Öncelikle evrensel açıdan değil ülkemizin durumu göz önüne alındığında iki şeyi birbirinden ayırmamız gerekiyor.
Ancak bu ayırımı yapmadan bir tanımı iyi yapmamız gerekir. Bir insanın bir unvan edinmesi için başka birinin emeğini açık ya da kapalı bir biçimde alması (aşırması)[1]; bir ülkenin ya da bir işletmenin üretimini geliştirmesi ve çeşitlendirebilmesi için kaynak bilgiyi izinsiz olarak kullanması doğru da değildir ahlaki de değildir.
Ancak, şu anda dünya ekonomisine damgasını vuran önemli ülkelerin bir kısmı, en azından geçmişinde, bilginin ahlaki yoldan elde edilip edilmemesine bakmaksızın, dünyanın başka bir yerinde edinilmiş bilgiyi kullanarak yarışmaya katılmıştır (çoğunlukla da doğu ülkeleri). Hatta üstüne bir şeyler koyarak bu yarışta öne geçmiştir. Uzak doğuluların sanayi casuslukları ünlüdür. Kapitalist sistem kendi dinamiğini sürdürebilmek için bilginin korunması ile ilgili birçok yaptırım geliştirmiş olsa bile, sistemin kendisi yarışmaya dayalı olduğu için, fazladan bir adım ileri atabilmek için her yolu yine de mubah görmüştür.
Aslına bakarsanız birilerinin para ve emek harcayarak bulduğu bir şeye bir başkasının karşılıksız konması ve kullanması ahlaki değildir. Ancak gelişmekte olan ülkelerin bu yarışa katılabilmesi için başka çaresi bulunmamaktadır. Ayakaltında kalmamak için bu bilgiyi –yasal olmasa da- belirli bir süreliğine ödünç almalıdır. Türkiye bu yolu yakın zamana kadar başarılı olmasa da izledi; ancak Avrupa Birliğine gireceğiz diye telif ve patent hakları ile ilgili anlaşmaları meclisinden geçirmek zorunda kaldı. Böylece kural olarak Türkiye ancak kendi geliştirdikleri ile bu yarışa katılmak durumda kaldı. Ya da bedelini ödeyerek bilgiyi (Know-how = bir şeyi yapabilme bilgisini) kullanmak zorundadır. Aynı şeyi üretip aynı yerlerde satmaya kalkarsanız, üretim bilgisini satın alarak yapanların bu yarışta büyük şansı olmayacaktır. Türkiye bu nedenle bu anlaşmaları belirli bir süre daha askıya almalıydı. Japonya ve Çin ekonomisinin bu yarışmaya katılabilmesinde, başlangıçta, bu kurala uymaması büyük rol oynamıştır. Yıllarca Japon işi, Kore işi, Çin işi diye kalitesini küçümsediğimiz; ancak ucuz olmasından dolayı aldığımız mallar; bu ülkelerin üretim lokomotifi oldular ve şimdi de batı sanayisi ile kalite bakımından yarışır oldular. Bu aceleciliğin Türkiye için başka zararları da oldu. Bunun için kendimden örnek vermeliyim.
Ben Türkiye’nin en çok bilim kitabı yazmış insanlarından biriyim. Çoğu kitabımın kapsamı ve içeriği batıdakilerden çok daha ayrıntılı ve kapsamlıdır. Çünkü ülkemizde telif yasaları henüz yürürlüğe girmediği ya da özenli bir şekilde izlenmediği bir dönemde dünyanın dört bir tarafında yazılmış olan telif kitaplardan yararlandım. Aslında üç dilden (İngilizce, Fransızca ve Almanca) bir istek formu hazırladım, ne yazacağımı, kimler için yazacağımı, ne konuda yazacağımı belirttikten sonra, özellikle belirli resimleri, haritaları ya da fotoğrafları sınırlı sayıda da olsa kullanmak için izni istedim. Bu yazıyı hem basım evine hem de yazarın kendisine gönderdim. Kural olarak hemen hepsi istediğim izinleri verdiler. Ancak bazen basım evi kapanmış oluyordu, yazar ölmüş oluyordu ya da adreslere ulaşama şansı olmuyordu. O zaman izinsiz de olsa bilgiyi kullanıyordum. Çünkü önemli bir yaptırımı yoktu. Bilgiyi bu ülkeye kazandırmalıydım. Alıntının miktarına da sıkı sıkıya bağlı kalmama gerek yoktu. Üniversitede hiç yazılı ya da basılmış bir kitabı olmadan-okumadan mezun olan biri olarak bunun acısını ve özlemini çok çekmiştim. Bütün özlemim yolu ne olursa olsun benden sonrakilere çağdaş bilgiyi yazılı olarak ulaştırabilmekti. Çünkü bu dönemde internet de (sayın Google da) yoktu. Öğrencilerin büyük bir kısmı Türkçe dışında yazılmış bilimsel bir kaynağı okuyacak durumda değildi. Kolları sıvadım; 30 yıl boyunca geceleri bilim kitaplarını yazmaya başladım. Kitapların bir kısmı için bugünkü dayatılan koşullara göre uyguladığım yöntem telif açısından kelimesi kelimesine doğru muydu? Evrensel kurallar açıdan baktığımızda doğru değildi.
Türkiye’nin elinde 1960-1980 yıllarında bile birikmiş ne bilimsel fotoğraf ne çizim ne de bunları çizebilecek teknik kadro mevcuttu. Bugün bile bu konuda büyük sıkıntılarımız bulunmaktadır. Çizdirilebilir mi? Kuşkusuz bu tip biyolojik resimleri çizebilen sınırlı sayıda teknik ressam vardır. Ancak senede kitaba sadece 6,5 Tl harcayan bir toplulukta böyle bir çalışma çok pahalıya mal olacaktır. Çünkü kitabın maliyetini düşüren satış miktarıdır. Bu nedenle bilim dili olarak kullanılan dillerde (özellikle İngilizcede) bu tip kitaplar oransal olarak daha ucuzdur. Üçüncü dünya ülkelerinin (ve bir zamanlar bizim ülkemizde birçok yazarın) kurallarına uymadan alıntı yapmasının nedeni bu sıkıntıdır. Burada bir şeyi tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor: Bu tip alıntı yapılan kitaplar kişiye unvan kazandırmışsa, bunun affedilebilir bir yanı yoktur. Çünkü edindiği unvanın paydaşı var demektir.
Samanyolu’nun çekilmiş panoramik bir fotoğrafını kaynağını da arkada belirterek, popüler amaçla yazmış olduğum, içindeki bilgilerin çoğu batıda yapılmış bilgilerden devşirilmiş bir kitabıma koydum; büyük ölçüde alıntılar yaptım diye bir Astronomi Profesörü TÜBİTAK başkanına şikâyete bile kalkıştı (bunun hakkındaki öyküyü, sizlere “CEHENNEMDE İÇİNDE TÜRKLERİN BULUNDUĞU KATRAN KAZANLARINA ZEBANİ KOYMAYA GEREK YOK” adlı bir yazı ile ileteceğim). Ben de Türkiye’den birinin çektiği benzer bir fotoğraf varsa onu koyayım dedim.
Türkiye üniversitelerinin ve sanayisinin bu fırsatı yeterince değerlendiremediğini düşünüyorum. Aslında üniversitelerde araştırma diye yapılanların çoğunun bir tarafta yapılmış bir çalışmanın farklı bir kopyası olduğunu söyleyebiliriz. Ancak nüfusunun %60’ı okuma çağında olan bir ülkenin çocuklarını sadece yabancı dilden yazılmış kitapların içeriğine mahkûm etmenin de doğru olduğunu söyleyemeyiz.
İyi bir derece ile mezun olduğum üniversiteden Atatürk Üniversitesine asistan olunca, konuşmalarımdan ya da verdiğim derslerden çok bilgili olduğum görüntüsü yaratmış olmalıyım ki çevremdekiler benden sitayişle bahsederlerdi. Ancak Ord. Prof. Curt Kosswig ile karşılaştığımda ne mal olduğum en az benim tarafımdan ortaya çıktı. Benim için, “bu bilgiyle seni nasıl asistan almışlar?” gibi bir cümle bile kullandı. O zaman ilk defa durduğum yeri öğrendim; dolayısıyla gideceğim yeri de daha kolay bulma şansını yakaladım. Tıp, Dişçilik, Biyoloji, Ziraat öğrencilerine çoğunluk bir arada Genel Biyoloji dersi veriyordum. Bir soru sorulduğunda cevabını bilemiyorsam ne yapıyordum biliyor musunuz? Bu cümlenin yanıtı, benim kitap yazmamı tetikleyen ikinci en önemli etken oldu. Sorunun cevabını kural olarak çevremde sorarak öğreneceğim kimse yoktu; Doğu Anadolu’nun tüm insanlarının bu alandaki bilgisini toplasam büyük bir olasılıkla benimki kadar etmezdi; ben de bir hiçtim. Kütüphane yeni kurulmuştu; kitap sayısı çok sınırlıydı. Olanı da lisan olmadığı için hemen hemen okuyamıyorduk. Telefon bağlantısı kural olarak bir işkenceydi; bazen basit bir bağlantı günler sürüyordu; telgraf en erken 3 günde gidiyordu. Tek yol vardı, ilgili sorunun kitabını bulup sipariş etme. Ancak yurtdışına doğrudan kitap sipariş edemiyordunuz. Hiç kimse bir yerlere kafasına göre döviz gönderemiyordu. Önce Merkez Bankasından bir akreditif açtırıyordunuz (bunun için 18 yerden imza alınması gerekiyordu). Kitap doğrudan adresinize de gelmiyordu, o zamanlar HAŞET Kitapevi aracı kurum olarak devreye giriyor, o firma üzerinden ithalatı yapılabiliyordu. Hiç unutmam Fransa’da 150 Franklık “Biologie des Orthoptera” adlı kitap bana 650 Frank’a mal olmuştu. Bu süreç 6 ayda tamamlandığı için soruyu soran çocuk (lar) çoktan dönemi bitirmiş ve ayrılmış oluyordu. Bir karar vermek gerekiyordu. İşte bu nedenle ince eleyip sık dokuyarak işin kurallara tam uyup uymamasına bakmaksızın, eğitime hizmet etmeyi en önemli görev bildim ve bu çalışmaların (kitapların) hiçbirini unvan elde etmek (ve keza gelir elde etmek) için de kullanmadım.
Bütün bunları yazarken habersiz ve izinsiz bilgi koymayı teşvik ediyormuşum gibi düşünmeyin; her durumda izin yolunu kullanmak gerekiyor. Telif yasaları yürürlüğe girdikten sonra bütün bunları söylemek bile gereksiz; çünkü zorunluluk haline gelmiş durumdadır. Benim uyguladığım, bu yasalar yürürlüğe girmeden önceki dönemlere aittir.
Telif yasaları yürürlüğe girmeden inanılmaz bir biçimde bilimsel kitap üretiyordum. Kitapları doğa bilimleri ile ilgili (biyoloji, ziraat, tıp, veterinerlik, su ürünleri, antropoloji, sağlık bilimleri, eğitim fakültelerinin ilgili) bölümlerinde ana ders kitapları ya da yardımcı ders kitapları olarak okutuyorlardı. Avrupa’nın dayatması ile katı telif yasaları çıkarılınca, birçok formalite ile resmi izin zorunlu olunca, bir fotoğraf için bile inanılmaz paralar istenince, zorunlu olarak, özellikle içinde resim ve fotoğraf olmayan konularda üretmeye başladım ve gittikçe üretim potansiyelim azaldı. Biyoloji kitaplarının çoğu, ustaca çizilmiş resimlere ve şemalara bağlıydı; onlarsız kolay anlaşılabilir bir eser yazılamıyordu.
Özellikle resim kaynağı tükenince, Türkiye, bir kısmı telif olan yerli malı bu kitaplardan çeviri kitaplara döndü. Her halde sanayi üretiminde de benzer zorluklarla karşı karşıya kaldık. Çünkü sanayi-üniversite işbirliği sloganı ile yola çıkmış birçok firma, sonunda bu işbirliğinin daha pahalıya geldiğini görünce Know-How satın alma yoluna gidiyor.
Bilim etiği diye mangalda kül bırakılmamasına bakmayınız. Günümüzde bile bu uygulamalar sırasında ahbap çavuş ilişkisi hiç eksik olmadı. Örneğin saygın bir üniversitemizdeki birkaç hoca çeviri kitaplardan izinsiz alıntı yaparak yeni bir kitap yazıyor. Mahkemeye başvuruluyor; aşırdı denen hocaların üniversitesinden 3 bilirkişi seçiliyor; bu bilirkişiler de şöyle bir yorum yumurtluyorlar: Bir kitaptan izinsiz olarak, 7 ya da 10’da bir oranında aynen alıntı yapılabilir. Yayın evi, farklı 10 kitaptan parça parça alıp (her birinden 1/10 alarak) birleştirip bir kitap yaparlarsa ne olacak; bunun cezası olmayacak mı diye derdini anlatmaya çalışsa da mahkeme berata karar veriyor.
Ancak ikinci tip aşırmacılık var ki “ortada yasa olsun ya da olmasın” bunun kabul edilebilir tarafı yok. Bu aşırmacılık tipi, özellikle üniversitelerde belirli unvanları almak için kişinin yapmak zorunda olduğu bilimsel çalışmalara ait yayınlarda görülen tiptir. Asıl kıyamet bu tipteki aşırmacılıklarda kopmaktadır. Çünkü denetimi ve geriye dönüşü çok daha zordur ve sancılıdır. Bizim üniversitelerde görülen aşırmacılığın çoğu bu tiptir. Eğer aynı kadroya başvurulmamış ise, eğer kimseyle çekişme yaşanmamışsa, eğer o meslekte dikkatli ve aynı zamanda duyarlı biri yoksa bu aşırma tipi çok defa kaynar gider. Eldeki görünür bilgi ve soruşturmalar bu tip aşırmanın çok yaygın olduğu yönündedir. Çok belirgin aşırmalar –eğer başka bir kişi ile aynı ortamda yarışmaya girildiğinde kullanılmış ise- yasal yaptırıma uğramakta; eğer bir kapışma yoksa ya da bu kapışmada taraflar uzlaştırılmış ise şuradan buradan alınmıştır şikâyetleri çoğunluk araya girenlerce kapatılmaktadır ya da görmezlikten gelinmesi sağlanmaktadır.
Bazen zorunluluk insanı suç işlemeye zorunlu kılabilir. Doğru değerlendirme için zamandaki koşullara da bakmak gerekir. Birçok aşırma dosyasına hakem olarak baktım. Çoğunu da suçlu buldum; ancak ceza önermedim. Suç olur da ceza olmaz mı derseniz, anlatayım:
Bir ara YÖK’ten bir karar çıktı: İki yıl içinde önemli dergilerden 2 ya da 3 yayını çıkmayan yardımcı doçentlerin ve doktoralı elamanların üniversite ile ilişkisi kesilecektir. Çoğu üniversitenin birkaç hocadan oluşan bölümleri ek ders almak için, ikinci, neredeyse üçüncü eğitimleri açmıştı. Gündüz dersleri gençlerin üzerine yıkıldı (geceleri verilen dersler zamlı olduğu için onları büyük hocalar kaptı), bu gençler geceleri de laboratuvar ve diğer hizmetlerde kullanıldılar. İşte bu insanlardan iki yıl içinde 3 uluslararası yayın istenmişti. Atılmamak için aşırdılar. Raporumu bu insanlar aşırmışlardır, suçludurlar; ancak kafese tıkanmış kedi neyse bunların da durumu öyledir; bu nedenle bir ceza önermiyorum diye raporlarımı tamamladım.
Yayın ahlakı özellikle bazı mesleklerde çok daha farklı yürümektedir. Tıpta çoğunluk anabilim dalı başkanı çıkan yayınların tümüne adını koydurmaktadır. Bir projeden bir alet almış biri bu aleti daha sonra kullananların yayınına kendi adını koydurmaktadır. Projesi olmayan araştırıcılara kimyasal madde yardımı yapan, dili iyi olduğu için hazırlanan yayını gözden geçiren, bir örneği araziden alıp getiren, özel bir aleti kullanan, tanıdığı bir yayınevine yayınlanacak makaleyi gönderen kişiler bu ülkede yayına adlarını koydurmaktadır. Bu yayınlarla birçok kişi unvan almakta, mahkemelerde bilirkişi niteliği kazanmakta, doçentlik jürilerine konunun uzmanı olarak girmekte, yerine göre ticari çıkar sağlamaktadır.
Türkiye uzun zaman başka üçkâğıtları yaşadı. Benim yazılı tüm itirazlarıma karşın kimse beni dinlemedi. Unvan sınavlarında, özellikle, doçentlikte, “yayına kabul edilmiştir” yazılarının hiçbir zaman dikkatle alınmamasını önermiştim. Yayına kabul edilmiştir yazısı, bir kişinin bir şeyi bulmada önceliğinin olduğunu gösteren bir belgedir; yayın yapmıştır anlamı taşımaz. Nitekim doçentliğe 6 tane yayına kabul edilmiştir yazısıyla girip doçent olan; doçentlikten sonra yayınları hemen geri çekip belirli bir zaman sonra gerçek yayına dönüştürerek bu sefer profesörlüğünde kullanan kişileri tanıdım. Bu ülkede birçok insan bir işle iki unvan elde etti.
Yayının net bir tanımı vardır. Özel (herhalde basit bir şekilde silinemeyen) bir mürekkeple basılı olmalıdır, belirli bir sayıda basılmış olmalıdır, olması gereken yerlerden para ile satın alınır olmalıdır ya da ulaşılabilir (örneğin kütüphanelerde bulunur) olmalıdır. Bir kitabı sadece jüri üyelerine yetecek kadar (3-5 adet) basıp unvan alabilirsiniz; eser kamuya sunulmadığı için bu durumda jüri dışındaki uzmanlar tarafından tenkide uğramaz. Kusurları da ortaya çıkmaz. Olması gereken yerde bulunmalıdır: Eseri bastıktan sonra, örneğin kitabın, hepsini satın alıp ya da piyasaya sokmadan bir yerde depolayabilir ve denetimden kaçırabilirsiniz. Belirli sayıda basılmış olması ise değişik yerlerin görüşüne sunulması ile ilgilidir. Örneğin Almanya’da bir doktora tezinin resmileşebilmesi için en az 100 kopyasının belirli merkezlere ulaştırılma zorunluluğu vardı.
Aşırmanın olup olmadığı konusunda en zor karar verilenler, aynı konuda, aynı yöntemi kullanan; ancak başka bir madde ile ya da faktör ile denemeyi kuranlarda görülür. Örneğin bir stres çalışmasında bir bitkide yabancı bir araştırmacı sodyumu kullanmış, benim ülkemde de bir araştırıcı, bu makalenin dil olarak da aynısını almış, ancak deneme maddesi olarak magnezyumu kullanmış ise ikisinin arasındaki tek fark giren maddede ve çıkan grafiktedir. Şikâyet oldu; yasadakiler sordu: Özgün mü? Özgün dedik. Özgündü; ancak bu da bir çeşit aşırmanın özgün biçimiydi.
Belki üniversitelere ilk giren araştırıcılara öncelikle bilim etiği, yazım kuralları, telif yasasının ilgili kısımları öğretilmeli. Şu anda internetten alınacak bilginin nereye kadar aşırma olduğunu doğrusu ben bilmiyorum. Çünkü aynı bilgiyi, onarca yerde kaynak olmadan görebiliyorsunuz.
Başka bir aşırma biçimi, sanki aynı kaynakları kullanmış gibi davranmadır; benim yazdıklarımdan aşırılanlarla ilgili birkaç örnek verebilirim. Benim kitaplarımın bazılarında, eski literatüre ait olan çok pahalı ve zor bulunan bazı kitaplardan ve çalışmalardan çok güzel el çizimi resimler vardır. Biraz da nostalji olarak bu resimleri yazdığım kitapların arasına serpiştirdim. Benim kitabımı önlerine koyup özet çıkarıp, biraz bilgi ekleyerek kitap yazan çok sayıda akademisyen oldu. Kitaplarının içeriği neredeyse yüzde 60-70 benden aşırılma idi. En ilginci de, ben, resim ve fotoğrafları nereden almış isem, onlar da aynı yerden almış gibi yazmışlardı. Hatta İngiltere’de bir sanatkârın el çizmesi ile yaptığı ve hiçbir yerde yayına sokmadığı biyolojik resimleri kitabıma koyup adını yazmıştım; bu yeni müellifler de aynen bu adamın adını yazarak oradan aldıklarını belirtmişlerdi. Bu yayını gösterin ben üniversiteden istifa edeyim dedim, kös kös odamdan ayrıldılar. Ben nereden almış isem bu beyler de hep oradan almışlar meğer… En kötüsü, bu insanlar beni kitaplarının arkasında kaynaklar listesinde bile vermemişler. Büyük bir olasılıkla bir yerlerde şu anda yönetici olmuşlardır…
En büyük aşırma, sıkı durun, ne yazık ki tüm çabalarıma karşın kendi üniversitemde bile kabul ettiremediğim, şu anda çok yaygın olarak uygulanan ve belki de benim aktif meslek hayatımda hemen hemen hiç yapmadığım; üniversiteler tarihinde benim haricimde herkesin onayladığı ve yaptığı bir eylemdir. Ne yazık ki yasaları bile çıkarımız için çarpık yorumluyoruz. Bir kısmınızın (belki tümünüzün) itiraz edeceğini bile bile yazacağım… Buyurun:
Yüksek Öğretim Yasasında (2547), öğretim üyelerinin görevleri tarif edilirken:
Madde 22:
a. Yükseköğretim kurumlarında ve bu kanundaki amaç ve ilkelere uygun biçimde önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim – öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak ve yaptırmak, proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek,
b. Yükseköğretim kurumlarında, bilimsel araştırmalar ve yayımlar yapmak,
Dikkat ederseniz a bendinde lisansla birlikte lisansüstü eğitim ve öğretim yaptırma üniversite hocalarına birinci görev olarak verilmiştir. Bizim birinci en önemli görevimiz bilim adamı yetiştirme olduğuna göre, bunu angarya olarak göremeyiz. Bir kişi bu eğitimi (lisansüstü ve doktora) yapıp, sonunda unvan alırken, unvan belirli bir belgeye dayandırılmalıdır. Bu da çoğunluk geçerli dergilerde yaptığı yayın ya da yayınlardır. Bu yayınlarda yayının altına lisansüstü ya da doktora çalışmasından alınmıştır ibaresinin düşülmesi bir zorunluluktur. Özellikle doktora çalışması çok özel ve önemli bir çalışmadır. Çünkü kişiye bir konuda uzmanlık yetkisi, imza atma yetkisi hatta mahkemelerde bilirkişi olma yetkisi verir. Dolayısıyla kişiye yetki kazandıran bir unvanın paylaşılması söz konusu olamaz. Açıkça bir unvanın yüzde bilmek kaçı birisine geri kalan kısmı da başka birine aittir mantığı, bırakın akademisyen mantığına, en basit bir mantık yürütmesine bile ters düşer. Bu, ahlaken de yasal olarak da doğru değildir. Hiç kimse bir doktora çalışmasının ne kadarını aday ne kadarını danışman yaptı diye hesap yapamaz. Çalışmayı tümüyle aday yapar, danışman da adım adım izler ve yanlış giden şeyleri düzeltir. Ancak bu sürecin hiçbir aşamasından, danışman, makalelerde ve tezde danışman hoca olarak verilen referans ya da teşekkür hariç pay alamaz. Çünkü bu unvanlı çalışmaları yaptırması yasanın birinci maddesi olarak her akademisyene verilen birinci görevdir. Bu ibare ile danışman hocaya puan da verilmeli, yükseltilmesinde de kullanılmalı, gerekirse diğer imkânlar da sağlanmalıdır; ancak adı konmamalıdır.
Çok sevdiğim birini yanıma alıp çalışmanın %90’nını ben yapıp ona doktora unvanı verdirdiğimde bunun ahlaki yönü sizce ne olabilirse, bu tip bir paslaşmada da aynısı görülmektedir.,
Dikkat edilirse, maddenin b bendi yayın ve araştırma ile ilgili konuları ikinci görev olarak vermiştir. Eğer her ikisini bir arada düşünseydi, birinci maddenin içine sokar paydaş yapardı.
Yüksek lisans ve özellikle doktora çalışmasının haricinde herkesin verdiği emek oranında yayınlardan ve diğer getirilerden pay olması doğaldır. Ne yazık ki bu tip çalışmalarda da başka çarpıklıklar karşımıza çıkarmaktadır. Laboratuvarını, aletini, kimyasal maddesini, kütüphanesini, hatta çalışma mekânını kullandıran, akrabalık ilişkisini kullana sayısız kimse kendi alanıyla hiç ilgisi olmayan çalışmalara adını koydurmaktadır. Bu tip yardımların da bu yayınlarda uygun bir şekilde teşekkürle karşılığının verilmesinden başka bir yol yoktur.
Ne yazı ki Türkiye Üniversiteleri doktora öğrencisinin yaptığı çalışmalarla doçent ve profesör unvanı alan çok sayıda öğretim üyesiyle doludur. Bu kişilerin yaptığı savunma hep şöyle olmuştur: Çektiğimiz bunca emek ne olacak? Kimse size oturun da doktora öğrencinizin çalışmasını bizzat yapın, yazın demiyor; yasa size sadece yönetin diyor; kaldı ki bunun için ücret alıyorsunuz. Üniversitelerimiz hakları yenmiş sayısız, mutsuz gençle doludur ve usta çırak örneği bir zaman sonra onlar da fırsatını yakalayınca benzerini yapmayı mubah görmeye başlıyor. Böyle bir uygulama, açıkça söylemeliyim, çoğunluk, profesörleri aktif çalışmadan alıp, bir çeşit maraba kullanmaya yönetmektedir.
Gençlere son bir öneri: Ben yine de yapacakları yayınlar için gençlere bir şey söyleyeyim: İzin alamamış iseniz, zorunlu olarak bir bilgiyi ya da özellikle şekli ya da fotoğrafı yayınınıza
koyacaksanız, kesinlikle altına nereden, kimden alındığını açık açık yazın. O zaman usulsüzlük yapmış olursunuz, telafisi mümkündür. Eğer kaynak vermekten kaçınmış iseniz, o zaman aşırmacı (daha doğru bir tanımla hırsız) durumuna düşersiniz. Kaynakta verilmeyen bir eserin içerisindeki bilginin alınması bir aşırmacılıktır. Kaynakta verilen, izni alınmamış bilgi ise durumuna göre usulsüzlük olarak tanımlanabilir.
Prof. Dr. Ali Demirsoy
(09.03.2015)
Değerli Kardeşim
Bu yazının, işin arka planını anlamak istemeyenlerce, beni yıpratmak için kullanılacağını biliyorum. Ancak dünyanın en çetrefilli bölgesinde bulunan ülkemizin insanlarının bilim toplumuna ulaşmasının bu coğrafyayı seven herkes için en önemli amaç olduğunu da biliyorum. Bazen insan sevdiklerini korumak ve kurtarmak için her şeyi göze alarak, bir şeyler yapmak gereğini duyuyor. Ülkem çok zaman yitirdi. Çalışma yaşamım sırasında bir yerlerde bilim varsa onu ülkemin insanına taşımanın da görevim olduğunu düşündüm. Çünkü bilimi tabana yaymayan bir ülke bilim üretemezdi.
Üniversitelerimizde yapılan çalışmaların bir kısmının “kim ne derse desin” üstü örtülü aşırmacılık olduğunu açık açık söylememiz gerekir. Çıkmazlarımızı da bilmemiz gerekiyor. Bu yazıdaki fikirlere “şu andaki konumunuz ve uygulamanız gereği” katılmazsanız bile, elinizi vicdanınıza koyarak okumanızı dilerim…
Sevgilerimle
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.