Günlük arşivler: Mart 9, 2015

GENELKURMAY DOSYASI /// FERHAT ÜNLÜ : ŞAH FIRAT OPERASYONUNUN ŞİFRELERİ

 

Türkiye, içinde bulunduğu istihbarat savaşının kritik bir aşamasında Şah Fırat operasyonunu gerçekleştirdi. Bu operasyona verilen tepkilerin şifrelerini çözmek için ‘istihbarat uzmanı’ olmaya gerek yok

Türkiye, 2011 yılında Suriye İç Savaşı’nın başlarında girdiği istihbarat savaşının kritik bir aşamasında Şah Fırat operasyonunu gerçekleştirdi.

Operasyondan geriye, bayrak dikme fotoğraflarının kalacak olması bile daha şimdiden amaçlanan istihbarat, harekat ve propaganda başarısının elde edildiğini gösteriyor. Bu tür kareler, İkinci Dünya Savaşı’ndaki Iwo Jima muharebelerindeki bayrak dikme görüntülerinin ilham verdiği Clint Eastwood imzalı Atalarımızın Bayrakları filminde propaganda amaçlı olarak kullanılmış ve işe de yaramıştı.

Türkiye, Şah Fırat operasyonunda istihbarat ve propaganda süreçlerini titizlikle kurguladı. 21 Şubat’ta başlayıp 22 Şubat’ta biten tahliye öncesi bir saha istihbarat çalışması yapıldı. MİT, bölgedeki IŞİD gibi silahlı güçlerin Süleyman Şah Türbesi’ne yönelik tehdidinin arttığı yönünde istihbaratlar alıyordu. Süleyman Şah’ın naaşının da bulunduğu türbenin yer aldığı Halep kırsalındaki Karakozak Köyü, zaten askeri açıdan çok riskli bir bölge.

Esad rejimine bağlı kuvvetler bölgede zaman zaman hava saldırıları yapıyor. Bölge, Özgür Suriye Ordusu’nun Esad rejimi ile çarpıştığı ve aynı zamanda IŞİD’in var olduğu bir bölge. Ve PYD’nin silahlı kanadı YPG’nin de, Türkiye’ye doğrudan tehdit olmasa bile bölgede askeri varlığı söz konusu. Yani Esad yönetimi dahil, her biri devlet olduğunu iddia eden ama aslında örgüt gibi davranan yapıların hakim olduğu kaotik bir coğrafyadan söz ediyoruz.

DIŞİŞLERİ BOŞUNA DİNLENMEDİ

Böyle kaotik bir coğrafyada Musul’da IŞİD’in Türk Başkonsolosluğu çalışanlarını rehin aldığı dönemdekine benzer bir riskin ortaya çıkmaması için Süleyman Şah Türbesi, Türkiye sınırına yakın bir bölgeye taşındı.

Şah Fırat operasyonunu daha etraflı analiz etmek için TBMM’nin Ekim 2014’te kabul ettiği tezkereden de öncesine gitmek ve Mart 2014 seçim sürecinde Dışişleri Konutu’nun dinlenmesi olayını hatırlamak gerekiyor. Dışişleri Konutu’nda dönemin Dışişleri Bakanı, şimdinin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Güler ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun yaptığı kozmik görüşmenin dinlenmesi ve kayıtların sızdırılmasının Türkiye’ye karşı bir casusluk faaliyeti olduğu aşikar. O görüşmede Süleyman Şah Türbesi’ne yönelecek olası tehditlere istinaden muharebe senaryoları tartışılmıştı.

Bunun haricinde Suriye’ye yardım malzemesi götüren MİT TIR’larına yönelik Paralel Devlet Yapılanması (PDY) operasyonlarını da unutmamak gerekiyor. 1 Ocak ve 19 Ocak 2014’te MİT TIR’larını Hatay ve Adana’da durduran ve Dışişleri Konutu’nu dinleyenin aynı güç olduğunu varsaymak mümkün.

POZİTİF-NEGATİF PROPAGANDA

Yani Şah Fırat operasyonu, Türkiye’ye yönelik yoğun psikolojik harekat bombardımanı altında gerçekleştirilmiş, özetle zorunlu ama başarılı bir operasyon. İstihbarat operasyonları, operasyon öncesi bilgi edinme sürecinin yanı sıra yapılanın, operasyon sonrasında etkili biçimde kamuoyuna anlatılmasını da kapsar. Bu süreç, ‘pozitif propaganda’ sürecidir.

Operasyona yönelik ‘negatif karşı propagandaları’ boşa çıkarma faaliyetleri de ‘pozitif propaganda’ faaliyetlerine dahildir. İşte bu noktada dış güçlerle koordineli çalışan Paralel Devlet Yapılanması’nın negatif propagandalarını psikolojik harekat faaliyeti olarak okumak, anlamak gerekiyor.

Eski bir MİT yöneticisinden Türk istihbarat teşkilatının güç analizini yapmasını istemiştim. İstihbaratçı, “Türk siyaseti ve dış politikası ne kadar güçlü ise istihbaratı da ancak o düzeyde güçlü olabilir” demişti.

Şimdilerde Türkiye’nin siyasi gücünün ve iddiasının artmasına paralel olarak istihbarat teşkilatının gücünün de Musul ve Süleyman Şah Türbesi operasyonu gibi operasyonlarda görüldüğü üzere arttığını söylemek yanlış olmaz. Paralel Devlet Yapılanması’nın Türkiye’nin yerli, milli istihbarat gücünün artmasına paralel olarak geliştirdiği tepkisel propagandaların şifrelerini çözmek için de ‘istihbarat uzmanı’ olmaya bile hacet yok.

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ : CIA’da BOP dönüşümü

İslam coğrafyasını parçalamak için Büyük Ortadoğu Projesi’ni adım adım uygulayan ABD, Ortadoğu için istihbaratını yeniden yapılandırıyor. Bu kapsamda ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA), İslam coğrafyasına odaklanmak için yeniden yapılanacak

ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA), kurum tarihindeki en büyük yeniden yapılandırmalarından birine başlanacağını duyurdu. CIA Başkanı John Brennan, kurum dışından uzmanların üç aylık incelemelerinin ardından yapılandırmaya başlanacağını duyurdu. ABD’de uzun süredir, CIA içinde karmaşa ve bürokrasinin hakim olduğu, bunun da kurumun casusluk faaliyetleri ile istihbaratları analiz etme kapasitesini zayıflattığı eleştirileri yapılıyordu.

Düzenlediği basın toplantısında, istihbarat açıklarının ele alınması için değişimin zorunlu olduğunu belirten CIA Başkanı Brennan, casusluk misyonlarında çoğu zaman işten sorumlu tek bir kişiyi bile belirlemede sorun yaşadıklarını söyledi. Brennan, “Daha fazla iç görü, daha fazla bilgi ve erişimin olmasını istediğim birçok alan var” dedi.

Sızıntılar mecbur bıraktı

Brennan bunları ifade etse de CIA’yı bu yeniden yapılandırmaya mecbur bırakan başka şeyler var. Bunlar arasında, son yıllarda Rusya karşısında Suriye ve Ukrayna konusunda yaşanan yenilgiler ve yaşanan Snowden’in verdiği bilgiler ve WikiLeaks belgeleri gibi bazı sızıntılar sayılabilir. Edward Snowden gibi ABD’li eski istihbaratçılarının itirafları ülkede sarsıcı etkiler oluşturdu. ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı ve Ulusal Güvenlik Dairesi eski çalışanı Snowden’ın sızdırdığı belgeler, büyük bir skandalı daha ortaya çıkarmıştı. Snowden, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA), GSM operatörlerine sızarak tüm dünyada dinleme yaptığını ortaya çıkarmıştı. Julian Assange önderliğindeki WikiLeaks organizasyonu da ABD’nin istihabarat zaafiyetini gözler önüne sermişti. WikiLeaks, ABD Dışişleri Bakanlığı ve dünya genelindeki ABD büyükelçilikleri arasındaki ayrıntılı yazışmalardan oluşan 251 binden fazla gizli belgenin bir önbelleğini elde etti ve belgeleri yayınladı. Belgeleri beş büyük gazetenin (El País, Le Monde, Der Spiegel, The Guardian ile The New York Times) desteği altında dağıttı ve ilk 220 diplomatik belge 28 Kasım 2010 tarihinde yayımlandı. Yanınlanan belgelerin birçoğu ‘gizli’ ibareli belgelerdi. Bütün bu yaşananlardan sonra ABD, istihbarat açıklarını giderebilmek için bu yeniden yapılandırma kararını aldı.

CIA’da ne değişecek?

CIA, 1947 yılında kurulduğundan bu yana 4 ana direktörlüğe ayrılıyordu. Bunlar, Bilim ve Teknoloji Direktörlüğü, Destek Direktörlüğü, İstihbarat Direktörlüğü ve Ulusal Gizli Servis Direktörlüğü’ydü. Yapılandırma kapsamında bu direktörlüklerin bazılarının adı değişecek ve yeni bir direktörlük daha eklenecek. Eklenecek bu yeni birimin adı Dijital Yenilik Direktörlüğü olacak.

Asıl dikkat çeken değişim

CIA’daki asıl dikkat çekici değişim direktörlük sayısının 5’e çıkması değil. Yeniden yapılandırılan CIA’da "spesifik konulara" veya "coğrafi bölgelere" odaklanan “misyon merkezi” adlı 10 yeni birim kurulacak. Merak edilen konu, CIA’nın odaklanacağı ‘spesifik konular’ ve ‘coğrafi bölgelerin’ neler olacağı konusu. Yeni Mesaj’ın görüşlerine başvurduğu strateji uzmanları, coğrafi bölgelerden kastın birinci planda Ortadoğu başta olmak üzere tüm İslam coğrafyası olduğu konusunda hemfikir. Uzmanlar, CIA’daki bu değişimden sonra ABD yapımı IŞİD, El Kaide ve Boko Haram gibi terör örgütleri benzerlerinin İslam ülkelerinde daha da artmasında endişe ettiklerini dile getirdiler. "CIA yeniden yapılansa da temel hedefleri değişmez" diyen uzmanlar, ABD başta olmak üzere Batılı devletirin İslam coğrafyasını rahat bırakmayacağının altını çizdiler.

GÜNDEM ANALİZİ /// ENGİN ALAN : HÜLYA AVŞAR’A AÇIK MEKTUP

Engin ALAN

HÜLYA AVŞAR’A AÇIK MEKTUP:

HÜLYA AVŞAR bir itirafta(!) bulunmuş; “HEP SAKLADIM AMA BEN ASLINDA KÜRDÜM.. BABAMIN ADI ASLINDA ŞU.. BANA DA KÜÇÜKKEN ASLINDA “MALAKAN” DERLERDİ.. BİZ “AVŞAR AŞİRETİ”NDENİZ..”

Şimdiiii, cahil kadın;

1- Kürt olmakta hiçbir beis yok.. Kürt olmak utanılacak, ayıplanacak dolayısıyla saklanacak birşey değil.. Önce bunu not et..
2- “AVŞAR AŞİRETİ” diye bir şey yoktur.. Sözünü ettiğin “AVŞAR” 24 Oğuz boyundan biridir ve AŞİRET OLAMAYACAK kadar büyüktür..
3-“Bana MALAKAN derlerdi” demişsin.. Al tarihten bir not;

“Dönemin çarı, Rus Ortodoks Kilisesi’nden ayrılan ‘Malakanizm’ inanışını tehdit olarak algıladığı için Malakanlara karşı sert tedbirler alır. Önce sakallarını, bıyıklarını kesmeye, ardından askerliğe zorlar onları. İnanışlarına ters olan bu zorlamalara dayanamayan Malakanlar Tiflis, Kırım, Erivan, Bakü bölgelerine göçer. Çar bununla da yetinmeyip kırılmaları için Malakanları 1876-1877 Osmanlı Rus Savaşı’nın ardından ele geçirilen Kars ve civarına sürer. Ancak beklenenin aksine yöre halkı Çar’ın zulmünden kaçan Malakanlara sahip çıkar.”

4- Rus zulmünden kaçıp Kars’a gelen dedelerin ve akrabaların Türkiye’yi terkettiklerine bin pişman, sen de kalıp memleketin ciğerini bile yemişsin.. Bunca şöhret, bunca ekmek, bunca saltanatı yaşamadan önce aklın neredeydi? İbrahim TATLISES’in kollarına atlamadan önce sana “MALAKAN” dendiğini hatırlamıyor muydun?

Ve 5-Bak, aşağıdaki linkte, Kars’ta yaşayan bir MALAKAN’ın, PETRO’dan olma, BENDELİNA’dan doğma Lavrenti TÜRKSEVEN’in anlattıklarını oku.. Oku da, vefa neymiş, kimlik neymiş, kişilik neymiş gör..

MALAKANLAR Beyaz Rus.. Bildiğin Rus.. Üstelik Rusya’dan ve Rus Çarı’ndan kaçış sebepleri “DİNİ İNANÇLARI.” Ortodoksluğu farklı değerlendiren bir toplum, ORTODOKS’tan kaçıp, MÜSLÜMAN TÜRK’e sığınmışlar, a utanmaz.. Ve sen de TÜRK’ün bu VEFASI’na borçlusun sahip olduğun herşeyi ama herşeyi.. Şimdi en dar gününde kalkıp, TÜRK’e düşman zihniyetin “ALGI OPERASYONUNDA” rol alıyorsun öyle mi?

Bugün kalkıp, “HANİ ENTEL-DANTEL NE KADAR ŞUURSUZ VARSA, MODA OLDU YA” sen de Rus’tan Kürt üretmeye çalışıyorsun.. Bi bu model eksikti zaten..

Bak sana bir sır vereyim, MALAKAN’ların tarihte en çok çektiği üç şey var; Biri Rus Çarı, ikincisi ERMENİLER, üçüncüsü de başımızın belası ve bugün BÖLÜCÜLER diye tanımladıklarımız.. Karşına YILMAZ ERDOĞAN’ın kuzeni oturunca Kürt olduğunu söylüyorsun, bir RUS’u oturt da aklın asıl o zaman açılsın..

Ataların, VEFALI TÜRK’e VEFA gösterdikçe, hainin, işbirlikçinin hedefi olmuş..

Sakladığın şey Kürtlük değil, bilmediğin şey küçükken sana neden MALAKAN denildiği..

Babaannenin adı “DADUK”muş.. Ortaasya Türkçesi’nin birçok sesini ve özelliğini taşır Giresun şivesi, kelimelerini de.. DADUK “Tatlı” anlamındadır.. Hadi git, Barzani’lerin çevresinde ara şimdi o ismi..

Şimdi sana son bir sır daha vereyim.. Birçok röportajında ÇOCUKLUĞUNDA YARAMAZ OLDUĞUNU SÖYLÜYORSUN.. Bak büyüklerimiz bize kızdıkları zaman, hakaret amacıyla değil ama işte “Şu ya da bu” derlerdi.. Sana MALAKAN denmesinin sebebi de büyük olasılıkla budur ha.. Yoksa o kadar ÇALIŞKAN, YERLEŞTİKLERİ YÖREDE BU KADAR SEVİLEN bir topluluktan olman zaten eşyanın tabiatına aykırı..

AVŞAR’lar Kayseri’de yoğundur.. Yine SAZAN AKSU’ya itiraz ettiğin bir röportajında “DEDELERİM KAYSERİ PINARBAŞI’NDAN GELMİŞ.. BİZ AVŞAR’IZ” deyişini hatırlattı Ahmet ŞAFAK.. Tayyip ERDOĞAN’ın tekerlemesindeki gibi; NERDEEEEN, NEREYE ?

İnsan elbette bilmeli ne olduğunu.. Ama “Ne olursan ol gel” diyen gönül zenginliğinin coğrafyasını dağıtmaya çalışanlara TEŞNE olmadan..

Son olarak;

Zamanında GÜZELLİK KRALİÇESİ olmuştun ama tacın geri alınmıştı değil mi? Yarışmada da olsa KRALİÇELİK bir ASALET ister bir SOY ister.. Hayatın ve kaderin şaşmaz terazisi belki de SOYUNU bilmezden o tacı geri almak..

Son olarak ifade edeyim ki, hayatta hiçbir şey tesadüf değilmiş.. Bi nevi kaşar olan MALAKAN PEYNİRİ’nden geldi aklıma..

Murat İDE

TACİKİSTAN DOSYASI : Tacik suikastinde istihbarat parmağı

Sokak ortasında öldürülen Tacik muhalif lider Kuvatov’un MİT ve emniyet tarafından izlendiği ortaya çıktı. Suikast emri ise Tacikistan istihbarat örgütünden gelmiş.

İstanbul Fatih’te sokak ortasında başından tek kurşunla vurularak öldürülen Tacik muhalif lider Umarali Kuvatov suikastiyle ilgili soruşturma sürüyor. Kuvatov’un bir yıl önce Türkiye’ye giriş yaptığı, 6 ay önce yakalanarak sınırdışı edilmek üzere gözaltına alındığı, ancak son dakikada can güvenliği nedeniyle Tacikistan’a gönderilmediği ve Türkiye’de gözlem altında tutulduğu bildirildi.

Gizli işlerini biliyordu

Gözaltındayken verdiği ifadeler doğrultusunda MİT ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından uzaktan gözlem altına alınan muhalif liderin öldürülmesiyle ilgili soruşturmada önemli bilgilere ulaşıldı. Kuvatov’un Tacikistan lideri İmam Ali Rahman’ın damadı Sokhibov Şemsullah’ın başında bulunduğu Tacikistan İstihbarat örgütü MOSS tarafından öldürüldüğü ihtimali ağırlık kazandı. Umarali Kuvatov’un Sokhibov Şemsullah’ın geçmişte ticari ilişkilerinin bulunduğu, Şemsullah’a yakınlığından dolayı Tacikistan lideri İmam Ali Rahman’ın bazı gizli ve kirli girişimlerine şahit olduğu ve bunun ardından da muhalif hareketi kurup, bu gurubun başını çektiği ileri sürülüyor.

İŞ DÜNYASI : Bir Porno Yıldızı Olmanın Çok Bilinmeyen Ve Zorlu 6 Yönü (+ 18 İÇERİK)

Dünyada eğlence sektörünün belki de en çekici ama bir o kadar da riskli ve yorucu olduğu sektöründe çalışanlar sizce nasıl bir hayat sürüyorlar?

1. Porno Yıldızlarının Çoğu Haftada 80 Saat Çalışıyor

Hayır, haftada 80 saat seks yapmıyorlar. Bir porno yıldızının haftalık iş programının sadece %10’u kamera karşısında geçiyor. Porno yıldızlarının iş günlerinin büyük bölümü günde en az 50 mail’e cevap vermekle geçiyor. Bunların bir kısmı hayran mailleriyken bir bölümü ise gelen tekliflerden oluşuyor. Her gün porno endüstrisindeki gelişmeleri takip etmek için blog ve sektörle ilgili haber sitelerini takip ediyorlar. Sosyal medyadaki hemen hemen her etkileşime geri dönmeye çalışıyorlar ve online mesaj panolarını takip ediyorlar.

Siri gibi Birçok porno yıldızı kendi filmlerinin ve görsellerinin montaj ve rötuş seanslarına katılıyor ve dağıtımını çoğunlukla kendileri gerçekleştiriyor. Bu da haftada yaklaşık 20-25 saatlerini alıyor.

Fotoğraf: Siri

2. Porno Yıldızları Endüstrideki Cehalet Ve Yüzeysellikten Şikayetçi

Bir porno yıldızı olan Sabrina Deep aslında eğlence sektöründeki genel problemin porno sektöründe de olduğunu söylüyor. Güvenilirlik, olgunluk ve sorumluluk sahibi kadınlardan çok aptal ve güzel görünüşlü kadınların ‘başarılı’ olduklarından şikayetçi olan Sabrina Deep çoğunun bir süre sonra yaptıklarından pişman olduklarını ve o zaman da prodüktörleri ve sektörü sanki yaptıklarını onlara zorla yaptırmışçasına suçladıklarını belirtiyor. Sabrina Deep sektördeki birçok porno yıldızının sektörün yüzeyselliğinden şikayetçi olduğunu da ekliyor.

Fotoğraf: Sabrina Deep

3. Her Porno Yıldızı 2 Haftada Bir STD Testi Yaptırmak Zorunda.

ABD’de çalışan porno yıldızları 14 günde bir kan testi yaptırmak zorundalar. Fakat buradaki sorun bu uygulamayı birçok porno yıldızının ciddiye almaması. Özellikle Florida ve Los Angeles merkezli birçok küçük prodüksyon şirketi ve bu şirketlerle çalışan yıldızlar sektörle ilgili bu düzenlemeyi takip etmiyor.

4. Hiçbir Porno Yıldızı Zengin Olmuyor

Siri, ABD’deki porno endüstrisinin Hollywood’dan daha büyük olmasına rağmen hiçbir porno yıldızının zengin olmadığını söylüyor. Tek istisnanın Jenna Jameson olduğunu belirten Siri, onun bile son zamanlarda myfreecams’te canlı webcam sohbetlerine katıldığını, dolayısıyla zenginliğinin çok uzun sürmediğini açıklıyor. Hiç tatil günü olmadan uzun saatler çalışarak ancak rahat bir yaşam sürdürebildiğini anlatan Siri üniversite bitirmiş herhangi bir beyaz yaka işçiden daha fazla para kazanmadığını da ekliyor.

Fotoğraf: Jenna Jameson

5. Porno Yıldızı Olmak İsteyen Birçok Kadının Hayalleri Ortalama 1 Yıl İçinde Suya Düşüyor

Yine Siri’nin açıklamasına göre porno endüstrisine adım atan kadınların çoğu 1 sene sonra endüstri ile bağlarını koparıyor. Bunun nedeni porno içeriklerin yoğun biçimde ücretsiz porno sitelerinde yayınlanması. Ne kadar büyük bir endüstri olsa da hem yoğun arzdan hem de korsanlık nedeniyle birçok yapım bütçesini bile karşılayamıyor. Stüdyoların büyük bölümü de sürekli "bir sonraki seksi kız"ın peşinde olduğu için deneyimli porno yıldızları yetişmesine fırsat vermiyor. Siri birçok genç porno yıldızının sadece fotoğraf ve video çekimleriyle geçinemeyeceğini ve bu nedenle eskortluk, dans veya reklam oyunculuğu gibi yan gelir sağlayacak işler de yaptığını belirtiyor.

6. En Büyük Problem Emeklilik

Sabrina Deep’e göre porno endüstrisinin en büyük problemlerinden biri emeklilik. Özellikle kamera önünde olan porno yıldızlarının çoğu en fazla 40’lı yaşlarının başına kadar çalışıyor. Eğer geleceğe yönelik bir yatırım ve plan yapmadılarsa genellikle yeni bir işe başlama olanakları olmuyor ve çoğunlukla iflas ediyorlar. Sabrina Deep’in ve Siri’nin bahsettiği gibi porno endüstrisi rahat bir geçim için yeterli olsa da özellikle oyuncuların geleceklerini sağlama alabilecekleri bir sektör değil. Bu nedenle porno endüstrisine girmek isteyen her kadının bir çıkış planı ve geleceğe yönelik sağlam yatırımları olması gerekiyor.

FİLM DÜNYASI : 21. Yüzyılın En Tuhaf 20 Filmi

Bazı filmler o kadar tuhaftir ki, saatlerce izlersin ama bir türlü filmin çekilmesindeki amaç nedir anlayamazsın. Adam ne anlattı, ana fikir neydi bir türlü çözemesin. Hatta öyledir ki bazen filmi izlemekle kaybettiğin zamanı keşke tuvalette geçirseydim dersin. Ya film gerçekten saçmalığın ötesindedir, ya da sen filmdeki ince mantığı çözemeyecek kadar aptalsındır. Olmadı film bitince internetten falan araştırıp acaba bu konuda yalnız mısın öğrenmeye çalışırsın.

1. Mulholland Drive

Konu: Mulholland Otoyolu boyunca hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Mulholland Otoyolu, Hollywood’un gerçeküstü evreninde geçen karmaşık bir hikayedir. Bu öyküde şehrin şizofrenik doğasını keşfederek, masumiyet ve ahlaksızlığın, iyilik ve kötünün, iffet ve namussuzluğun, eşine kolay rastlanmayan karışımına tanık olacaksınız. Duygusal deneyimlerin labirentinde dolaştıran, kabuslar ve rüyalarınızı aynı uykuda buluşturan psikolojik bir hikaye.

Nesi tuhaf: Filmde tam olarak neler döndüğünü anlamak 4 ayınızı alabilir.

Mulholland Dr. (2001)

2. Antichrist

Konu: Umutsuzca acı çeken evli bir çift, orman içinde cenneti andıran, her şeyden uzak evlerine çekilir. Kırık kalplerini ve problemli evliliklerini tamir etmeyi umut etmektedirler. Fakat doğa olaylara yöne verecek ve her şey daha da kötü olacaktır.

Nesi tuhaf: Sahnelerin çoğu uzun süre aklınızdan çıkmayacak rahatsız edici imajlarla dolu.

Antichrist (2009)

3. Inland Empire

Konu: David Lynch bu filminde Los Angeles’ın dışında bulunan Inland Empire’da bir kadını gizemli, garip olayların içine sokuyor.

Yönetmen sahneleri çekimlerden önce yazdığı için filmin senaryosu yok. Bu nedenle filmin kendisi de son derece gizemli.

Nesi tuhaf: Laura Dern’in Nikki rolünde gösterdiği rahatsız edici performans görülmeye değer. Ayrıca David Lynch çakıllı bir yolda yürüyormuş hissi vermek için filmi el kamerasıyla çekmişti.

Inland Empire (2006)

4. Pan’s Labyrinth

Konu: Guillermo del Toro’nun şaheseri olan film İspanya iç savaşının ortasında kendisine fantastik dünyayla gerçek dünya arasında bir köprü kuran bir kızla ilgili.

Nesi tuhaf: Korkunç fantastik imajlar filmi listedeki en tuhaf değil, en iyi film yapıyor.

Pan’s Labyrinth (2006)

5. The Human Centipede 2: Full Sequence

Konu: Son dönem korku filmlerinin en ilginci ile karşı karşıyayız. Filmde, hastalıklı bir beyne sahip Dr. Hieter’in Nazi doktorlarını dahi kıskandıracak bir fikrinin, insanları boşaltım sistemleriyle birbirine bağlayarak insan yapımı bir kırkayak yapma fikrinin gerçekleşmesine tanık oluyoruz.

Nesi tuhaf: Filmde neredeyse hiç diyalog yok. Filmin siyah-beyaz olması filme ürpertici bir gerçekçilik katıyor.

The Human Centipede II (Full Sequence) (2011)

6. Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Konu: Joel Barish, iki yıl boyunca beraber olduğu sevgilisinden oldukça şaşırtıcı bir haber alıyor. Kadın, bir teknolojik deneye katılarak, ilişkilerini tamamen hafızasından silmiştir. Yani Barish’in kim olduğunu bile hatırlamamaktadır. Bu gelişme üzerine küplere binen adam, aynı prosedürü kendi üzerinde de gerçekleştirmek ister. Film, Joel’in anıları silinirken, yaşanılan ilişkiyi gözler önüne serer. Joel de bir kez daha oldukça iyi başlayan ve sonradan tadı kaçan ilişkiyi izler. Fakat zaman geçtikçe ve sıra yaşanılan güzel şeylere gelince, üzerindeki müdahaleyi durdurmak ister.Pişman olmuştur!

Nesi tuhaf: Tuhaf görseller ve filmin zamanda atlayışları "Sil Baştan"ı "Inception"dan daha karmaşık bir film yapıyor.

7. Donnie Darko

Konu: Sorunlu bir genç olan Donnie, dev bir tavşan kostümü giymiş Frank adında biri tarafından ziyaret edilmektedir. Bir gece, Frank, Donnie’ye bir aydan az bir sürede dünyanın yok olacağını söyler.

Nesi tuhaf: Richard Kelly’nin tanınmasını sağlayan bu film güzel ve acayip bir atmosfere sahip. İzleyici soruların çözülmesini bekliyor. Film bittiğinde ise soruların cevaplanmaması yanı sıra izleyicinin aklında daha fazla soru oluşmuş oluyor.

Donnie Darko (2001)

8. Teeth

Konu: Uslu bir öğrenci olan Dawn, erkek arkadaşıyla yakınlaşmaya başlar fakat vücudundaki küçük bir sorun onu cinsel ilişkiye girmesinden alıkoyar.

Nesi tuhaf: Cinsel organında dişleri var.

Teeth (2007)

9. Old Boy

Konu: Bir adam 15 yıl boyunca bilmediği bir nedenden dolayı bir hücreye hapsedilir. Hapishanede karısının öldürüldüğünü öğrenir. Bir gün telefon ve nakit verilerek serbest bırakılır. Bu noktada neler olduğunu anlamaya çalıştığı süreç başlar.

Nesi tuhaf: Eğer filmin acımasız şiddet sahneleri olmasaydı, zeki olay örgüsüyle iyi bir aksiyon filmi olabilirdi.

Oldeuboi (2003)

10. CashBack

Konu: Ben, insomniyaya yakalanmış bir adamdır. Yerel bir süpermarkette çalışmaya başlar. Sadece kurduğu hayaller onu mutlu etmektedir. Bir gün zamanı durdurabildiğini fark eder.

Nesi tuhaf: Zamanı durdurma mottosundansa gerçek üstü görüntüler filme tuhaf havasını veriyor.

Cashback (2006)

11. The Machinist

Konu: Bu filmde Christian Bale uykusuzluk hastalığı çeken bir fabrika işçisini oynuyor. Bu onun en etkileyici ve özel rolü.

Nesi tuhaf: Christian Bale bu rol için 27 kilo verdi. Daha sonra Batman için 31 kilo almıştı. Filmdeki performansı görülmeye değer.

The Machinist (2004)

12. A Scanner Darkly

Konu: Philip K. Dick’in romanından uyarlanan filmde gizli narkotik polisi yeni çıkan bir ilacın etkisi altında kalır.

Nesi tuhaf: Filmin manga tekniğiyle hazırlanması filme değişik bir hava katıyor.

A Scanner Darkly (2006)

13. Melancholia

Konu: Melakoli, dünyaya çarpmak üzere olan gezegenin adıdır. Justine ve Michael bundan habersiz bir şekilde evlenirler. Daha sonra Justine hem evliliği hem de akıl sağlığıyla baş etmek zorunda kalır.

Nesi tuhaf: Kristen Dunst bu filmdeki muhteşem performansıyla herkesten rol çalıyor. Lars Von Trier’in yönettiği bu film 21. yüzyılın en depresif filmi.

Melancholia (2011)

14. Catfish

Konu: Facebook‘ta bir kızla tanışıp üzücü sonuçlarla karşılaşan bir fotoğrafçı hakkındaki belgesel tadında bir film.

Nesi tuhaf: Tam olarak tuhaf denemez fakat internet yalanlarına karşı oldukça rahatsız edici ve sarsıcı bir bakış açısı sunuyor.

Catfish (2010)

15. Synecdoche, New York

Konu: Tiyatro yönetmeni olan Caden Cotard, bir yandan işiyle uğraşırken, bir yandan da hayatındaki kadınlarla uğraşmaktadır. Aklına son tiyatro oyunu için bir fikir gelen Cotard, bir deponuun içerisine New York’un doğal büyüklükte olan bir kopyasını yaratır.

Nesi tuhaf: Aktörlerin aktörleri, aktörlerin gerçek insanları oynadığı ve oynamanın sürekli devam ettiği bir film. Film, tiyatral bir düzende akıl karıştırıcı bir paradoks sunuyor.

Synecdoche, New York (2008)

16. Visitor Q

Konu: Sapık ve işlevsiz dört kişilik bir aile, onlara hayatın zevklerini ürkütücü bir yolla öğretmek üzere güçlü bir adam tarafından ziyaret edilir.

Nesi tuhaf: Filmin eğlenceli tarafı rahatsız edici olması.

Bijitâ Q (Video 2001)

17. Requiem for a Dream

Konu: Film ilaç bağımlısı dört kişi üzerine odaklanıyor. Bu dört kişi zamansız sonlarına doğru git gide dibe batıyorlar.

Nesi tuhaf: Filmin ilaç bağımlılığını rahatsız edici biçimde gözler önüne serdiği sahneler Ellen Burstyn’in diyet ilaçlarının bağımlılık yaptığı müthiş performansıdır.

Requiem for a Dream (2000)

18. Irreversible

Konu: Gaspar Noé’den, gösterildiği hemen her yerde yoğun tartışmalara ve ağır tepkilere hedef olmuş, aşk, tecavüz ve intikam üzerine sarsıcı bir film.

Nesi tuhaf: Film "Memento" gibi zaman algımızı bozmakla kalmıyor, ürkütücü sahneler de oldukça çok.

Irréversible (2002)

19. Primer

Konu: Film, kaza eseri zaman makinesini icat eden iki mühendisin başından geçenleri anlatıyor.

Nesi tuhaf: Karışık ve şaşırtıcı öyküsü "film tam olarak ne anlama geliyor" sorusuyla izleyiciyi baş başa bırakıyor.

Primer (2004)

20. Enter The Void

Konu: Oscar silahla vurulur. Ölü haliyle geçmişine ruhsal ve saykodelik bir yolculuğa çıkar.

Nesi tuhaf: Gelmiş geçmiş en kışkırtıcı filmlerden biri olarak görülen Irreversible’ın ardından çektiği bu ilk uzun metrajlı filmi, Gaspar Noé’nin tabiriyle "psikedelik bir melodram". İlk gösterimi 2009 yılında Cannes’da yapılan Boşluk, transa benzer görsel üslubu ve birinci şahıs gözünden öznel anlatımıyla epey tartışma yarattı. Milenyumun en tuhaf filmi.

Enter the Void (2009)

ARAŞTIRMA DOSYASI /// KUDRET HARMANDA : YİNE KADINLAR ÜZERİNE YAZILMIŞTIR

Zeynep, Gülsüm, Emine, Ayşe, Fatma, Özgecan…..

Adı unutulup giden milyonlara…

Dün 8 Mart’tı ya hani, sormayın! Bütün sosyal paylaşım sitelerinde kadınlar hakkında bir methiye düzme yarışı, bir göklere çıkarma telaşı kadınları ki…ne siz sorun ne de ben anlatayım! Güya Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan edilen 8 Mart günü kadınların bütün problemleri son buldu, bütün kadınlar mutlu ve mesut oldu! İki yüzlülüğün daniskasıydı yaşanan! Bütün kadın hakları ihlalleri bir günde bitiverdi. Tacizler, tecavüzler ve cinayetler bir anda bıçak kesilir gibi kesildi. Bütün gazeteler boy boy kadınlarla ilgili manşetlerle arzı endam eylediler. Tv haberleri kadınlara daha çok yer verdi. Falan ve filan yani…

Kırk senedir bağırırım; dininizin göklere çıkardığı, ayaklarına cennetleri serdiği kadınlar kutsaldır, onlar anadır, bacıdır, yârdır, kızınızdır, ninenizdir diye. Beş kız kardeşi ve bir kızı olan ben bunları dile getirince hemcinsim olan erkekler tarafından alaya bile alınmış bir insanım. Olsun; karıncanın misali, bizim tarafımız belli en azından!

Alemlere rahmet olarak gönderilmiş peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa şöylebuyurmaktadır ”Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.” Yani kadınları köle olarak alın satın, onları hor ve hakir görün demez!

Kadın kutsaldır, çünkü ANA yani temeldir. Dövülüp, hor ve hakir görülecek değil, baş tacı edilecek bir varlıktır. Eşrefi mahluk olan insana annesine, kız kardeşine, kızına saygılı olması gerektiği bütün semavi dinlerde açık bir biçimde yazılmıştır.

Türk Milletinde kadın denilince sadece ana, bacı, yar, kız demek değildir. Çok farklı ve önemli bir yere sahiptir Türk kadını. Bunu tarihte kurulmuş bütün Türk devletlerinde net bir biçimde görmek mümkündür. Öyle kutsal bir yere oturtulmuştur ki; Türk destanlarına baktığımız da kadının Umay Ananın kutsiyeti ile özdeşleştirildiğini görürüz. Yaratılış destanında Yaratana ilham veren “Ak Ana” isimli kadındır. Oğuz Hanın eşleri kutsaldır. Çünkü her ikisi de ışıktan doğmuşlar, ilahi varlıklardır. Kadın toplumsal yaşamın tüm alanlarında söz sahibidir.

Kağanın eşi olan Katun (hanım) kamutayda (ulular meclisi) kağanın yanında oturur ve kineşe (tartışmaya) müdahil olur. Çünkü kadın diğer toplumlarda görüldüğü üzere bir meta değil, devlet yönetiminde söz sahibidir. Hatta Tanrı Kut Mete’nin Çin devleti ile yaptığı barış anlaşmasını eşi Katun imzalamıştır.

Türk kadını yönetime karışırken, Çinlilerde kadının hiç bir sosyal statüsü yoktur. Çinlilerde kadının boşanma hakkı yoktur. Buna karşın Türk Kağanlığında kadın ve erkeğin boşanma hakları vardır. Koca karısının getirdiği çeyizinin bedelini verirken, kadın para vermek veya mihrinden vazgeçmek suretiyle kocasından boşanabilirdi. Bu hakkın bulunmasına karşın Türklerde boşanma görülmediği gibi, diğer milletlerin aksine poligami (çok eşlilik) hoş görülmemiş, tek eşlilik aile hayatında önemli bir yere sahip olmuştur.

Budizm dininin kurucusu Buda (Sidarta Gautama) ilk zamanlar kurduğu dine kadınları almamıştır! İngiltere’de kadınlar murdar sayıldığı için İncile el süremiyorlardı. Yine İngiltere’de 11 inci yüzyıla kadar kocaların karılarını satma hakları vardı!

Meşhur Arap seyyahı İbni Battu’da (Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah bin Muhammed bin İbrahim Levâtî Tancî) Rıhlet-ü İbn Battûta isimli eserinde Türk illerine yaptığı gezide şöyle demektedir. “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler’in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür.”

Bir çok milletlere mensup kadınlar köle gibi pazarlanırken, Türk kadını toplum nezdinde itibarını daima muhafaza etmiştir. Ebul Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime’de, Oğuz ilinde, yedi kızın uzun yıllar beylik yaptığını anlatmakta ve bu kızların isimlerini şöyle sıralamaktadır: “Boyu Uzun Burla, Barçın, Salur, Şabatı Hatun, Künin Körkli, Kerçe Buladı, Kuğatlı Hanım.”

Peki Altay dağlarının en yüksek doruğunun Türkler tarafından verilen ismi nedir bilir misiniz? Zahmet buyurmayın, ben diyeyim: KADIN BAŞI!

Türk Milleti kadını diğer milletler gibi alınıp satılır bir meta olarak görmemiştir. Tarihin her döneminde kadını baş tacı etmiş, ona hak ettiği değeri daima vermiştir. Mesela Kağan sefere çıktığı zaman ülkeyi Katun yönetmiştir. Çünkü Dede Korkut hikayelerinde bile rast geldiğimiz çok önemli bir husus vardır Türk Kadınında; evlenecek çağa gelen Türk kızının ok atması, çok iyi ata binmesi, kılıç kullanması ve hatta güreşmesi ne kadar destansı gelse de aranan ve olması gereken özelliklerdir. Çağlar boyu Türk devletlerinde kadınların okur yazar olmaları önemli bir meziyet olup kız çocuklarının okutulması hayati bir öneme sahiptir. Başka uluslarda kadın alınıp satılan bir meta, Türk Milletinde Hayat Ağacının sahibi UMAY ANA! Türk milleti kadınına daima kutsal bir hüviyetle bakmıştır.

Türk kadını kendisine verilen bu değeri ve duyulan güveni asla boşa çıkarmamıştır. Sadece tarlada rençber, dağda oduncu, tezgahın başında halı, kilim dokuyan, karasaban ardında çift süren bir kimlikten öte, doğurduğu çocuklarına eğitimini verecek kadar bilge, erinin yanında vatanını savunacak kadar yiğittir Türk kadını!

Türk kadınının bütün bu hasletlerini bilen ve kendisini yetiştiren kadınla daima gurur duyan Türkün Ulu Başbuğu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, aydınlanmanın kadından başlaması gerektiğini söylemiştir. Kadınını aydınlatan, bilinçlendiren saygı duyan ve ona hak ettiği değeri veren toplumların kendisi ile barışık ve diğer milletlere önder olacağını bilen bir lider olarak evvela kadınlarımızın eğitilmesi için özel çaba sarf etmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kıt kanaat imkanları ile seçilen Türk kızlarının Almanya, Fransa gibi ülkelere eğitim görmeleri için gönderilmesini sağlamıştır. ‘Sizleri kıvılcım olarak gönderiyorum alev olarak döneceksiniz.’ Diyerek yurtdışına gönderdiği kızların birer aydınlanma meşalesi olması gerektiğini söylemiştir. Ebedi Başbuğun direktifleri ile yurt dışına eğitime giden Türk Kızları, asaletlerinin mensup oldukları milletten geldiği bilinci ile gittikleri ülkelerden eğitimlerini üstün dereceler ile bitirerek dönüp; Türk kadınının gurur abideleri olmuşlardır.

Kim ne derse desin, kim neyi öne sürerse sürsün, Türkiye Cumhuriyetinin dünya devletleri arasında hak ettiği yeri alması, Özgecan ARSLAN, Ayşe PAŞALI gibi cinayetlerle dünya basınında yer almaması, ancak ve ancak eğitimli Türk anaları sayesinde olacaktır. Ne zamanki anamız, bacımız, kızımız dediğimiz kadınlarımızı sadece bir anneler günü ile, bir 8 Mart Emekçi kadınlar Gününe sığdırmaktan vazgeçeriz, ne zamanki onları “Allah’ın emanetleri, kutsal birer varlık” olarak görürüz, işte o gün Türkiye Cumhuriyeti kadını ile, erkeği ile hak ettiği yere gelmiş olur.

Bu gün 9 Mart, yılın geri kalan günlerinde de sizden kadınlara sahte gülücükler, hamasi nutuklar beklemiyorum. Sadece kendiniz olun. Sadece kadınlara Allah Resulünün gösterdiği saygıyı gösterin.

Onlar sizlere çok daha fazla saygı, sevgi, hoş görü ve anlayış göstereceklerdir. Çünkü onlar dünyaya sizin gözünüzle değil, ANA gözüyle bakıyorlar. Unutmayın, kadınlar saygıyı yılın bir günü değil, her gün hak ediyorlar…

Son sözü Hacı Bektaş-ı Veli’ye bırakıyorum: Kadınlarını okutmayan milletler batmaya mahkumdur!

MİT DOSYASI : Tutuklanan ajanların ikisi serbest, Erdoğan’ın danışmanı gözaltında !

Geçtiğimiz aylarda Frankfurt havalimanında Almanya’da MİT için ajanlık yaptıkları iddiasıyla aralarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanının da bulunduğu 3 kişi tutuklanmıştı.

Konuyla ilgili Spiegel dergisinde çıkan bir makalede, Alman istihbaratının uzun zamandır takip ettiği bu 3 kişinin yaptıkları telefon konuşmalarına yer verildi. Diğer iki kişinin kefaretle serbest bırakıldığı belirtilirken, Erdoğan’ın danışmanlığını yapan Muhammed Taha Gergerlioğlu’nun tutukluluk halinin devam ettiği ifade edildi.

GERGERLİOĞLU’NA “BÜYÜK ABİ” VEYA “HOCAM” DİYORLAR

Spiegel’de yer alan yazıya göre Alman istihbaratının bu 3 ajan olduğu iddia edilen kişilerin telefon konuşmasında Gergerlioğlu’na “Büyük abi” veya “hocam” diye hitap ettikleri belirtildi.

Spiegel, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) söz konusu kişilerle bağlantısını reddettiğini ve bunu Alman makamlarına da ilettiklerini satırlarına taşıdı.

FİDAN’IN ALMANYA’DAKİ VEKİLİ

Gergerlioğlu için, eski MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Almanya’daki vekili ifadesinin kullanıldığının dinlemelere takıldığı belirtildi. Buna göre Gergerlioğlu ve üç adamının, sık sık Erdoğan’a övgüler dizdiği, diğer taraftan Kürtlere ve Hizmet Hareketi’ne karşı çalışmalar yürüttüklerinden bahsettikleri kaydedildi.

AKP MUHALİFLERİNİ SUSTURMA ÇALIŞMASI

Alman dergisi, Gergerlioğlu ve ekibinin, AKP muhaliflerini Avrupa’da da susturmaya çalıştığı, diğer taraftan kendi adamları ve taraftarları için yasal sınırları da aşan destekler sunduğu öğrenildi.

Spiegel ayrıca, Gergerlioğlu’nun, adamlarına pasaport ve vize konularında yardımcı olmaktan, yurtdışına çıkacak bir yeğenin işlemlerini hızlandırmaya, hatta seyahat yasağı bulunan bir kişinin yasağının kaldırılmasına kadar birçok konuda ‘destek’ verdiği bilgilerini paylaştı.

Spiegel ayrıca şüphelilerin kendi aralarında yaptığı konuşmaya yer vererek, ancak bunların bazılarının gerçek çıkmadığına da dikkat çekerek bir defasında söz konusu 3 şahıstan birinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a planlanan bir suikasttan bahsettiğini ve Erdoğan’ın evinde çalışan bir aşçıdan şüphelendiğine yer verdi.

AVUSTRALYA DOSYASI /// VİDEO : Bilim Adı Altında Faşizm Aborjin Katliamı

VİDEO LİNK :

https://www.youtube.com/watch?v=V3_39cvcYdg&feature=em-uploademail

EĞİTİM DOSYASI /// Prof. Dr. Ali Demirsoy : ÜNİVERSİTELERDE BİLİMSEL ÜRETİMDE AHLAKİ SORUNLAR

Öncelikle evrensel açıdan değil ülkemizin durumu göz önüne alındığında iki şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor.

Ancak bu ayırımı yapmadan bir tanımı iyi yapmamız gerekir. Bir insanın bir unvan edinmesi için başka birinin emeğini açık ya da kapalı bir biçimde alması (aşırması)[1]; bir ülkenin ya da bir işletmenin üretimini geliştirmesi ve çeşitlendirebilmesi için kaynak bilgiyi izinsiz olarak kullanması doğru da değildir ahlaki de değildir.

Ancak, şu anda dünya ekonomisine damgasını vuran önemli ülkelerin bir kısmı, en azından geçmişinde, bilginin ahlaki yoldan elde edilip edilmemesine bakmaksızın, dünyanın başka bir yerinde edinilmiş bilgiyi kullanarak yarışmaya katılmıştır (çoğunlukla da doğu ülkeleri). Hatta üstüne bir şeyler koyarak bu yarışta öne geçmiştir. Uzak doğuluların sanayi casuslukları ünlüdür. Kapitalist sistem kendi dinamiğini sürdürebilmek için bilginin korunması ile ilgili birçok yaptırım geliştirmiş olsa bile, sistemin kendisi yarışmaya dayalı olduğu için, fazladan bir adım ileri atabilmek için her yolu yine de mubah görmüştür.

Aslına bakarsanız birilerinin para ve emek harcayarak bulduğu bir şeye bir başkasının karşılıksız konması ve kullanması ahlaki değildir. Ancak gelişmekte olan ülkelerin bu yarışa katılabilmesi için başka çaresi bulunmamaktadır. Ayakaltında kalmamak için bu bilgiyi –yasal olmasa da- belirli bir süreliğine ödünç almalıdır. Türkiye bu yolu yakın zamana kadar başarılı olmasa da izledi; ancak Avrupa Birliğine gireceğiz diye telif ve patent hakları ile ilgili anlaşmaları meclisinden geçirmek zorunda kaldı. Böylece kural olarak Türkiye ancak kendi geliştirdikleri ile bu yarışa katılmak durumda kaldı. Ya da bedelini ödeyerek bilgiyi (Know-how = bir şeyi yapabilme bilgisini) kullanmak zorundadır. Aynı şeyi üretip aynı yerlerde satmaya kalkarsanız, üretim bilgisini satın alarak yapanların bu yarışta büyük şansı olmayacaktır. Türkiye bu nedenle bu anlaşmaları belirli bir süre daha askıya almalıydı. Japonya ve Çin ekonomisinin bu yarışmaya katılabilmesinde, başlangıçta, bu kurala uymaması büyük rol oynamıştır. Yıllarca Japon işi, Kore işi, Çin işi diye kalitesini küçümsediğimiz; ancak ucuz olmasından dolayı aldığımız mallar; bu ülkelerin üretim lokomotifi oldular ve şimdi de batı sanayisi ile kalite bakımından yarışır oldular. Bu aceleciliğin Türkiye için başka zararları da oldu. Bunun için kendimden örnek vermeliyim.

Ben Türkiye’nin en çok bilim kitabı yazmış insanlarından biriyim. Çoğu kitabımın kapsamı ve içeriği batıdakilerden çok daha ayrıntılı ve kapsamlıdır. Çünkü ülkemizde telif yasaları henüz yürürlüğe girmediği ya da özenli bir şekilde izlenmediği bir dönemde dünyanın dört bir tarafında yazılmış olan telif kitaplardan yararlandım. Aslında üç dilden (İngilizce, Fransızca ve Almanca) bir istek formu hazırladım, ne yazacağımı, kimler için yazacağımı, ne konuda yazacağımı belirttikten sonra, özellikle belirli resimleri, haritaları ya da fotoğrafları sınırlı sayıda da olsa kullanmak için izni istedim. Bu yazıyı hem basım evine hem de yazarın kendisine gönderdim. Kural olarak hemen hepsi istediğim izinleri verdiler. Ancak bazen basım evi kapanmış oluyordu, yazar ölmüş oluyordu ya da adreslere ulaşama şansı olmuyordu. O zaman izinsiz de olsa bilgiyi kullanıyordum. Çünkü önemli bir yaptırımı yoktu. Bilgiyi bu ülkeye kazandırmalıydım. Alıntının miktarına da sıkı sıkıya bağlı kalmama gerek yoktu. Üniversitede hiç yazılı ya da basılmış bir kitabı olmadan-okumadan mezun olan biri olarak bunun acısını ve özlemini çok çekmiştim. Bütün özlemim yolu ne olursa olsun benden sonrakilere çağdaş bilgiyi yazılı olarak ulaştırabilmekti. Çünkü bu dönemde internet de (sayın Google da) yoktu. Öğrencilerin büyük bir kısmı Türkçe dışında yazılmış bilimsel bir kaynağı okuyacak durumda değildi. Kolları sıvadım; 30 yıl boyunca geceleri bilim kitaplarını yazmaya başladım. Kitapların bir kısmı için bugünkü dayatılan koşullara göre uyguladığım yöntem telif açısından kelimesi kelimesine doğru muydu? Evrensel kurallar açıdan baktığımızda doğru değildi.

Türkiye’nin elinde 1960-1980 yıllarında bile birikmiş ne bilimsel fotoğraf ne çizim ne de bunları çizebilecek teknik kadro mevcuttu. Bugün bile bu konuda büyük sıkıntılarımız bulunmaktadır. Çizdirilebilir mi? Kuşkusuz bu tip biyolojik resimleri çizebilen sınırlı sayıda teknik ressam vardır. Ancak senede kitaba sadece 6,5 Tl harcayan bir toplulukta böyle bir çalışma çok pahalıya mal olacaktır. Çünkü kitabın maliyetini düşüren satış miktarıdır. Bu nedenle bilim dili olarak kullanılan dillerde (özellikle İngilizcede) bu tip kitaplar oransal olarak daha ucuzdur. Üçüncü dünya ülkelerinin (ve bir zamanlar bizim ülkemizde birçok yazarın) kurallarına uymadan alıntı yapmasının nedeni bu sıkıntıdır. Burada bir şeyi tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor: Bu tip alıntı yapılan kitaplar kişiye unvan kazandırmışsa, bunun affedilebilir bir yanı yoktur. Çünkü edindiği unvanın paydaşı var demektir.

Samanyolu’nun çekilmiş panoramik bir fotoğrafını kaynağını da arkada belirterek, popüler amaçla yazmış olduğum, içindeki bilgilerin çoğu batıda yapılmış bilgilerden devşirilmiş bir kitabıma koydum; büyük ölçüde alıntılar yaptım diye bir Astronomi Profesörü TÜBİTAK başkanına şikâyete bile kalkıştı (bunun hakkındaki öyküyü, sizlere “CEHENNEMDE İÇİNDE TÜRKLERİN BULUNDUĞU KATRAN KAZANLARINA ZEBANİ KOYMAYA GEREK YOK” adlı bir yazı ile ileteceğim). Ben de Türkiye’den birinin çektiği benzer bir fotoğraf varsa onu koyayım dedim.

Türkiye üniversitelerinin ve sanayisinin bu fırsatı yeterince değerlendiremediğini düşünüyorum. Aslında üniversitelerde araştırma diye yapılanların çoğunun bir tarafta yapılmış bir çalışmanın farklı bir kopyası olduğunu söyleyebiliriz. Ancak nüfusunun %60’ı okuma çağında olan bir ülkenin çocuklarını sadece yabancı dilden yazılmış kitapların içeriğine mahkûm etmenin de doğru olduğunu söyleyemeyiz.

İyi bir derece ile mezun olduğum üniversiteden Atatürk Üniversitesine asistan olunca, konuşmalarımdan ya da verdiğim derslerden çok bilgili olduğum görüntüsü yaratmış olmalıyım ki çevremdekiler benden sitayişle bahsederlerdi. Ancak Ord. Prof. Curt Kosswig ile karşılaştığımda ne mal olduğum en az benim tarafımdan ortaya çıktı. Benim için, “bu bilgiyle seni nasıl asistan almışlar?” gibi bir cümle bile kullandı. O zaman ilk defa durduğum yeri öğrendim; dolayısıyla gideceğim yeri de daha kolay bulma şansını yakaladım. Tıp, Dişçilik, Biyoloji, Ziraat öğrencilerine çoğunluk bir arada Genel Biyoloji dersi veriyordum. Bir soru sorulduğunda cevabını bilemiyorsam ne yapıyordum biliyor musunuz? Bu cümlenin yanıtı, benim kitap yazmamı tetikleyen ikinci en önemli etken oldu. Sorunun cevabını kural olarak çevremde sorarak öğreneceğim kimse yoktu; Doğu Anadolu’nun tüm insanlarının bu alandaki bilgisini toplasam büyük bir olasılıkla benimki kadar etmezdi; ben de bir hiçtim. Kütüphane yeni kurulmuştu; kitap sayısı çok sınırlıydı. Olanı da lisan olmadığı için hemen hemen okuyamıyorduk. Telefon bağlantısı kural olarak bir işkenceydi; bazen basit bir bağlantı günler sürüyordu; telgraf en erken 3 günde gidiyordu. Tek yol vardı, ilgili sorunun kitabını bulup sipariş etme. Ancak yurtdışına doğrudan kitap sipariş edemiyordunuz. Hiç kimse bir yerlere kafasına göre döviz gönderemiyordu. Önce Merkez Bankasından bir akreditif açtırıyordunuz (bunun için 18 yerden imza alınması gerekiyordu). Kitap doğrudan adresinize de gelmiyordu, o zamanlar HAŞET Kitapevi aracı kurum olarak devreye giriyor, o firma üzerinden ithalatı yapılabiliyordu. Hiç unutmam Fransa’da 150 Franklık “Biologie des Orthoptera” adlı kitap bana 650 Frank’a mal olmuştu. Bu süreç 6 ayda tamamlandığı için soruyu soran çocuk (lar) çoktan dönemi bitirmiş ve ayrılmış oluyordu. Bir karar vermek gerekiyordu. İşte bu nedenle ince eleyip sık dokuyarak işin kurallara tam uyup uymamasına bakmaksızın, eğitime hizmet etmeyi en önemli görev bildim ve bu çalışmaların (kitapların) hiçbirini unvan elde etmek (ve keza gelir elde etmek) için de kullanmadım.

Bütün bunları yazarken habersiz ve izinsiz bilgi koymayı teşvik ediyormuşum gibi düşünmeyin; her durumda izin yolunu kullanmak gerekiyor. Telif yasaları yürürlüğe girdikten sonra bütün bunları söylemek bile gereksiz; çünkü zorunluluk haline gelmiş durumdadır. Benim uyguladığım, bu yasalar yürürlüğe girmeden önceki dönemlere aittir.

Telif yasaları yürürlüğe girmeden inanılmaz bir biçimde bilimsel kitap üretiyordum. Kitapları doğa bilimleri ile ilgili (biyoloji, ziraat, tıp, veterinerlik, su ürünleri, antropoloji, sağlık bilimleri, eğitim fakültelerinin ilgili) bölümlerinde ana ders kitapları ya da yardımcı ders kitapları olarak okutuyorlardı. Avrupa’nın dayatması ile katı telif yasaları çıkarılınca, birçok formalite ile resmi izin zorunlu olunca, bir fotoğraf için bile inanılmaz paralar istenince, zorunlu olarak, özellikle içinde resim ve fotoğraf olmayan konularda üretmeye başladım ve gittikçe üretim potansiyelim azaldı. Biyoloji kitaplarının çoğu, ustaca çizilmiş resimlere ve şemalara bağlıydı; onlarsız kolay anlaşılabilir bir eser yazılamıyordu.

Özellikle resim kaynağı tükenince, Türkiye, bir kısmı telif olan yerli malı bu kitaplardan çeviri kitaplara döndü. Her halde sanayi üretiminde de benzer zorluklarla karşı karşıya kaldık. Çünkü sanayi-üniversite işbirliği sloganı ile yola çıkmış birçok firma, sonunda bu işbirliğinin daha pahalıya geldiğini görünce Know-How satın alma yoluna gidiyor.

Bilim etiği diye mangalda kül bırakılmamasına bakmayınız. Günümüzde bile bu uygulamalar sırasında ahbap çavuş ilişkisi hiç eksik olmadı. Örneğin saygın bir üniversitemizdeki birkaç hoca çeviri kitaplardan izinsiz alıntı yaparak yeni bir kitap yazıyor. Mahkemeye başvuruluyor; aşırdı denen hocaların üniversitesinden 3 bilirkişi seçiliyor; bu bilirkişiler de şöyle bir yorum yumurtluyorlar: Bir kitaptan izinsiz olarak, 7 ya da 10’da bir oranında aynen alıntı yapılabilir. Yayın evi, farklı 10 kitaptan parça parça alıp (her birinden 1/10 alarak) birleştirip bir kitap yaparlarsa ne olacak; bunun cezası olmayacak mı diye derdini anlatmaya çalışsa da mahkeme berata karar veriyor.

Ancak ikinci tip aşırmacılık var ki “ortada yasa olsun ya da olmasın” bunun kabul edilebilir tarafı yok. Bu aşırmacılık tipi, özellikle üniversitelerde belirli unvanları almak için kişinin yapmak zorunda olduğu bilimsel çalışmalara ait yayınlarda görülen tiptir. Asıl kıyamet bu tipteki aşırmacılıklarda kopmaktadır. Çünkü denetimi ve geriye dönüşü çok daha zordur ve sancılıdır. Bizim üniversitelerde görülen aşırmacılığın çoğu bu tiptir. Eğer aynı kadroya başvurulmamış ise, eğer kimseyle çekişme yaşanmamışsa, eğer o meslekte dikkatli ve aynı zamanda duyarlı biri yoksa bu aşırma tipi çok defa kaynar gider. Eldeki görünür bilgi ve soruşturmalar bu tip aşırmanın çok yaygın olduğu yönündedir. Çok belirgin aşırmalar –eğer başka bir kişi ile aynı ortamda yarışmaya girildiğinde kullanılmış ise- yasal yaptırıma uğramakta; eğer bir kapışma yoksa ya da bu kapışmada taraflar uzlaştırılmış ise şuradan buradan alınmıştır şikâyetleri çoğunluk araya girenlerce kapatılmaktadır ya da görmezlikten gelinmesi sağlanmaktadır.

Bazen zorunluluk insanı suç işlemeye zorunlu kılabilir. Doğru değerlendirme için zamandaki koşullara da bakmak gerekir. Birçok aşırma dosyasına hakem olarak baktım. Çoğunu da suçlu buldum; ancak ceza önermedim. Suç olur da ceza olmaz mı derseniz, anlatayım:

Bir ara YÖK’ten bir karar çıktı: İki yıl içinde önemli dergilerden 2 ya da 3 yayını çıkmayan yardımcı doçentlerin ve doktoralı elamanların üniversite ile ilişkisi kesilecektir. Çoğu üniversitenin birkaç hocadan oluşan bölümleri ek ders almak için, ikinci, neredeyse üçüncü eğitimleri açmıştı. Gündüz dersleri gençlerin üzerine yıkıldı (geceleri verilen dersler zamlı olduğu için onları büyük hocalar kaptı), bu gençler geceleri de laboratuvar ve diğer hizmetlerde kullanıldılar. İşte bu insanlardan iki yıl içinde 3 uluslararası yayın istenmişti. Atılmamak için aşırdılar. Raporumu bu insanlar aşırmışlardır, suçludurlar; ancak kafese tıkanmış kedi neyse bunların da durumu öyledir; bu nedenle bir ceza önermiyorum diye raporlarımı tamamladım.

Yayın ahlakı özellikle bazı mesleklerde çok daha farklı yürümektedir. Tıpta çoğunluk anabilim dalı başkanı çıkan yayınların tümüne adını koydurmaktadır. Bir projeden bir alet almış biri bu aleti daha sonra kullananların yayınına kendi adını koydurmaktadır. Projesi olmayan araştırıcılara kimyasal madde yardımı yapan, dili iyi olduğu için hazırlanan yayını gözden geçiren, bir örneği araziden alıp getiren, özel bir aleti kullanan, tanıdığı bir yayınevine yayınlanacak makaleyi gönderen kişiler bu ülkede yayına adlarını koydurmaktadır. Bu yayınlarla birçok kişi unvan almakta, mahkemelerde bilirkişi niteliği kazanmakta, doçentlik jürilerine konunun uzmanı olarak girmekte, yerine göre ticari çıkar sağlamaktadır.

Türkiye uzun zaman başka üçkâğıtları yaşadı. Benim yazılı tüm itirazlarıma karşın kimse beni dinlemedi. Unvan sınavlarında, özellikle, doçentlikte, “yayına kabul edilmiştir” yazılarının hiçbir zaman dikkatle alınmamasını önermiştim. Yayına kabul edilmiştir yazısı, bir kişinin bir şeyi bulmada önceliğinin olduğunu gösteren bir belgedir; yayın yapmıştır anlamı taşımaz. Nitekim doçentliğe 6 tane yayına kabul edilmiştir yazısıyla girip doçent olan; doçentlikten sonra yayınları hemen geri çekip belirli bir zaman sonra gerçek yayına dönüştürerek bu sefer profesörlüğünde kullanan kişileri tanıdım. Bu ülkede birçok insan bir işle iki unvan elde etti.

Yayının net bir tanımı vardır. Özel (herhalde basit bir şekilde silinemeyen) bir mürekkeple basılı olmalıdır, belirli bir sayıda basılmış olmalıdır, olması gereken yerlerden para ile satın alınır olmalıdır ya da ulaşılabilir (örneğin kütüphanelerde bulunur) olmalıdır. Bir kitabı sadece jüri üyelerine yetecek kadar (3-5 adet) basıp unvan alabilirsiniz; eser kamuya sunulmadığı için bu durumda jüri dışındaki uzmanlar tarafından tenkide uğramaz. Kusurları da ortaya çıkmaz. Olması gereken yerde bulunmalıdır: Eseri bastıktan sonra, örneğin kitabın, hepsini satın alıp ya da piyasaya sokmadan bir yerde depolayabilir ve denetimden kaçırabilirsiniz. Belirli sayıda basılmış olması ise değişik yerlerin görüşüne sunulması ile ilgilidir. Örneğin Almanya’da bir doktora tezinin resmileşebilmesi için en az 100 kopyasının belirli merkezlere ulaştırılma zorunluluğu vardı.

Aşırmanın olup olmadığı konusunda en zor karar verilenler, aynı konuda, aynı yöntemi kullanan; ancak başka bir madde ile ya da faktör ile denemeyi kuranlarda görülür. Örneğin bir stres çalışmasında bir bitkide yabancı bir araştırmacı sodyumu kullanmış, benim ülkemde de bir araştırıcı, bu makalenin dil olarak da aynısını almış, ancak deneme maddesi olarak magnezyumu kullanmış ise ikisinin arasındaki tek fark giren maddede ve çıkan grafiktedir. Şikâyet oldu; yasadakiler sordu: Özgün mü? Özgün dedik. Özgündü; ancak bu da bir çeşit aşırmanın özgün biçimiydi.

Belki üniversitelere ilk giren araştırıcılara öncelikle bilim etiği, yazım kuralları, telif yasasının ilgili kısımları öğretilmeli. Şu anda internetten alınacak bilginin nereye kadar aşırma olduğunu doğrusu ben bilmiyorum. Çünkü aynı bilgiyi, onarca yerde kaynak olmadan görebiliyorsunuz.

Başka bir aşırma biçimi, sanki aynı kaynakları kullanmış gibi davranmadır; benim yazdıklarımdan aşırılanlarla ilgili birkaç örnek verebilirim. Benim kitaplarımın bazılarında, eski literatüre ait olan çok pahalı ve zor bulunan bazı kitaplardan ve çalışmalardan çok güzel el çizimi resimler vardır. Biraz da nostalji olarak bu resimleri yazdığım kitapların arasına serpiştirdim. Benim kitabımı önlerine koyup özet çıkarıp, biraz bilgi ekleyerek kitap yazan çok sayıda akademisyen oldu. Kitaplarının içeriği neredeyse yüzde 60-70 benden aşırılma idi. En ilginci de, ben, resim ve fotoğrafları nereden almış isem, onlar da aynı yerden almış gibi yazmışlardı. Hatta İngiltere’de bir sanatkârın el çizmesi ile yaptığı ve hiçbir yerde yayına sokmadığı biyolojik resimleri kitabıma koyup adını yazmıştım; bu yeni müellifler de aynen bu adamın adını yazarak oradan aldıklarını belirtmişlerdi. Bu yayını gösterin ben üniversiteden istifa edeyim dedim, kös kös odamdan ayrıldılar. Ben nereden almış isem bu beyler de hep oradan almışlar meğer… En kötüsü, bu insanlar beni kitaplarının arkasında kaynaklar listesinde bile vermemişler. Büyük bir olasılıkla bir yerlerde şu anda yönetici olmuşlardır…

En büyük aşırma, sıkı durun, ne yazık ki tüm çabalarıma karşın kendi üniversitemde bile kabul ettiremediğim, şu anda çok yaygın olarak uygulanan ve belki de benim aktif meslek hayatımda hemen hemen hiç yapmadığım; üniversiteler tarihinde benim haricimde herkesin onayladığı ve yaptığı bir eylemdir. Ne yazık ki yasaları bile çıkarımız için çarpık yorumluyoruz. Bir kısmınızın (belki tümünüzün) itiraz edeceğini bile bile yazacağım… Buyurun:

Yüksek Öğretim Yasasında (2547), öğretim üyelerinin görevleri tarif edilirken:

Madde 22:

a. Yükseköğretim kurumlarında ve bu kanundaki amaç ve ilkelere uygun biçimde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim – öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak ve yaptırmak, proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek,

b. Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel araştırmalar ve yayımlar yapmak,

Dikkat ederseniz a bendinde lisansla birlikte lisansüstü eğitim ve öğretim yaptırma üniversite hocalarına birinci görev olarak verilmiştir. Bizim birinci en önemli görevimiz bilim adamı yetiştirme olduğuna göre, bunu angarya olarak göremeyiz. Bir kişi bu eğitimi (lisansüstü ve doktora) yapıp, sonunda unvan alırken, unvan belirli bir belgeye dayandırılmalıdır. Bu da çoğunluk geçerli dergilerde yaptığı yayın ya da yayınlardır. Bu yayınlarda yayının altına lisansüstü ya da doktora çalışmasından alınmıştır ibaresinin düşülmesi bir zorunluluktur. Özellikle doktora çalışması çok özel ve önemli bir çalışmadır. Çünkü kişiye bir konuda uzmanlık yetkisi, imza atma yetkisi hatta mahkemelerde bilirkişi olma yetkisi verir. Dolayısıyla kişiye yetki kazandıran bir unvanın paylaşılması söz konusu olamaz. Açıkça bir unvanın yüzde bilmek kaçı birisine geri kalan kısmı da başka birine aittir mantığı, bırakın akademisyen mantığına, en basit bir mantık yürütmesine bile ters düşer. Bu, ahlaken de yasal olarak da doğru değildir. Hiç kimse bir doktora çalışmasının ne kadarını aday ne kadarını danışman yaptı diye hesap yapamaz. Çalışmayı tümüyle aday yapar, danışman da adım adım izler ve yanlış giden şeyleri düzeltir. Ancak bu sürecin hiçbir aşamasından, danışman, makalelerde ve tezde danışman hoca olarak verilen referans ya da teşekkür hariç pay alamaz. Çünkü bu unvanlı çalışmaları yaptırması yasanın birinci maddesi olarak her akademisyene verilen birinci görevdir. Bu ibare ile danışman hocaya puan da verilmeli, yükseltilmesinde de kullanılmalı, gerekirse diğer imkânlar da sağlanmalıdır; ancak adı konmamalıdır.

Çok sevdiğim birini yanıma alıp çalışmanın %90’nını ben yapıp ona doktora unvanı verdirdiğimde bunun ahlaki yönü sizce ne olabilirse, bu tip bir paslaşmada da aynısı görülmektedir.,

Dikkat edilirse, maddenin b bendi yayın ve araştırma ile ilgili konuları ikinci görev olarak vermiştir. Eğer her ikisini bir arada düşünseydi, birinci maddenin içine sokar paydaş yapardı.

Yüksek lisans ve özellikle doktora çalışmasının haricinde herkesin verdiği emek oranında yayınlardan ve diğer getirilerden pay olması doğaldır. Ne yazık ki bu tip çalışmalarda da başka çarpıklıklar karşımıza çıkarmaktadır. Laboratuvarını, aletini, kimyasal maddesini, kütüphanesini, hatta çalışma mekânını kullandıran, akrabalık ilişkisini kullana sayısız kimse kendi alanıyla hiç ilgisi olmayan çalışmalara adını koydurmaktadır. Bu tip yardımların da bu yayınlarda uygun bir şekilde teşekkürle karşılığının verilmesinden başka bir yol yoktur.

Ne yazı ki Türkiye Üniversiteleri doktora öğrencisinin yaptığı çalışmalarla doçent ve profesör unvanı alan çok sayıda öğretim üyesiyle doludur. Bu kişilerin yaptığı savunma hep şöyle olmuştur: Çektiğimiz bunca emek ne olacak? Kimse size oturun da doktora öğrencinizin çalışmasını bizzat yapın, yazın demiyor; yasa size sadece yönetin diyor; kaldı ki bunun için ücret alıyorsunuz. Üniversitelerimiz hakları yenmiş sayısız, mutsuz gençle doludur ve usta çırak örneği bir zaman sonra onlar da fırsatını yakalayınca benzerini yapmayı mubah görmeye başlıyor. Böyle bir uygulama, açıkça söylemeliyim, çoğunluk, profesörleri aktif çalışmadan alıp, bir çeşit maraba kullanmaya yönetmektedir.

Gençlere son bir öneri: Ben yine de yapacakları yayınlar için gençlere bir şey söyleyeyim: İzin alamamış iseniz, zorunlu olarak bir bilgiyi ya da özellikle şekli ya da fotoğrafı yayınınıza

koyacaksanız, kesinlikle altına nereden, kimden alındığını açık açık yazın. O zaman usulsüzlük yapmış olursunuz, telafisi mümkündür. Eğer kaynak vermekten kaçınmış iseniz, o zaman aşırmacı (daha doğru bir tanımla hırsız) durumuna düşersiniz. Kaynakta verilmeyen bir eserin içerisindeki bilginin alınması bir aşırmacılıktır. Kaynakta verilen, izni alınmamış bilgi ise durumuna göre usulsüzlük olarak tanımlanabilir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy

(09.03.2015)

Değerli Kardeşim

Bu yazının, işin arka planını anlamak istemeyenlerce, beni yıpratmak için kullanılacağını biliyorum. Ancak dünyanın en çetrefilli bölgesinde bulunan ülkemizin insanlarının bilim toplumuna ulaşmasının bu coğrafyayı seven herkes için en önemli amaç olduğunu da biliyorum. Bazen insan sevdiklerini korumak ve kurtarmak için her şeyi göze alarak, bir şeyler yapmak gereğini duyuyor. Ülkem çok zaman yitirdi. Çalışma yaşamım sırasında bir yerlerde bilim varsa onu ülkemin insanına taşımanın da görevim olduğunu düşündüm. Çünkü bilimi tabana yaymayan bir ülke bilim üretemezdi.

Üniversitelerimizde yapılan çalışmaların bir kısmının “kim ne derse desin” üstü örtülü aşırmacılık olduğunu açık açık söylememiz gerekir. Çıkmazlarımızı da bilmemiz gerekiyor. Bu yazıdaki fikirlere “şu andaki konumunuz ve uygulamanız gereği” katılmazsanız bile, elinizi vicdanınıza koyarak okumanızı dilerim…

Sevgilerimle