissinger had just returned from China. In two pages from the lengthy transcript that were declassified in response to a request by the National Security Archive, Kissinger said that the Chinese "need us," because of the threat posed by the Soviet Union. But the main reason for the previous classification was a discussion between an irate Kissinger and Nixon of Mexican President Luis Echeverría, who had recently visited Washington, D.C. for talks with Nixon. After two meetings at the White House, Echeverría visited New York City for a session with left-liberal actors and writers, including I.F. Stone, Arthur Schlesinger, Jr., and Shirley McLaine. According to a report in the New York Times, Echeverría criticized Nixon for lacking knowledge about the salinity of the Colorado River, a still important regional problem. Telling Nixon about the article, Kissinger said "that son-of-a-bitch has really not behaved too well." Exasperated with the State Department’s schedulers, Nixon was angry that they had helped arrange a meeting with "total enemies."

The Documents

Document 1: Telephone conversation with Ron Ziegler, 1 June 1970, 9:35 a.m.

Source: mandatory declassification review release by Richard Nixon Presidential Library and Museum (NPL), National Security Council Files, Kissinger Telephone Conversation Transcripts, box 5, June 1-5, 1970

It took a declassification request to make this transcript available not because White House press secretary Ron Ziegler mentioned Kissinger’s dates with actresses Jill St. John and Faye Dunaway but because of the discussion of the U.S. material support to Thai "volunteers" deployed for military operations in Cambodia after the recent U.S. invasion. Because of domestic opposition, Thailand could not send regular troops, but U.S. military assistance permitted irregular operations.[1] Despite press reports from Thailand about U.S. support, Kissinger explained that "we don’t want to admit it." As for St. John and Dunaway, Kissinger said that the "publicity" about his personal life was "self-perpetuating. Once the thing has gotten started they’re such publicity hounds it keeps itself going."

Document 2: Telephone conversation with President Nixon, 24 June 1972, 12:25 p.m.

Source: mandatory declassification review release by NPL, National Security Council Files, Kissinger Telephone Conversation Transcripts, box 14, June 15-27, 1972

When the lengthy transcript of this wide-ranging conversation was originally declassified and released pages 13 and 14 were exempted and not declassified until 2009 after an Archive’s MDR request. The withheld information included a continuation of the Nixon and Kissinger’s discussion of China on page 12; Kissinger, who had just returned from talks with Premier Zhou Enlai in Beijing, declared that China was "our best ally right now except on Vietnam." Both agreed that China "need[s] us," apparently because its leadership feared the Soviet Union and saw the United States as a needed counterweight. Kissinger noted that the Chinese are "tough" and "fear [probably a mishearing of "share"] our assessment of the Soviet Union."

When speaking about sending a report on Kissinger’s visit to China to select heads of state and prime ministers, Nixon mentioned the possibility of including Mexican president Luis Echeverría, but Kissinger objected by saying "that son-of-a-bitch has really not behaved too well." Kissinger was referring to a report of Echeverría‘s meeting in New York with left-leaning journalists, actors, and intellectuals, including Arthur Schlesinger Jr., Shirley McLaine, I.F. Stone and Michael Harrington, during which he criticized Nixon for not knowing about saline pollution in the Colorado River as it crossed into Mexico.[2] Nixon was indignant, not only about that statement (he claimed to know a lot about the issue) but that the State Department had included in Echeverría‘s schedule a meeting with "total enemies." He believed that Echeverría could have said "positive things" especially because he (Nixon) had taken the trouble to hold two meetings with him: "Good God, we built him up, we gave him that kind of treatment."

Document 3: Telcon Mr. Edward Littlefield/The Secretary, 26 August 1974, 7:00 p.m.

Source: FOIA request, released on appeal

As national security adviser and Secretary of State Kissinger was never entirely comfortable dealing with international economic issues. It was not part of his Harvard training and his expertise was in the intersection of political and military affairs. To get the help he needed with economic diplomacy, Kissinger tried to recruit Charles W. Robinson, a California-based businessman, to serve as job of Under Secretary of State for Economic Affairs. Part of the recruitment process involved a conversation with Edward Littlefield, one of Robinson’s corporate colleagues at the Marcona Mining Company, during which Kissinger explained why Robinson was the right person for the job and why he needed to start very soon. Sharing his vision of the need to turn the State Department into a "disciplined political and economic unit," Kissinger needed help: "I am quite good in designing the foreign policy constructively. I have no idea how to relate economics here" and Robinson could fill the gap. Kissinger had high hopes about bringing Robinson into the government, believing that he would be suitable for a cabinet post, but he said he could "not wait six months." As it turned out, Kissinger had to wait; Robinson took the job, but did not begin work at State until early 1975. By the next year, he had been appointed Deputy Secretary of State, Kissinger’s number two.

Documents 4A-C: Kissinger’s Schlesinger Problem:

A. Telcon General Scowcroft/The Secretary, 12 September 1975, 6:15 p.m. Excised copy, released under appeal

B. Telcon Secretary Schlesinger/ Secretary Kissinger, 7 January 1976, 7:25 p.m.

C. Telcon Mr. Habib/Secretary Schlesinger, 24 August 1976, 8:34 p.m.

Source: FOIA request, released on appeal

When Kissinger was Secretary of State, his main bureaucratic rival was the late James R. Schlesinger, who was Secretary of Defense during 1973-1975. Their policy views were not that far apart, but as talented and highly competitive individuals they found it difficult to cooperate. As Walter Isaacson has noted, both found it difficult to treat colleagues as partners. Kissinger compounded the problem with secrecy and compartmentalization while Schlesinger’s haughty personal style aggravated many, not least President Ford.[3] The tensions in the Kissinger-Schlesinger relationship are evident in a conversation that Kissinger had in September 1975 with his White House deputy, Brent Scowcroft: it began with Kissinger observing that an acquaintance, whose name is excised, had said that Schlesinger is on "an all out campaign to get me." According to Scowcroft, General John Wickham, Schlesinger’s military aide, said that Kissinger was "talking about Schlesinger" but that Schlesinger was "saying nothing about you." Scowcroft did not think that was true: it "is the other way around." With respect to Schlesinger communicating to Kissinger, Kissinger complained that "every single initiative has to come from me." But then Scowcroft observed that if Kissinger called up Schlesinger, the latter would "leak" that Kissinger had "caved."

This was all moot because a few weeks later, as part of the October 1975 "Halloween Massacre," Ford fired Schlesinger and demoted Kissinger by removing him as national security adviser (Scowcroft got that post) but leaving him as secretary of state. A few months later, Schlesinger initiated a friendly conversation where they lamented over the Angolan situation and the "collapse of American responsibility." Discussing the new Secretary of Defense, Donald Rumsfeld’s, efforts to get a budget approved, Schlesinger declared that "there will be some cutting up on Rummy on the Defense budget" and Kissinger observed acidly that "it is hard to cut someone up who yields on the first hill." After agreeing to meet for breakfast, Kissinger admitted that he "missed" Schlesinger: "Unbelievable that I long for a good row with someone who knows what he is talking about."

Schlesinger nevertheless got on Kissinger’s nerves; months later, he found that the Chinese had invited the former Secretary of Defense for a visit. Kissinger was angry that Beijing had invited an ex-official whom the President had fired. With relations with China already at a low point, Kissinger believed that Beijing was using the invitation to Schlesinger against him. He also believed that Schlesinger would use the occasion to make statements critical of the administration. Accordingly, Kissinger asked Assistant Secretary of State Philip Habib to lodge what appears to have been a low-key unofficial protest with "our friends," by which he meant the Chinese liaison office in Washington, D.C. But the Chinese diplomat said that his government "had a right to invite the people they wanted" in the interests of a "good relationship."

Kissinger and Habib also discussed the repercussions of an incident in the North-South Korean Demilitarized Zone, where soldiers from the North had killed a U.S. Army sentry. With the South Koreans characterizing the U.S. response as a "backdown," Kissinger wanted U.S. Ambassador Richard Sneider to tell President Chung-hee Park, the military dictator, that "we are outraged."

Notes

[1] For the role of Thailand, see Kenton Clymer, Troubled Relations: The United States and Cambodia Since 1870 (DeKalb: Northern Illinois University Press, 2007), 113.

[2] "Echeverria Meets With N.Y. Leftists," New York Times, 18 June 1972.

[3] Walter Isaacson, Kissinger: A Biography (New York: Simon & Schuster, 1992), 622-624, 669

İLGİNÇ VİDEOLAR /// Dünyamız

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=6ohkfUHKUjg

IŞİD DOSYASI : BİR TÜRK SİTESİ (TAKVA HABER) IŞİD’E KATILACAKLARA BAKIN NASIL YOL GÖSTERİYOR !!!

Hicret edeceklerin yapması gerekenler!

İslam Devleti tarafından yayınlandığı belirtilen bir el kitabında, İslam Devleti’ne hicret edecek muhacirlerin yapmaları gerekenler yayınlandı.

İslam Devleti tarafından yayınlandığı belirtilen bir el kitabında, İslam Devleti’ne hicret edecek muhacirlerin yapmaları gerekenler yayınlandı.

İŞTE ÖNERİLERİN TERCÜMESİ:

El kitabında İslam Devleti’ne katılacakların yanında götürmesi istenen eşyaların ayrıntılı listesi de bulunuyor. Gelenlerin, yanlarında bir el çantası, bir sırt çantası ve bir bavuldan fazlasını getirmemeleri vurgulanıyor.

Bu çantalarda yer alması tavsiye edilen eşyalarsa şöyle:

El çantası (İçinde silah, kesici alet, sıvı ve patlayıcı olmamalı), pasaport, uçak biletleri, cüzdan, nakit para, cep telefonu, kulaklık ve şarj aleti, mendil, küçük LED fener, yara bandı, gözlük ve güneş gözlüğü, kâğıt ve kalem, birkaç ilaç, 24 saat içinde hayatta kalmanızı sağlayacağını düşündüğünüz her şey.

Hicret edenlere yakalanma durumunda şu önerilerde bulunuluyor:

1- Sakin olun: Durdurulmanız, sınır dışı edileceğiniz anlamına gelmez. Geçerli vizeniz var, hakkınızda uluslararası arama kararı yok ve valizinizde yasak madde bulunmuyorsa Türk yetkililer gözaltına alıp tutuklayamaz.

2- “Türkiye’de ne yapacaksınız?” diye sorulduğunda “Turizm” yanıtını verin. Türkiye’deki turistik merkezler hakkında bilgi sahibi olmalısınız.

3- “Suriye’ye mi gidiyorsunuz?” sorusuna doğrudan ‘Hayır’ deyip yalan söyleyin. (Harp hiledir.-Hadis-) Sıkıştırırlarsa Suriye’deki insanlara yardım etmek istediğinizi söyleyebilirsiniz ama asla sınırı geçmek istediğinizi söylemeyin.

4- “Terörist misin? El Kaide ile bağlantın var mı? Suriye’de El Kaide’ye mi katılacaksın?” diye soran Türk yetkililer El Kaide ile İslam Devleti arasında fark gözetmez. İslam Devleti ile El Kaide’nin bir olduğunu düşünüyorlar. Bunları güçlü biçimde reddetmelisiniz. Ama Türkiye’ye girişte bavulunuzda askeri bot, kamuflaj kıyafeti gibi eşya olmamalı. Cep telefonunuz ‘temiz’ olmalı.

KADINLARLA GELENLER İÇİN ÖNERİLERİ

El kitabında yalnız, çocuğuyla ve birkaç bacıyla İslam Devleti’ne katılmak isteyenler için özel uyarılarda bulunuluyor. Kitapta kadınlar “mahremi” yani nikâh düşmeyen bir erkek olmadan seyahat etmemeleri için uyarılıyor.

İşte o talimatlar:

-Türkiye’ye gitmeden önce ‘Devle’den tanıdığınız kişileri arayıp geleceğinizi bildirin. Size en az 2 kişinin telefonunu verecekler. Bunları küçük kâğıtlara yazıp güvenli yerlere saklayın. Numaraların kime ait olduğunu yazmayın veya sahte isim uydurun. Bunları cep telefonunuza da kaydedin ama dini isimlerle kaydetmeyin.

-Taksi tutup SIM kart alacak kadar Türkçe öğrenin. Havaalanına inince SIM kart alın. Yalnız veya çocuklarıyla Türkiye’ye gelen kız kardeşler, Türkiye’de otobüsle seyahat etmeli.

-Uzaktan kilitlenmeyen Android işletim sistemli akıllı telefon tercih edin.

-Telefon numaralarını arayın ve Devle’ye gitmek istediğinizi söyleyin. Onlar talimat verecektir.

-Seyahatte, kız kardeşler, büyük grup oluşturmayın. Türk havaalanlarında fazla tesettürlü kadın olmaz. Dikkat çekersiniz.

– İstanbul ’a iner inmez size söylenen yer için bilet alın. Birkaç ‘kız kardeşten’ oluşan grupsanız hepiniz aynı uçağa bilet almayın. İki kişilik grup olun.

-Gittiğiniz yerde numaraları arayın ve yeni talimatları alın. Size bir otel adresi verecekler. Otele üzerinde ‘taksi’ yazan gerçek taksiyle gidin.

-Havaalanında veya kentte sizi taciz eden kafirler olabilir. Sakin olun, tartışmayın.

-Sizi aramalarını sabırla bekleyin. Başka bir yere gitmeyin. Telefon 1-2 gün sonra gelebilir. Aramayı kaçırırsanız, aranmayı bekleyin.

-Sizi otelden taksiyle alacaklar. Şoförün sakalsız olmasından ve sigara içmesinden endişelenmeyin.

-Sizi güvenli bir eve götüreceklerdir. Orada başka kadınlar olabilir. Yalnız kalırsanız korkmayın. Size yemek ve içecek verilecek.

-Sınır geçişi gece veya şafak vakti yapılacaktır. Bavulunuzu bırakmanız istenebilir. Değerli eşyalarınızı alın ve sınırı geçin.

-Sınırı geçerken ayaklarınızda rahat ayakkabı, sırtınızda çift çarşaf olsun. Çarşafınız tellere takılırsa onu bırakın ve diğeriyle devam edin.

-Çocuklarınız için endişe etmeyin. Sizi sınırdan geçirenler arasında mutlaka erkek olacaktır.

TakvaHaber.com

GÜNDEM ANALİZİ /// ERKAN SAYLAN : Nasıl tecavüzcü olunur ?

Bundan birkaç yıl evvel nasıl tecavüzcü olunur başlıklı başka bir yazı daha yazmıştım. O sıralarda “Fatmagül’ün suçu ne” dizisi vardı. Ve o diziden ‘esinlenen’ kimi insanlar şişme bebekten, internet oyunlarına kadar tecavüzü meşrulaştıran, imrendiren paylaşımlar yapıyordu. Ve nedense hiç biri suç sayılmıyor ve engellenmiyordu. Aynı tarihlerde puşi taktığı için Cihan Kırmızıgül hapisteydi, 13 yaşında 26 kişinin tecavüz ettiği N.Ç için istese karşı koyabilirdi kararı verilmişti. Aradan dört yıl geçti değişen bir şey yok. Değişen tek şey daha çok kadına tecavüz ediliyor, daha çok kadın şiddete uğruyor ve ölüyor.

Birkaç saat önce 20 yaşında bir kadın toprağa verildi. 20 yaşındaydı Özgecan Aslan… Tecavüz edildi. Öldürüldü… Yakıldı ve bir nehre atıldı. Annesi “sütünü içirdim harçlığını verip okula gönderdim” diyor… Ve neden öldürüldüğüne bir gerekçe bulmaya çalışıyor. Bir anneye böyle vahşi bir şekilde kızının öldürülmesine neden arattıran bir ülkede yaşıyoruz…

Özgecan Aslan sizin kardeşiniz, kızınız, sevgiliniz olabilirdi. Bu kez olmadı… Ama aynı kaygıları, aynı korkuyu onlar da duydu…

Evet korkuyoruz…

Karanlıkta yürürken ardımızda bir ayak sesi duyduğumuzda korkuyoruz…

Ensemizde tanımadığımız bir nefes hissettiğimizde korkuyoruz.

Otobüste arkamızda duran adamın varlığından ürperiyoruz…

Dolmuşa binerken, iş yerinde geç saatlere kadar çalışırken, asansöre binerken, eve geç saatte dönerken…

Çünkü bütün erkeklerin tecavüzcü olabileceğini düşünüyoruz evet…

Evet evet hepinizin tecavüzcü olacağına dair garip saplantılarımız, korkularımız var… Değil misiniz?

Peki nasıl tecavüzcü olunur?

Böyle bir soru sorulmaz değil mi?

Evet sorulmaz…

Çok kötü bir kere. Tüyler ürpertici… Korkunç…

Peki tacize uğrayan bir kadına “Üzerinde ne vardı?” diye sorulur mu?

20 yaşında tecavüz edilip öldürülen ve yakılan bir kadın için “Nereliydi?” diye sorulur mu?

Sadece bir bedene zorla sahip olmakla tecavüzcü olunmaz. Ve tecavüzcüler sandığımız gibi yarım akıllı, hasta, cahil vb kişiler değildir… Onlar da her akşam evlerine giderler. Kardeşleri vardır hatta çocukları… O ellerle bir kadına dokunurlar, bir çocuğu okşarlar… Aynaya baktıklarında gördükleri suretten utanmazlar, tıpkı “o etekle sokağa çıkmış” diyen birinin utanmadığı gibi…

Tecavüzcü doğulmaz… Tecavüzcü olunur… Tecavüzcü olmanın bin bir yolu vardır ki, bu ülke insanı bu konuda oldukça deneyimlidir.

Gece yarısı sokağa çıktı, kahkaha attı diye, kısa etek giydi diye bir kadının tecavüzünü mazur gördüğünde tecavüzcü olursun.

Bir dizide, bir filmde kadına tecavüz edilmesini yüzünde gevrek bir gülümsemeyle izlediğinde tecavüzcü olursun.

Tecavüze uğrayan sevgiline, eşine, çocuğuna “kirlendi” gözüyle baktığında tecavüzcü olursun. “Üzerinde ne vardı ?” diye sorduğunda tecavüzcü olursun. Görmezden geldiğinde, utandığında tecavüzcü olursun. Sarmalamak yerine ayıpladığında tecavüzcü olursun.

Tecavüz eden yakınını koruyup kolladığında “iftira atıyorlar” diye can siper hane savunduğunda tecavüzcü olursun…

Tecavüz edilip öldürülen kadınların resimlerini yayınlayıp, sanıkların fotoğraflarını buzlayıp “beni tahrik etti” sözlerini büyük puntolarla yazdığında tecavüzcü olursun.

“Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” dediğinde tecavüzcü olursun.

Bir kadının ya da çocuğun tecavüze uğradığını söylemesini delil saymadığında, tecavüzün yarım kalmasına “iyi hal” indirimi verdiğinde tecavüzcü olursun. “İsteseydi karşı koyabilirdi” dediğinde tecavüzcü olursun.

İşte bu kadar kolaydır tecavüzcü olmak. Bambaşka bir karakter, ruh hali, hastalık gerektirmez. Sen meşrulaştırırsın. O uygular… Sen tetikçi olursun… Ona sadece yapmak düşer. Ve yaptığının bir cezası olmadığını, olmayacağını bilir. “Ben vatan haini değilim “diye kendini müdafaa bile eder. Çünkü alkışlayanı boldur. Kapı komşusundan, iş arkadaşına, polisinden mahkemesine hatta vekiline kadar…

Tecavüze uğrayan kadının hangi saatte sokakta olduğunu, üzerinde ne olduğunu, nereli olduğunu, ne içtiğini sorgulayan zihniyet tecavüzün tetikçisidir.

Nasıl tecavüzcü olunur?

İşte bu kadar kolaydır bu sorunun yanıtı… Evet soru kötü.. Ama evet bilerek isteyerek seçtim… Belki bir yere dokunur diye. Ne bileyim belki yüzünüz falan kızarır diye. Belki daha doğmamış kız çocuğunuzu düşünürsünüz diye… İncinirsiniz diye efendim evet incinin diye… Biz çok inciniyoruz çünkü. Etek boyumuzu, rujumuzun rengini, hangi saatte nerede olduğumuzu sormanızdan sorgulamanızdan sokakların sadece erkeklere ait olduğunu düşünmenizden… Ve öfkeleniyoruz… Evet artık sadece korkmuyor, öfkeleniyoruz. Ve bence bu öfkeden korkmanızda fayda var…

STK DOSYASI /// NECDET BULUZ : Sivil toplum örgütlerinin önemini ortaya koyabilmek.

NECDET BULUZ

Günümüzde sivil toplum teşkilatlarının (STK) giderek daha da önemli konuma geldiğini görüyoruz. Kamuoyunu aydınlatma, çeşitli alanlarda destekleme, Hükümet ve yönetim kadrolarına katkı yapmakla önemli görev üstlenen STK’lar Türkiye genelinde de önemli yer tutmaya başladı.

Geçenlerde Sivas’a ikinci devlet üniversitesi kazandırılması için yoğun çaba gösteren, önderlik eden Sivas Şehir Kültürünü Yayma ve yaşatma Derneği’nden ve Başkanı Ahat Türkmenoğlu’dan söz etmiştik. Sivas halkını ayağa kaldıran, tüm resmi ve sivil kuruluşları Sivas’a kazandırılmak istenilen ikinci üniversite için kilitleyen Dernek, şimdi de yeni alanlara el atmış durumda bulunuyor.

Derneğin diğer hedefleri arasında TOBB Üniversitesi’ne bağlı ETÜ Projesi’nin uygulamaya konulmasında etkili bir çalışma gösterdiğinin altını çizelim. Bu arada Dernek, bir de vakıf üniversite için İstanbul ve Sivas’daki iş adamlarını harekete geçirmiş bulunuyor.

Geçenlerde Sivas Şehir Kültürünü Yayma ve yaşatma Derneği Başkanı Ahat Türkmenoğlu ile görüştük. Başkan, yeni hedefleri arasında Kızılırmak Projesi’nin hayata geçirilmesi olduğunu, bunu Sivas’a yapılması düşünülen silah fabrikasının izleyeceğini söyledi.

Bir Kızılırmak Projesi’nin hayata geçirilmesini hiç düşünebiliyor musunuz? Bu projesinin hayat bulması ile Sivas en az 50 yıl ileriye gidecektir. Kentin kaderi yüzde yüz değişecektir.

Aslında tabloya şu açıdan bakmak gerekiyor:

Sivas, Anadolu’da tarih ve kültür zengini bir il olmasına rağmen, kalkınmada geri kalmış, çok önemli göç vermiş illerimizin de başında geliyor. Kent, şimdi bu talihsizliği tersine çevirme çabası içinde. Bunda da Derneğin çalışmaları küçümsenemeyecek kadar fazla.

İşte, yazımızın başında da değindiğimiz gibi, bir STK bu konuda ortaya çıkıp öncü olabiliyor, el attığı işlerde başarı yazıyor, bir kentin kaderini değiştirecek projelerin takipçisi olabiliyorsa bu bir başarıdır. STK’ların varlığını ve çalışmalarını bu açıdan değerlendirdiğimizde küçümsenmemesi gerektiği görüyoruz.

Cumhuriyet Üniversitesi 50 bin öğrenciyi barındırıyor. Bu Sivas ekonomisin ve kültürünün bir lokomotifidir. Şimdi bunun yanına ikinci, üçüncü üniversiteyi koyduğumuz zaman ortaya çıkacak tabloyu küçümsemek mümkün mü?

Bu ile kurulması düşünülen bir silah fabrikasının bu kentin kaderini kökten değiştireceğini görmemek mümkün mü?

Dernek Başkanı Türkmenoğlu, Dünyaca ünlü Berette silah kuruluşlarından biri olan Stoeger Silah Sanayi Genel Koordinatörü Emrah Hamzaoğlu’nun Sivas’a geldiğini, çeşitli temaslarda bulunduğunu söylüyor. Türkmenoğlu “Bu silah fabrikasının Sivas’ta kurulmasını istiyoruz. Çalışmalarımız da yoğunlaştı. Bu aynı zamanda çok önemli bir istihdam olacak ve 2500 kişiye bir anda iş kapısı açılmış olacaktır. Bunun yanında yan sanayide de bir canlanma olacaktır. “diyor.

Sivaslıların bu noktada bazı endişeleri de var. Türkiye’de bazı silah üreten illerin Berette’nın Sivas’ta kurulmasını hedeflediği silah fabrikasının kurulmasını engellemek için çalışma başlattıkları ve siyasi baskıları artırdıklarına da dikkat çekiyorlar.

İşte bu noktada devreye yine Sivas Şehir Kültürünü Yayma ve Yaşatma Derneği giriyor. Tüm Sivas halkını, resmi kurum ve kuruluşları, diğer STK’ları harekete geçirerek karşı atak başlatıyor. Dernek Başkanı Ahat Türkmenoğlu, “Dernek olarak bütün ağırlığımızı koyacağız. Tüm imkânlarımızı kullanacağız. Bizim de Bakanımız, milletvekillerimiz var. Bizim de siyasi ağırlığımızı ortaya koyup bu fabrikanın şehrimizde kurulmasını gerçekleştireceğiz. Dernek olarak bunu başarmak için çok geniş ve büyük bir kampanya başlatıyoruz” diyor.

Hiç kuşkusuz, bu tür yatırımlarda siyasilerin oynadığı rolü küçümseyemeyiz. Görebildiğimiz kadarı ile Sivaslı siyasiler bu tür konuları gerektiği kadar kucaklamıyor. İlgisiz kalıyor.

Hâlbuki kentin kalkınması tür istihdam yaratacak, işsizliğe çözüm olacak yatırımlarla gerçekleşir. Sivas, bugüne kadar göç vermişse bunun en büyük nedenlerinden biri işsizlik olmuştur.

Bakın, bugün Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz Sivaslıdır, bu kentin çocuğudur. Yıllardır Bakan koltuğunda oturuyor. Bu süre içinde Sivas’a ne kazandırdı? Hangi yatırımın gerçekleşmesinde öncülük etti? Milletvekillerinin önemli bölümü iktidar partisinin milletvekilleridir. Bu milletvekillerinin bu kente bugüne kadar ne kazandırdıklarını gören, söyleyen çıkabilir mi?

Bugün bakıyoruz, Sivas’a Sivaslı olmayanlar daha çok sahip çıkıyor. Bazen Sivas için önemli adımlar atmaya çalışan valilerin bu çalışmaları bile yine Sivaslılarca engelleniyor. Kısır çekişme, dedi-kodu, iş yapmak isteyenlerin de önünü kesiyor.

Bırakınız bir şeyler kazandırmayı, Sivas’ın edinimlerini bile koruyamadılar.

Böylesine bir durum karşısında eğer ortaya Sivas Kültürünü Yayma ve Yaşatma Derneği gibi bir STK çıkıyor, siyasilerin yapması gerekenleri üstleniyor, işlerin takipçisi oluyor ve tuttuğunu da koparabiliyorsa buraya bir nokta koymak gerekmiyor mu?

necdetbuluz
necdetes

AK PARTİ DOSYASI : SARI ÖKÜZ BAĞLAMINDA AKP HÜKÜMETİ VE TÜRKİYE

ÖKÜZLÜĞÜN ALEMİ YOK

Ormanın birinde Aslanlar toplanmış. “yahu” demişler, “hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader. Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük… Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor, eee balık yakalayacak halimiz de yok… N’aapsak? ”

Bir tanesi “en iyisi, öküzlere saldıralım” demiş,

“iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş… Tam dişimize göre!”

Olur mu? Olur.

Hücum!

Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;

Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer…

organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç bilaç.

N’aapsak, n’aapsak?

“tilkiye danışalım” demişler.

Tilki “kolay” demiş,

“beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim…”

Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş,

“saygıdeğer öküzler” demiş,

“aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar…

Ama; Şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o…

Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü,

Kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın! ”

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış,

“bana dokunmayan yılan bin yaşasın” Mantığıyla,

verivermişler sarı öküzü…

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün ….

Tilki gene gelmiş.

“bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz” demiş

Ve eklemiş:

“ama şu var ya benekli öküz, benekli öküz,

O burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş,

Canları çekiyor, verin, kurtulun!”

Öküz heyeti düşünmüş,

“otlağın selameti için”

Teslim etmiş benekli öküzü…

Üç gün, dört gün…

Tilki gene gelmiş.

Kuyruğu uzun olanı…

Burnu beyaz olanı…

Tombul olanı…

Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş.

Semirmiş aslanlar.

Günlerden bir gün… Artık tilki gelmemiş!

Gerek kalmamış çünkü.

Doğrudan aslan gelmiş.

“hanginizi istiyorsam,

Canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz,

Adamı hasta etmeyin” demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler,

“keşke sarı öküzü vermeseydik” demiş ama iş işten geçmiş.

İşte Öküzlük böyle bir şeydir…

Bu hikaye sebebiyle, dünyaca ünlü alman ilahiyatçı ve yazar Martin Niemöller akla geliyor…

Bir şiirinde aynen şunları yazmıştı:

“Naziler önce komünistleri tutukladılar;

Komünist değilim diye ses çıkarmadım.

Sonra Yahudileri tutukladılar,

Yahudi değilim dedim, sesimi çıkarmadım.

Sosyal demokratları tutukladılar,

Savunmak bana mı kaldı dedim, sesimi çıkarmadım.

Sıra bana geldiğinde;

Etrafta tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı!”

Şimdi bakın çevrenize.

çevrenizde ses çıkartacak kimse kaldı mı?

Umarım sıra size gelmez!..
O halde neymiş; ÖKÜZLÜĞÜN ALEMİ YOK.

VİDEO : ATATÜRK DÜŞMANLARI BOŞ DURMUYOR /// Hilafet konferansında Atatürk posterlerine tepki

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=7WmYwWfo9RA&feature=em-subs_digest

DUYURU /// CHP MİLLETVEKİLİ ATİLLA KART : Nihat’ların Öldürülmesinden Vicdanı Sızlamayanlar !

5 Mart 2015

TBMM Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını Anayasa’nın 98 ve İçtüzüğün 96. maddeleri gereğince saygıyla talep ederim.

Atilla Kart

CHP Konya Milletvekili

İlgi ; Başbakan’a Tarafımızdan yöneltilen 30 Ocak 2015 tarihli yazılı soru önergemiz ve TBMM Başkanlığının 04.03.2015 tarih 218199 sayılı cevabı-iade işlemi.

İlgi önergemizde; Cizre’de yaşanan vahim olaylardan söz edilerek; en son 14 Ocak tarihinde, 12 yaşındaki Nihat Kazanhan’ın vicdanları sızlatan bir şekilde öldürüldüğünün ortaya çıkması üzerine; olayın hemen akabinde İçişleri Bakanının, olayda kapsül ve biber gazının kullanılmadığını ifade ettiği; Başbakanın da bu beyanı tekrarladığı, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın da yine benzeri şekilde yaşananların provokasyon olduğunu söyleyerek gerçek dışı beyanlarda bulundukları; failleri bulması gereken Hükümetin, “nasıl olsa ortaya çıkmaz yaklaşımıyla” bu durumu gizleyen kamu görevlilerine sahip çıktığı ve aslında Hükümetin provokasyon zeminini yarattığı ; olay esnasında ve sonrasında; Polisin lakayt , sorumsuz ve insani olmayan tavrının dehşet verici olduğu; bu gelişmeler karşısında, İçişleri Bakanının, ya yalan beyanda bulunduğu ya da Emniyet Amirlerinin kendisini yanılttığı; aynı durumun Başbakan için de söz konusuolduğu dile getirilerek; Hükümetin müteselsil bir şekilde sorumsuzluk ve yalan beyan boyutlarına ulaşan bu tavrı karşısında ;

açık bir şekilde ; siyaseten, adli , idari ve insani olarak yapılması gereken görevlerin ne zaman yapılacağı ve kamuoyuna dürüst ve tatminkar bir açıklamanın neden yapılmadığı sorulmuştur.

· Soru önergemizde özel yaşama ve kişilik haklarına yönelik bir beyan yoktur. İstişare amacı söz konusu değildir. Aksine; olayın vahameti ve insanlık suçu boyutlarına ulaşan bir eylemin vuku bulması ; ilgili Bakanların sorumsuzluk ve yalan beyan boyutlarına ulaşan tavırları karşısında ; Hükümetin ; siyaseten, adli ve idari , insani olarak üstüne düşen görevleri neden yapmadığı ve olayı neden geçiştirmek istediğine yönelik sorular yöneltilmiştir. Bu sorular, doğrudan kamu görevinin kötüye kullanılmasıyla ilgilidir. 12 yaşındaki bir çocuğun gayri insani bir şekilde öldürülmesine yol açanlardan, hukuk zemini içinde hesap sorulması amacına yöneliktir. Görevini kötüye kullanan, oluş şekline göre yalan beyanda bulunduğu ya da provokatif bir şekilde açıklama yaptığı anlaşılan Bakanların ya da Başbakan’ın bu yöndeki söylem ve eylemlerinin; anlatımı yapılan bir şekilde nitelendirilmesinden daha doğal ne olabilir?

İşte bu aşamada, TBMM Başkanı, “durumdan vazife çıkartarak”; İçtüzüğe hiçbir aykırılığı söz konusu olmayan önergeyi işleme koymamış, bir kez daha TBMM’nin Kurumsal kimliğini, saygınlığını ve misyonunu gözardı etmiş; “Siyasi iktidarın Memuru” olmayı kabullenen bir yaklaşımın içinde olduğunu göstermiştir.

· Klasik, soyut ve formül gerekçeyle önergemizi işleme koymayarak , Milletin adına Yasama denetimi görevi yapmamızı fiilen engellemiştir. Aslında küçük Nihat’ın faillerinin ortaya çıkarılmasını bir anlamda engellemiştir.

Anlatımı yapılan bulgu ve değerlendirmeler kapsamında bir kez daha soruyoruz;

1- 14 Ocak tarihinde Polis tarafından öldürüldüğü ortaya çıkan Nihat Kazanhan’ın öldürülmesi olayında ; yasal ve siyasi anlamda sorumlulukları bulunan Kamu görevlileri hakkında idari ve disiplin yaptırımlarını uyguladınız mı, uygulayacak mısınız? Adli soruşturma konusunda üstünüze düşen görevi yaptınız mı?

2Başbakan olarak; Sizin, İçişleri Bakanının ve Başbakan Yardımcısının “gerçek dışı” olduğu anlaşılan beyan ve açıklamaları karşısında ; özeleştiri anlamında kamuoyuna ”özür dileme” niteliğinde beyanda bulunma, açıklama yapma erdemi ve sorumluluğunu gösterecek misiniz?

25 ubat 2015 Babakana soru nergesi cizre nihat n lm hk.doc