Günlük arşivler: Mart 29, 2015

BOP PROJESİ /// Saadet Partisi : Yemen olaylarının sebebi BOP

Birol Aydın, Yemen’deki operasyonunun Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olduğunu söyledi…

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın, Yemen’deki son gelişmelerin ve çatışmalı ortamın nedeninin Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) olduğunu ileri sürdü.

Yemen’de, özellikle 2004 yılından bugüne devam eden, darbeler ve ayaklanmalarla dolu iç çatışma dönemi, Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği askeri operasyon ile farklı bir boyut kazanmış durumda. Özellikle BOP’un fiili başlangıcı sayılan Afganistan’ın işgali, ardından Irak’ta başlatılan bölünme ve işgal, bölgemizi ve islam dünyasını sorunlar yumağı ile karşı karşıya bıraktı. Yemen’de bugün karşılaştığımız durumu, BOP’un yol haritasından bağımsız olarak düşünmemiz mümkün değildir.

Arap Baharı sürecinde, Özgürlük,bağımsızlık, insan hakları, halk devrimleri, diktatörlerin işbaşından uzaklaştırılması gibi kulağa hoş gelen söylemlerin, bugün için karşılığının olmadığı artık acı bir gerçek olarak orta yerde duruyor.

Mısır’da yaşananlar, Libya’daki bölünmüşlük ve iç savaş, Suriye’de devam eden süreç ve bugün Yemen’de olanlar, üzülerek ifade edelim ki, islam ülkeleri arasında yeni ayrılık alanları oluşturmak için, emperyalistler tarafından özellikle planlanmaktadır.
Yemen’de Husiler şunu yaptı, Hükümet güçleri şöyle karşılık verdi gibi açıklamalar bu sorunu doğru bir şekilde tam olarak anlamamızı sağlamaz.

Hristıyan dünyası 1000 yıldan beri birbirine düşman olan Katolik ve Ortodoks mezhepleri arasındaki sorunları çözme konusunda önemli aşamalar kaydetmişken, islam dünyasının mezhep çatışmaları içine düşmesi acı bir durumdur.

İslam Dünyası içindeki, farklılıklar tartışma alanları değildir. Yüzyıllardan beri devam eden farklı bakış açılarının çözümü, silahta, iç savaşta ve mezhep taassubu ile kan dökmekte değildir. Ne Husiler Yemen’e uzaydan gelmiş bir topluluk ne de biri diğerini öldürerek katlederek ortadan kaldırabilecek değildir. Akıl bir işin sonunu düşünmektir. Bu süreç yeni kan davalarının ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir ve eğer akl-ı Selim ile hareket edilmezse kardeş kardeşin kanını dökecek ve sonuçta batılı emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürülecektir.

Türkiye, Körfez ülkeleri ile yaşadığı sorunların Çözümü için Yemen’i anahtar olarak kullanmamalıdır. Ayrıca Her bir ülke de kaostan stratejik fayda devşirecek adımlar atarak sorunu daha da derinleştirecek bir plan içinde olmamalıdır.

Ne yazık ki basiretsiz yöneticilerin teşne olmasıyla İslam coğrafyası Batı’nın yaşadığı Ortaçağ karanlığına sürüklenmek istenmektedir. Bu bataklıktan kurtulmanın tek yolu ise İslam Birliği’nden geçmektedir. D-8 bunun için çok önemlidir. Güçlü bir D-8 en başta İslam ülkeleri arasındaki ihtilafların çözümünde etkin olacağı gibi, Batılı güçlerin de bölge üzerindeki emellerine en büyük engel teşkil edecektir.

YEMEN DOSYASI : Kuruluş Aşamasından Çıkamayan Yemen’de Savaş

Arap toplumlarının en eski tarihini temsil eden Yemen coğrafyası bugünlerde tekrar gündemde. Arap Baharı sürecinde bir türlü istikrara kavuşamayan Yemen, şimdi de askeri bir müdahale ile yeni uluslararası rekabetlerin sahası oldu. Etkileri uzun yıllar sürecek olan bu son gelişmelerin yaşandığı Yemen’i ne kadar tanıyoruz?

Bir zamanlar “Mutlu Yemen” diye nitelendirilen bu ülke bir kabile toplumudur. Hatta Arap yarımadası ve Körfez’de yaşayan pek çok Arap kabilelerinin kökeni de Yemen’e dayanmaktadır. Günümüze kadar bu yapısını muhafaza eden Yemen’in özellikle kuzey tarafları (Yukarı Yemen) kabilevi kimlik ve organizasyonların etkin olduğu yerlerdir. Güneyde bu yapı daha zayıf olmakla birlikte, yine de feodal bağlar güçlüdür. Modernleşme sürecinde bir türlü devletleşemeyen Yemen’de kabileler, merkezi otorite karşısında kendi nüfuz ve konumlarını korumuşlardır. Dengeli bir siyaset üretemeyen Yemen hükümetleri ve siyasetçileri ise kabilelerin bu yüzden birbirleri ile çatışmalarını önleyememişlerdir. Başka bir ifade ile bu tür toplumlarda aynı zamanda siyasi bir birlik sayılan kabileler, Yemen’de devletleşme sürecinde imtiyazlarından fedakarlık etmemişlerdir.

Yemen toplumu dini bakımından Sünnî (Şafi’î, sınırlı sayıda Maliki ve Hanbeli) ve Şiî/Zeydî mezhebine mensup Müslüman guruplardan oluşmaktadır. Ancak başta İsmailliye olmak üzere muhtelif Şiî kollarına mensup başka guruplar da eksik değildir. Çok az sayıda Avrupalı Hıristiyanların dışında yerli Yahudiler de mevcuttur. (İsrail Devleti’nin kuruluşuna kadar burada yaşayan pek çok Yahudi, meşhur “Sihirli Halı Operasyonu” ile İsrail’e göç ettirildi). Tahmini nüfusu 25-26 milyona ulaşan ülkede doğum oranı hayli yüksektir. Gelecekte Ortadoğu’da nüfus bakımından en büyük ülkelerden birisi olacağı tahmin edilen ülkede nüfusunun yüzde elliye yakını yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Yemen, az da olsa petrol ve diğer bazı madenlere sahip olmasına ve geniş ziraat imkanlarına rağmen, dünyanın en fakir ülkelerinden birisidir. Özellikle kabile ve mezhep çatışmaları da bu fakirliği gün geçtikçe katlamaktadır. Halen ülkede bakıma muhtaç milyonlarca yetim çocuk bulunmaktadır.

Diğer taraftan Yemen gerek geleneksel mimarisi, Osmanlı döneminde yapılan eserleri ve esasında sosyal hayatı itibarı ile “müze ülke” diye nitelendirilecek özelliklere sahiptir ki, son askeri harekatın bu yapıya büyük zarar vermesi olasıdır.

Zeydiler Kimdir?

Zeydîlik Şiî mezhebinin üç kolundan birisidir. Şiiler, Hz. Ali’den sonra gelen imamların sayısında ihtilafa düşmüşlerdir. Bunlardan on iki imamı benimseyenlere İmamiye (İsna aşeriye), yedi imamı benimseyenlere ise İsmailliye denilmektedir. Zeydiler ise dördüncü imamdan sonra (Ali, Hasan, Hüseyin ve Ali) imametin Zeyd’e geçtiğini iddia ederek, diğer Şii guruplardan farklılaşmışlardır. Onlara göre Şiilikte ayırıcı bir unsur olan İmamlık, yani devlet başkanlığı Ali-Fatıma soyundan devam etmelidir.

Esasında Zeydîlik de birçok inanç gibi ilk defa Hz. Ali’nin bir müddet yaşadığı Kufe’de ortaya çıkmıştır. Ancak çıkışından uzun yıllar sonra Yemen’de yayılmıştır. 911 yılında İmam Hadî Yahya b. Hüseyin, Yemen taraflarına giderek, kabileler arasında Zeydîliği yaymıştır. Dağlık ve siyasi otoriteden uzakta “Yukarı Yemen” olarak bilinen bölgedeki kabileler arasında ilgi gören bu yeni inanç biçimi aynı zamanda onlara siyasi bir birliktelik de sağladığı için hızla taraftar bulmuştur. Yemen’de hükmeden hemen her idare bu mezhep mensuplarının direnci ile karşılaşmıştır. Yayılmacı ve çatışmacı kimliklerinden dolayı da daima bütün Yemen’i idare etmeye niyetlenmişlerdir. Oysa idareciler ve orta ve güneyde yaşayan halkın büyük çoğunluğu Sünnî idi ve onları engellemekteydi. Bu durum da iki taraf arasında çekişmelerin sürekliliğine neden olmuştur. Bu yüzden Yemen’de idare sık sık el değiştirmiştir.

Osmanlı asırlarında, Osmanlı idarecilerinin sürekli Zeydiler ile mücadele etmeleri bunun en bariz örneğidir. Kuşkusuz bu çekişmenin ardında yatan bir çok neden olmakla birlikte ana motivasyon, İmamet hakkının (yani Halifeliğin) Hz. Ali’nin soyundan birisinde bulunmasına olan inançta yatmaktadır. Buna rağmen Osmanlı Devleti uzun yıllar Zeydileri kontrol etmeyi başararak en azından şehirlere uzanan idarelerine son vermiştir. Onlar da sistemden uzak kalmak için erişilmez dağlık alanları mekan tutmuşlardı. Fırsat bulduklarında Osmanlı idare merkezlerine karşı savaş açmaktaydılar. 1635 yılında Kuzey Yemen’deki Zeydîlerin kısmen diğer Yemenliler ile de yaptıkları ittifaklarla Osmanlı kuvvetlerine karşı galibiyetler elde etmesi Zeydi İmamlığını yeniden güçlendirdi. Bu süreçte bölgede idareyi doğrudan yürütmenin mümkün olmadığını gören Osmanlı Devleti de geri çekilerek, vassal bir yönetim tarzını benimsedi.

Zeydiler egemenliklerini bütün Yemen’e (San’a, Aden, Lahic, Hadramut, Yafi’…) yaydılar ama merkezi idareden ziyade adem-i merkezi bir idare tesis edebildiler. Bu durum, zamanla farklı idari bölgelerin bağımsızlıklarını ilan etmesi veya dış müdahalelere açık hale gelmesine neden olmuştur ki, esasında bugün bile Yemen’de her bir bölgenin farklı talepler ile ortaya çıkmasında bu tarihi altyapının payı büyüktür. Nitekim, Ali Abdullah Salih’in devrilmesinden sonra oluşturulan geçici temsilciler meclisi görevini tamamlarken 2012 yılında yayımladığı beyannamede bile Yemen’in adem-i merkezi idaresine kapı aralamıştı.

Yemen İmamlığı (1918-1962)

Mondros mütarekesi ile Osmanlılar Yemen’i tahliye etti. Yemen’in, güneyini (Aden ve civarını) İngilizler; Osmanlıların boşalttığı Sana ve etrafı ile kuzey kesimlerini de Zeydiler idare etmeye başladı. 1912 yılından beri Osmanlılar ile önemli bir müttefik olan ve savaş boyunca da ittifakına sıkı sıkıya sadık kalan İmam Yahya (dönemin Zeydi lideri), mütarekeden sonra Yemen’de kalan Osmanlı memurlarını bırakmayarak idarenin onların elinde gelişmesini sağladı. Her ne kadar uyguladığı yasalar Zeydi mezhebinin prensipleri olsa da idari mekanizma daha ziyade orada kalan bir avuç Türklerin tesis estiği tarzda yürüdü. Aslında Yemen, Lozan anlaşmasının imzalandığı 1923 yılına kadar hâlâ bir Osmanlı toprağı olarak kalmaya devam etti. Bu yüzden 1920 seçimlerinde Yemen’den de TBMM için milletvekilleri seçildi ama hiçbir zaman Ankara’ya gelme imkanları olmadı. İmam Yahya ise son Osmanlı valisi olan Mahmud Nedim Bey’i danışman seçerek devletin sürekliliğini sağlayabildi. Mahmud Nedim 1926 yılına kadar Yemen’de kalarak Modern Yemen İmamlığının devlet teşkilatını kurdu.

Suudi-Yemen Çekişmesi ve Türkiye’nin Arabuluculuğu

İlginçtir ki, Mahmud Nedim’in Yemen’i terk ettiği 1926’dan itibaren İmam Yahya ile o sırada Necid ve Hicaz Saltanatı diye anılan Suudi Arabistan arasında bir dizi sınır ihtilafları ve savaşlar başladı. İhtilafın temel konusu bugün Suudi Arabistan’ın sınırları içinde olan Asir bölgesi üzerinde hakimiyet tesisi idi. Bu süreçte Türkiye’den Abdülgani Seni Yemen’e özel elçi sıfatı ile gönderilerek iki tarafın arasında arabuluculuk yapıldı. Bu misyonun raporları Dışişleri arşivlerinde olsa gerektir. Ancak raporun bir bölümü o tarihlerde Dışişleri Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. İmam Yahya da Ankara ile ilişkileri iyi tutuyordu. Hatta bir ara Ankara’dan silah talebinde bile bulundu. Ama Suudi Arabistan’ı rahatsız edeceği gerekçesi ile bu talebe cevap verilmediği gibi, haberin yayılmasından duyulan rahatsızlığı da bertaraf etmek üzere Suudi Arabistan kralına hediye olarak Türk yapımı bir kaç tüfek gönderildi. Böylece iki tarafın çekişmesinde Türkiye’nin tarafsız duruşu tescillenmek istendi. Esasında o sıralarda Abdülaziz b. Suud (Necid ve Hicaz Sultanı), Mısır başta olmak üzere diğer Arapların kendisini desteklememelerine de hayli içerleniyor ve şikayet ediyordu. Henüz resmen tanınmış bir devlet olmadığı için de uluslararası bir desteği talep edemiyordu. Meselede ilk harekete geçen Türkiye olmuştu. Zira Türkiye 1926’dan itibaren Cidde’de maslahatgüzarlık oluşturarak esasında doğmakta olan Suudi Arabistan’ı erken bir zamanda tanımıştı.

İmam Yahya’nın Akıbeti

İmam Yahya her ne kadar Yemen’e hükmetmeye başlamış ise de Yemen’de Osmanlıların bıraktıklarına bir şey ilave edemediği gibi, Sünnî-Zeydî çekişmelerini de tırmandırdı ve var olanları da tüketti. Bazı Osmanlı eserlerinin tahrip etti. Ancak var olan en iyi binalar, okul ve kışlalara ihtiyaç duyduğu için de pek çok Osmanlı eseri ayakta kaldı. İmam sıfatı ile idaresinin şahsi kararlarına bağlı olması halkın memnuniyetsizlikleri arttırdı. Pek çok Yemenli özellikle Sünni olanlar Aden, Suudi Arabistan hatta Endonezya’ya göç etti. Seksen yaşındaki İmam Yahya 1948 yılında kendisine yapılan bir suikastla öldürüldü ve oğlu Ahmed kısa sürede kontrolü sağlayarak babasının baskıcı rejimini daha da arttırarak uygulamaya başladı.

Birleşik Arap Cumhuriyeti’nde Yemen

Birleşik Arap Cumhuriyeti liderleri

Birleşik Arap Cumhuriyeti Liderleri (Nasır, İmam Bedr, Şükrü Kuvvetli)

Arap dünyası o sıralar milliyetçi söylemler ile çalkalanıyor ve bu sözler Yemen’de de yankı buluyordu. İsrail karşıtlığı, İngilizlerin bölge politikalarında uyandırdığı nefret, Yemenli subayların da zihninde yer etmeye başlamıştı. Dönemin karizmatik Arap lideri Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır’ın (Nasır) etkisi her tarafta olduğu gibi Yemen’de de görülüyordu. Yemen İmamı Ahmed bu baskılara fazla dayanamadı, olayları kontrol etmekte zorlandı ve ordusundaki subayların telkiniyle 1958 yılında Mısır ve Suriye’nin kurdukları Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. Yani Osmanlı Devletinin dağılmasından sonra en büyük Arap Birliği bu şekilde sağlanmış oldu. Ancak bu balayı uzun sürmedi. Uluslararası konjonktür, hatta Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle bu birlikteliği sürdürmek için Nasır’ın ilk yıllardaki heyecanının sönmesi ile 1961 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti dağıldı. Dışarıda yaşayan Yemenliler ve özellikle sosyalist Araplar eleştiri oklarını İmam Ahmed’in idaresine yönelttiler. İsyanlar başladı ve Ahmed’e suikast düzenlendi. Suikasttan kurtuldu ise de Eylül 1961’deki ölümüne kadar babasından devraldığı idareyi bir daha sağlayamadı. Ölünce yerine Suudi Arabistan’ın desteklediği oğlu İmam Bedr geçti. Bazı liberal dönüşümler sağladı ise de Tuğgeneral Abdullah Sallal’in organize ettiği bir isyanı önleyemedi. Kaçarak kendi kabilelerine sığındı ve buradan isyancılara karşı bayrak açınca Yemen’de iç savaş başladı.

Yemen Cumhuriyeti ve Bölge Ülkeleri

Merkezi kontrol eden Nasırcı Tuğgeneral Sallal, 26 Eylül 1962’de Yemen Cumhuriyeti’ni ilan etti. İngiltere hariç, ABD başta olmak üzere BM’ye bağlı elli ülke yeni cumhuriyeti hemen tanıdı. Fakat Tuğgeneral Sallal isyancıları ve muhaliflerini durduramadı ve Nasır’dan yardım istedi. Nasır, Yemen’e 50-70 bin kişilik bir askeri kuvvet gönderdi ki, Modern Arap tarihinde belki de bir seferde yapılan en büyük askeri sevkiyat idi. Nasır, hem kaybolmaya yüz tutmuş olan itibarını toplayacak hem de belki de dağılan Arap Birliği’ni yeniden kurabilecekti. Üstelik bu harekat ile uluslararası saygınlığını kurtaracaktı. Ne de olsa modern bir cumhuriyetin kurulmasına katkı sağlıyordu.

Mısır kuvvetleri Yemen’in ağır coğrafi şartlarında hiç bir başarı göstermediği gibi -bugünün aksine- Nasır’a karşı İmam Bedr ve taraftarları Suudi Arabistan’dan destek alıyorlardı. Suudi Arabistan yayılan Arap milliyetçiliğinden rahatsızlık duyuyor, Nasır’a şüphe ile bakıyordu. Üstelik yanı başında güçlü bir Yemen Cumhuriyeti’nin oluşmasını istemiyordu. Bu yüzden iç savaş uzun sürdü. Savaş yüzünden olamayan Yemen ekonomisi tamamen çöktü. Ziraat ve hayvancılık adeta yok oldu. Az da olsa Osmanlıdan miras devralınan ve geliştirilen devlet kurumları iflas etti. On binlerce insan hayatını kaybetti. Savaşın uzaması üzerine, Cemal Abdünnasır ve Suudi Kralı Faysal bir anlaşma yaparak, Cumhuriyetçiler ile Kralcılar arasında Kasım 1965’te bir referandum yapmaya niyetlendiler ama başarılı olamadılar, iç savaş tekrar şiddetlendi.

1967 yılında Arap-İsrail Savaşı (altı gün savaşları) yaşanınca Cemal Abdünnasır Yemen’deki kuvvetlerini geri çekme kararı aldı. Mısır ve Suudi Arabistan anlaşıp iki tarafa da desteklerini kestiler. Bunun üzerine Yemen Ordusundaki bazı subaylar Abdullah Sallal’i görevden uzaklaştırıp, yönetimi Abdurrahman El İryanî başkanlığındaki bir konseye devrettiler (5 Kasım 1967). Suudi Arabistan yeni yönetimi tanıdı ve yardımlarda da bulundu. İç savaş ancak 1970’te sona erdi ve (Kuzey) Yemen Cumhuriyeti gerçek bir devlet olarak tarih sahnesine çıkabildi. Bu açıdan, bugünlerde yaşanan sıkıntıların kaynağı o günlerden beri Yemen’in kuruluş aşamasından kurtulup gerçek bir devlete dönüşememesidir. Yemen sürekli müdahalelere maruz kaldığından dolayı bir türlü kuruluş aşamasından çıkamamıştır.

Güney Yemen ve İngilizler

Yemen’in güneyi Aden, 1839 yılından beri İngilizlerin işgalinde idi. İngilizler burada büyük bir liman kenti meydana getirmelerine rağmen gelişme ve gelirler hiç bir zaman halka yansımamaktaydı. Halkın çoğunluğu yine geleneksel tarzda ziraat ile geçiniyordu. Aden doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılmış ve İngiliz himayesi altındaki şeyhler tarafından idare edilmekteydi. Batı Aden’de 1959 yılında şeyhlikler arasında İngiltere’nin himayesinde yeni bir birlik oluşturuldu. Bunun karşılığında İngiltere onlara mali yardımda bulunacak, savunma gereçleri sunacaktı. 1963 yılında Doğu Aden’den iki şeyhlik daha bu birliğe katıldı. Ardından aynı yıl İngiliz sömürgesi altında kalmak şartıyla, 17 sultanlık/şeyhlikten meydana gelen Güney Arabistan Birliği kuruldu. Bir süre sonra kuzeyi daha önce etkileyen bazı milliyetçi siyasi oluşumlar, ülkeyi İngiliz sömürgesinden kurtarmak için faaliyete başladılar. Aden artık İngilizlere de yük olmaya başlamıştı. 130 yıla yakın bölgeden ve ticaretinden istifade eden İngilizler, halkın gelişmesi adına hiçbir şey yapmadılar. 1968 yılında bölgeye bağımsızlık vereceklerini ilan ettiklerinde daha önce bağımsızlık için çalışan bu grupların her biri bu sefer Aden’e hükmetmek için savaşmaya başladı. Bu guruplar dışarıdan da desteklenince “yetmiş gün savaşları” diye bilinen yeni bir iç savaş başladı. İngilizler de Aden’i tahliye etmeye başladılar ve son İngiliz askeri Aden’i terk edince 30 Kasım 1967’de Güney Yemen’de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kuruldu

Güney-Kuzey Yemen Birleşmesine Doğru

Sosyalizmi benimseyen bu yeni devlet aynı zamanda ilk Marksist Arap Devleti olma özelliğini de taşır. Stratejik mevkii ve ideolojisi hemen Çin’in ve Sovyetler Birliği’nin desteğini almasını sağladı. Ayrıca burada mevcut ve daha ziyade nakliyat işi yapan Petrol şirketleri üzerinden de ABD ile iyi ilişkiler tesis etti. Mısır’ın bir gözü üzerlerinde idi. 1967’de Arap İsrail Savaşında yaşananlar burayı etkiledi. Özellikle ABD’nin kendi vatandaşlarına aynı zamanda İsrail vatandaşlığı hakkını tanınması büyük bir kızgınlık yarattı. Zira bu karar ile ABD’li pilotlar İsrail ordusunda Araplara karşı savaşabileceklerdi. Bu da Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin Arap milliyetçiliği fikri ile çelişiyordu. Bu gelişme bölgenin gittikçe Batı’dan kopmasına ve ideolojik olarak yakın durdukları Sovyetler Birliği’nin daha fazla etkisine girmesine sebep oldu. Nitekim bugün en azından Güney Yemen’de sosyalist ideoloji ve taraftarları bir çok ülkeye nazaran daha fazladır ve son iç çatışmalarda da bir ağırlık teşkil etmekte hatta, güneyin tekrar ayrılmasını savunmaktadırlar.

Önemli geçiş güzergâhlarına sahil ve geçiş yolları üzerinde bulunması Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin, Kuzey’deki Yemen Cumhuriyeti’nden daha fazla gelişmesine imkan sağladı. Fakat rejim itibarı ile Doğu blokunun müttefiki olarak kalmaya mahkum oldu. Bu yüzden çevresindeki Batı müttefiki Arap devletleri ile ilişkileri sınırlı kaldı. Yani jeopolitik özelliklerini kullanamadı ve gelişemedi. Berlin Duvarının yıkılmaya başlaması ve Soğuk Savaş’ın yumuşaması ile Güney Yemen de Kuzey ile 22 Mayıs 1990’da birleşerek bugünkü Yemen Cumhuriyeti’ni meydana getirmişlerdir. 1994 yılında güneyde yeniden bir iç savaş yaşandı ise de kısa sürede bastırıldı. 2000 yılında Suudi Arabistan ile sınır sorunlarını büyük ölçüde çözen (ama bu süreçten sonra tekrar gündeme geleceği muhakkak) Yemen, bu sefer de kabilelerin, merkeze muhaliflerin (el Harik gibi) ve Husiler diye isimlendirilen radikal Şiî gurupların yarattığı sorunlar ile boğuşmaya başladı.

Husiler Kimdir, Ne İstiyorlar?

Husiler, başkent Sana’nın 240 km uzağında kuzeyde bulunan bir Zeydi guruptur. Zannedildiği gibi yeni ortaya çıkmış bir gurup değildirler. Sa’da bölgesinde yaşamakta olan kabilelerdendirler ki, bu coğrafya tarih boyunca merkezi idarenin en az hissedildiği ve Zeydi imamların özgürce hareket edebildiği yer olmuştur. Ancak Husilerin radikal görüşleri ile siyaseti birleştiren fikirleri nispeten yeni sayılabilir. Zeydilerin son İmamı Bedr’in darbe ile görevden indirilmesi sırasında kuzeye kaçarak ittifak yaptığı gurupların başında Husiler gelmektedir. İmam Bedr uzun yıllar süren isyan ve iç savaşta bu gurubun şeyhi olan Hasan el Husi’nin ciddi yardımlarını alırken ilerde oluşacak yapıda kendilerine geniş haklar tanıyacağını da vadetmişti. Nitekim bölgeye sevk edilen Mısır askerlerine bunlara dayanarak karşı gelmişti. İronik bir biçimde, bugünkü manzaranın aksine İmam Bedr ve dolayısıyla Husiler o zaman hem Suudi Arabistan’dan ve hem de Mısır’ın baş düşmanı İsrail’den yardım alıyorlardı. İran’dan finans ve silah desteği alan genç Husilerin bunu ne kadar bildikleri meçhul ama babalarının uzun yıllar Mısır kuvvetlerine karşı -özellikle 1964-1966 yılları arasında- bu yardımlar ile savaştığını tarih kaydetmiştir.

Geleneksel Zeydi anlayışına sahip iken, zaman içinde Yemen merkezi idaresinin kendilerine uyguladığı izolasyon veya görmemezlikten gelme siyaseti onları İran’dan destek almalarına itmiştir denilebilir. Doğal olarak bu süreç, onların Zeydi anlayıştan İran’daki İmamiye anlayışına yaklaştıkları iddialarını da beraberinde getirmiştir. Her ne kadar kendileri bu iddiayı reddetseler de İran ile olan ilişkilerini reddetmemektedirler. Tıpkı İran’ın Ortadoğu’daki diğer Şii guruplar ile olan ilişkileri gibi bunlar ile de ilişki içinde olduğu bir gerçektir. Ancak bu ilişkinin Husilerin inanç dünyalarından ziyade siyasi talepleri üzerine yansımış olması daha muhtemeldir. Zira İmamiye’ye göre imamet, Hz. Ali’nin soyundan gelenlere veraset ile geçerken, Zeydilere göre –Ali b. Hüseyin sonrası- imamlık ancak devrim ve isyan ile mümkündür ki, Modern Yemen’in kuruluşuna giden yolda İmam Yahya’nın takip ettiği metot da bu olmuştur. Bu yüzden Husilerin fikir dünyasının hala Zeydi kalmış olması gerekir. Zira iddia edildiği gibi İmamiye’yi benimsemeleri kendi motivasyonlarına zarar verecektir.

Husiler çağdaş Zeydi alim Bedreddin Emiruddin el Husi’nin öğretisine dayanmakta olup, Zeydilerin içinde bir dini ekol oluşturmuşlardır. Bu hareket, 1986 yılında Sa’da’da “Gençler Birliği” adı ile bir eğitim kurumu kurarak, Şeyh Bedreddin’in fikirlerini öğretmeye başlamıştır. Yemen’de siyasi hayatın kısmen başlaması ve partileşme sürecinde bu hareket de Şeyh Bedreddin’i parlamentoya göndermek için “Hak Partisi” altında örgütlenmiştir. Dolayısıyla artık kabilevi bir birlikten çok dini-siyasi bir harekete dönüşmüştür. Esasında “Husiler” olarak isimlendirilmeleri bu tarihten sonradır. Ancak kısa sürede hareketin içinde bazı dini içtihatlar yüzünden ihtilaflar çıkmış ve özellikle oğlunun Hüseyin’in partiden ayrılmasını sağlayacak baskılar yapılmıştır. Neticede Hüseyin’in burada gördüğü baskılardan kaçarak bir süre İran’a gittiği rivayet edilir. Döndükten sonra Hüseyin “Mümin Gençlik” adı ile yeni bir hareket başlatmıştır. Onun etrafında toplanan bir kısım Husiler 2002 yılından itibaren de “Ensarullah” adı ile merkezî hükümet ile çatışmaktadırlar. Ana hedefleri merkezi hükümette yer alan son devrimcilerden (mesela 2012’de seçilen Mansur el Hadi) kurtularak bir İslam Cumhuriyeti kurmaktır. Bu amaç İran’ı örnek aldıklarını göstermektedir. Ancak ne taban itibari ile ne dini kurumlaşma itibari ile İran devrimine giden sürecin sahip olduğu hiç bir imkana sahip değillerdir. Tek sahip oldukları husus ellerindeki silahlarıdır ki -son zamanlarda ele geçirdikleri istisna edilirse- Yemen’de hemen her kabilenin elinde bulunan silahlardır.

Yemen-Kontrol-Haritası

Husiler, 2004-2009 yıllarında aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirleri ile de savaşmışlardır. Ancak Arap Baharı denilen sürecin başında, şimdi müttefik oldukları Ali Abdullah Salih’e de karşı gelerek, Yemenlilerin isteklerine tabi olmuşlardı. Aslında biri Katar diğeri de Körfez işbirliği teşkilatının girişimi ile Merkez-Husi gerginliklerine iki kere aracılık yapılmış ama başarılı olunamamıştır. Zira onların amaçları hareketlerini Sa’da’nın dışına taşımaktı. Nitekim Arap Baharı sonrası ortaya çıkan otorite boşluğu imkanı ile 2012 yılından itibaren kurdukları bazı ittifaklar sayesinde Sana’ya kadar gelip, oradan nüfuzlarını Babulmendeb’e doğru uzatmak istediler. İşte en büyük hataları bu olmuştur. Zira dünya petrol taşımacılığının nerede ise yarısından fazlasının geçtiği bir alana bu gurubun yaklaşması kabul edilemez bir hareket olarak değerlendirilecekti. Eğer Babulmendeb’e doğru yönelmemiş olsalar idi, -İran desteğine rağmen- bir iç siyasi muhalefet hareketi olarak çeşitli tarafların, hatta Yemen’in Sünni bölgelerinde yerleşmiş olan el Kaide’ye karşı ABD’nin de desteğini alabilirlerdi. Fakat onlar Sana’ya girerken, yönlerini belli ettikleri gibi “kahrolsun ABD, kahrolsun İsrail” sloganları kullanarak bu şanslarını yitirdiler.

Peki bütün bu gelişmeler ışığında şu anda Yemen’de yaşanan savaş kimin savaşıdır? Yıllardır Körfez ülkeleri İran’a karşı duydukları kuşku ve hatta korkularını hep aleni bir şekilde söylemişler ve hatta bu doğrultuda da olabildiğince silahlanmışlardır. Ancak buna rağmen ABD bunları duymazlıktan gelerek, İran ile diyalog kapılarını araladı. Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer Körfez ülkelerini endişeye sevk etti. Bugün geline nokta ise, Yemen’de iç savaş veya siyasi istikrarsızlığın bitirilmesi değil “İran’ın durdurulması” olarak sunuldu. Bu durumda Yemen’de kim savaşıyor sorusunun bir kere daha sorulması bir zaruret değil midir?

300 bine yakın insanın hayatına mal olan ve milyonlarca insanı yerinden yurdundan eden Suriye krizi karşısında sözlü ve sözde diploması ile iş yürüten -arada bir de muhalefeti sevindirecek işler yapan- bugünkü koalisyon ve ABD, neden hiç bir şey yapmamış iken, insan kaybının yaşanmadığı -ancak şüphesiz Yemen’de meşruiyeti olan bir yönetimi deviren- Husilere karşı harekete geçmiştir? Husilerin devre dışı bırakılması bölgesel sorunları bitirecek, İran’ı bölgeden uzaklaştıracak mı? Bütün bunları bekleyip göreceğiz. Ancak gerekçesi ne olursa olsun “Yemen’e yapılan müdahale Yemen’in kuruluşunu ertelediği gibi en az yarım asır sürecek yeni bölgesel kaoslara da neden olmuştur” çıkarımını yapmak zor değildir. Bir de bu savaşın uzun bir süreden sonra Müslüman ülkeler arasında olması da cabası. Sasani ruhu ile bezenmiş, Safevi kılıcı kuşanıp Şii anlayışı ile ambalajlanan İran ile ABD zırhı giydirilmiş olan Suudi Arabistan karşı karşıya gelerek, İslam dünyasını yeni maceralara sürüklemektedirler.

The post Kuruluş Aşamasından Çıkamayan Yemen’de Savaş appeared first on ORDAF.

TARİH : REJİM DÜŞMANLARI BOŞ DURMUYOR /// DERSİM KATLİAMI YALANI AŞAĞIDA

DERSİM KATLİAMIOperasyon emri bizzat M.Kemalden gelir operasyonlar neticesinde 13.410 kişi öldürülür 11 bin den fazlası sürgün edilir ve bir çoklarının kız çocukları alınır ve batıda asker ailelerine besleme olarak verilir bu çocuklar yıllar sonra gerçeği öğrenecektir. Dersimin Kayıp Kızları

Atatürk e karşı Seyyit Rızanın asılmadan önce Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun sözünü söylediği rivayet olunur.

M.Kemal Dersimde imha operasyonları sürerken operasyonların karargahı nezdinde ki Elazığa gelir ve idam edilmeden M.Kemal ile görüştürülür.

TREN İSTASYONUNDA GÖRÜŞME

Seyit Rıza o gece meydana getirilmeden önce M. Kemalin yanına ***ürülmüş ve onunla görüştürülmüştür. Otomobil Seyit Rızayı aldıktan sonra istikamet ya Yolçatıdır veya M. Kemal o gece Elazığ Merkez Tren İstasyonunda, özel trenini kör makasa çekerek Sey Rızanın getirilmesini beklemektedir.

AF DİLEMESİ İSTENDİ

Görüşmede neler yaşandığı, hangi diyalogların geçtiği konusunda elimizde her hangi bir bilgi yok fakat görüşmede Sey Rızanın M. Kemale karşı net bir duruş sergilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira o gece M. Kemalin, Seyit Rızadan affedilmesine yönelik aman dilemesini beklemiş olma ihtimali yüksektir. Böyle bir davranış yerine tam tersi bir tavırla karşılaşılması nedeniyle o gece özellikle gizlenmiş, diyaloglarının içeriğinin bilinmesi büyük bir ehemmiyetle engellenmiştir. Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Seyit Rızanın tarihe geçen Ben sizin yalanlarınızla baş edemedim, bu bana dert olsun. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun sözünü Atatürkün yüzüne söylediği tahmin edilmektedir.

Eğer Seyit Rıza o gece affedilmeyi istemiş olsaydı, o görüşme gizlenmeyecek, gazetelerin manşetinde yer alacak hem Seyit Rıza şahsında Dersim mağlup edilecek hem de M. Kemal bir zafer daha kazanmış olacaktı.

Son Devrin Din Mazlumlari, Büyük Doğu Yayınları 10. Basım, Nisan 1990, adlı kitabının DOĞU FACİASI

1938de Dersimde uygulanan katliam ve zorunlu iskan politikalarının, idari ve yasal dayanaklarından en önemlisi, kuşkusuz ki Bakanlar Kurulunun 4 Mayıs 1937 Kararıdır. Atatürk ve İnönünün de altında imzası olan kararın verildiği 4 Mayıs 1937

idam edilen Seyyit Rıza

 

Seyyit Rıza

 

En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.

 

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşı -sında sigara içilmesi Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum Ve buna benzer daha neler, daha neler!..

Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî idam karari verecektir?


Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozata geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlanndaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemilin öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlama ya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor:

 

– Sizi de onun yanına götüreceğiz!

Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarnin yanına gönderilmişlerdir.

 

Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:

 

Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!

Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vaka, bana, 1944 yılında,Eğridirde askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)

Yusuf Cemilin köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığda askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.

 

Hozatın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım

Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerikaya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrünün iki çocuklu karısı Şirin Hatunla evlenmiş, Hozata gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar.

Muamele biter bitmez Seni Hozattan çağırıyorlar! diyerek,onu, mahfuzen yola çıkariyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.

Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmiş ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor:


– Yetişin, evimize eşkiya girdi!..

 

Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.

 

Bu arada Hozatın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak, bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor.Oldurulen kadinlar arasinda biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sag olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar,emzirtip büyütüyorlar ve ona Besi adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşimaktadır.

(24 yil evvelki Büyük Doğu lardan)

Hozatın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakyaya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.

Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır.Vazivet birden haber aliniyor.


Cocuklarin oldurulmeleri emriveriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingenelerden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor.

 

Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmustur.

Dersim Olayları Mahkeme Salonu

 

Celâl Bayarın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmakin Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularimizin hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadoluyu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.

 

Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum çocuk Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderiliyor. Kendisinin öğretmen ve köy halkıyla alakasız bir şahıs olduğunu iddia ederek, alevler içinden fırlamak isteyen bir genç, kalasla alevlerin içine itiliyor ve karşısında da sigara içiliyor. iktidar CHP iktidarı, zihniyet CHP zihniyeti.

RESİMLER

etha-20100504-38-dersim-katliami-00_ext.jpg?w=400&h=267

demenan-ac59fireti-sc4b1c49fc4b1ndc4b1klarc4b1-mac49faradan-c3a7c4b1karc4b1lc4b1yor.jpg?w=600&h=329

ac3a7lar-medenilec59ftiriliyorlar.png?w=550&h=517

dersim-gazetele4.png?w=550&h=704

MK ULTRA PROJECT /// VİDEO : Organized Gang Stalking Groups And Illegal Technological Criminal Harassment

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=RDjM9N7u73c&feature=youtu.be

DİN VE DİYANET DOSYASI : AK PARTİ DÖNEMİNDE CAMİLERİN DURUMU ve Camilerimizden Kovulan Türklük !

Geçenlerde bir STK tarafından düzenlenen “Ziya Gökalp’in Düşünce Yapısı” konulu bir konferansa dinleyici olarak katıldım.

Haliyle konuşmacı bilim adamı, sık sık Türk’ten, Türklükten, Türk Milliyetçiliğinden ve Türk tarihinden alıntılar yaparak yaptı sunumunu.

Konferansın sonunda, kürsüdeki bilim adamı dinleyicilere “Soru sorma” hakkı tanıdı ve dinleyiciler kendisine çeşitli sorular yönelttiler.

Sorulardan birisi, halen aktif görevde bulunan bir cami imamına aitti ve oldukça can yakıcıydı.

Ağlamaklı bir ses tonuyla soru soran imamın sorusu aşağı yukarı şöyleydi:

“Hocam, ben falanca camide imam-hatiplik yapıyorum. Geçenlerde görev yaptığım camide vermiş olduğum vaazda, vaazın konusu gereği, Türklükten, tarihimizden, milli değerlerimizden, kültürümüzden ve ecdadımızın faziletli davranışlarından da örnekler verdim. Ancak o sırada cemaatin arasında bulunan bir DİB Müfettişi benim bu konuşmamı cep telefonu vasıtasıyla kayda almış ve almış olduğu ses kaydını götürüp bağlı bulunduğum müftülüğe ermiş. Müftülük bana, ‘Kademe ilerlemesinin durdurulması’ cezası verdi. Yani bu ülkede Türküm demek ve Türklükten bahsetmek suç haline geldi. Bunun üzerine ben de Ankara’dan tayinimi istedim. Lütfen söyleyin bana; ben şimdi ne yapayım?…”

Kendisine gerek konuşmacı tarafından, gerekse orada bulunan ak sakallılar tarafından lazım gelen cevaplar verildi ve “cepheden kaçılmaz, gâvura kızıp oruç bozulmaz, mücadeleye devam” gibisinden laflar edildi.

Eskiden Diyanet’te gerçekten din görevlilerimizi dini bilgi ve mevzuat yönünden aydınlatan ve onlara rehberlik yapan bilgili, kültürlü ve deneyim sahibi saygın müfettişler vardı.

Eğer yukarıdaki soruyu soran Ankaralı imam doğru söylüyorsa (ki; şahsen benim bu konuda hiçbir kuşkum yoktur); anlaşılıyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı, bu dönemde, kurumda müfettiş unvanı altında, gammaz, muhbir, ajan ve casuslar istihdam etmeye başlamıştır.

CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes’in Başbakan A. Davutoğlu’nun cevaplaması talebiyle sormuş olduğu;

“Diyanet İşleri Başkanlığı din görevlilerinin fişlendikleri iddiaları doğru mudur? Doğru ise din görevlilerinin fişlenmeleri talimatını kim ve hangi resmi kurum vermiştir ve hangi resmi kurum/kurumlarca gerçekleştirilmektedir? İddialar doğruysa, 17 Aralık 2013 tarihinden 24 Mart 2015 tarihine kadarki sürede fişlenen din görevlilerinin sayısı nedir? Din görevlilerinin Twitter, Facebook gibi sosyal medya hesapları izlenmekte midir? Din görevlilerinden telefonları dinlenenler var mıdır? Varsa kaç din görevlisinin telefonları dinlenmiştir ve dinlenmektedir?”(4)

Şeklindeki sorulara gülüp geçmeyin.

Soruyu sorana değil, sorulan sorulara bakın lütfen.

Çünkü bu sorular isabetli sorulardır ve gerçeklik payı çok yüksektir.

Bahsetmiş olduğumuz imamın dediğine bakılırsa; özel olarak yetiştirilerek murakıp ve müfettiş kılığında görev yapan casuslar, uzun süredir Diyanet teşkilatında cirit atmaktadır efendiler…

1- http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/3686539.asp

2- http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7144004.asp

3- http://t24.com.tr/haber/gokcek-tecavuz-sahnesi-cekiminde-film-setine-dalan-mahalleli-gibi,291481,

4-http://www.sozcu.com.tr/2015/gunun-icinden/din-gorevlileri-fislendi-mi-786137/

ÖMER SAĞLAM

AK PARTİ DOSYASI /// ALİ ERALP : Türkiye’nin Başına Çorap Örüyorlar.

AKP kan kaybediyor…

ABD, Ortadoğu’da ve tüm dünyada kan kaybediyor…

ABD, Suriye’de yenildi…

ABD ve onun eş başkanları çaresiz, şaşkın…

BOP planı, yolunda gitmiyor. Çünkü AKP, ekonomik ve siyasal krizde… Komşuları ile kavgalı… Ne içeride ne dışarıda sözünü dinletebiliyor…

Hem ABD’nin hem AKP’nin yeniden canlanabilmesi için yeni tertiplere, siyasal programlara ihtiyaç var…

Dört devletin bölünmesiyle ortaya çıkacak olan BÜYÜK KÜRDİSTAN Ortadoğu’da kurulmazsa, kurulamazsa, bu hem AKP’nin hem ABD’nin sonu olabilir…

İkinci bir İsrail’in yapılandırılması gerekiyor…

Yeni oluşumlar, yeni liderler, yeni yüzler, yeni hükümetler, yeni ittifaklar gerekli…

Yeni savaşlar, yeni kavgalar gerekli…

Mezhep, din, ırk çatışmaları yaratılmalı… Silah satılmalı… Ortadoğu’nun aç, susuz, beyni din sömürüsü ile afyonlanmış, düşünemez hale getirilmiş insanları birbirini yemeli… Birbirini kırmalı…

Birbirini kırmalı ki ABD dilediği gibi at oynatsın… Dilediği gibi bölgenin hükümetlerine yön versin… Dilediği gibi bölgenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalasın, talan etsin…

Yemen cephesi boşuna açılmadı. ABD kuklası Arabistan, dokuz Arap ülkesi ile birlikte Yemen üstüne boşuna sürülmedi… Suriye’ler çoğalmalı… Müslüman ülkeler, tüm güçleri ile bir başka Müslüman ülkeye saldırmalı… Şiiler düşman gösterilmeli…

Ortadoğu kan gölüne çevrilmeli…

IŞİD boşuna silahlandırılmadı… IŞİD’in karşısına PKK, PYD boşuna çıkartılmadı… Kürtlerin terörist örgütleri “Özgürlük, demokrasi kahramanları (!!!)” olarak boşuna gösterilmedi.

Şimdi ABD’nin hem soldan, hem sağdan ortakları, yandaşları PKK’yı, PYD’yi parlatmaya çalışıyorlar… PKK’yı yasallaştırmaya, meşrulaştırmaya çalışıyorlar…

HDP el bebek, gül bebek şimdi… HDP başkanı Selahattin Demirtaş ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ SAVAŞÇISI… (!!!) Bazı sanatçılar, seçimlerde PKK’ya destek vermek için kolları sıvadı bile… Bildiriler, imzalar havada uçuşuyor… Bu yeni liberalizm sevdalıları bir zamanlar, “Yetmez ama evet” politikası için de böyle şehvetli politik çalışmalar yapmışlardı…

Sanki HDP, caniler ordusu PKK’dan, Kandil’den bağımsız, farklı bir örgütmüş gibi… Sanki bebek katili Öcalan’dan emir alıp, onunla görüşen onlar değil de benim…

AMA TÜRKİYE ÜZERİNE OYNANAN, ASIL OYUN BAŞKA… ASIL TERTİP YENİ PLANLANIYOR… TURPUN BÜYÜĞÜ HEYBEDE BEKLETİLİYOR…

Çorabın büyüğünü Türkiye’nin başına örmeye hazırlanıyorlar…

AKP’nin kurtarılması, PKK’nın siyasal kimlik kazanması, başlatılan KÜRT AÇILIM SÜRECİNİN tamamlanması, “MUTLU SON”la bitirilmesi lazım…

Büyük Kürdistan’ın kurulması lazım…

Sağ ve sol sosyal demokrat Kazım’lar, Büyük Kürdistanı kurmaya can atıyorlar…

Zayıflayan, güç kaybeden, kan kaybeden AKP’nin bu işleri tek başına gerçekleştirmesi güçlü bir olasılık gibi görünmüyor artık…

Onun yanına yeni müttefikler, yeni iktidar ortakları gerekli… Yıpranmamış, Kürt Açılımını kabul eden, Güneydoğu’nun Türkiye’den koparılmasına ses çıkarmayan, olumlu bakan, hatta destekleyen yeni, yepyeni ortaklar lazım…

Hani bu soldan da olabilir, Kürt özgürlük savaşçısı (!) partilerden de…

“Hele bir de HDP barajı aşarsa… Göreceksiniz ne formüller, ne çözümler çıkacak ortaya… (!!!)” diyenler var…

Gerçi aşmasa da gam değil… “Demokrasilerde çözüm tükenmez…”

“Sosyal demokrat Özgürlük ve demokrasi fedaileri” (!!!) ise sırada… Görev bekliyorlar…

Kemal Dervişler yine sahneye çıkarıldı…

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in “Hayatımdaki en büyük pişmanlık Derviş’tir…” dediği IMF ajanı, geçmişte CHP’nin ve DSP’nin dağılmasında önemli payı bulunan bu zat, şimdi “Dünyanın takdir ettiği bir ekonomist” olarak tanıtılmaya çalışılıyor…

Yani özet olarak ABD’si, AKP’si, PKK’sı, HDP’si, sosyal demokratı oturmuş, elbirliği ile destekleşe yardımlaşa, Türkiye’nin başına çorap örme hazırlığına girişmiş…

Vatanı parçalamada anlaşmışlar.

7 Haziran seçimlerinden sonra umarım, Franz Kafka’nın romanında olduğu gibi değer verdiğimiz insanlar AKP ile iktidar ortaklığı yaparak yerlerde sürünen koca böceklere dönüşmezler…

UMARIM GÜVENDİĞİMİZ DAĞLARA KAR YAĞMAZ…

(alieralp37)

GÜNDEM ANALİZİ /// NECDET BULUZ : İşsizlik, ilgisizlik ve göç Anadolu’da insan bırakmadı.

NECDET BULUZ

Geçenlerde MHP Bodrum İlçe Yönetim Kurulu üyesi ve Red Dragon Çin Lokantaları’nın işletmecisi Haşim Işık ile görüştük. Işık, Erzurum’un Olur İlçesi’ndendir. Mart ayında Olur’a ve köylerine gitmiş, yörede bazı gözlemlerde de bulunmuştu. Dönüşte izlenimlerini aldık.

Öncelikle söylediklerini özetleyelim:

“Olur’un 47 köyü var. Köyler adeta boşalmış. Yaşlılar topraklarını terk etmiyor. İşsizlik, ilgisizlik Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi buralardan da göçü hızlandırıyor. Yıllardır ihmal edilen, yatırım yapılmayan, yoksul bırakılan bu yerlerde, köylerde bir cenaze olsa, kaldıracak, mezarı kazacak adam bulamazsınız. Bu yerleri gezip gördüğünüzde ister istemez “Devlet nerede?” diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. İnsanlar geçinmekte zorlanıyor. Kimsenin kimseye yardım ve destek olabilecek ne ekonomik, ne de sosyal gücü yok. Artık devlet buralara göz atmalı, çaresizlik içinde olanlarla ilgilenmelidir. Eğer iş ortamı sağlanır, ilgi artar, buralarda yaşayanlar hatırlanırsa göçün önüne de geçilmiş olur. “

Olur, hakkında da kısa bir bilgi notu verelim:

Olur, adı, ilçenin ortasından akan Olur Deresi’nden geliyor. Sözcüğün aslı Ermenice olup “Büklüm Deresi” anlamına gelmektedir. İlçenin idari merkezi Osmanlı döneminde Tavusker (Çataksu) Kasabası idi. Bölge uzun süre Ermeni işgali altında kalmış, burada Türk halkı ile Ermeniler arasında çatışmalar da olmuştu. Tarihin ve doğanın kucağında olan bu güzelim yerler böylesine kaderine terk edilebilir mi?

Kaldı ki, Oltu ile Olur arasındaki yol, bu yöreye hiç yakışmıyor. Köylerle bağlantı yollarından zaten söz etmek istemiyoruz. Hiç değilse ilçeler ve beldeleri birbirine bağlayan yolların düzgün olması, çağdaş Türkiye’ye yakışır olması gerekmiyor mu? Bu tür konuların yerel yönetimlerce ele alınıp çözüme kavuşturulması bu kadar zor olmamalıdır.

Haşim Işık, anlattıkça anlatıyor. Yöresinde yaşanan sıkıntıları ortaya koyuyor. Devletin, göçün önüne geçebilmesi için de öncelikle bu yerlerde iş imkânlarının artırılması gerektiğini anımsatıyor.

Biz, Olur ve benzeri yerleri çok iyi biliyoruz. Buralarda özellikle tarımsal üretimin artırılması yolunda atılacak adımlar, bu yerleri göç vermekten kurtarabilir. Herkes, doğup büyüdüğü topraklarla kucaklaşır. Arıcılık, büyük ve küçükbaş hayvancılık, kanatlı hayvan yetiştiricili, el sanatları merkezleri açılması mümkündür. Yeter ki, istensin, çalışılsın, teşvik verilsin.

Burada bir parantez açmak istiyoruz:

Bilindiği gibi 7 Haziran’da seçimler var. Her ilde olduğu gibi Erzurum’da da milletvekili adayları çalışma yapıyor. Seçim sonrası seçilenler Meclis’e gelecek. Ancak, işte seçilip Meclis’e gelmek yetmiyor. Bu yörenin milletvekilleri, asıl bu sorunlara el atmalı, devlet mekanizmasını harekete geçirmelidirler.

Her ilde olduğu gibi milletvekilleri Meclis’e kapağı attıktan sonra seçildikleri yerleri ve kendilerini Meclis’e taşıyanları unutuyorlar.

Çoklarının da adı geçen bu köylerde doğup büyüdükleri halde, bu sıkıntıları görüp, yaşadıkları, bildikleri halde ne acıdır ki topraklarına sahip çıkamıyorlar. Yetiştikleri toprakları kaderine terk ediyorlar.

İllerin, ilçelerin, köylerin kalkınmasında, milletvekili seçimlerinin tespitinde şimdilerde Sivil toplum kuruluşları büyük rol oynuyor. Peki, bu STK’lar, bulundukları topraklardaki bu sıkıntıları bilmiyorlar mı? Milletvekili tespitlerinde bu sıkıntıları çözebilecek nitelikte kişileri tespit ederek, destek vererek çözüm yollarını açmıyorlar mı?

Biz de Sivaslıyız ve her Sivas’a gittiğimizde gezip gördüğümüz ilçelerde ve köylerde Haşim Işık’ın sözünü ettiği tablolarla karşılaşıyoruz. Sivas da Türkiye’nin en çok göç veren illerinin başında geliyor. Köyleri, Erzurum’un Olur’undaki köylerinden bir farkı bulunmuyor. Buralarda insan bulamıyorsunuz. Topraklar sanki terk edilmiş durumda, her şey kaderine bırakılmış.

Konuyu sadece Erzurum ve Sivas ile de sınırlı tutmamak gerekiyor. Anadolu’nun birçok bölgesinde aynı şeyler yaşanıyor. Göç vermeyen Anadolu kenti yok gibi. İşsizlik ve ilgisizlik devam ettiği sürece bu göçün önünü almak da mümkün olmayacaktır.

O nedenle biz, şu görüşteyiz:

Milletvekili seçimlerinde etkili olan STK’lar bu önemli konuyu gündeme almak ve seçilen milletvekillerinin gölgesi olmak durumundadırlar.

Göç veren, sıkıntı yaşayan, işsizlik ve ilgisizlikten yakınanlar seçecekleri milletvekillerini iyi tespit etmek durumundadırlar. Seçildikten sonra topraklarını unutan, kendiler, ne oy verenlerin sorunları ilgilenmeyen kişileri seçmemelidirler.

İdealist olan, çalışıp sorunları çözebilecekler, toprağına bağlı, ülkesi ve doğup büyüdüğü yerler için çalışacaklar olanlar da her nedense seçilmiyor. Hep liste dışı kalıyor. Bundan da sıkıntı duymamak mümkün mü?

Haşim Işık, idealist, çalışkan ve duygusal bir arkadaşımızdır. Yaşadıklarını, söylediklerini dinlerken biz de aynı şeyleri yaşamış gibi olduk. Bu yörelerin sıkıntılarını, dertlerini bildiğimiz için Haşim Işık’la aynı noktalarda birleştik, bütünleştik.

Temennimiz, Anadolu’nun yıllardır süren bu sorunlarına en kısa zamanda çözüm getirilmesidir. Bu konuda karar verici olan da yine yöre insanı olacaktır.

necdetbuluz
necdetes

BİLİM DOSYASI /// VİDEO : Bilim Adamlarının Hepsi Ateist midir ??

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=CrDTT50NIcs&feature=em-uploademail

BİLİM DOSYASI /// VİDEO : Pozitivizmin Yalanları Bruno ve Galile’nin Cezalandırılması

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=pXsPP_7nmVQ&feature=em-uploademail

İLGİNÇ VİDEOLAR /// Dünyayı Sarsan 50 Gerçek Olay

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=9WjgNQ18PhY&feature=em-uploademail